SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Doğan Avcıoğlu-İslam İdeolojisi           (gösterim sayısı: 2.527)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
proletersosyalist
[ Bekir Sami ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 15.09.2014
İleti Sayısı: 709
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: proletersosyalist
Konu Tarihi: 20.03.2015- 23:26


DOĞAN AVCIOĞLU-İSLÂM İDEOLOJİSİ


Osmanlı İmparatorluğu'nun ve öteki islâm ülkelerinin XIX. Yüzyıla değin tek ideolojisi islâmdır.

Bu durum, emperyalist aşamaya ulaşan Batı kapitalizminin her alandaki ezici baskısıyla, islâm ülkelerinin sömürge ya da yarı-sörnürge ekonomilere dönüşmesiyle değişir.

Emperyalizm, islâm toplumlarını ezen, horlayan, sömüren, kültürel değerlerini yok eden bir canavardır.

Ama bu canavarın çok yönlü boyunduruğundan kurtulmak ancak onun ezici gücünü sağlayan sırların öğrenilmesi ve İslâm Dünyası'nda uygulanmasıyla olasıdır.

Emperyalizme karşı ilk tepkiler, bu gözlemden kaynaklanır.

Batı toplumlarının kahredici üstünlüğünü meydana getiren sırlar araştırılır.

Genellikle XIX. Yüzyıl Batı burjuvazisinin ilerici kanadının inançları benimsenir.

Batı bilim ve tekniğinin ve siyasal sisteminin alınması ve eğitimin yaygınlaştırılması yoluyla islâm toplumlarına da sürekli ilerleme ve esenlik yolunun açılacağına ve böylece Batı ülkelerinin boyunduruğundan kurtulunacağına inanılır.

«Vatan» kavramını yaygınlaştıran Namık Kemal ve arkadaşları, bu yeni fikirler sistemini geliştirirler, örgütlenirler ve iktidarı ele geçirme mücadelesi verirler.

DİNSEL   MİLLİYETÇİLER

Avrupa'nın emperyalist milliyetçiliğine karşı islâm toplumunu savunmak için ortaya atılan bu Avrupa kökenli yeni fikirler, islâm ideolojisinden ayrıdır.

Fakat kitlelerde İslama bağlılık duygusu güçlüdür.

Bu nedenle yeni ideolojinin islamcı bir çerçeve içinde savunulmasına özen gösterilir.

Cesur yorumlarla ve zorlamalarla, islâm, ilerici Batı burjuvazisinin ideolojisiyle bağdaştırılır.

Eski islâm yapıtlarında modern bilimin fikirleri keşfedilir; örneğin cinlerin, mikrop olduğu ileri sürülür. Amaç, islâm dininin, özünde XIX Yüzyıl Avrupası'nın yaydığı «ilerleme» fikrine karşı olmadığını kanıtlamaktır.

Tam aksine, «ilk İslama dönüş»ün ilerleme yolunu açacağı ve Batı hegemonyasından kurtuluşu sağlayacağı belirtilir.

«İlk İslama dönüş», aslında dinsel reform yoluyla islâmı çağdaşlaştırmayı amaçlar.

Modern görüşlere sahip Afganlı Cemalettin (1839-1897), bu yeni fikirlerin şampiyonluğunu yapar.

O, yalnızca bir fikir yayıcısı olarak kalmaz, kurduğu gizli örgütlerle İslâm Dünyası'nı Avrupa emperyalizmine karşı ayaklandırmaya çalışır.

Bu amaçla İslâm Birliği'ni, yâni panislâmizmi savunur.

Afganlı'nın panislâmizmi, Batı burjuvazisinin «ilerlemeci» inançlarına açık, antiemperyalist nitelikie ihtilâlci bir «dinsel milliyetçilik» sayılabilir.

Daha sonra Mısır'da Muhammed Abduh (1849-1905) gibi ardılları, reformist planda, Afganlı Cemalettin'in fikirlerini sürdürürler.

Bununla birlikte, bu «dinsel milliyetçilik», tutucu islâm çevrelerinde sert tepkiler yaratır.

Dinsel milliyetçiler, «ilerici ve akılcı» diye İslâm dinine bağlılıklarını açıklarken, gelenekçi islâm çevreleri onları «Batı taklitçisi, yenilikçi» diye dinsizlikle suçlarlar...

OSMANLI   SİYASAL   MİLLİYETÇİLİĞİ

Yenilikçi milliyetçi akım, kalabalık Hıristiyan topluluğu barındıran Osmanlı İmparatorluğu çerçevesinde, ülke bütünlüğünü koruma amacıyla, bir çeşit Osmanlı siyasal milliyetçiliğine dönüşür. Namık Kemal ve arkadaşlarının «Yeni Osmanlılar» akımından sonra, «İttihat ve Terakki »,yâni «Birlik ve İlerleme» örgütü bu akımı sürdürür ve 1908 devrimiyle iktidara gelir.

İttihatçılar, pozitivist, akılcı ve bir ölçüde laik temelli bir ideolojinin sahibidirler.

Osmanlı İmparatorluğu'nu, ilerici, liberal ve bağımsız bir devlete dönüştürme çabasındadırlar.

Ne var ki çeşitli etnik ve dinsel grupları Osmanlılık bayrağı altında birleştirmek denemesi, başarılı olmaz.

Hıristiyan öğeler, yabancı devletlerin desteğiyle, imparatorluktan ayrılma yolundadırlar.

İslâm öğeler de, ittihatçıların Türk öğeye üstünlük tanıyan merkeziyetçi eğilimlerinden hoşnut kalmazlar.

Türk burjuvazisi ve arazi sahipleri, imparatorluktaki egemen durumlarından vazgeçmeye yanaşmazlar.

Arap burjuvazisi ve arazi sahipleri ise, merkeziyetçilikten uzak, özerk yönetim isterler.

Bu durum, Arap milliyetçiliğinin gelişmesine yol açar.

ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ

Daha Abdülhamit döneminde, Arap milliyetçiliği filizlenmeye başlar.

Mısır'da, yetenekli bir hatip olan Mustafa Kâmil (1874-1908), Mısırlı, Osmanlı ve İslâm karışımı bir milliyetçiliğin şampiyonluğunu yapar.

Kitleleri, İngiliz emperyalizmine karşı ayaklandırmak için bu bileşik ideolojiden yararlanır.

İdeolojik tutumu hayli tutarsız olmakla birlikte, Mustafa Kâmil'in partisi, İngiltere'ye karşı etkin kitle hareketlerini gerçekleştirir.

Ama o, Arap milliyetçiliğine şiddetle karşı çıkar.

Arap etiketinin, İngiliz emperyalizmine karşı mücadelede güçleri parçalayacağına inanır.

O, islâmı temsil ettiğine inandığı Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı olarak, «Müslüman Mısır» bayrağını kaldırır ve Hıristiyan Arapları da bu bayrak altında toplanmaya çağırır.

Bununla birlikte, aynı tarihlerde özellikle Suriye ve Lübnan'ın Hıristiyan Araplarının öncülük ettiği bir Arap milliyetçiliği akımı güç kazanır.

Bu akımın önde gelen bir temsilcisi Suriyeli bir mason olan el-Ke-vâkibi'dir.

Abdülhamit'in Mısır'a sürdürdüğü el-Kevâ-kibi (1849-1903), «Kentlerin Anası Mekke» yapıtında, Arapların Türklere üstünlüğünü savunur ve Mekke'de oturan bir Arap halifenin liderliğinde İslâmın yeniden canlandırılması planlarını açıklar.

Çeşitli gizli örgütler kurulur.

Kahtanliye örgütü, Avusturya-Macaristan Imparatorluğu'na benzer biçimde, Arap-Türk ikilisine dayalı bir imparatorluk (1909) meydana getirilmesini ister.

El-Fatât örgütü, Arap bağımsızlığını (1911) savunur.

Bu Arap milliyetçiliği, Arap etiketi kitlede yeteri kadar yankı yaratmadığından, islamcılıktan vazgeçmez.

Hem islamcı, hem de milliyetçidir.

Bu milliyetçilik, hem Türk'e, hem de Avrupa emperyalizmine karşıdır.

Ama o tarihlerde birçok Arap milliyetçisi, Türk egemenliğinden kurtulmak için mücadele ettiği halde, baş çelişkinin Avrupa emperyalizmi ile olduğunu düşünür.

Örneğin Arap ihtilâli hazırlayan el-Fatât, 1914 yılı sonunda, Avrupa'nın Osmanlı Devleti'ni yok etme projeleri gerçekleşme yoluna girerse, Türkiye'yi destekleme kararı alır.

PEYGAMBER SOYUNDAN BİR ARABİSTAN KRALI


Bununla birlikte, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Suriyeli mason el-Kevâkibî'nin «Arap Halife Devleti» projesi, İngiliz emperyalizminin desteğiyle, gündeme gelir.

Hareketin başında Peygamber soyundan Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları vardır.

Hüseyin, Abdülhamit'in tehlikeli kişi sayıp İstanbul'da göz altında tuttuğu bir Arap lideridir.

İttihatçılar, Mekke yönetimini Hüseyin'e verme hatâsını işlerler.

O, İstanbul Halifesinin İngiliz emperyalizmine ve bağlaşıklarına açtığı cihad çağrısına uymaz İngiltere ile anlaşır.

İngiltere subay ve altın yardımıyla desteklediği Peygamber soyundan Hüseyin'i halife olarak tanımaya hazırdır.

Hüseyin, 1916 yılında kendini «Arapların kralı» ilân eder.

Ne var ki, İngiltere verdiği sözleri tutmaz.

Hüseyin, yine İngiltere'nin altınla desteklediği Suud karşısında Hicaz'da bile tutunamaz.

Suriye, Irak, Filistin, Ürdün, Fransız ve İngiliz sömürgeleri olur.

Filistin'de «Yahudi Yurdu» kurulur.

Emperyalizmin bu ihaneti karşısında, Arap milliyetçiliği grevler, ayaklanmalar, boykotlar ile yeni bir döneme girer.

Hareket, artık hem Türklere, hem de İngiliz ve Fransız emperyalizmine yönelik değildir.

Arabistan'dan çekilen Türkler, Anadolu'da kendi kurtuluş dâvalarının uğraşı içindedirler.

LAİK TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ

Arap milliyetçiliği bu dönemde de, dinsel duygunun kitlelerde etkinliği nedeniyle. İslamcı görüşünü sürdürür.

Milliyetçi liderler, pozitivist ve laik inançlı olsalar da, İslamcılık ile milliyetçiliği bağdaştırmaya özen gösterirler.

Türk milliyetçiliği ise, İttihatçılar zamanında güçlenen pozitivist ideoloji doğrultusunda gelişir.

Laik amaçlar güden milliyetçi Türk devrimi, laik bir ideolojiyi benimser.

Olaylar, böyle bir yönelişi kolaylaştırır.

Zira Kurtuluş Savası, yalnız emperyalizme ve onun silâhlı gücü olan Yunanlılara karşı değil, İngilizlerle işbirliği yapan Sultan-Halife'ye karşı verilir.

Halifelik kaldırılır.

Anayasa'dan «Devletin dini İslâmdır» sözü çıkarılır, laiklik ilân edilir ve antiklerikal bir tutumla radikal biçimde uygulanır.

Musul işinde dahi uzlaşıcı davranan yeni Türkiye, Orta Doğu işlerinden uzak durur.

Bununla birlikte, emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı'nı başarıya ulaştıran Atatürk Türkiyesinin prestiji, İslâm Dünyası'nda yüksek kalır.

Peygamber soyundan Hüseyin'in halifelik iddiası, ailenin egemen bulunduğu Hicaz, Ürdün ve Irak dışında tanınmaz.

Suud'a yenilince, bu iddia ortadan kalkar, 1926 yılı mayısında Kahire'de 12 müslüman ülke halifelik sorununu görüşür. Türkiye, bu toplantıya katılmaz.

Fakat toplantı, bir sonuca varılmadan son bulur.

O tarihten beri halifelik, İslâm politikasında önemli bir yer tutmaz.

İSLÂM DÜNYASINDA   ATATÜRK'ÜN İZLEYİCİLERİ


Birçok İslâm devleti, Atatürk devrimlerini, becerebildikleri ölçüde, ülkelerinde gerçekleştirmeye çalışır.

1925 yalında meclis kararıyla eski Kaçar sülâlesini tahttan indirip yeni bir sülâle kuran Rıza Şah, oğlundan farklı olarak, Atatürkçü bir çizgi izlemeye yönelir.

Sovyetlerle dostluk kurar, kapitülasyonları kaldırır, hukuk alanında reformlar yapar, Batılı bir eğitim sistemi getirir.

1936 yılında kadınların peçe kullanmalarını yasaklar, gerek kadınların, gerek erkeklerin Batılılar gibi giyinmelerini yasalaştırır.

Demiryolları yapma ve sanayileşme politikası izler.

İngiliz-İran Petrol Şirketi'ne tanınan imtiyazı kaldırır.

Bu şirkete verilen işletme alanını 1 milyon 295 bin kilometrekareden 259 bine düşürdükten ve İran'ın petrolden payını arttırdıktan sonra onunla uzlaşır.

Afganistan'da da Emanullah Han, Atatürk reformlarını gerçekleştirmeye çalışırsa da, iktidarını koruyamaz.

Ama Afganistan, Türk uzmanların desteğiyle modernleşmeyi deneyen bir dost ülke olarak kalır. Irak'ta 1936'da iktidara gelen genç milliyetçi subaylar, açıkça Atatürk'ün izinde yürüdüklerini belirtirler.

CHP'yi örnek alan Halkçı Parti'yi desteklerler.

İngiliz işbirlikçisi Nuri Said'in iktidarı ele geçirmesiyle, Atatürk çizgisindeki bu deneme son bulur. Tunus'ta Burgiba, Atatürk'ün laik çizgisini bir ölçüde izler.

HEM   MÜSLÜMAN,   HEM   MİLLİYETÇİ, HEM DE SOSYALİST...

İslâm ülkelerinin çoğu, gerçek siyasal bağımsızlıklarını İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kazanırlar.

Mısır Nasır ile, Cezayir Bin Bella ve Bumedyen ile, Irak Kasım ile, Libya Kaddafi ile siyasal bağımsızlığını elde etmiş sayılabilir.

Libya, Cezayir ve Mısır, İslâmı siyasal bir ideoloji olarak kullanmaya yönelirler.

Bu kullanma, Suudî Arabistan ve Pakistan'ın denediği biçimde, islâm öğretisine uygun dinsel nitelikli teokratik bir devlet kurmayı amaçlamaz.

Tam aksine, bu tip milliyetçilik, dinsel ideolojilerden ayrı ideolojilere dayalıdır ve dinsel olmayan amaçlar güder islâm, milliyetçi ve «sosyalizan» ideolojisinin bir aracı, bir kılıfı olur.

Libya ve Cezayir gibi ülkelerin durumu, katolik İrlanda ve Polonya'yı andırır.

Bu katolik ülkeler, protestan İngiltere ile ortodoks Rusya'nın baskısı altındadır.

Ulusal baskı, dinsel baskıyla birlikte gider.

Hem ekonomik, hem dinsel baskı altında, katoliklik, »ulusal din» niteliği kazanır ve milliyetçilikle kaynaşır.

Fransız ve İtalyan sömürgecilerinin yerleştiği Cezayir ve Libya'da da, İslâm, ulusal bir kimlik kazanır. Ama bu ülkelerde islâm, özerk bir siyasal ideoloji teşkil etmez, milliyetçi ve «sosyalizan» ideolojilerin bir yan desteği durumuna gelir.

Ortaçağ'da yalnızca müslüman iken, şimdi hem müslüman, hem milliyetçi, hem müslüman, hem «sosyalist» olunur.

Nasır, Kaddafi ve Baas Partisi, çeşitli Arap ya da İslâm sosyalizmleri geliştirirler.

Örneğin komünist Tito, Castro, Cu En Lay ve Hindu Nehru ile kolkola Üçüncü Dünya'da anti-emperyalist bir cephe kurmanın öncülüğünü yapan Nâsır'ın tutumunu ele alalım:

Nasır döneminde dinsel ideolojiye yapay ya da biçimsel ayrıcalıklar tanınır.

İslâm, devlet dini ilân edilir.

Yöneticiler namaz kılmaya ve dinin öteki gereklerini yerine getirmeye büyük önem verirler.

Şeriata saygıdan söz edilir, ama şeriat, laik kaynaklı bir hukuk içinde eritilir.

Ayrıca dinsel öğelerin siyasal kararlar alanına müdahalesine kesinlikle izin verilmez.

Dinsel temalar öteki amaçlar için kullanılır.

Rejimin modernleşme, sosyalizm, hatta laikleşme ve bir tür hümanizm diye ilân ettiği bu amaçlar, dinsel bir dille yorumlanır.

Ulema, islâm kılıfı altında rejimin ideolojisini kitlelere yaysın diye korunur.

Ünlü Ezher Üniversitesi, devlet denetimi altına konulacak biçimde yeniden düzenlenir.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER   VE   TANRl'NIN YÖNETTİĞİ DEVLET

İslamcı görünüşlü Nasır, bu tutumuyla, teokratik rejim yanlısı «Müslüman Kardeşler» örgütü ile çatışır.

Müslüman Kardeşler'e göre, İslâm siyasal ve toplumsal sorunlar da dâhil, insanlığın bütün sorunlarına Tanrısal çözümler getirmiştir.

İslâm dini zaten meydana çıkışından hemen sonra, Tanrı'nın habercisi Peygamber eliyle yönettiği bir devlette somutlaşmıştır.

Kur'an, hem anayasaların, hem de ekonomi el kitaplarının en iyisidir.

Kur'an, İnsan Hakları Bildirisi'nin de, Marx'ın Kapitali'nin de çok daha yararlı biçimde yerini alabilir. Bunun için Kur'an'ın uygulanması yeterlidir.

ÜÇÜNCÜ DÜNYA'NIN YAPISI

Görüldüğü üzere bu ideoloji, Nasır, Kaddafi ve Baasçıların İslâm ya da Arap sosyalizmlerinden temelli bir ayrılık gösterir.

Kuşkusuz, bu «sosyalizmler», proletarya ideolojisine dayalı bilimsel sosyalist rejimlerden hayli farklıdır.

Ekonomik rejimleri, «devlet kapitalizmi», «kapitalist olmayan yol» gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılır.

Daha genel olarak, Üçüncü Dünya'da üç çeşit toplum biçiminden söz edilebilir.

Bir uçta Küba, Vietnam, Arnavutluk vb. gibi «gelişme yolunda sosyalist toplumsal kuruluşlar» yer alır.

Bunlardan halkının dörtte üçü Müslüman olan Enver Hoca'nın Arnavutluğu, «dünyanın ilk ate devleti»ni kurmakla övünür.

Enver Hoca, halktan görünür bir tepki gelmeden 1967 yılında bütün cami ve kiliseleri kapatır.

Öteki uçta ise, siyasal bakımdan bağımsız olmakla birlikte, kapitalist dünya pazarı ile bütünleşmiş, daha doğrusu uydulaşmış, «yeni sömürgeler» diyebileceğimiz ülkeler bulunur.

İkisinin arasında ise, yeni sömürgeciliğe karşı çıkan küçük burjuva ve milliyetçi tipte kapitalizm ile sosyalizm arasında bir çeşit geçiş dönemi yaşayan toplumlar görülür.

Sosyalizme geçiş kesin olmadığı için sosyolog Balandier, bu toplumlara «problematik» der.

Günümüzde Libya, Irak, Suriye, "Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti gibi İslâm ülkeleri, problematik nitelikte geçiş toplumları sayılabilir.

Bu toplumlarda islam ideolojisinin taktik kullanılışı da, bir geçiş dönemini yansıtır.

İlginçtir ki, Müslüman Kardeşler türünde «ilk islâma dönüş» ideolojisini, Suudî Arabistan ve Pakistan gibi 'yeni sömürge' ülkeler uygulamaya çalışır.

Amerika'nın İsrail'den sonra Orta Doğu'da en büyük dayanaklarından biri saydığı Suudî Arabistan, Kur'an'a ve Peygamberin sünnetine göre yönetilen bir devlet olma iddiasındadır.

Bunda bir ölçüde başarılı olduğu söylenebilirse de, başarı, daha çok halkın son derece ilkel yaşam biçimine ve ABD destekli polis gücüne dayanır.

Bu göreceli başarının ne ölçüde sürdürülebileceği kuşkuludur.

Nitekim Nasır döneminde, Kral Faysal, rejimini ilerici Arap devletlerinin tehdidi altında sayar.

Nasır'ın Arap sosyalizmine karşı, Faysal, emperyalist ülkelerin de teşvikiyle, 1965 yılında İran, Türkiye ve Pakistan gibi Arap olmayan ülkelerin de katılacağı bir «İslâm Cephesi» kurma fikrini ortaya atar.

İslâm zirveleri toplanır.

Cidde'de İslâm Sekreterliği kurulursa da, bir cephenin varlığından söz edilemez.

Suudî Arabistan, büyük petrol zenginliğinin sağladığı dolar gücüyle, ilerici   Arap   hareketlerine   bir   çeşit   «rüşvet» ödeyerek ve ilerici Arap rejimleri ile tutucular arasında bir denge politikası izleyerek rejimini şimdilik sürdürür.

Pakistan'da ise teokratik devlet kurma iddiası çok daha yüzeyde kalır.

Günümüzde azgelişmiş bir ülkede bile bir devleti yalnızca şeriat ile yönetmek olanaksız gözükür.   Daha Abdülhamit   döneminde   bunun olanaksızlığı   Türkiye'de   kanıtlanır.

Batı   tipi   yüksek okullar, Batı tipi hukuk sistemi ve yargılama usulleri Türkiye'de en çok İslamcı Abdülhamit zamanında gelişme gösterir.

Abdülhamit'in açtığı yüksek okullarda Batı tipi eğitimle yetişenler, daha öğrencilik yıllarında Abdülhamit rejimine karşı çıkarlar ve sonunda onu tahtından ederler...

Bu nedenle, günümüz Türkiye'sinde   de Müslüman   Kardeşler'den   esinlenmiş   bazı siyasal partilerin İslama dönüş iddiaları, tutucu ve gerici nitelikte bir ütopyadan ve aldatmacadan öteye geçeceğe benzemez.

İRAN'DA İSLÂM CUMHURİYETİ

Humeyni'nin İran'da «İslâm Cumhuriyeti» kurma iddiaları, kanımızca, Suudî Arabistan ve Pakistan'dan farklı ve   «problematik»   nitelikteki   geçiş toplumlarına daha yakın bir ideolojiyi simgeler.

Örgütsüz sünnî ulemadan farklı olarak şiî ulema eskiden beri örgütlüdür ve   doğrudan   halktan   topladığı   paralarla   büyük   bir malî güce sahiptir.

Şiî müetehidler, «kayıp   âlemi»ne karışan ve bir gün ortaya çıkacak olan «imam»ın organları sayılırlar. Onun içindir ki, hükümdar'arın eylemlerini   serbestçe   eleştirebilirler ve   denetleyebilirler.

Sünnî ulema ise genellikle hükümdarın uysal bendeleri olarak kalırlar.

Nitekim XIX.   Yüzyıl sonlarında Türkiye ve İran'da tütün ticaretini yabancı tekele veren tütün rejileri   kurulmasına kalkışılır.

Türkiye'de ulemadan bir tepki gelmez.

İran'da ise,   şii   müctehid ve ulema, tütün rejisine karşı halkı ayaklandırır.

Ünlü islâm ihtilâlcisi Afganlı Cemalettin de ayaklanmayı destekler.

Şah'ın tahttan indirilmesi, ülkenin Batı uydusu yönetici sınıfların zulmünden kurtarılması, ekonomiden yabancıların kovulması istenir.

Şah, 1896 yılında öldürülür.

1906'da Anayasa ilânı ve meşrutiyet kurulmasında da İranlı müctehid mollaların katkısı vardır. Türkiye'de ise ulema, 1908 hareketinde yok gibidir, 31 Mart'ta ise çok az vardır...

Günümüz İran'ında da İslâm Cumhuriyeti kurulması, Şiîliğin bu kendine özgü tarihsel gelişmesiyle bağlantılıdır..

İran ülke bütünlüğünü koruyabilirse, öyle görünür ki, devrimi gerçekleştiren halk güçlerinin özlemlerini az çok karşılayan bir geçiş toplumu doğrultusunda ilerleyecektir.

Bâzı mollalar ne düşünürlerse düşünsünler, böyle bir toplumda, islâm, tek ve totaliter bir ideoloji olamaz.

Milliyetçilik ve sosyalizm gibi öteki çağdaş ve laik ideolojilerle birlikte, hatta bu ideolojilerin hizmetinde, İran devrimine mollaların islâm ideolojisi bir renk katabilir.

TÜRKİYE'NİN YERİ

Türkiye'ye gelince, ülkemiz Atatürk döneminde yarı-sömürge koşullarını tasfiyeye yönelik, tam bağımsızlığa ve çağdaş uygarlığa ulaşmayı amaçlayan politikalar izler.

Dış politikada bağlantısızlık, komşularla ve özellikle Sovyetler Birliği ile yakın dostluk, bu politikaların önemli araçlarından biri olur.

Tarihsel koşulların da uygun düşüşü nedeniyle, milliyetçi rejim, İslâm ideolojisiyle uzlaşma gereğini duymaz.

Akılcı, pozitivist ve antiklerikal öğeler taşıyan radikal bir laiklik politikası izler.

Rejimin laik niteliğine ve İslâm kurtuluş hareketlerine ilgisiz kalışına karşın, İslâm milliyetçileri arasında Atatürk rejiminin prestiji yüksektir.

Türkiye 1939'dan sonra İngiltere ve Fransa ile askerî ittifak yaparak bağlantısız dış politikayı bırakır.

Amerikan ittifakı, bu politikanın devamı olur.

Ülkemiz NATO ittifakına, Orta Doğu'daki Anglo-amerikan çıkarlarını korumaya yardımcı olma koşuluyla alınır.

Böylece, Türkiye, İslamcı Arap milliyetçiliğinin karşısında saf tutar.

Hatta 1957 ve 1958 yıllarında, Suriye ve Irak'taki antiemperyalist nitelik taşıyan milliyetçi rejimleri, askerî müdahalelerle yıkmaya niyetlenir.

İçeride «Küçük Amerika» olma özentisiyle birlikte giden bu yöneliş, günümüzde yavaş yavaş anlaşılmaya başlandığı üzere, Atatürk Türkiye'sinin 'tarihsel yanılgısı' ya da 'tarihsel yenilgisi' olur.

«Küçük Amerika» olma hevesleri, laikliğin sulandırılmasıyla birlikte gider.

Atatürk'ün antiklerikal laikliği, haksız yere dinsizlikle suçlandığından, 1946'dan itibaren «siyasal dindarlık yarışı» başlar.

Kapatılan tarikatların ve yenilerinin canlanmasına göz yumulur.

Siyasal partiler, müslüman görünme yarışı yaparlar.

Ama bu müslümanlık yarışı, İslâm milliyetçileri arasında Türkiye'ye en ufak bir prestij sağlamaz.

Zira İslâm milliyetçilerinin ölçüsü, islamcılıktan önce, antiemperyalist tutumdur.

Genç Kaddafi, ucuz petrol ve kredi sağlamak amacıyla Libya'ya giden yöneticilerimize, «İslamcılığa dönün» biçiminde değil, «Emperyalist yörüngeden uzaklaşın» diye öğütler verir.

Büyük partilerimizin islamcılığı, oy avcılığından öteye gitmez.

Fakat zamanla yürürlükteki yasaları zorlayarak islâm ideolojisine dayalı partiler kurulur.

Bir «tarihsel yanılgı» sonucu, birçok solcu aydınımız dahi, herhangi bir yoldan iktidar olma çabasındaki CHP yöneticileriyle birlikte, bu dinsel ideolojili partilerde ilerici öğeler vehmederler. Onların iktidar ortağı olmalarına alkış tutarlar.

Oysa seçim haritasına bakmak bile, bu partilerin niteliğini göstermeye yeterlidir:

Büyük kentlerde ve feodal ilişkilerin çöktüğü Batı bölgelerinde başarılı olamayan bu partiler, feodal kalıntıların ağır bastığı belli bölgelerde oy toplarlar.

Başarılarında tutucu tarikatlar önemli bir rol oynar.

31 Mart, Şeyh Said ve Menemen ayaklanmalarına damgasını vuran ve gücü Türkiye'nin sınırlarını aşan bir dinsel örgüt, bu partilerin belkemiğini teşkil eder.

Böyle bir yapıya sahip bu partilerin programlarında, ilerici öğelerin izleri bile yoktur.

Feodal ilişkilerin korunmasını açıkça savunurlar.

«Antiemperyalist» nitelikleri, bir haçlı edebiyatı ve fetih demagojisinden öteye gitmez.

İlk halifeler döneminde İslâm büyüklerinin aşırı servetler edinmelerine ve lüks tüketim harcamalarına yönelmelerine karşı çıkan Ebu Zerr el-Gi-farî'yi kendi «İslâm sosyalizmleri»nin kurucusu sayan Müslüman Kardeşler'in görüşleri bile, bizim partilerimize göre, çok daha tutarlı ve ilericidir. .

Demek istediğimiz şu ki, Türkiye'nin tarihsel gelişme çizgisi içinde, islamcı ideolojinin siyasal planda oynayabileceği olumlu bir yol yoktur.

Dine elbette tam saygı gösterilmeli, fakat bu bireysel planda kalmalıdır.

Eğer Türkiye, uyanan İslâm Dünyası'nın ve Üçüncü Dünya'nın ön plandaki güçlerinden biri olmak istiyorsa, bunun için «makus talihini» bir kez daha yenerek çağdaş ideolojilere dayalı antiemperyalist, demokratik ve sosyalizme açık bir toplum düzeni kurmaya yönelmelidir.

(Cumhuriyet,   30.7.1979)


http://gazetevatanemek.com/index.php/analizler/item/12294-islam-ideolojisi-dogan-avcioglu.html




Bu ileti en son proletersosyalist tarafından 20.03.2015- 23:31 tarihinde, toplamda 3 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Kemalizm ve Devrimci Doğan Avcıoğlu melnur 2 3946 01.01.2020- 15:17
Konu Klasör Siyasal İslam- Batıcılık ortaklığı ve İdris Hoca’nın yanılgısı melnur 0 1824 21.05.2019- 08:47
Konu Klasör ANALİZ | Demirtaş’ın yeni çizgisi: Kürt-İslam sentezi... melnur 1 150 07.02.2024- 09:21
Konu Klasör İslam düşüncesi bir solcunun gözünden yazıldı: Çöküşün sebebi Gazali değil.. melnur 0 1149 02.12.2019- 18:20
Konu Klasör Sosyalist harekette sorunlar, olanaklar...-Doğan Ergün melnur 4 335 25.08.2023- 08:48
Etiketler   Doğan,   Avcıoğlu-İslam,   İdeolojisi
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS