SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Seçimler özgülünde demokrasi ve diktatörlük           (gösterim sayısı: 2.301)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
solcu
[ kemal ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.01.2014
İleti Sayısı: 1.709
Konum: Ankara
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: solcu
Konu Tarihi: 27.05.2015- 11:25


Seçimler özgülünde demokrasi ve diktatörlük
Ozan Yeşilbaş

 

“…demokrasi biçimi içine gizlenmiş ve onun aracılığıyla işleyen bir diktatörlük, bir başka deyişle herkesin biçimsel olarak eşit göründüğü ancak gerçek durumun bundan çok uzak olduğu bir burjuva diktatörlüğüdür.[1]”

Resim Ekleme  

7 Haziran’a doğru oldukça “demokratik” ve “renkli” bir seçim havasının yaşandığı, demokrasinin “radikal” ya da “Türk usulü” hali için meydanların doldurulduğu bir sürece tanıklık etmekteyiz. Tek parti iktidarından “tek adam” diktatörlüğüne geçişin gerek hâkim sınıflar, gerekse ilericiler tarafından dillendirildiği ve bunun yerine “demokrasinin” şu ya da bu ön takılısının “alternatif” olarak servis edildiği seçimler, şimdiye değin hiç olmadığı kadar halk kitlelerini yakından ilgilendirmektedir. Şüphesiz büyük tartışmalara neden olan bu sürecin bilimsel temelde “yorumsuz” kalmasına razı olunamaz.

Bu makalenin yazılış amacı toplumun “demokrasi” için bir “seçim” yapmaya bu denli   zorlandıkları koşulların arka planına bakmayı görev edinmiştir. Spesifik olarak şu ya da bu ilerici kesimin “adaylığı” ile ilgilenmek (değinilerde bulunacağız ama özgülde “deşme” olmayacak) ya da seçimler sonrasında “olası pazarlıkları” –spekülatif ya da değil- tartışmaktan ziyade, siyasal arenaya can suyu katan demokrasi ve seçimler sürecinin niteliği ve karakteristiğinin ne olduğu üzerine bir tartışma yürütmeyi hedeflemektedir. Böylece “devrimin kürsüsüne” dönüştürmek için bazen stratejik bazen de taktik olarak görülen “seçimlerin” ve onun “ilk defa ortaya çıkan uygun koşullarının” ya da “tek kişi diktatörlüğünü durdurmak için demokratik cephenin” ne olduğunu daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmuş olacağız.

Giriş için birkaç “klişe”

Toplumların gelişimi tarihseldir ve bu tarihsel niteliği onların belirli bir yerden geldiğini ve çelişkilerin ise ancak onların içerisinden geçilerek üstesinden gelinebileceğine işaret eder. Bir bilim olarak Marksizm’in tarihsel okuması, şeylerin ne olduğu, neden olduğu, nasıl bir sürecin üzerinden yükseldiği ve olası radikal değişimi (Devrim) tüm bu tarihsellik içerisinde analiz etmesinde yatar. İnsanlar kendi koşullarını değiştirerek dünyayı değiştirebilirler ama bu kendi istedikleri gibi değil, verili bir zamanda ve verili bir toplumsal ilişkiler –alt yapısal ve üst yapısal– içerisinde cereyan eden zorunluluklar barındırır. Lenin’in iğneleyici tavrıyla ifade edecek olursak “bu, ölü evinde gözün aydın” demekten kaçınmak üzere, dünyanın değiştirilmesi için anlaşılması eylemselliğidir.

Tarihsel bir uğrak olarak;


“Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve tezahürüdür. Devlet, sınıf çelişkilerinin objektif olarak uzlaşmadığı yerde, zamanda ve ölçüde ortaya çıkar. Ve tersine; devletin varlığı sınıf çatışmalarının olduğunu kanıtlar[2]”.

“Marks’a göre sınıf egemenliğinin bir organı, bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesinin organıdır; sınıfların çatışmasına gem vurmak suretiyle bu baskıyı yasa mertebesine yükseltip pekiştiren bir ‘düzen’i yaratılmasıdır”[3].

Niteliği ne olursa olsun devletin ortak paydası, bir sınıf diktatörlüğü olduğudur. Şu ya da bu sınıfın egemenliğinde, diğer sınıfları bastırmak, egemenlik kurmak üzere verili bir “zamanda, ölçüde ve yerdeki” bir “organı” ifade eder.

Bir yönetim biçimi olan demokrasi, tamda bu “gem vurma” işlevselliğinin sonucunda peyda olur. Her ne kadar “dêmos- krátos” yani Halk İktidarı karşılığıyla tarih sahnesine çıksa da, ortaya çıkış nedeni tamamen egemen sınıfların, zamana denk düşün çelişkileri üzerine inşa edilir. Eski Atina’da, yeni sınıfsal değişime dayanan ekonomik bir kriz meydana gelir. Şehirlerde büyümekte olan yeni tüccarlar sınıfı, topraksız köylülerin giderek artması ve yaptıkları borçlanma karşılığında köle olarak çalışmak zorunda kalmaları, bir meta değişim aracı olarak paranın Akdeniz’de hâkimiyet sağlamaya başlaması Atina rejimine karşı hoşnutsuzluğun artmasını sağlamış ve derinleşen sınıf ayrımı politik buhrana neden olmuştur. Tam da bu minvalde, hâkim sınıflar kendi çelişkilerini çözmek için değil bizzat ve bilfiil kontrol etmek üzere, “özgür insanların” “birliğini” sağlamak amacıyla Agora’da bir araya gelirler. Bu süreçten köleler ve kadınlar tamamen mahrumdur ve toplumda söz hakkı sadece köle sahiplerine, toprak sahiplerine ve tüccarlar sınıfına aittir.

Demokrasinin esas çıkış amacı özel mülkiyet ilişkilerini düzenlemektir. Ve ifade edildiği gibi bu özel mülkiyeti sınırlamak için değil[4], özel mülkiyet ilişkilerinin selameti açısından bir “aklın” sağlanması içindir. Bir yandan hâkim sınıflar “devlet” aygıtı üzerinde bir konsensüse varırken diğer yandan ise devlet egemenlik aracı olarak hâkim sınıfların, ezilen sınıflar üzerindeki üstünlüğünü garanti altına alır. Ve bu tam da Lenin’in söylediği üzere verili bir “zamanda”, “ölçüde” ve “yerde” inşa edilen bir hakimiyet “organına” denk düşer.

İki yapışık mitoloji[5]

Tarihsel ilerleyişleri maddi zeminden ayırma ve anlamlandırma işlemi bir tür “doğallık” yapısallığına dayanır. Tarihin ve toplumu şu ya da bu “ereğe” dayandığı ve yine bu “ereğe” bağlı olarak seyreldiği (prédestiné) olgusu hep var olagelmiş ve farklı biçimlere bürünmüştür.

Feodal toplumda, herkesin kendisine ait ve “belirlenmiş” bir yeri olduğu fikri yaygındır. Kâinattaki her şeyin, taşların dahi, Allah tarafından takdir edilmiş kendi yerlerine sahip olduğu düşüncesi egemen haldedir. Bundan dolayı Kralların da Allah tarafından “takdir” edilmiş bir yeri olduğu, bu “ilahi” düzene karşı çıkmanın Allah’a şirk koşmakla aynı anlamı taşıdığı düşünülür. Her canlının dünyaya gelmesinin belirli bir “amacı” vardır ve bu konumu tartışmaksızın “belirlenen” misyonun oynanması zorunluluğu yaygınlaştırılır. Bu bir “doğal” soruna, “insan doğası” sorununa indirgenir.

Burjuva sınıfın tarih sahnesinde yerini almasıyla birlikte, Kralların ilahi hakkı yerle bir edilir. Bir üst yapı aracı olarak din ve onun teolojik zorunlulukları çeşitli eleştirilere tabi tutularak, yeni gelişmekte olan kapitalist toplumda bazı düzeylerde entegre edilir. Burjuva sınıfın eski toplumdan aldığı en önemli özelliklerinden biri; “eşit bireyler” için “toplumsal sözleşme” yapılması için, “eşit yasalar” ile birlikte tüm toplumun iradesinin “garanti” altına alındığının mitidir. Bu şüphesiz Kralların ilahi hakkı yerine, tüm sınıfların alt yapıda işleyen eşitsiz ilişkilere rağmen –sömürülen ve sömüren– üst yapıda “adilce” temsil edilebileceği, “iradesinin” olabileceği mitidir.

Eşitlik nosyonu ve anlaşılması gereken hususlar

Sınıflı toplumların var olduğundan beri, insanların (daha fazla ezilen sınıflardan olan insanlar) adil ilişkiler içerisinde yaşamayı arzuladıkları bilinir. Eşitlik nosyonu, her dönem ezilenlerin tutkuyla sarıldıkları ve uğrunda bedeller ödedikleri bir olgudur. Eşitlik insanlığın gereksinim duyduğu bir antropolojiye, mutluluk antropolojisine duyulan doğal eğilimdir. Lakin eşitliğin nasıl sağlanacağı gibi, ne olduğu da bir tartışma konusudur.

Marks’ın bilimsel öğretisi, insan toplumunun “mutlak” bir eşitlik içerisinde bulunamayacağını öngörür ve sınıfsal bölünmeden dolayı ortaya çıkan eşitsizliklerin ortadan kalkabileceği –herkesin ihtiyacına göre– bir toplum tasavvurunun mümkünlüğü üzerine kuruludur. Bu dünya konsepti, özellikle kapitalist toplumda temel önerme haline gelen “eşitlik” (buna burjuva eşitlik de diyebiliriz) anlayışının aslında bir bütün olarak meta üretimine denk düştüğünü gözler önüne serer.

Kapitalist toplumda meta üretimi, ancak eşit değerlerin mübadelesinin, bu metaları üretmek için gerekli ve bir o kadar da zorunlu olan toplumsal emek-zaman ölçüsünün, başka bir deyişle “eşit” bir ilişkinin sonucunda ortaya çıkar. Ekonomik alt yapıda işleyiş, “eş-değerlerin” toplumsal emek zaman ölçüsü üzerinden belirlenip, bunların değişimi üzerine bina edilirken, üst yapıda ise bu üretimin (meta ilişkilerinin) garanti altına alınabilmesi yani toplumun ihtiyacı için değil K-A-R için bir eşitlik ilişkisini meydana getirir. Kapitalist üretim ilişkileri, eş-değerlerin mübadelesini üst yapı alanında,   verili bir “zamanda, ölçüde ve yerdeki” bir “organı” olarak demokratik devlet yapısını oluşturur. Demokratik devletin içeriği, eşit değerlerin dolaşımını tek tek burjuvalara rağmen, garanti altına almayı içerir. Ve kapitalist toplumun ihtiyacına denk düşen bu demokratik “organ” –egemen sınıfların diktatörlüğü- emek gücünün, yani çalışma yetisinin bizzat bir meta olduğu ilişkiler içerisinde hiçbir zaman büyük toplumsal eşitsizlikleri gideremeyeceği gibi, bu eşitsizlikleri doğuran süreci muhafaza ve müdafaa eder.

Bir kez daha vurgulamak gerekirse, bu (kapitalist) dinamik, eşit “hakların” mübadelesi, toplumun temel kurucu yasasıdır ve Marks’ın da söylediği gibi “hak” hiçbir zaman toplumun ekonomik yapısından ve onun tarafından şekillendirilen kültürel gelişiminden daha yüksek düzeyde olamaz. “Demokratik hak”, insanlığın mutluluk antropolojisine olan doğal eğilimi içerir lakin burjuva dünya görüşünün ötesini aşamadığı için “biçimsel eşitlik” anlayışıyla bezelidir [Ezilenlerin “hak” talepleriyle egemenlerin karşılarına çıkmaları ne kadar meşru olursa olsun, bu dinamiği “hak” taleplerinin ötesine götürebilecek bir siyasal önderlikten mahrum oldukları müddetçe, egemen sınıfların şu ya da bu kliğine şu ya da bu yönetsel aracına tabi olurlar].

Demokrasi ve seçimler

Yaşadığımız toplumun “insan doğasının” bir ürünü olmadığını ve “verili olan en iyiyi” temsil etmediğini, alt yapısal ilişkilerini (meta üretimi ve mübadelesi) ve bunun üst yapısal içeriği olan demokrasiye   (biçimsel eşitlik) dayandığına dair kısa açıklamalarda bulunduk. Bir burjuva egemenliği olarak demokrasinin niteliği ve işleyişi çeşitli biçimlere rağmen aynı öz üzerine kuruludur; “toplumsal sözleşmenin” sağlandığı, “yönetenlerin iktidarını yönetilenlerin rızasına” dayanarak tesis edildiği ve onların “iradelerinin” bir sonucu olduğu iması, aslında ise sınıf çelişkilerinin gizlenmesi, bir sınıf diktatörlüğüdür bu öz!

Uluslararası Komünist Hareketin (UKH) “demokrasi” ve “seçimler” üzerine geçmişten gelen tartışmaları vardır ve bu tartışmalar kafa karışıklığı da barındırmaktadır. Bu sürecin niteliği ve karakteristiği hakkında Bob Avakian 50 yıllık çalışmalarının sonrasında bir tartışma başlatmış ve UKH içerisinde; “Demokrasi, Daha İyisini Yapamaz Mıyız[6]” yapıtı ve diğer yapıtlarında bir dizi, bilimsel temelde analizler sunmaktadır.

“Şimdi, burjuva döneminden biraz uzaklaşıp ona meselelerin gitmesi gereken ve gidebileceği –gitmeye mahkûm olmadığı, ama gitmesi gereken ve gidebileceği– yerin tarihsel perspektifinden bakarsak, burjuva demokrasisinin büyük tılsımının, yani seçimlerin ve yönetilenlerin kendisini yönetenleri seçme hakkının gerçekte, burjuva toplumun işleyişi içinde, kralların ilahi hakkından daha fazla mutlak meşruiyete sahip olmadığını görebiliriz. Bu sadece, yönetici sınıfın ihtiyaçlarının ve çıkarlarının bu özel toplum tipinde ortaya konulmasının başka bir biçimi ve –burjuva siyaseti ve seçimlerin kontrolüyle birlikte– yönetici sınıfların çıkarlarının korunup güçlendirilmesini sağlayan bir mekanizmadır. Bu, kralların ilahi hakkının onlar tarafından geliştirilmiş versiyonudur: DEMOKRASİ, SEÇİMLER, gerçekte onların versiyonudur. Bu, belli bir sistemin yapışık mitolojisidir. Mitoloji olan şey seçim yapmaları değildir, mitoloji olan, seçimlerin taşıdığı anlam ve sonuçları hakkında söylenenlerdir. Gerçekte seçimler, “halkın” “iradesinin” veya “egemenliğinin” bir ifadesi değil, kapitalist sınıfın toplumda yönettiği ve ezdiği sınıflar ve gruplar üzerindeki sömürüsünü ve tahakkümünü, diktatörlüğünü sürdürmesini sağlayan sürecin ifadesidir[7]

Evet, bu bir sürecin, egemen sınıfların “iradeye” başvurarak “rızalık” aldıkları ve aldıkları bu “rızalıkla” daha fazla meşruluk sağladıkları bir süreçtir. Bir yandan ezilenler, kendilerinin de katıldıkları yanılgısına düşerek, ister istemez sürecin unsurları haline dönüşürler. Beri yandan ise egemen sınıf klikleri, sürecin işlemesi sonucunda hem sınıf egemenliklerini tekrardan teyit ederler hem de “iradenin” çoğunluğu sayesinde ayrı düştükleri diğer egemen sınıfların temsilcilerini “hizaya” getirirler. Bu süreç, egemen sınıfların yegâne işlevselliği olmadığı gibi –Belçika’da ve İtalya’daki teknokratlar hükümetlerini hatırlayalım- 12 Eylül koşullarında da görüleceği üzere, bunu askıya aldığı da bilinir.

“Demokratik Cumhuriyet, kapitalizmin düşünülebilecek en iyi politik kılıfıdır ve bu yüzden sermaye, bu en iyi kılıfı ele geçirdikten sonra, iktidarını öyle sağlam kurar ki, burjuva demokratik cumhuriyetin ne ilişkilerinde, ne kurumlarında, ne de partilerinde hiçbir değişiklik bu iktidarı sarsamaz [8].”

Gün kadar arı ve duru olan şudur ki; verili bir “zamanda, ölçüde ve yerde” ortaya çıkan demokrasinin hiçbir “organın” da hiçbir değişiklik, bu sürecin tamamen emek-zaman ölçütüne dayalı eşit değerlerin mübadelesinin üst yapısal işleyişi olduğu hakikatine dayandığını ve bu üst yapının devrime tabi tutulmadan olmayacağıdır.

Seçimler, meşruluk ve gayri meşruluk

Az önce de değindiğimiz üzere, demokrasi ve seçimler dört yılda bir, hangi hâkim sınıfın   devlet aygıtını yöneteceğini “seçtiği” ve daha ziyade meşrulaştırdığı bir süreçtir. Çoğunluk oyu alanlar “iradeyi” temsilen hükümet kurarken azınlık oyu alanlar ise “muhalif iradeyle”, sürecin “demokratik” işlevselliğinin garantisini sağlarlar.

Hâkim sınıf klikleri ister çoğunluk oyu alsın, isterse çok az bir oyu temsil etsin, devlet aygıtının demokratik işleyişinin “meşru” parçalarıdır. Çünkü tamamen anayasal sürece uygun bir şekilde hareket edip, halkın “rızalığı” ile siyasal çizgilerini teyit ederler. Hâkim sınıfların “meşruluk” küstahlıkları -Erdoğan’ın çokça başvurduğu “ben yüzde elliyi temsil ediyorum” esprisi- “oy potansiyelinin” gücünü yansıtır. Ama asıl kilit nokta, kimin daha fazla oy alıp almadığı değil, kitlelerin bu “meşru” sürece katılıp katılmadıklarıdır[9].

Biraz hafızamızı zorlayacak olursak eğer, Gezi sürecinin patlamasıyla birlikte egemen sınıflar içerisinde bazı bölünmeler ve sınıfsal birlik su yüzüne çıkmıştır. AKP gericiliğinin iflah olmaz uygulamalarına karşı ayağa kalkan yüz binlerce insanın enerjisini kendi potasında eritmeye kalkan CHP, Gezi sürecinin ilk aşamasına destek vermiştir. Erdoğan’ın ise malum yaklaşımı, Gezi’nin gayri meşruluğu ve kendi iktidarının “seçimler” sonucunda meşru olduğu ve Gezi’nin “meşru” hükümeti devirmeye yönelik bir darbe girişimi olduğu üzerine şekillenmiştir. Gezi parkının ele geçirilmesinden kısa bir süre sonra CHP, şeylerin kendi istediği gibi gitmediğini görüp, Gezi’nin alternatif bir iktidar perspektifine dönüşme kaygılarına kapılarak, “meşru” seçim süreci için AKP’nin istifa etmeyeceğini anlayarak, bu dinamiği bir sonraki “dönem” için yani meşru seçimler süreci için hazırlamaya yönelik çağrılarda bulunmuştur. Sınıfsal bölünme, hakim sınıflardan birinin diğerinin yerini alması kaydıyla olurken, sınıfsal birlik ise “meşru” devlet rejiminin ve aygıtlarının korunup kullanılmasını merkeze koyar.

Gezi sürecinde her iki hâkim sınıf kliğinin yaklaşımı da manidardı ve tamamen sınıfsal dokularını güçlendiren “meşruluk” yalanına dayalı olarak, birisi “darbe yapma sandığa gel” derken, diğeri ise “isyanı sandıkta örgütleyelim” çağrılarında bulundu. Çünkü aralarındaki sınıfsal ayrımlara rağmen öz itibariyle aynılık barındıran temel niteliği, her iki kliğin de hakim sınıfları temsil etmeleri ve “demokrasi” safsatalarıyla toplumdaki sınıfsal bölünmeyi gizleyen ve bunu “eşit” bireylerin “iradelerinin” temsil sistemiyle yapmalarıdır.

Meşruluk terazisinin diğer yanında bulunan gayri meşruluk önermesi oldukça önemlidir; zira bu kitlelerin devrim yapma haklarını elinden almayı gaye edinir. Anayasa ya da egemenlerin terazisine göre “meşruluk”, tamamen demokratik sürecin işleyişine uygun olandır. Bir spekülasyon yaratarak milyonlarca dolar para kaldırabilirsiniz ama baklava çalmak suçtur, meşru değildir [Sosyalist toplumda da hırsızlık tabii ki suçtur ama bu kapitalist toplumdakiyle aynı niteliği barındırmaz. Kapitalist toplumda hırsızlık yapanlar genelde en yoksul tabakadan gelenlerdir. Ya karınlarını doyurmak için çalarlar ya da bu düzenin alt tabakasından “sıyrılmak” için çabalarlar. Mustafa Koç’u ekmek çalarken göremezsiniz, çünkü buna ihtiyacı yoktur; O, “meşru” düzeyde bir soygun yapar; ücretli kölelik sürecinin pervasızca kullanarak bunu gerçekleştirir. Sosyalist toplumda herkes üretime eşit derecede katılacaktır ve emeği oranında bir gelir elde edecektir. Burada hırsızlık ihtiyaçlarını karşılama temelinde değil, daha fazla mülk edinme amacına dayandığı için meşru değildir ve suçtur].

Yukarıdaki örnekler tam da Marks’ın söylemiş olduğu “hak’ın verili bir toplumun ekonomik ve kültürel seviyesinin üstünde” olmadığını gösterir ve bir şeyin hak/meşru olup olmamasını bu koşullar belirler. O halde,   kapitalist bir toplumda meşru olan seçimlerken, gayri meşru olan, bu sürecin “gazabına” uğramamış olanlardır. Böylece egemenler, bu sürece tabi olmayan her türlü işlevselliği gayri meşru olarak nitelendirirler. Bundan daha da önemlisi meşruluk, toplumun nezdinde genelleştirilir ve devrim güçlerinin örgütlenişi “terörizm” ve “anarşi” olarak yerleşik fikir halini alır.

Marks, köleci toplumda insanların köle sahibi ya da köle olmayı çok “normal” bir şey olarak gördüklerini anlatır. İnsanlar verili bir toplumda, o toplumun ekonomik ilişkilerini, siyasal ve kültürel dayanağını öyle benimserler ki, bugün tüm dünyada lanetlenen kölecilik fikri, geçmişte gayet “doğal” olarak algılandığı bilinir. Bu keskin örnek, şimdiki durum yani ücretli emek fikrinin “doğallığı” için de öğreticidir. Bir insanın diğer yüz binlercesinin emek gücünü satın alarak, bu emek gücünden zenginlik sağlaması çok doğal ve meşru olarak görülür. Hâlbuki bir insanın diğer yüz binlercesini sömürmesi, en az köleci toplumda, bir insanın diğerlerini köleleştirmesi kadar akıl dışıdır ve insanlığın bu akıl tutulmasından komünist devrimlerle uyanması gerekir. Altını tekrar tekrar çizmekte fayda var ki, bunu meşru kılan verili toplumun egemen –ya da mülk- ilişkileridir. Bir kere bunları değiştirmek isterseniz ve bunu verili sınırlar içerisinde değil, bazı zorunluluklar barındıran ama tamamen radikal bir yoldan yaptığınız takdirde gayri meşru ilan edilir, bastırılmaya çalışılır ve hatta öldürülürsünüz.

Seçimler sürecinin gizli nosyonu tam da budur; bir yandan mevcut gerici rejimin ilişkileri “meşrulaştırılırken” diğer yandan ise, bu gerici sistemin ortadan kaldırılması eylemselliği “iradeye” temsil etmeyen bir “darbe” olarak görülür ve sonuna kadar bastırılır. Devrim yapma hakkı, bu süreçle birlikte “gayri meşru” kılınır.

Marksizm ikiye bölünür

Böylesi bir alt başlığın demokrasi ve seçimlerin niteliğini ve karakteristiğini anlamakta zorlama olacağı düşünülebilir lakin yeni bir toplumun inşası tam da Marksist bilgi teorisinin iyi bir sentezini yapmakta geçmektedir.

Gerçeklik hareket halindeki maddeden ibarettir. Bir şeyin hakikati yansıtıp yansıtmadığı, maddenin devingen niteliğiyle uyumlu olup olmadığı anlamına gelir. Örneğin atom için bir zamanlar maddenin en küçük ve bölünemez parçası olduğunu düşünürdük. Şimdi ise atomun içerisinde atom altı parçacıkların olduğunu ve bu parçacıkların negatif yüklü elektronlarla sarılı olduğunu çekirdeğin kendisinin ise pozitif yüklü protonlarla nötronlardan ibaret olduğunu gördük. Bilimdeki yeni buluş, mekanik olarak sadece bilgi hazinemize bir ek yapmanın ötesinden, epistemolojimizin değişmesine de vesile olmuştur. Epistemoloji, yani bildiğimiz şeyi nasıl bildiğimizi bize gösteren ve yeni bilgilere ulaştıran bilimsellik anlayışımız kopuşlar yaşayıp, daha materyalist bir temele oturarak değişimlere tabi olmaktadır. Tekrar ifade etmek gerekirse bu süreç, mekanik olarak bilgiye başka bir bilgi ekleme, eskiyenle yerini değiştirme değil, bir bütün olarak dünya görüşünüzde; felsefe, metot ve yaklaşımınızda değişimler sağlar.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız olgu, devingen diyalektiktir ve mekanik materyalizmle keskin bir ayrışım içerisindedir. Bir bilim olarak Marksizm’in –ki onu salt bir ideoloji derekesine indirmiyorsak- ilerleyişi de benzer dinamikler barındırır. Bire bir pozitif bilimler gibi seyrelmez lakin o da yanlışlanır, kopuşlar yaşar ve daha materyalist zeminde temsil edilir.

Mao, Marksizm’in bu sürecini halkın anlayacağı dilde şöyle ifade eder; “Marksizm ikiye bölünür, tersine döner”. Mao’nun burada “tersine dönme” vurgusu, Marksizm’in yeni seviyesine rağmen insanların “eski” seviyesindeki ısrarları, onların bu devingen diyalektiğin dışına düşmesine, Marksizm’in bilimselliğinden uzaklaşmasına işaret etmesidir.

Lenin, Ekim devrimini muzaffer kılarken Marksizm’e yeni bir düzlem getirmişti ve bu yeni bilgi seviyesi sayesinde devrim yapabilmişti. Ama bunu yaparken dahi bilgi bilimi çeşitli sınırlılıklar barındırmaktaydı. Uzun bir dönem Avrupa’da –özel de Almanya’da- devrim olmasını bekledi.

Lenin, kimsenin beklemediği bir ülkede, çok spesifik koşullar altında devrim yaptı. Bu koşullar; ülkenin Çarlıkla yönetilmesine rağmen kapitalist niteliği, burjuvazinin zayıf olması ve geniş kitleler içerisinde hala “meşru” yer edinememesi ve devrimci güçlerin proletarya sınıfı üzerindeki etkisi ve başından itibaren devrime hazırlanan bir komünist öncülerinin, Bolşevik partinin varlığıdır. Bu gerçekten de spesifik olan koşullar, Lenin tarafından iyi kullanılabilmiştir. Çar, yıkılmamak için kısmi geri adımlar atmak zorunda kalmış ve Lenin, burjuvazinin zayıflığından da yararlanarak –geniş kitleler   burjuva partilerinden o denli etkilenmiyorlardı- kendi programının propagandasını yapabilmiştir. Ve bu, bu “tarihsel kısıtlılık ve Görelelik”[10]   içerisinde gerçekleşmiştir.

Lenin bu deneyimi, Ekim devrimi sonrasında Avrupalı komünistlerle yürütmüş olduğu münakaşalar sonrasında genel bir hat haline dönüştürmüştür. Böylece Avrupalı komünistler, Lenin’in Ekim devriminde başarılı kılan spesifik koşulları görmeksizin, parlamenter çalışmayı revizyonist 2. Enternasyonalden sonra 3. Enternasyonal’in de –şüphesiz ki aynı biçimde olmamakla kaydıyla- esas mücadele aracı haline dönüştürmüştür.

Benzer bir eğilim Mao’da da görülmektedir. Mao da emperyalist-kapitalist ülkelerde uzun süreli parlamenter yolu doğru bulmaktadır. Lakin buradaki sorun, gerek Lenin’in gerekse Mao’nun bizzat ve birebir ne “önerdiği” değil, önerdiklerinin hakikati temsil edip etmediğidir[11]. Bugün kökten dinciler evrim teorisini karalamakta ve bir “tez” olarak göstermektedirler. Onlara karşı “Darwin demiştir ki”şeklindeki   cevaplarla mücadele edemeyiz. Bunu bilimsel manada kanıtlamamız gerekir. Ve bilimin –bugün evrim teorisinde Darwin’in bıraktığı yerin çok çok ötesinde, üçüncü aşamasındayız- aşamalarını bilerek, bunu en materyalist zemin üzerinde yapmamız gerekir. Yoldaş Kaypakkaya, gencecik yaşına rağmen, Komünist Ustaların “İlerici Kemal” dedikleri Kemalizmi faşizm olarak deşifre etmesi ve 3. Enternasyonalin beyanlarına rağmen Kürt Ulusunun Mücadelesini “feodalizmin bastırılması” olarak görmemesi, bir bilim olarak Marksizm’i mekanik olarak ele almayışıyla alakalıdır. Kaypakkaya, görüşlerini Marksizm’den temellendirir lakin onun içkin problemlerini görmezden gelip, emir telaki etmez. Onu materyalist zemine oturtarak uygulamaya çalışır.

Açıkça ifade edecek olursak, emperyalist-kapitalist ülkelerde devrimin nasıl olacağına dair genel bir konsept Mao’da yokken, Lenin’de ise bazı yanlarıyla mevcuttur. Bu komünizmin büyük ustalarını daha az usta yapmaz ama bizim önümüze farklı görevler koyar; bu da kapitalist, emperyalist ülkelerde devrimin yapılmasına dair epistemolojik ve metodolojik yaklaşımın diyalektik ve materyalist inşasıdır[12].

Gelinen aşamada, Mao’nun kendine has üslubuyla söyleyecek olursak Marksizm ikiye bölünmüş ve tersine dönmüştür. Mekanik materyalistler, eskinin kalıntılarına tutunduklarından ötürü, şeylerin yapısını anlamamakta ve onu dönüştürebilmek için gerekli saldırıyı düzenleyememektedirler. Pratikte şeylere saldırsalar da, bu saldırı radikal bir kopuşu içermemektedir. Beri yandan ise insanlığın tüm bu yaşadığı acılardan mutlak kurtuluşu temsil eden, geleceğin öncüsü olmak için Bob Avakian’ın 50 yıllık çalışmalarının sonucunda Komünizmin Yeni Sentez’ne bakmak gerekir. Bu, komünizmin yol kavşağıdır. Ya geçmişin kalıntısı olunacak ya da geleceğin öncüsü!

Devrim! Daha azı değil !!!

Bir düşünün; insanlar başka bir dili konuştuğu için linç edilerek öldürülüyor. Her gün iş kazalarında yüzlerce insan ölüyor ve yüz binlercesi ağır koşullar altında sömürüye tabi tutularak hayatları zindan ediliyor. Kimileri dini görüşlerinden kimileri ise ateist oldukları için katlediliyor. Özgecan Arslan gibi gencecik kadınlarımız patriarkal düzenin gerici erkekleri tarafından işkence edilip, parçalanıp yakılıyor. Cinsel eğilimlerinden dolayı dünya insanlara dar ediliyor ve intihara zorlanıyor. Tüm bunlar yaşanırken, dünyamız geri dönülemeyecek bir tehlikenin, küresel çevre krizinin eşiğine gelmiş durumda. Gezegenimiz üç derece daha fazla ısınırsa –ki bu yakın bir ihtimal- yüzlerce canlı türü yok olacak ve yüzlercesi yok olmakla yüz yüze kalacak. Bize tüm bu dehşetleri dayatan düzenin ilişkileri meşru değildir ve bunları ortadan kaldırmak, geri dönmemecesine un ufak etmek için meşruluğumuz yani devrim yapma gücümüz elimizden alınamaz!

İnsanların AKP’nin bu seçimlerden güçlü oy alarak, Başkanlık rejimini kurmaları kaygıları yersiz değildir. AKP gericiliği ve onun iflah olmak bilmeyen hegemonya arzusu teşhir edilerek, rejimin bütün yol açtığı kıyımlar gözler önüne serilmelidir. Lakin bu, ancak zalimane yükselişim “meşruluğu” gözler önüne serilerek yapılabilir. Şu ya da bu gerici kliğin yükselişi ve hegemonyasına karşı koyuş, onun verili bir “zamanda, ölçüde ve yerdeki” yapısallığı kullanılarak gerçekleştirilemez, aksine besler.

İnsanların kendilerini değiştirerek kendi koşullarını değiştirebilecekleri bir devrim, bugün ihtiyaç duyduğumuz şey gerçekten de budur. Böylesi bir şeyi gerçekleştirmek, burjuva demokratik ufkun ötesine geçmek gerçekten de çok zordur. Lakin bunu yapmadığımız taktirde insanlığın kurtuluşu mümkün değildir. Sınıf ilişkilerini saklayan ve halkın “iradesini” temsil ettiğini söyleyen “seçim” temelinde değil, gerçekten de insanlığın büyük çıkarını temsil eden komünist devrim temelinde toplumu kutuplaştırmak acil görevdir.



Dipnotlar:

[1] Bob Avakian, Diktatörlük ve Demokrasi ve Komünizme Sosyalist Geçiş,

[2] Lenin, Devlet ve Devrim Üzerine Notlar, İnter Yayınları, Sf 15, (Vurgular yazara, alt çizgiler bana aittir.)

[3] Lenin, Devlet ve Devrim Üzerine Notlar, İnter Yayınları, Sf 15, (Vurgular yazara, alt çizgiler bana aittir.)

[4] Daha fazla bilgi için bakınız; Jacques Rancière, La Haine de la Démocratie, Edition La Fabrique

[5]Bob Avakian, Devrim ve Materyalizm; Kuşlar Timsah Doğurmaz Ama İnsanlık Ufkunu Aşabilir, Patika Kitap. Daha fazla bilgi için şu bölüme bakınız; “Kralların ilahi hakkı” ve “demokrasi” – İki farklı sömürü sistemi hakkında iki “yapışık mitoloji”.

[6] Bob Avakian’ın “Demokrasi, Daha İyisini Yapamaz Mıyız” çalışması, El Yayınları tarafından basıma hazırlanmaktadır.

[7] Bob Avakian, Devrim ve Materyalizm; Kuşlar Timsah Doğurmaz Ama İnsanlık Ufkunu Aşabilir, Patika Kitap Sf 22,23 , (Vurgular ve alt çizgiler bana aittir.)

[8] Lenin, Devlet ve Devrim Üzerine Notlar, İnter Yayınları, Sf 23

[9] Burada ek bir parantez açmakta fayda var. Bilindiği üzere HDP’li milletvekillerine hapis cezası vermeye yönelik yapılan hizaya getirme saldırılarında, mecliste bir dizi eylem yapılmıştı. Bu eylemlerde ön plana çıkan “irademe dokunma” siyasi mesajıydı. Öyle bir yaygınlaştı ki tüm ilerici kamuoyunun –sosyal medyanın- gündemini oluşturdu. Beri yandan ise daha büyük bir “iradeyi” temsi eden AKP, Yeni Güvenlik Paketinde, “çoğunluğun iradesini” engelleyen milletvekillerini, “anayasal suç” işlemekle hitam etti. Görüleceği üzere bir kere “iradeyi”, egemen ilişkilerin “meşru” düzenlemelerine uygun yaptığınız taktirde, haklı gerekçeleriniz dahi, daha büyük bir “iradenin” onaylanmasına hizmet eder. Siz “meşru” bir “iradeyi” temsil ettiğinizi söylediğiniz durumda egemen ilişkilerin siyasal işleyişini ve onun siyasal “iradesi” olan temsilcilerini güçlenmesine katkıda bulunursunuz.

[10] Lenin, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, İnter Yayınları, Sf 13

[11]Bu konuda “Maocu” gelenekten gelen Erdal Ataş’ın söylemlerine bakmakta fayda var;

[12] Kapitalist ve Emperyalist ülkelerde devrimi haritaya koyan felsefe, metot ve yaklaşım Bob Avakian’ın   önderlik ettiği Komünizmin Yeni Sentez’inde mevcuttur. Daha fazla bilgi için bakınız; Bob Avakian, Devrim ve Materyalizm; Kuşlar Timsah Doğurmaz Ama İnsanlık Ufkunu Aşabilir, Patika Kitap, İkinci Bölüm

gezite



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör TKH ve seçimler üzerine... melnur 4 3792 20.04.2019- 02:22
Konu Klasör 2023, Seçimler geliyor, ne yapmalı? melnur 0 441 01.01.2023- 10:21
Konu Klasör Bir kez daha seçimler ve solumuz üzerine... melnur 12 10351 22.06.2019- 10:34
Konu Klasör Yerel seçimler ve solu yeniden hatırlayan CHP melnur 0 138 27.11.2023- 17:05
Konu Klasör Sosyal demokrasi mi devrimci demokrasi mi? melnur 2 1075 29.08.2022- 08:41
Etiketler   Seçimler,   özgülünde,   demokrasi,   diktatörlük
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS