SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Faşizm, restorasyon, kriz...           (gösterim sayısı: 3.754)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: umut
Konu Tarihi: 25.03.2015- 10:47


Faşizm, restorasyon, kriz...
A. Meriç Şenyüz  



Kartları önümüze açtık fal bakıyoruz.

Normal şartlar altında sol siyasete katkı iddiasıyla yazı yazanların solun ne yapacağına dair yazması beklenir. Ne var ki, 7 Haziran'a gidilirken sol kendisini gerçek bir düzendışı seçenek olarak var edemediği, ülke geleceğinin belirleneceği denklemlerde kendisine ancak etkisiz eleman olarak yer bulabildiği için bizim payımıza, düzen aktörlerinin aklını okumak, düzenin nasıl bir seyir izleyeceği üzerine tahminler yürütmek kalıyor. Ne yapalım bu da bizim büyük çaresizliğimiz.

Önce bir kalemde faşizm ihtimalini geçmek gerekiyor. Türkiye kapitalizminin ulaştığı gelişmişlik aşamasında Erdoğan'ın kendi şahsında cisimleşecek bir tek adam yönetimi kurabilmesi olanaklı değil. Bunun gerçekleşebilmesi için Erdoğan'ın önündeki iki seçimden de başarıyla çıkmasının yeterli olmadığını bunun için asıl olarak önüne dikilen iki barikatı aşmasının bir yolunu bulması gerektiğini yaklaşık bir yıl önce öne sürmüştük ('AKP iktidarı ne kadar sağlam' Yurt Gazetesi, 29 Nisan 2014) oradan devam edelim.

Halkın barikatı ayakta
Bu iki barikatın birincisi Gezi Parkı'nda halkın kurduğu barikattır. Bülent Arınç'ın da isabetle belirttiği gibi Türkiye, toplumun yarısının nefretine rağmen yönetilemez. Türkiye'yi yönetecek herhangi bir burjuva iktidarı toplumun çoğunluğunun tam desteğini alamasa bile, önemli bir kısmının rızasını, kalanların da en azından tarafsızlığını-kayıtsızlığını garantilemek, radikal karşıtlarını marjinalize etmek durumundadır. Türkiye burjuvazisinin farklı kanatlarının eğilimlerini kapsayamayan, genişçe bir konsensüs kuramayan bir iktidar, istikrar da sağlayamaz. Erdoğan geçen süre zarfında Haziran İsyanı'nda kendisine karşı açığa çıkan enerjiyi soğuracak hiçbir açılım gerçekleştirebilmiş değildir. Haziran İsyanı'ndaki Tayyip Erdoğan karşıtlığı, isyanın ikinci yılına yaklaşılırken en ufak bir azalma göstermediği gibi şimdi artık (henüz emekleme aşamasında da olsa) örgütlü yapısına (HAZİRAN) sahiptir. Dolayısıyla başkanlık rejiminin önündeki birinci barikatın dimdik ayakta olduğunu söylemek abartılı olmaz.

Suriye barikatı eskisinden de güçlü
Aynı yazıda ikinci barikatın Suriye barikatı olduğu iddia ediliyordu. Bu barikatın eskisinden daha kuvvetli olarak yerinde durduğuna dair olguları İleri Haber okurlarına sıralamak gereksiz sanıyorum. Emperyalizmin Ortadoğu stratejisindeki değişiklikle de birlikte burası sapasağlam yerli yerinde...   ABD'nin Ortadoğu stratejisinin Baas rejimleri yerine Müslüman Kardeşler rejimleri kurmak üzerine dayalıyken Erdoğan çok işlevli bir liderdi ve iktidarının ilk 10 yılında bu işlevi de layığıyla yerine getirdi. Erdoğan gibi bireylerin tarihteki rolü, düzenin gidişatına uyum sağladığı müddetçe işlevli, oysa bugün Erdoğan, sistemin güncel gereksinimlerinin önünde nehrin önüne düşen bir kütük gibi duruyor.

Restorasyon mümkün mü?
Erdoğan'ın bir tek adam faşizmi kurabilmesi olanaklı görülmediği bu koşullarda akla restorasyon ihtimali geliyor. Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, Birinci Cumhuriyet'e dönüş anlamında bir restorasyonun rasyonel temelleri bulunmuyor. Eski rejim günahıyla sevabıyla tarihteki yerini aldı. Restorasyon ancak düzenin kurumları eliyle yapılabilir, tüm kurumlarıyla tasfiye olan Birinci Cumhuriyeti ise artı İsa gelse diriltemez. Dolayısıyla gündemde olanın bir restorasyon değil bir olsa olsa bir 'düzeltme hareketi' olabileceği not edilmelidir. Böyle bir hükümet, yine bir Cumhuriyet iktidarı olacak ancak AKP'nin Tayyip Erdoğan'da cisimleşen en sivri yönlerini barındırmayacaktır.

Erdoğan'sız AKP formülü
En özetiyle buna Erdoğan'sız AKP dönemi denebilir. İktidara gelecek (ya da iktidarın büyük ortağı olacak) partinin adının AKP olup olmamasının bu noktada bir önemi bulunmuyor. Söz konusu iktidar, emperyalizmle bütünleşmenin devamını sağlayacak, Kürt sorununun emperyalizmin rızası çerçevesinde çözümü programını sürdürecek, Türkiye ekonomisinin giderek daha fazla finansallaşması yönelimine sadık kalacak, toplumun dinselleştirilmesiyle de uyumlu olacaktır. Yapmayacakları açıktır, böyle bir iktidar, dinselleştirmeyi IŞİD'leştirme yönünde bir aşırılığa vardırmayacak, Ortadoğu'da Türkiye'nin boyunu aşacak maceralara girişmeyecek, Kürt sorununun düzen içi çözüm ihtimalini riske atmayacak, sermaye sınıfı içindeki farklı eğilimleri dışlamayacaktır. Bu bağlamda kurulacak bir "Erdoğan'sız AKP" iktidarının ortağı pekala HDP de olabilir. Böylesi bir iktidar, liberallerin yeniden desteğini ve Cemaat'le yeni bir barışı da kapsayabilir. 'Endişeli modernlerin' endişelerini ertelemek, muhafazakar mahallenin desteğini korumak böyle bir iktidarla mümkün olabilir.

Düzenin açmazı
Ancak düzen açısından en istenir senaryo olsa da, "Erdoğan'sız AKP iktidarı" formülünün iki büyük handikapı bulunuyor. 1-   Erdoğan'ın yerini alacak yeni bir lider ufukta görünmüyor. Çağlar öncesinden seslenen Davutoğlu'nun bu haleften beklenecek esnekliğe ve liderlik yeteneklerine sahip olmadığı açık. 2- Erdoğan, herhangi bir şantajla Saray'ın yalnız adamı olmayı kabullenebilecek bir lider değil. Erdoğan'ın liderliğinin alameti farikası geri vites nedir bilmemesi... Erdoğan, böyle bir senaryoyu sineye çekip usulca sarayına çekilmektense memleketi ateşe atmayı tercih edebileceğini defalarca göstermişti.

Dolayısıyla böyle bir restleşmenin bu kez daha da sert gerçekleşeceğini düşünmememiz için bir neden bulunmuyor. Erdoğan istediği tek adam rejimini kuramıyor, düzen Erdoğan'ın yerine bir alternatif üretemiyor. O halde geriye tek seçenek kalıyor: Haziran 2013'den bu yana ısrarla üzerinde durduğumuz, istikrarsız, bol krizli, kaotik bir süreç...

Yani tam da solun eşik atlamasının mümkün olduğu bir konjonktür. Ancak önce solun kendisini gerçek bir özne olarak var etmesinin koşullarını bulması gerekiyor. Bu da bir başka yazının konusu olsun.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 25.03.2015- 10:52


Restorasyonu ne yapmalı?
  Can Soyer

 


Türkiye’de her kriz ya da sıkışma döneminde adet olduğu üzere, restorasyon tartışmaları yeniden açıldı. Solun içinden geçmekte olduğu döneme ve yakın geleceğe bakarken çeşitli kavramlara başvurması, elbette, doğal. Ama bunun bir büyük gizi ifşa ediyormuş edasıyla sunulmasında gariplik var.

Çünkü günümüz Türkiye’sinde düzen cephesindeki kimi aktörlerin bir restorasyona niyetlenmesi şaşırtıcı değildir, esas olarak analiz değeri bile taşımamaktadır. Burjuva rejimlerinde, özellikle de bizdeki gibi sıkışma dönemlerinde, restorasyon sürpriz değil, kuraldır. Önemli olan ve çözümleme sürecine değer katan, restorasyon ihtimalinin uygulanabilirliğini ortaya koymaktır. Bunun için ise, ihtimalleri ya da süreci soldan bağımsız, siyasal mücadeleden azade bir kendiliğindenlik olarak ele almamak, solun da etkin bir parçası olup yönlendirebileceği bir dinamik konjonktür olarak değerlendirmek gereklidir.

O halde, henüz tartışmaya başlamamış olsak da ilk saptamamızı ya da sonucumuzu yazabiliriz. Türkiye’nin yakın geleceğinde ne olacağı sorusuna yanıt ararken, solun kendisini bu sürecin aktif bir öznesi olarak tarif etmesi, gerçekçi ve somut hedefler koyarak özgün pratiğini kurgulaması, gelecek öngörülerini ise bu “özne” merceğinden bakarak çıkarsaması gerekmektedir.

Daha açık söyleyelim: “Türkiye’de şöyle bir gelecek bekleniyor, yakın vadede şu tür gelişmeler olacak” deyip, buradan (sonuçtan) hareketle sola misyon ve görev biçmek hem siyaseten hem de yöntemsel olarak yanlıştır. Solun bağımsız varlığı, siyasal hedefleri ve pratik kurguları, çözümlemenin sonuçlarından hareketle değil, en başta ortaya konmalı, çözümleme solun bu “öznelik” halini de hesaba katarak yürütülmelidir. Dolayısıyla yapılması gereken solun kendi siyasal hedeflerini ve görevlerini ortaya koyduktan sonra, “bu hedeflere erişmek için Türkiye’deki muhtemel gelişmelere karşı nasıl tavır takınmalıyız, hangi dinamiklerin güçlenmesini sağlarken hangilerinin güçlenmesini önlemeliyiz” gibi bir dizge izlemesidir. Sol, hem çözümlemede hem de gerçekte, kendini “kukla değişken” olarak değil, etkin bir özne olarak tarif etmelidir yani.

Şimdi bir adım daha atabiliriz. Sol açısından yeni bir kavram olmayan restorasyonun kullanıldığı örneklere baktığımızda, iki farklı anlam taşıdığını görüyoruz.

Bunlardan birincisine göre, restorasyon, bir devrimin (ya da karşı-devrimin) ertesinde, gerçekleşen köklü dönüşümün yerleşikleşmesi ve sağlamca oturması amacıyla bir adım geriye çekilmek, devrim sürecinde ortaya çıkan sivri uçları törpüleyerek yeni düzene daha geniş bir meşruiyet ve destek devşirmek, deyim yerindeyse sarsıcı bir süreç olan devrimi normalleştirmek olarak anlaşılabilir. Türkiye’den bir örnek alırsak, Cumhuriyet’in 1930’lardaki hamleleri bu türden bir restorasyon olarak değerlendirilebilir. Burjuva devriminin hızı ve radikalizmi içinde sivrilen kimi öğeler bu dönemde yumuşatılmış, mesela devrim sürecinde yer yer anti-emperyalist ve sol renkler kazanan halkçılık, resmi ideolojide doğrudan solun sınıf eksenini reddeden bir içerikle tanımlanmıştır. Yani yeni rejim bir yandan artık ihtiyaç duymadığı radikalizmi budamış, bir yandan da kendisini normalleştirerek daha “makul” bir siyasal ve ideolojik zemine yerleşmeye başlamıştır.

Restorasyon kavramının ikinci kullanımı ise, çok geniş halk kesimleri içerisinde giderek büyüyen ve bir vadede doğrudan düzenin kendisine yönelme ihtimali taşıyan bir hoşnutsuzluk ya da tepki karşısında, düzenin, “uzun vadeli çıkarları” korumak kaygısıyla biriken tepkiyi çok sivrilmiş kimi faillerin üzerine yıkarak kendi suçlarından temizlenmesi, böylelikle hem halk içindeki öfkeyi boşaltıp hem de düzenle toplum arasında yeni bir konsensüs ya da uzlaşma yaratması olarak tanımlanabilir. Yine Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse, 28 Şubat’la anılan dönem bu türden bir restorasyon olarak görülebilir. Öncesi ya da sürecin gelişimi ayrı bir tartışma konusu, ancak sonuçta 28 Şubat’la birlikte o zamana kadar işlenen suçların hesabı birkaç siyasal aktöre kesilmiş, kendisini temize çıkaran düzen yeni bir ideolojik atılım için gereken onayı ve enerjiyi elde ederek yoluna devam etmiştir.

Gördüğümüz gibi, restorasyon kavramıyla iki farklı siyasal süreç anlatılmaktadır ve restorasyonun farklı biçimleri olarak iki tanım da uygun sayılmalıdır. Bu noktada, biçimlenişleri farklı olsa da restorasyon süreçlerinde gözlemlediğimiz kimi ortaklıkların altını çizmek gerekmektedir.

Her şeyden önce, restorasyon, söz konusu dönemin sermaye birikim biçimi ile bir uyum içermek zorundadır. 1930’lardaki kalkınmacı ve sanayileşmeci sermaye birikim biçimi olmasaydı, 30’ların restorasyonunun bildiğimiz içeriğiyle hayata geçirilmesi mümkün olamazdı. Benzer bir uyum, kuşkusuz, 28 Şubat için de geçerlidir. Geleneksel burjuva aktörlerinin düzlenmesi, kitlelerle popülist bir içerikle ilişki kuran siyaset tarzının tasfiye edilmesi gibi sonuçlar, doğrudan neoliberal dönüşümle bağlantılıdır.

İkincisi, restorasyon, burjuva düzeninin bir bütün halinde hayata geçirdiği bir projedir. Diğer bir deyişle, burjuva düzeninin siyaset, ekonomi, akademi, yargı, basın, bürokrasi gibi farklı aygıtları restorasyon sürecinin asli parçalarıdır ve süreç bu alanların tümünde işleme konulmaktadır. Bu anlamda, restorasyon, salt hükümet değişikliğini aşan, düzenin tümüne “ayar vermek” üzere yürütülen bir süreçtir. Aynı zamanda, restorasyon sürecinde yeniden düzenlenen bu alanlar, restorasyonun taşıyıcıları olarak da işlev görür. Yani restorasyonun hedefi ve ideolojik söylemi, akademiden yargıya, bürokrasiden basına kadar belirgin bir uyum ve seferberlik içerisinde dile getirilir. Hem 30’larda hem de 28 Şubat sürecinde, restorasyon projesi bu bütünlük içinde uygulanmış, restorasyonun hedefleri ve “dili” konusunda yüksek düzeyde bir uyum sağlanmıştır.

Üçüncüsü ise, restorasyon projesi, verili durumu göreli olarak karşısına alan bir ideolojik söylem tutturarak, geniş kitleleri yeniden düzene eklemler. 30’ların kalkınmacılık, sınıfsız kaynaşmış kitle söylemi ya da 28 Şubat’ın laiklik ve çağdaşlık vurguları topluma hem yeni bir hedef gösteren hem de kitlelerin düzene tutunabilecekleri halkalar sunan bir ideolojik çerçeve sunmuştur. Dolayısıyla, bir restorasyon projesi için, burjuva düzeninin bir bütün halinde üzerinde uzlaştığı ve çeşitli aygıtları tarafından topluma taşınan, az çok tutarlı bir ideolojik kurguya ihtiyaç vardır.

Bu üç husus önemlidir, çünkü Türkiye’de tartışmalar yöntemsel tutarlılık ya da gerekçelendirme kaygısı gözetmeden, “ben böyle düşünüyorum, o zaman böyledir” keyfiliğiyle yürütülmektedir. Oysa restorasyon tartışması, neye restorasyon denildiğinden tutun da restorasyonun hangi araçlarla uygulanacağına kadar birçok konuda açıklama sunmayı gerektirmektedir.

Artık, bu saptamalardan sonra, Türkiye’de yakın vadede bir restorasyonun başarılı olma ihtimalini de gerçekçi bir biçimde değerlendirebiliriz.

Türkiye AKP rejimi ile birlikte köklü bir dönüşüm geçirmiştir ve bu dönüşüm, iktidar temsilcilerinin de kabul ettiği gibi, toplumun yarısında büyük bir hoşnutsuzluk ve tepki yaratmıştır. Dahası, çözülüş sürecinin sarsıntılarının ardından düzen daha sakin ve risksiz bir toplumsal atmosferi de arzu etmektedir. Geldiğimiz noktada, yukarıda tarif ettiğimiz restorasyonun iki biçiminin üst üste geldiğini, çakıştığını ya da örtüştüğünü söyleyebiliriz. Yani hem son derece sarsıcı bir dönüşümün ardından normalleşmeye ve yerleşikleşmeye duyulan ihtiyaç, hem de AKP rejiminin toplumda yarattığı huzursuzluğun ve tepkinin etkisizleştirilmesi ve kitlelerin düzene eklemlenmesi gerekliliği.

İşin buraya kadarı, Türkiye’nin, bir değil iki restorasyona birden ihtiyaç duyduğunu gösterir gibidir. Ancak kazın ayağı, ne iyi ki, öyle değildir.

Çünkü bazılarına aşağıda değineceğimiz kimi durumlar, herhangi bir restorasyonun hayata geçirilmesini zorlaştırmakta, hatta imkansızlaştırmaktadır.

Öncelikle, Türkiye kapitalizminin sermaye birikim biçimi, mevcuttan daha adil, daha paylaşımcı, daha insani bir ekonomik ve toplumsal uzlaşıya izin vermemektedir. Küresel krizin ayak seslerinin yaklaştığı bir ortamda, burjuvazi karlarını korumak için birbiriyle bile kavgaya başlamışken, sermaye sınıfının bu karın bir kısmını emekçilerle paylaşmak zorunda kalacağı bir değişikliğe gitmesini beklemek gerçekçi değildir. Mevcut vahşi kapitalist birikim biçimi, sermaye sınıfı açısından bir mahkumiyettir ve bu açıdan sermaye sınıfı AKP rejiminden memnundur. Ülkenin yönetimi konusunda zaman zaman dile getirilen, özellikle de Erdoğan’ın tarzına yönelen eleştiriler ise, bu tablo karşısında ikincildir. Bu koşullarda yapılabilecek olanın azamisi, Erdoğan’ın kimi sivriliklerinin törpülendiği bir müdahaledir ve bu törpülenecek sivriliklerin halka karşı işlenen suçlardan çok, Erdoğan’ın sermayenin iç dengelerine müdahale eden tavrına olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur.

İkinci olarak, Türkiye’de bir restorasyon projesini taşıyacak bütünlüğün ve seferberliğin zorluklarına dikkat çekebiliriz. Bugün siyaset alanının düzen açısından çoraklaşıp renksizleşmesinin, burjuva siyasal aktörlerin birbirine tıpatıp benzemesinin ötesinde, akademi, yargı, basın, bürokrasi gibi tüm alanlarda muazzam bir keşmekeş hüküm sürmektedir. Bu keşmekeşi toparlayıp belirgin bir hedef doğrultusunda harekete geçirmek imkansıza yakındır. Türkiye’de tüm kurumlarıyla birlikte devlet, hem yatay hem de dikey olarak dağılmıştır. Dolayısıyla, herhangi bir restorasyon projesinin hangi aygıtlarla ve nasıl bir “toplu huruç” harekatıyla hayata geçirileceği kuşkuludur.

Üçüncü olarak, restorasyonun ihtiyaç duyduğu ideolojik söylemin yaratılmasındaki kısıtları işaret edebiliriz. Türkiye’nin AKP rejimi altında geçirdiği uzun gericilik yıllarından ve karşı-devrim sürecinden sonra, normal koşullarda pekala burjuva düzeninin “makul” söylemlerinden sayılabilecek olan laiklik, özgürlük, halkçılık gibi söylemler, bugün doğrudan solu çağrıştırmakta ve sol bir içerikle vücut bulmaktadır. Dolayısıyla, verili ideolojik ve siyasal egemenliği az çok karşısına almak zorunda olan restorasyon, bu sefer kendi egemenliğini tümden tehdit eden bir başka tehlikeyle karşı karşıyadır. Diğer bir deyişle, AKP’yi ehlileştirmek için başvurulacak yol, düzenin tümünü uçuruma yuvarlama ihtimali taşımaktadır. Yani eğer bir restorasyon ihtimali varsa, bunun düzen açısından bir bedeli de vardır. Bu anlamda, mevcut rejimin koordinatlarından görece farklılaşan ve restorasyon projesine meşruiyet katması beklenen bir ideolojik çerçevenin kurulması sanıldığı kadar kolay değildir.

Özetle, bir restorasyon girişimi ya da niyeti mümkündür ve hiç de şaşırtıcı değildir. Tartışılması gereken bu girişimin ya da niyetin başarıya ulaşmasının mümkün olup olmadığı ve bu girişim karşısında nasıl bir tavır takınılacağıdır. Yanıt verilmesi gereken, “restorasyonu ne yapmalı” sorusudur.

Zaten fazlasıyla uzatmış olduk, o yüzden artık toparlamamız gerekir.

Baştan bu yana vurguladığımız gibi, restorasyon, hangi biçimi ile yapılırsa yapılsın, basitçe bir hükümet değişikliğine indirgenemez. Eğer öyle olsaydı, Türkiye’de şimdiye kadar 62 adet restorasyon yaşandığını söylemek de mümkün olurdu. Restore edilen şey tümüyle burjuva düzeni, burjuva düzeninin siyasal ve ideolojik çerçevesi ve burjuva düzeninin halk kesimleriyle kurduğu ilişkilenme biçimidir.

Bunu başarmak içinse, yürürlükteki sermaye birikim biçimiyle uyumlu bir projeksiyona, düzenin bir bütün olarak hareket etme yetisine ve mevcuttan az çok farklılaşmış bir ideolojik çerçeveye ihtiyaç vardır. Halihazırda Türkiye kapitalizmi böyle kapsamlı bir operasyona girişmek için gerekli esnekliğe ve manevra alanına sahip değildir. Ancak bu, değişmez bir kural değil, verili konjonktürün bir özelliğidir. Daha açık bir deyişle, sol restorasyonu bir “umacı” haline dönüştürüp kendini tribüne atarsa, burjuva düzeni de bir iki sendeleyip ayağa kalkacak, operasyon için ihtiyaç duyduğu kapasiteyi yaratacaktır.

Türkiye’de “restorasyon geliyor” diyerek kenara çekilen, ardından kendi eylemsizliğinin de bir sonucu olarak restorasyon geldiğinde ise, “nasıl da haklı çıktım ama” diyen bir siyaset tarzını bizler iyi tanıyoruz.

Solun bu eylemsizlik felsefesine mahkum edilmesine itiraz eden, burjuva düzeni ile göğüs göğüse çarpışmayı öne alan, restorasyonun nasıl gerçekleşeceğine değil de nasıl durdurulacağına, bu anlamda burjuva düzeninin krizinin nasıl derinleştirileceğine kafa yoran bir devrimci çıkışın örgütlendiğine ise yakinen tanık oluyoruz.




Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 26.03.2015- 11:12


Restorasyon şebekesi!
Ahmet Çınar



Önemli olan sadece despottan değil,
despotizmden de kurtulmaktır. (Montesquieu)

Şebeke çalışıyor.

Restorasyon şebekesi bu.

Yorulmuş, yıpranmış, bitmiş bir düzeni can havliyle ayağa kaldırma, can çekişen bir sisteme suni teneffüs verme şebekesi.

Şebeke sağlı-sollu çalışıyor.

Dört bir yandan asılıyor: Orasından burasından çekiştirerek düzeltmeye, örtmeye, aklamaya, temizlemeye, vicdanlara seslenmeye çalışıyor şebeke.

Yüzü, sesi, itibarı eskidikçe eskimiş, ekranlardan evlerimizin içine doğru sarktıkça mide spazmlarına girdiğimiz, sarayında gün geçtikçe yalnızlaşan diktatörü alaşağı ederek, onun kurduğu kahrolası düzenin ömrünü uzatma şebekesi bu.

Saraydaki kötü polise karşı hükümetteki iyi ve vicdanlı polis! Belediyedeki arsız sırıtışa karşı kabinedeki “haklı”, mülayim ve ağlak ifade! Hırsızlıklara, kasalara, kutulara karşı “emekli maaşına kanaat edip köşesine çekilmeyi vaat eden”, “bizden biri gibi olan” abi!

Abinin işi belli: “Saraydaki insin de yerine kim gelirse gelsin” diyecek denli bıkmış bir halkın içini ferahlatmak! “Oh işte yesinler birbirlerini” diye sevinenleri, o ucube sistemin devamına boyun eğdirmek!

Öyle anlaşılıyor ki, yokuşta nefessiz kalan, sonra da Haziran’a toslayan “tarikatlara dayalı İslâmofaşist neo-liberal sermaye düzeninin” restorasyonu ihalesinde Arınç’a da kritik görevler verilmiş. Bu görevin yeni verilmediğini biliyoruz. Görünen o ki, Bülent Arınç, Kasım 2013'te ABD'de Başkan Yardımcısı Joe Biden ile görüştüğü sırada aldığı "özel görevi" icra etmeye başladı...

Tekelci düzen kendini yenilemeye, konsolide ve stabilize etmeye mahkum ve mecbur. Bu işleri de “taşeron restoratörlere” vermeyi çok iyi bilirler. “Tayyip Erdoğansız bir Tayyip Erdoğan düzenini” sürdürmek için ellerinden geleni artlarına koymayacakları malum. Şimdi de böylesi bir düzen için hızla “toplumsal rıza” üretmek lazım.

Aile içi kavgayla açıklanamayacak kadar kritik bir operasyon gerçekleştiriliyor besbelli. Sahnede Arınç ile Gökçek’in olması bizi aldatmasın. Sahne gerisinde ve daha derinde tıkır tıkır işleyen restorasyon mekanizması gözden kaçmasın. Son kullanma tarihi dolmuş, deliğe süpürülme vakti gelmiş bir padişah bozuntusunu ne tekeller ister, ne de emperyalizm. Eh öte yandan hayat da devam ediyor: Diktatör eskidi diye düzeni yıkacak değiller ya!

Bakın, restorasyon dönemlerinin vazgeçilmez aktörü Kemal Derviş de Türkiye’de bu aralar. “Restorasyon var dediler geldik” dercesine toplantıdan toplantıya koşuyor. Aynı zamanda eski CHP mebusudur kendisi. Halen de üyesi. O da koşup geldiyse, bu iç dizayn ve düzenleme operasyonunda Y-CHP de var demektir.

Yeryüzündeki her nesneye, her olaya, her olguya, her insana yalnızca ve sadece “çözüm süreci” perspektifinden bakan, lisân-ı hâl ile “Çözüm süreci yoksa hiçbir şey yoktur” diyen Selahattin Demirtaş da şu cümleyle katıldı kopan gürültüye: “Çözüm sürecinde çokseslilik kargaşa yaratıyor!”

Haziran isyanı dahil, bugüne dek bir kez bile “Hükümet istifa” sloganına katılmayan, tam tersine “Hükümet istifa” sloganının çözüm sürecini sabote edeceğini düşünen, şöyle gönül rahatlığıyla ve göğüslerini gere gere “Hükümet istifa” diyemeyenler; Meclis kürsüsünden üç kez “Seni başkan yaptırmayacağız”ı vurgulu bir biçimde söyleyerek restorasyon sürecinde yerini sağlamlaştırıyor. “Seni başkan yaptırmayacağız” tamam da; bu kokuşmuş, her yanından pislik akan İslâmofaşist sermaye düzenini ve onun siyasal örgütü AKP hükümetini ne yapacağız?  

Bir süredir “AKP İslâmcı değil, ortada dinselleştirme yok” türküsünü çığıran HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, restorasyon operasyonuna gönüllü yazılanlardan birisi olduğunu zaten belli etmişti. Kamucu, laik, aydınlanmacı, eşitlikçi, özgürlükçü sosyalist solu da, Kürt gericiliğinin potasında eriterek “toplumsal rıza imâl etme” girişimlerinden belliydi. Bugüne gelindiğindeyse… HDP’yi AKP’nin tamamlayıcı cüzü haline getirme işinin de “hallolunduğunu” görebiliyoruz. Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın “bile” oy vereceklerini deklare ettiği bir partinin “sol” ilan edilmesi ise sadece solun aklıyla etmek değil, aynı zamanda solu yok etmektir!

Oysa biliyoruz ki… Kürt halkının da, bölgedeki tüm halkların da tarihsel var oluş koşulları laiklik, aydınlanmacılık, kamuculuk, eşitlik ve cumhuriyetçilikten geçerken; tüm bunları “faşizm” sayar ve elinizin tersiyle iterseniz, ortada teorik ve pratik olarak bir “halk” gerçeği de kalmaz. Aksi takdirde Kürt halkını şekilsizliğin, biçimsizliğin, çerçevesizliğin postmodern çukuruna atmaya “çözüm süreci” diyen bir zihniyetin iki yüzü olarak kalır AKP ve HDP!

Restorasyon: Abdullah Gül’ün, AKP’nin, CHP’nin, HDP’nin, Cemaat’in baş aktörleri olacağı “tarikatlara dayalı tekelci sermaye düzeninin” konsolide ve stabilize edilerek yoluna devam etmesi. Neymiş? Tayyip Erdoğan’dan kurtulacakmışız!

Oysa…

Montesquieu 250 yıl önceden sesleniyor bize: “Önemli olan sadece despottan değil, despotizmden de kurtulmaktır.”

Türkiye, emperyalistler ve tekeller tarafından işte tam da bu tuzağa düşürülmek üzere. “Yeni AKP”, “Yeni CHP”, vitrininde HDP’nin yer aldığı “Yeni sol” el ele, gönül gönüle “Yeni Türkiye”nin ömrünü uzatmanın telaşında ve derdindeler. Bu noktada Montesquieu'nun uyarısı daha da önemli hale geliyor.

Önemli olan Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak değil, gerici despotizmden temelli ve kökten bir biçimde kurtulmaktır. Her türlü gericiliğin en derindeki kökü sermaye sınıfıdır, tekellerdir, emperyalistlerdir, onların sınırsız yoksulluğa, sınırsız baskıya, sınırsız yobazlığa dayanan düzenleridir. Restore edilmek istenen bu düzendir.

Türkiye’nin ilericileri, solcuları, sosyalistleri, aydınlanmacıları, laikleri, eşitlik ve özgürlük mücadelecileri asla bu tuzağa düşmemelidir. Düşmemek için de teorik, ideolojik ve siyasal düzeylerde tavizsiz ve jakoben bir mücadele verilmesi yaşamsal bir sorumluluk ve zorunluluktur.

Despotla mücadele ederken, restorasyon şebekesine de geçit vermemek gerekiyor.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 31.03.2015- 09:47


“Kabuğu kırmak”
Haluk Yurtsever  


Tarih, maddi-nesnel koşulların, ilişkilerin doğrudan, otomatik, kaçınılmaz sonucu olarak ilerleseydi, öznel etmene, iradeye, devrimciliğe, siyasete ihtiyaç kalmazdı.

Engels “tarihsel olay”ı şöyle anlatıyor: “Tarih öyle yapılır ki, nihai sonuç her biri bir sürü özel yaşam koşulu tarafından oluşturulmuş birçok bireyin iradeleri arasındaki çatışmaların sonucu olarak ortaya çıkar. Bu nedenle ortada, sayısız kesişen güç, sonsuz bir vektörel paralel kenarlar dizisi ve bunların da bir tek bileşkesi vardır: Tarihsel olay…Ancak bireysel iradelerin…istedikleri sonucu elde edemedikleri, ancak bir ortalamada, ortak bir bileşkede kaynaştıkları gerçeği, bizi bunların sıfır hükmünde oldukları sonucuna vardırmamalı. Tersine her biri bileşkeye katkıda bulunmuş ve bu ölçüde de o bileşkeye içerilmiştir.” (F. Engels’in 21 Eylül 1890’da Joseph Bloch’a yazdığı mektuptan)

Engels’in yazdıkları, yalnızca, kaba, mekanik ve indirgemeci tarih yorumlarıyla araya mesafe koyduğu için değil, devrimci öznel öğeye her koşulda tarihsel bir rol biçtiği için önemlidir. Devrimci özne, koşullar nedeniyle toplumsal devrimin kaldıracı, aracı olamadığı zamanlarda da programı, sınıfsal temsil kapasitesi ve eylemiyle tarihin ve siyasetin yapılmasına katılır. Ezilen kitlelerin yoksulluk ve acılarını bir ölçüde hafifleten reformlar, bu nedenle devrimci mücadelenin yan ürünü ve kitlelerle bağı sürekli kılmanın yordamı olarak işlev görürler. Nihai hedeflerini o aşamada gerçekleştiremeyen bir öznenin, koşulları amacı doğrultusunda değiştirecek en etkili tutumu alarak siyasal etkinliğini sürdürmesi de olanaklıdır.

***

2015 yılının, yeni dönemin siyasal-hukuksal kalıbının döküleceği, devletin yeniden örgütleneceği bir dönüm noktası olacağı açık. Hangi terimlerle ifade edersek edelim, 13 yıllık Erdoğan-AKP iktidarı, kendi içindeki çatlaklara rağmen, diktatörün duruma şimdilik hâkim olmasıyla kendi “Yeni Türkiye”sini, tek adam rejimini kurma ve kurumlaştırma yolunda yürüyor. Sağda solda ise, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına hapsedileceği bir AKP iktidarı, AKP’li AKP’siz, bin bir çeşit koalisyon formülü, restorasyon ve komplo teorisi dolaşıyor.

Can Soyer, bu portalda yayımlanan “Restorasyonu ne yapmalı?” ve “Kehanet değil, siyaset” başlıklı son iki yazısında restorasyon konusunu iyi çözümleyip, iyi özetledi. Birinci olarak, restorasyonun nasıl gerçekleşeceğine değil, nasıl durdurulacağına kafa yormayı önerdi. Solun kendisini “kukla değişken” değil, etkin özne olarak tanımlamasının doğru olacağını anımsattı.   İkincisi, siyasetin gelecek hakkındaki “bilgi” ya da öngörülerden üretilemeyeceğini, tersine gelecek hakkındaki bilgi ve öngörünün siyaset ve mücadeleden üretileceğini; siyasetin, gelecekte ne olup biteceğini iyice görüp bildikten sonra geliştirilen ardıl bir faaliyet olmadığını, tersine gelecekte ne olup biteceğini bugünden başlayarak belirleme mücadelesi, sonucu bizzat yaratma etkinliği olduğunu vurguladı.

Bu doğru saptamalara eklenecek bir şey yok.

***

Restorasyon başlığında ya da başka herhangi bir konuda doğru siyasetin nasıl, hangi araç ve yöntemlerle yaşama geçirileceği ise daha karmaşık bir konu.

Devrimci siyaset, bir özgüç yaratma, bu gücü hedeflere yoğunlaştırma, seferber etme sanatıdır. Devrimci, bağımsız bir güç olarak var olmanın koşulu işçi sınıfıyla, yoksullarla, ezilenlerle bağlanmak, geniş yurttaş kitlesinin düzen güçleri tarafından karşılanmayan ekonomik, toplumsal, kültürel talep ve ihtiyaçlarına yanıt veren siyasal bir seçenek, eylem ve örgütlenme odağı yaratmaktır.

Türkiye sol, sosyalist hareketinin temel sorunlarından birinin bu noktada olduğunu düşünüyorum: “Maddemizle” buluşamıyor, özgüç yaratamıyor, esas olarak da bu nedenle ülke siyasetinde “potansiyel kuvvet”, “yorum gücü” olmaktan öteye geçemiyoruz.

İyi kötü herkesin farkında olduğu bu durumu değiştirmek kolay değil. Hepimiz, deneyimlerimizden nasıl olmayacağını biliyoruz. Nasıl olacağının, en azından benim bildiğim hazır formülleri yok. Umut ise her zaman var. Daha önemlisi “Haziran” kuşağı, umuda “iddia” da ekleyebiliyor. Baransel Ağca’nın “kabuğu kırmak” mecazıyla yazdıklarına kulak vermek gerekiyor. Şöyle yazıyor:

“Hiç lafı uzatmadan kabuğu kimlerin temsil ettiğini belirteyim; 12 Eylül’ün yok edici saldırıları karşısında kendini ve aklını koruyan, solu ayakta tutan ve bugünlere gelmesinde önemli bir pay sahibi olanlar. Kabuğu kırması gerekenler ise; 12 Eylül’e doğan, siyasal anlamda gözünü AKP’yle açan ve Haziran Direnişi’yle birlikte ‘90 Kuşağı’ ya da ‘Haziran kuşağı’ olarak adlandırılan kuşak. Bunun bir nedeni var. Türkiye siyasetinde 12 Eylül ve 2013 Haziran’ı arasındaki dönemi sol açısından fetret devri olarak tanımlamak mümkün. Ancak fetret devri yalnızca duraklama değil aynı zamanda bir sonraki atılımın da nüvelerini barındıran bir dönemdir.   Fakat atılımın gerçekleşmesi, fetret devrinin yarattığı tüm özelliklerin de geride bırakılmasına, gerektiğinde yok edilmesine bağlıdır.

Haziran sonrası Türkiye’de, siyasal hedeflerin referansı Haziran olmak zorunda. Fakat referansınız ne kadar Haziran olursa olsun; yapınız, alışkanlıklarınız, kırmızı çizgileriniz, kısacası kabuğunuz Haziran öncesi Türkiye’sine aitse belirleyen Haziran değil kabuk oluyor. Bu kabuğun kırılması gerek. Kıracak olan ise kesinlikle Haziran kuşağıdır. Haziran’ın kendi siyasal temsilcisinin yaratılamamasının, Haziran’da sokağa çıkan milyonların Türkiye siyasetinde kendini   görememesinin en önemli nedeni bu kabuğun hala sağlam ve sert olmasıdır. Hesaplaşmanın da sert olması gerekir. Burada bahsedilen geçmişe küfretmek, değerlere saldırmak, ilkeleri boş vermek değil. Bahsedilen bu değerlerin Türkiye siyasetinde solu, eşik atlatmaya, güç yapmaya yetmediğidir. Bunu idrak edememenin nedeni ise kabuk seviciliğidir.”



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 04.04.2015- 10:08


Bir restorasyon teması üzerine çeşitlemeler*
Metin Çulhaoğlu  


Şu malum “restorasyon” konusunda bu portalda son yazanlar Meriç Şenyüz (Faşizm, Restorasyon, Kriz? 25 Mart 2015) ile Can Soyer’di (Restorasyonu Ne Yapmalı? 25 Mart 2015).

Gerçi konuya biz de değinmiştik; ancak bir kez daha eğilip toparlamakta yarar var.

Kabaca özetlenirse restorasyondan kastedilen şudur: İyice zıvanadan çıkan Erdoğan ve AKP’nin bir şekilde devreden çıkartılması; düzenin, rejimin ve siyasetin sivriliklerden arınmış, daha sakin ve huzurlu bir yapıya kavuşturulması; bu arada solun ve Kürt hareketinin de bu yapıya şöyle ya da böyle “eklemlenmesi”…

“O kadar da kolay değil” diyeceksiniz.

Doğru, ama biz daha ötesini diyeceğiz: Artık nasıl tanımlarsanız belirli “güç odaklarının”, düzen içi siyasal aktörlerin ve “think tank” denilen kişi ve kesimlerin kafalarından böyle bir “proje” geçiyor olsa bile, söz konusu odakların bu konuda aralarında mutabakata varıp düğmeye bastıkları ve “projeyi” fiilen uygulamaya koydukları söylenemez.

Daha doğrusu şöyle: Halen içinden geçtiğimiz ve Haziran seçimlerine uzanan dönemi şekillendiren başat olgu, “restorasyon projesi” değil, Erdoğan ve AKP’nin şimdiden azgın ve daha da azgınlaşacak olan hamleleridir.

Ha, “Bu da restorasyonun bir parçası, AKP (Erdoğan) kasten azgınlaştırılıyor. Öyle ki maksat sonunda herkes çaresiz kalıp restorasyona fit olsun” deniyorsa bu kadarına bizim aklımız ermez…

Yok, “AKP de durumu sezdi, kafasından restorasyon gibi şeyler geçenlere ‘Nah yaparsınız’ diyor” denirse, bunda gerçek payı olabilir. Ancak durumu değiştirmez: İçinde bulunduğumuz döneme damgasını vuran, restorasyon ön uygulamaları değil AKP’nin hamleleridir.

Sonuç: AKP’ye karşı mücadele gündemi ve “AKP’nin geriletilmesi” hedefi, “restorasyon projeleri” dâhil başka hiçbir olasılık (dikkat edin, olasılık diyoruz) tarafından gölgelenmemelidir…

Devam edelim:

Eğer restorasyonsa, bunun için Haziran sonucu oluşacak siyasal tablo beklenmektedir; yani “proje tasavvurları” bundan sonra daha fazla ete kemiğe bürünecek, ilgili aktörlere buna göre rol dağıtımı yapılacaktır. Bu arada ekleyelim: AKP’nin izleyeceği çizginin ve seçim sonuçlarının, “restorasyon projesini/projelerini” boşa düşürmesi gibi bir olasılık da söz konusudur.

Bu konuda şimdilik bu kadar…

***

Bir de, “restorasyon” sözcüğünün savurganca kullanılmasından sakınmak gerekir…

Öyle şeyler söyleniyor ki bunlara bakıp Türkiye’de 1930’dan bu yana 12 (yazıyla on iki) “restorasyon” yaşandığını söylemek mümkündür. Şunu anlatmak istiyoruz: Restorasyon kavramının “eski haline getirme” ve “var olanı yerli yerine oturtma” şeklinde iki anlamı varsa bugün bunlardan birincisini kafalardan silmek gerekir. Böyle bir olasılık hiç ama hiç yoktur…

Sonra, ikinci anlam, yani “var olanı yerli yerine oturtma” kastediliyorsa, bu yöndeki her düzenlemeye “restorasyon” denmesi, kavramın sulandırılmasıdır. Gerçek bir restorasyonda düzen, sermaye birikim modelinde önemli değişikliklere gider; toplumsal sınıflarla olan ilişkilerini yeniden tazeler; üstyapıda kimi kritik düzenlemelere yönelir vb. Bu arada, sol dâhil “muhalif” kesimlere de bu çerçevede yaklaşır.

O zaman soru şudur: Türkiye kapitalizmi bunların hepsini birden gerçekleştirebilecek kapasite ve imkânlara sahip midir değil midir?

Başka her şey bir yana, bu ülkenin solu “Restorasyon, restorasyon gel bana takıl” diyecek kadar basiretsiz midir?

Tartışmaya değer sorulardır.

Yok, “Abi bize zaten her yol restorasyon” deniyorsa o başka…

* Uzun yıllar önce, klasik batı müziğine pek yakınlığı olmayan bir arkadaşımız Brahms’ın “Paganini’nin bir teması üzerine çeşitlemeleri”ni dinleyip beğenmişti. Kendisine Brahms’ın Haydn ve Handel’in temaları üzerine çeşitlemeleri de olduğu söylendiğinde “Yahu bu Brahms kendisi özgün bir şey bestelemeyip ha bire onun bunun teması üzerine çeşitleme mi yapmış?” diye sormuştu. Umarım biz de başka işleri unutup sadece “restorasyon teması üzerine çeşitlemeler” yaptığımız izlenimi vermeyiz.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 06.04.2015- 10:04


Restorasyon: Çok zor bir kavram mı?
Aydemir Güler


Ülkenin yönetilebilir olmaktan çıkmasına karşın, AKP aynı kalıba sokmaya çalıştı ısrarla. Kabaca iki yıl boyunca zorladılar ve kalıbı çatlattılar. Demek ki, işlemin köklü biçimde gözden geçirilmesi gerekiyordu. Restorasyon bu.

Tekrar olacak; memleketin yönetilebilir halden çıkmasında bizim, halkın dahli var. Bakınız: Haziran direnişi...

“Köklü biçimde” gözden geçirmek ne demek peki?

Düzenin içinde ama köklü... Düzen içi olmak kaydıyla köklü...

“Düzen içi ise köklü olamaz” demeyelim. Böyle bir kestirmeci yaklaşımdan devrimcilik değil siyasete duyarsızlık çıkar. Komünistleri diğer soldan ayırt eden, siyasetteki gelişmeleri, eğer ortada devrim yoksa dikkate almamak değildir. Komünistler bu “sıradan” gelişmelere devrimci bir perspektifle müdahale ederler. Diğer sol ise gelişmelerin parçası olur, akıntıya kapılır.

Çok sıkılan var, biliyorum; ama Syriza meselesi, insanlara bir nebze umudu, sevinci fazla görüp görmemek konusu değildi. Syrizacılık gelişmelerin parçası olmak, komünistlik müdahale yolu aramaktır.

Restorasyon Türkiye'yi yeniden yönetilebilir hale getirmek için gündem açmak anlamına geliyor. Bu kadar sağa çekilmiş bir ülkede düzeltici fırça darbeleri zorunlu olarak sol tınılar barındırmalıdır. Başka türlüsü imkansız. Türkiye burjuvazisinin veya egemen güçlerinin tarihsel-siyasal performansı için iki şey söyleyebilirim. Bir: tarihsel başarısızlık. İki: krizi idarede ustalık. Bu yüzden Türkiye kriz ülkesi olduğu kadar restorasyon ülkesidir de.

Tartışımız şey, sol tınıları solculaşma zannedip kapılmakla, değişim momentini yakalayıp buna müdahale kanalları açmak arasındaki farktır. İlk türe, örneğin 1970'lerde olsa ve sol Ecevit yükselişinin parçası haline gelip buldumcuk olsa, reformizm diyebilirdik, kuyrukçuluk diyebilirdik, sosyalist iktidar perspektifinden yoksunluk diyebilirdik, işçi sınıfının gücüne ve sosyalist geleceğe inançsızlık diyebilirdik... Artık bu düzlemde bir eleştiri yetmiyor. Daha ağırı gerek.

Restorasyon özü itibariyle, kapitalizmin AKP diktatörlüğü altında cebe indirdiği temel kazanımları korumayı içerir. Değiştirilecek olan ne mi? Kadın cinayetlerinde suçluya iyi hal indirimi yapmamak, işçi katliamlarında bazı işletmelere bedel ödettirmek, öğretmene küfrü, Aleviye aşağılamayı kesmek, en fazla oy alan rektörlerden bazılarını göreve getirmek... Öyle ki bu kadarı bile sol dalga olarak yutturulabilir. Altında yatan yağma ise güvence altınır. AKP'nin kurduğu düzenle uzlaşmak ihanettir. Öyle uzlaşmacılık eleştirisiyle defteri kapatamayız.

Ancak bir değişim kavşağına yaklaşıyor olmamız önemlidir.

Çünkü Türkiye yalnızca yönetilemez bir ülke haline gelmedi. Aynı anlama gelmek üzere, bu ülkede kapitalizm, yalnızca AKP tarafından yönetilebilecek bir hale geldi. AKP kepazeliğini düzeltmeye başladıkları düzenin güvenilir bir limana alınması yerine çözülmeye başlaması muhtemeldir. Yani, restorasyon denenir, ama buradan yeni bir statüko çıkartılması çok ama çok zor. Yeni bir denge noktası bulamayacağı için ülkede sosyalizmin imkanları yeniden şekillenecek ve güçlenecek.

Ama bir koşulla; bu yeniden şekillenme olanağını siyasete taşıyacak olan solcu, devrimci, komünist öznenin restorasyon dolmuşuna binmemesi koşuluyla. Ortaya çıkan imkanları değerlendirmeye gözünü dikmiş, kafayı buna takmış bir komünist birikim olmazsa, bir şeycik olmaz!

Restorasyon kavramı kabaca böyle... Peki daha inceltilmesi gerekecek.

Bu inceltmeyi restorasyoncuların yapması lazım. Bekliyoruz... CHP'nin artık başını liste demokrasisinden kaldırıp ayaklarını memlekete basacağı saat herhalde gelmiştir. Nasıl bir solculuk yapacaklarını o zaman göreceğiz.

HDP için “barajı geçecek” algısının yaratılmasına karar verildi. Anket sonuçları ve “merkez” medya bunu yansıtıyor. Bildiğiniz gibi anketler ve medya, gerçeği yansıtmanın değil, durumu manipüle etmenin araçlarıdır. Ama HDP'nin, Erdoğan'la uzlaşmayacağı yönündeki deklarasyon dışında, AKP'yle Anayasa yapmaya oturup oturmayacağını yine bilmiyoruz. Erdoğan'la uzlaşmamak zaten restorasyonun ilk akla gelen program maddesi. Herhalde Öcalan da bu aralar “Tayyip beyin” başkanlığına sıcak bakan eski mesajlarını tekrarlamaz... Ama dahası, daha inceltilmişi nasıl olur? Bilmiyoruz...

Restorasyoncular bu kadar değil. Aslında bana sorarsanız, memleketin ilk restorasyoncu adayı Gülen tarikatı olmuştu. Haziran direnişinden sonra, Amerika görmüş, kravatlı, doktoralı kadrosu bol tarikatın hamle yapması beklenirdi. Kitle hareketi geri çekilirken kıpırdanmaya başlayacaklardı. O sıra CHP ve HDP, açıkça ve kesinlikle AKP hükümetinin devamından yanaydılar. Sahne hazırdı, ama Fethullahçılar beceremediler. AKP erken davrandı ve dershane hamlesiyle inisiyatif aldı. Erdoğan Fethullah'ı tuzağa çekmeyi başardı... Ama bitmedi. Şimdi tarikat da restorasyon için geri geliyor. AKP içindeki saflaşmalar bununla bağlantılı... Peki sonrası? Bilinmiyor.

CHP, HDP ve Gülen'in ayrı ayrı girdilerle yoğuracakları bir restorasyon programının neye benzeyeceğini göreceğiz. Ortaya farklı müdahalelerin sonucu olarak bir sentez çıkacak.

Şimdi, böyle bir reforma kendilerini kaptırmamaları için solu, emekçileri, aydınları uyarmakta, “bu sentezden bir cacık olmaz, biz asıl ortaya çıkacak devrimci olanaklara konsantre olalım” demekte haksız mıyız?



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 09.04.2015- 12:33


Restorasyon ya da Haziran Türkiye’sini Kuralım…
Nurettin Abacıoğlu  


Yazıldı çizildi ama, şu “restorasyon (yenileme, yeniden kurma)” lâfı daha çok su kaldırır.

Etimolojisinden ve mesleki bağlamından kuşkusuz bahsetmeyeceğim; abes kaçar! Ne ki tarihi bağlamı üzerine okurun sabrına sığınıp birkaç laf da ben söylesem, acaba çok mu uzun edip tadını kaçırmış olurum?

Tarihçilere bakılırsa, restorasyon işine yüklenen anlam, genel olarak bir politik durumun yeniden kurulmasına izafe edilmektedir. Hatta tarihteki örneklerine bakarsak, bir devrim sonucu alaşağı edilmiş devrik hanedanların yeniden iktidara gelişini sembolize ettiğini de görürüz. Siyaset tarihi açısından restorasyon lâfının kullanıldığı bazı nadir örnekler de olmuştur.   İç ya da dış etkiler sonucu bir biçimde kesintiye uğramış meşru bir egemenlik biçiminin yeniden kuruluşu “restorasyon” diye de açıklanmıştır…

Uzun etmeden kesiyorum ve diyorum ki, bu, restorasyon işinin akademik tarifine de uyan kısmıdır…

Yok, restorasyon işinden, var olan siyasi-ekonomik bir sistemin yeniden kendini var ediş koşullarını ve kuruculuğunu anlıyorsak, o zaman restorasyonu, bir tümce ya da kavram olarak canımızın istediği gibi bir hazır giyim ürünü yerine koymamak, yani vaziyete uygun, her kafaya geçirilebilen bir şapka saymamak gerekir.

Kapitalizm, kendi doğası gereği sermaye birikimine dayalıdır. İktisadi süreç olarak birikimin merkezi momenti, kârlılığın artırılmasını ve doruğa ulaştırılmasını ön görür. Yani sistemin özü, toplumsal emek üzerinden el konulan artı değerin sermayedar kârı olarak biçimlenmesine dayalıdır. Dolayısıyla kapitalist üretim ilişkileri kârlılıkla ilgili sürekli “krizler” de yaşar.

Sermayenin kârlılık krizi, sistemin her seferinde kendine yeni çözüm yolları bularak düze çıkma zorunluluğunu şart koşar. Yani sistem, sürecinin bütün aşamalarında, kendini var eden koşulları hem yeniden üretmek ve hem de içsel düzensizliklerini törpülemek durumundadır. Bu durum, ister sermaye krizlerinin derinleştiği dönemlerde olsun, isterse sermayenin istikrar diye okuduğu görece sorunsuz dönemlerde bulunsun, kapitalizmin sistemik sürdürülebilirliği, ancak kendini yenilemesiyle mümkün olabilmektedir. Kısaca bu kendini yeniden üretme süreci “restorasyon” diye kodlanacaksa, kapitalizm bunu, her dönemde ve her saikle hep yapmaktadır. Yoksa her hangi bir seçim dönemine özgü vaaz edilecek ve buradan kadro konsolidasyonu için sakız olarak kullanılacak bir terim değildir.

Bu meseleye böyle değinme zorunluluğu, yaklaşan Haziran seçimleri nedeniyle ortaya çıkmış bulunmaktadır. Çıkış nedeni de “ne yapacağız” tartışmalarına dayanmaktadır.

Ne yapacağız tartışmaları, bir taraflaşma sürecinin sonucudur.

Şimdiye değin çok tekrar edilmiş olsa da, bir kez daha söylemek gerekir…

AKP, 2002 den bu yana, Türkiye’yi neredeyse doğduğundan itibaren izlediği tarihsel kapitalist gelişme yolundan dip köşe ayırmış ve hayli değişik kavşaklara sürüklemiştir. Özetle, kapitalist emperyalizme daha derinden teslim eden bir siyasanın takipçisi olarak zuhur etmiş bulunmaktadır.

Bu, adrese teslim siyaset sürecinin içinde izlediği basamaklara bakılırsa, Cumhuriyeti, burjuva ilerici özne ve değerlerinden kopararak silikleştirmek ve kurumsal devlet aygıtını da bu bağlamı ile sinikleştirme politikalarını, AKP hiç hız kesmeden bu güne değin hep kovalaya gelmiştir.   Kısacası, 1923 Cumhuriyetinden, 2002'lerde bakiye kalanını da kapatmak ve şimdilerde, “Yeni Türkiye” diye kodladığı islamofaşist parti-devlet inşasının son kertesine, bu seçimlerle ulaşmak ve “tek adam başkanlığını” içeren bir diktatorya tesis etmek, önümüzdeki “Haziran Seçimlerinin” hedefi görünmektedir.

Doğrusu kimi tökezlenmelerine karşın, AKP önderliği ve siyasi kadroları, meşruiyetlerini geliştiren seçim zaferleriyle bu güne değin hep önemli mesafeler kat ederek yol yürümüşlerdir.

AKP cenahındaki nispi, arızasız ve başarılı yürüyüş bir kavşağa kadar devam etmiştir…

Yani ve ta ki 2013 Haziran'ına değin…

Bu diğer cenahın, sahici bir ete kemiğe büründüğü, kocaman bir gövde ve toplumsal bir gerçeklik olduğu tarih ve taraflaşmadır…

2013; Türkiye siyasi tarihi açısındaN milât kavşaklarından birisidir. Gelecekte yapılacak tarihsel değerlendirmeler, muhtemelen 2013 Haziranını eksen alacak ve verili durumu buna göre başka bir bağlama oturtacaktır.

Şimdilerde henüz bu tarihin yazılması evresi içinde yuvarlanıyoruz.

Ve belki de tarihe, ya tarihi baştan yazan kuşaklar olarak geçeceğiz; ya da tarihin baştan yazılmasını beceremeyen bir nesilden bahsedilecek.

İşte bugün yaşanan taraflaşma bu denli sade ve coğrafyamıza özgündür.

Ara kesitlerden, ülkenin her alan ve kurumsallıkta baştan ve yeniden tasarımlanmasında köşe taşı sayılacak etmen ve olgulardan bahsetmeyeceğim.

Aşikâr olanı, AKP’nin kendi gövdesini oluşturan kadrolarıyla, her türlü yandaş ve destekçilerinden oluşan seçmen tabanı, tarif edilen yarılmanın bir yanında ve kendi içinde pek çok farklı toplumsal rengi içeren bir “Birleşik Haziran Hareketi” öte tarafta da olmak üzere iki kesimli bir toplum olarak seçime gitmekteyiz.

Birleşik Haziran birkaç gün önce “Haziran Türkiye’sini Kuralım” çağrısını çıkarmıştır. Meraklı okuyucu aşağıdaki adresten mutlaka bakmalıdır (*).

Bu çağrı, yeni bir umuda ve toplumsal kurtuluşu ören yeni bir siyasaya vurgu yapan sahici bir sestir. Bu çağrı yapılırken kendi örgütlenme sorunlarını da aşmaya çalışan Haziran Hareketi, kuşkusuz kendisini seçimin gerçek bir öznesi kılamamanın eksikliğini ve sıkıntısını da yaşamaktadır. Ancak var olan nesnellik şimdilik budur.

Öyleyse ne yapılması gerekir!

Haziran Hareketinin “Birleşik” yapısının inşası için kendini ortaya koyan her birey ve örgüt, hem siyaseten ve hem de ortaklaşa mücadele kararlılığı ve ahlâkı açısından sözünün eri ve dürüst olmalıdır. Yoksa Haziran kitlesinin kendi siyasetini öreceği seçim sonrası bir Türkiye hedeflemesini “restorasyon” kılıfı içine sokarak olayı küçültme ve küçümseme tavrı ne doğru, ne de siyasi değildir. Başka amorf bir tutumdur…

Birleşik Haziran Hareketi, gerek 2013 Haziran eylemliliğinin içerisinde ve gerekse sonrasında, kendi örgütlenme çabaları bakımından hep bir “gecikmiş zaman” daralmasını yaşamıştır. Hareket kendi öz eleştirisini ortaya koymalıdır. Ne ki kuruculuğunda pay sahibi olup, sandık kurulurken söyleyecek başka sözüm var diyerek kenara çekilmek; Birleşik yapının içinde kalanları da sisteme hizmet anlamında restorasyonculukla nitelemek, siyasette hangi ölçüye oturur, bu nasıl bir yoldaşlık hukuku olur, dikkatle düşünmek gerekir…

Halk sınıflarının kendiliğindenci kalkışması, süreç içinde sınıfsal anlamda siyasi önderlik ve rehberlikten yoksun olduğundan, bir müddet sonra sönümlenmek zorunda kalmıştır. Sonrasında, iradeyi kendilindenciliğinden alan kitlelerle bağ kurmaya çalışan sol-sosyalist örgütlenmeler de kitlelerle kendileri arasındaki asimetriden, ancak Birleşik Haziran Hareketinin ağır da olsa işleyen çarklarını ortaya çıkarabilmiştir.

Türkiye siyasi tarihinin içinde, onca yenilgi ve kadro telefatlarından sonra, sol-sosyalist siyasetlerin bir araya gelebilmesi ve bir düzlem olarak Birleşik Haziran Hareketi'nin içinde olunabilmesi bile başarı hanesine yazılabilir. Ne ki, toplumsal kurtuluş adına yeterli olmayan bu doğruluşa, hem seçim sürecinde destek olunmak ve hem de sonrası için halkın gerçekten içinde bulunmak gerekmektedir.

Seçim sandığı kuşkusuz tek seçenek değildir. Bu doğru, şimdiye değin belki bin defa yazılmış ya da söylenmiştir. Tamam da halk sınıflarıyla beraber sol bir iktidara talip olunacaksa, o zaman da başka seçeneklerin ne olduğu ortaya konmak durumundadır. Seçimden başka seçeneksizliğin, kavrayış olarak halk sınıflarınca yegâne seçenek görüldüğü bir kavşakta, halkın değişim için gösterdiği iradeye saygılı olmak gerekir.

Hafızalar unutkan olmamalıdır. Haziran günlerinin son derece somut şiarı “hükümet istifa” olmuştur. Bu yalın siyasal talep, bu seçimde de “AKP süpürülsün”e dönüşmüş bulunmaktadır. Toplumun AKP karşıtı kesimlerinde, süngüsü düşürülmüş bir AKP’nin bile diktatörlükten kurtuluş sayıldığı bir eşikte, sandıktan, bir tavşan ve bir de restorasyon çıkacağını vaaz etmek ve Birleşik Haziran Hareketinin, Haziran Türkiye’si hedeflerini küçümsemek hiç kimsenin harcı olmamalıdır…

Mücadele cenah içi bir iç dövüş değildir…

Haziran Türkiye’si çağrısı doğru bir siyasi tavır ve yoldaşlık tutumudur…

Sadece bu kadar mı? Toplumsal kurtuluş adına sınıfsal bir umuttur…



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Restorasyon ve devrim umut 0 4337 04.02.2014- 14:48
Konu Klasör Restorasyon mu? Faşizm mi? denizcan 1 3670 27.02.2015- 09:17
Konu Klasör Nasıl bir sol, hangi restorasyon? umut 1 3879 13.06.2015- 13:25
Konu Klasör Kamil Tekerek yazdı: Restorasyon mu, devrim mi? melnur 3 3338 27.06.2018- 13:12
Konu Klasör Evet, Restorasyon…-Bilgütay Hakkı Durna denizcan 0 2860 18.09.2015- 19:00
Etiketler   Faşizm,   restorasyon,   kriz.
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS