SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
1908 Jön Türk Devrimi           (gösterim sayısı: 7.789)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
solcu
[ kemal ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.01.2014
İleti Sayısı: 1.709
Konum: Ankara
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: solcu
Konu Tarihi: 12.06.2015- 22:03


Devrime giden yol

Resim Ekleme

1876 yılında, as­lında kendi içinde yetersiz ve kişi hak ve özgürlüklerine yeterince yer vermeyen bir anayasa Türkiye'nin o günlerde yaşadığı kriz ortamından kurtulması amacıyla kabul edilmişti.

Ancak hak ve özgürlükler konusunda çok da açılım içermeyen ve iktidarı seçilmiş siyasetçilere teslim etme­yen bu anayasa kısa süre içerisinde mutlakiyetçi çevrelerde rahatsızlık yaratmış ve Rusya ile yapılan savaş bahanesiyle rafa kaldırılmıştı.

1878 ile başlayıp 1908'de biten bu dönemi tarihçiler "İstibdat Dönemi" olarak adlandırıyorlar. II. Abdülhamid'in yeni oluşturulmaya başlanan mer­kezi bürokrasinin tüm olanaklarını kullanarak ülkeyi sıkı bir mutlaki­yetçi zihniyetle yönettiği yaklaşık otuz yıllık bu dönemde, Türkiye'nin sosyal, ekonomik ve siyasal anlamda liberalleşmesinin önü kesilmeye çalı­şılmıştı. 1890'lı yıllardan itibaren ar­tan ölçüde ülkeyi saran huzursuzluk havası devlet yönetiminde daha da sert tedbirlerin alınması ile kontrol altında tutulmaya çalışılmış ve doğal olarak da sorun çözüme kavuşacağı­na daha da katmerlenip karmaşık bir hale gelmişti.

Abdülhamid yönetiminin doğu vilayetlerindeki devlet gücünü yerel güç­lerle paylaşması sonucu 1894-1896 arası Anadolu'daki asayiş yokluğu en sonunda tarihe "Hamidiye Katliamla­rı" -ya da "Ermeni Katliamları"- ola­rak geçmiş ve durum, çıkan kargaşa ortamında halktan yüz binlerce kişi­nin öldüğü bir faciaya dönüşmüştü. Abdülhamid'e "Kızıl Sultan" lakabının verilmesi ve uluslararası platformda Osmanlı İmparatorluğu'nun devlet olarak itibarının ciddi biçimde sar­sılması ile başlayan bu huzursuzluk dönemi 1908 yılına kadar devam etti.

İmparatorluğun doğusunda yaşanan bu trajedinin izleri daha akıllardan silinmeden, 1903 yılının ağustos ayı başında bu defa da Rumeli'nde tarihe "ilinden Ayaklanması" olarak geçen olaylar patlak verdi. Artık impara­torluktaki huzursuzluk had safhasına varmıştı.

Mutlakiyetçi yönetimden duyu­lan bu aşırı rahatsızlık doğal ola­rak Abdülhamid'in şahsına duyulan nefrete dönüşmüş ve 21 Temmuz 1905 günü Yıldız Sarayı'ndaki Cuma Selamlık'ında şahsına karşı başarısız bir suikast teşebbüsü olmuştu. Bel­çikalı bir anarşistin yardımlarıyla suikastı planlayan Ermeni komitacılar padişahın arabasının geçeceği yere yerleştirdikleri zaman ayarlı bomba­yı patlatmışlar, ancak Abdülhamid'in Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile protokol dışı yaptığı görüşme nede­niyle planlanan zamandan geç kalma­sı kendisini mutlak ölümden kıl payı kurtarmıştı.

Patlayan bomba ile etraf­taki yirmi altı kişi hayatını kaybetmiş, elli altı kişi yaralanmıştı. Kortejdeki on yedi atlı araba havaya uçmuş, yir­mi at da paramparça olmuştu.

Bu başarısız suikast girişiminin ar­dından yurtiçinde ve yurtdışında örgütlenmiş olan devrimciler artık yalnızca Abdülhamid'in şahsına karşı sürdürdükleri aleyhte propaganda ile yetinmeyip tüm devlet düzenini felce uğratacak ve bürokrasiyi işle­mez hale getirecek başka yöntemler üzerinde düşünmeye başladılar.

Resim Ekleme

İlin­den Ayaklanması ile eşzamanlı çıka­rılan ve eskiden yalnızca koyundan alınan vergiyi tüm ehli hayvanları kapsayacak şekilde genişleten "Hayvanat-ı Ehliye Rüsumu" ile 1903 yılı ağustos ayından başlayarak, şehir ve köy halkı ayırt edilmeksizin, herke­sin gelir düzeyine göre alınmak üze­re konan "Şahsi Vergi" adlı iki kalem vergi ülkede hiç de hoş karşılanma­mış ve genel ekonomik durumun da olumsuzlukları göz önüne alınınca, bu vergiler büyük tepkiyle karşılan­mıştı.

Bu yüzden de devlet bu iki ka­lem verginin toplanmasından geçici olarak vazgeçmişti. Ancak 1906 yılı başında mutlakiyetçi yönetim bu vergileri yeniden toplamaya kalkışınca, hemen tüm ülkede bu vergiler aleyhine ayaklanmalar çıktı.

Resim Ekleme

Devletin bütçe açığını kapamak ama­cıyla 1906 yılı başında yeniden yürür­lüğe koyduğu bu iki kalem vergi bir anlamda bardağı taşıran son damla oldu.

Ayaklanmalar devrimciler için kaçırılmayacak bir fırsattı. Ayaklan­maları örgütleyen varlıklı sınıfların vergiyi ödeyememekten doğan bir sıkıntıları tabii ki yoktu ama bu kav­gada yoksulların da desteğini sağla­mak amacıyla, yeni vergilerin halk arasında yıkım yarattığı iddiası -hiç olmazsa yoksul kitleler göz önüne alındığında- gerçekliğin bir parçası olarak rahatlıkla kullanılabilirdi.

Ni­tekim kullanıldı ve son derece de ba­şarılı oldu. Zaten var olan rahatsız­lıklar nedeniyle kendiliğinden patla­maya hazır olan durum mutlakiyetçi rejim aleyhtarı devrimcilerin çabalarıyla kısa sürede oldukça örgütlü bir biçim aldı ve 1906'dan 1908 yılına kadar geçen iki yıl boyunca ülkenin çok değişik yörelerinde çıkan vergi ayaklanmaları devlet mekanizmasını tam anlamıyla felç etti.

Erzurum'da 1907'deki vergi ayak­lanmaları sırasında halka dağıtılan bildirilerde din farkı gözetmeden herkesin mutlakiyetçi yönetime kar­şı birlikte hareket etmesi vurgulanır­ken, yapılan gösterilerin nihai ama­cının "Kanun-ı Esasi -hürriyet, adalet ve Meclis" olduğu özellikle vurgulan­maktaydı.

Dolayısıyla, bu ayaklan­maları basit bir vergi ayaklanması olarak görmek çok yanlış olur. Tıpkı 1789 yılındaki Fransız Devrimi'ni tetikleyen olaylar gibi, bu olaylar da yalnızca basit bir vergi sorunu olmak­tan çok uzaktı. Fransız Devrimiyle şekillenen devrimci söylemden ve yakın tarihlerde Türkiye'ye komşu ülkelerde yaşanan olaylardan bi­linçli halk kitlelerinin haberi vardı.

Resim Ekleme

Fransız Devrimi'nin ideolojik söyle­mine ek olarak 1905 ve 1906 yılların­da Türkiye'nin komşusu olan iki ül­kede -Rusya ve İran'da- yaşananlar Türkiye'deki kamuoyunu çok ciddi bir biçimde etkiledi.

1905 yılının ocak ayı başında Rusya'daki huzursuzluk mutlakiyetçi Çarlık rejimini birtakım reformlar yapmaya zorlamış ve he­men tüm yıl boyu süren müzakereler ve kanlı çarpışmalar sonucu 1905 yılı sonları ve 1906 yılı başlarında temsi­li niteliği çok da fazla olmayan, ama mutlakiyetçi rejime "son veren" yeni bir siyasal düzen kurulmuştu.

Bu li­beral deney, ömrü çok uzun olmasa ve 1906 yılı içinde sonu hüsranla bitse de, komşu ülke Türkiye'de ko­nuşulur olmuştu.

Yine 1905 yılının aralık ayında Tahran'da iki tüccarın mutlakiyetçi Şah rejimi tarafından cezalandırılmasını   protesto etme­siyle başlayan olaylar zinciri kısa zamanda çığ gibi büyümüş ve 1906 yılı ortasına gelindiğinde Şah, temsili bir meclis için seçimlerin yapılmasını kabul etmek zorunda kalmıştı.

1906 yılı sonunda yeni anayasa Şah tara­fından imzalanıp meşruti monarşik düzen kurulmuştu. Zamanın yeraltı devrimci propagandasında her iki ülkedeki olaylara atıfta bulunularak Türkiye'de de devrimci bir hareketle temsili bir meclis kurulması için çaba sarf edildiğini biliyoruz.

Bu nedenle, 1906 yılında başlayan vergi ayaklanmaları salt vergi mese­lesinden çok daha önemli bir boyuta sahipti.

Resim Ekleme

O boyut da, siyasal temsil sorununu gündeme getirmesiydi. Artık vergi yükümlüleri, hangi sınıf­tan olursa olsun, hangi vergilerin konacağı kendi rızaları alınmadan, ne miktarda alınacağı kendilerince onaylanmadan ve nereye harcana­cağını bilmeden vergi vermek iste­miyordu. Devlete karşı yürütülecek bir yıkım hareketinde bundan daha doğal ve etkili bir mekanizma düşünülemezdi.

Eğer vergi ayaklanmaları başarıya ulaşırsa devlet aygıtının çarkları dönmez hale gelebilirdi. Pra­tik yönden çok anlamlı ve amaçları açısından son derece tutarlı olan bu hareketin soyut düzlemde "temsil so­runu" olarak adlandırılabilecek "hal­kın yönetime katılması" sorunu ile bağlantısı son derece açık bir biçim­de ortaya koyuldu. Bu, halkı devletin adaletsiz uygulamalarına karşı ayak­lanmaya çağıran bildirilerden birin­de açık olarak ortaya konmaktaydı:

Kişiler devlet katında temsil edilme­den, yani serbest seçimler sonucu oluşturulacak bir meclis toplanma­dan artık kimse vergisini vermeye­cekti. Kısacası, verginin meşruiyeti özgürlükçü düşüncede son derece açık bir biçimde tartışıldığı şekliyle ortaya çıkmıştı -temsil mekanizması olmadan devlet kimseden vergi top­layamazdı. Fransız Devrimi'ni ateşle­yen sorunlardan biri ve belki de en önemlisi, yine aynı şekilde meşrui­yeti sorgulanan vergilerdi.

Klasik bir liberal devrim modeli ola­rak 1789 Fransız Devrimi örnek gösterilecekse, 1908 Devrimi bir anlam­da "geç kalmış" liberal bir devrimdi. 18. yüzyıl sonunda Fransa'da başla­yan ve dalga dalga önce Avrupa'nın diğer ülkelerine, sonra da dünyaya yayılan özgürlükçü düşüncenin so­nucu olarak ortaya çıkmış bir dönü­şümün halkalarından biriydi.

Resim Ekleme

1905'te Rusya'daki devrimin ardından 1906 yılında İran'da gerçekleşen ve mutla­kiyetçi, otokratik rejimlere karşı çıkı­şı simgeleyen devrim çabalarından da konjonktürel olarak hayli etkilenmiş olmasına rağmen 1908 Devrimi'nin "esas" ilham kaynağı 1789 Fransız Devrimiydi. Bu etki öylesine güç­lüydü ki, 1908 Devrimi'nin sloganları bile 1789'daki özlemlerin aynısıydı:

"Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet" -yani "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" ya da Fransızca orijinaliyle. "Liberte, Egalite, Fraternite." Fransız Devrimi'nin bu üç belirgin sloganına Türkiye'deki devrimciler bir de "Adalet" sloganını eklemişlerdi.

11. Abdülhamid dönemi istibdat rejiminin tüm hoşa gitmeyen yönleri arasında, devlet bürokrasisi­nin özellikle yüksek kademeleri içe­risinde, toplumda adalet ve namus inancını sarsan haksızlık ve yolsuz­lukların üstü kolayca örtülemeyecek boyutlara ulaşılmış olması da vardı. "Adalet" kavramının rejim tarafından neredeyse tümüyle içinin boşaltıldığı bir ortamda halkın adalet istemesi en az özgürlük, eşitlik ve kardeşlik istemesi kadar gerekliydi.

Resim Ekleme

Bu sloganlar devrimci hareketi örgütleyen İttihad ve Terakki Ce­miyeti tarafından hazırlatılmış, Makedonya'daki devrim taraftarı her evde, devrim günü sokaklara çıkarılmak üzere saklanan bayrakla­ra işlenmişti ve devrimcilerin neyi amaçladıklarının en açık ve seçik deliliydi. Hem devrimin ilk heyecanlı günlerinde, hem de meclis için yapı­lan seçimlerde bu sloganlar yalnız­ca Türkler tarafından değil, bu yeni ve özgürlükçü düzende kendilerine saygın bir yer edinerek birinci sınıf vatandaşlık haklarının hepsinden yararlanmak isteyen "tüm" yurttaş­lar tarafından da büyük bir inançla ekrarlanacaktı.(AK/EZÖ)

* Aykut Kansu, Ufuk Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

** Makale, Toplumsal Tarih dergisinin 175. sayısında Kansu’nun hazırladığı Devrime Giden Yol ve 1908 Devrimi, başlıklarından oluşan çalışmasının ilk bölümü olarak alıntılanmıştır.  

bianet




Bu ileti en son solcu tarafından 15.06.2015- 17:50 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
solcu
[ kemal ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.01.2014
İleti Sayısı: 1.709
Konum: Ankara
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: solcu
Cevap Tarihi: 15.06.2015- 17:46


1908 devrimi: ‘sınıfsız’ devrimden liberal stratejik ‘esintiler’e

ARİF KOŞAR


23 Temmuz 1908, Sultan II. Abdulhamit’in kendisine karşı yürütülen muhalefetin baskısıyla Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koyduğu tarihtir. Resmi literatürde II. Meşrutiyet ve Hürriyet İlanı olarak geçer. 23 Temmuz, Türkiye'de, 1935 yılına dek Hürriyet Bayramı olarak kutlanmıştır.

Bugün kutlanır veya kutlanmaz; savunulur ya da savunulmaz; 1908 devrimi ve bu tarihten sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki’nin ülkemiz siyasi hayatı ve geleneği açısından önemi yadsınamaz. Dahası, geleneği, değişimleri ve bıraktıklarıyla tarihimizde bir gerçeklik olarak durmakta; ‘mesai’ harcanmayı hak etmektedir.

1908 Devrimi’nin yüzüncü yılını bitirmekteyiz. Yüzüncü yılı dolayısıyla 1908 devrimi üzerinden İttihatçılık-Kemalizm, otoriterlik-darbecilik-demokratlık bağlamında çokça tartışıldı. Üzerine çok şey söylendi, çok şey yazıldı.

Liberal solun, küreselleşmenin ihtiyaçlarına cevap veren, eski ‘takıntılarını’ aşan, darbeci eğilimlerden tümüyle arınmış bir “sol” yaratma yolundaki çabası, ister istemez, 1908 Devrimi’yle de buluşuyor. 1908 Devrimi deyince, liberal solun aklına İttihat ve Terakki iktidarı, yani İttihatçılık geliyor. İttihatçılık deyince de bugünkü darbeciler.

Tarihi, sınıf mücadelesinin dışında, soyut bir demokrasi-otoriterlik çekişmesi gibi yorumlayınca; demokrasinin rafa kaldırılması, bizzat kapitalizmin ihtiyaçlarından, emperyalizmin dizginlerinden boşanmış saldırganlığından değil, faşist eğilimlere sahip askerlerin, bürokratların, ‘darbecilerin’ kendini bilmez bencilliğinden, ‘güç sahibi olma’ psikolojisinden ve (biraz da bilimsellik “katma adına”) darbeci gelenekten kaynaklanıyor.

Yazımızın konusu, “asker-sivil zümre” egemenliği, bürokratik diktatörlük, “askeri vesayet rejimi” vb. tespitlerle sınıflar arası mücadeleyi hesaba katmadan toplumu yorumlayıp teşhisler koyan idealizmin eleştirisi değil. Yalnızca, –ancak yine bununla bağlantılı olarak– tarihi sınıflar üstü bir anlayışla darbecilik ve otoriterlik sorunsalı üzerinden yorumlayarak, tarihi olarak Türkiye’yi burjuvazinin egemen olmadığı (tersine ezildiği) bir toplum olarak tarif eden ve bu kapsamda 1908’i ülkemizde darbeciliğin, darbeci geleneğin ilk halkası olarak damgalayan liberal solculuğun idealizminin eleştirisidir.

***

Taraf gazetesinin sözcülüğünü yaptığı liberal, sözde darbe karşıtı akım ve anlayışlar; esas mücadele edilmesi gerekenin askeri darbe tehlikesi olduğunu, buna karşı gerekirse AKP dahil herkesle ittifak yapılabileceğini söyleyip, ‘gerçek sol’a da bu platformu dayatırken; 1908’i darbeciliğin başlangıcına koyup, günümüz darbecilerini de İttihatçılıkla tanımlıyorlar.

Liberal ‘solcu’lara göre, devleti demokratik olmaktan uzaklaştıran, “normal”den alıkoyan, “1908’den beri ordunun siyasete egemen olması” ve “devleti elinde tutan asker sivil bürokratik mekanizma”dır.[1] Bu anlayışa göre, ‘1908 darbesi’nden Cumhuriyetin kuruluşuna ve günümüze dek ordunun, askeri-sivil bürokrasinin egemenliği söz konudur; siyasal partilerin iktidarı yalnızca ordunun ve bürokrasinin izin verdiği alan içerisinde bir yürütmeden ibarettir. Bugünkü mücadelenin temelini oluşturan da, ‘İttihatçılık’ ve darbecilikle ‘normal’ ve ‘sivil toplum’ arasındaki çelişkidir.

Küreselleşmenin ihtiyaçlarına cevap veren, değişen koşulları ‘gören’ ‘yeni’ ‘sol’un politik çizgisini meşrulaştırmak için tarihin sübjektif bir yorumunu yapmak kaçınılmaz oluyor. Bu yorum içerisinde 1908 önemli bir yer tutuyor. Ve 1908’e düşen de bir “İttihatçı darbesi” oluyor.

Tarih, karşıt güçler arasındaki bir mücadele, Engels’in deyimiyle “sınıflar mücadelesi tarihi” olarak ele alınmaz, 1908 de bu kapsamda değerlendirilmezse, 1908 Devrimi’nden anlaşılan “ordu içinde iyi örgütlenmiş bir grup subayın iktidarı ele geçirme hamlesi” olmaktan öte gidemez.[2]

Liberal ‘sol’un tarihte ve sosyal bilimlerde sebep-sonuç, belirleyici-etken, nesnel-öznel dengesi yoktur. Olayları, olayı isteyen grubun eylemi olarak açıklamak aslında açıklamamak demektir; ancak bu, sıkça kullanılan bir yöntemdir. Tarih biliminde idealizmin çeşitli versiyonlarını kılavuz edinen liberaller içinse, bu, temel bir yöntemdir. Öyle ki; 1908 devrimi “devleti kurtarmak isteyen bir grup subayın darbeci hareketi” olarak yorumlanabilirse, 1789 Devrimi, hürriyet isteyen Jakobenlerin isyanı, 1917 Sovyet devrimi Bolşeviklerin darbesi, 1980 darbesi de darbecilerin ‘darbesi’ olarak yorumlanabilir. Ki yapılan tam da budur. Toplumun, toplumsal işleyişin, toplumsal yasalar, üretici güçler ve üretim ilişkileriyle çelişkisi, bu temelde yükselen siyasal, kültürel, hukuki ve bir bütün olarak manevi hayatın ele alınmasıyla açıklanması yoktur. Çözüm basittir; iktidar, güç, “doğu toplumlarına özgü otokrasi” vb. hırslar, bu gibi hırs sahiplerinin oluşturduğu gelenek darbe yapar, demokrasiyi ortadan kaldırır!

1908 “BURJUVA” DEVRİMİ

Feodal üstyapı üretici güçlerin gelişmesinin önünde ne kadar engel teşkil ederse etsin, kapitalizm, az ya da çok, yavaş veya hızlı bir şekilde ekonomik temele girer ve yayılır. Bu da tüm çelişkilerine ve gerici-feodal kurumlara rağmen bazı reform ve önlemleri zorunlu kılar. Burjuvazi ve burjuva fikirler az ya da çok gelişir; toplumsal aktör olmak için mücadele eder. Bu, Fransa ve İngiltere için ne kadar geçerliyse, Osmanlı gibi doğu toplumları için –daha geç ve daha yavaş olmak kaydıyla– bir o kadar geçerlidir.[3]

Osmanlı topraklarında da gelişen, gelişme mücadelesi veren burjuvazinin, dünyadaki kapitalist dalga ve modern devletlerdeki burjuva düzenlemelerin de etkisiyle, kendi topraklarında egemen olmak, gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmak üzere iktidara sahip olmak, en azından ona yön vermek istemesi kaçınılmazdı. Eşitlik, kardeşlik, özgürlük vb. kavramlar ise, burjuvazinin ekonomik ve politik hedeflerinin argümanları olarak işlev görecekti.

Bir burjuva hareket olarak Jön Türk hareketi, yeni gelişmekte olan burjuvazinin siyasal hedeflerini ifade ediyor; feodal gericilikle –çelişkili ve tutarsız olmakla beraber– mücadele ediyordu. Muhalif gazetelerde II. Abdülhamit’in kurduğu istibdat rejiminin ‘millet’in iradesini yok saydığı, kurulacak bir meclisle Osmanlı ‘vatan’ındaki herkesin kendisini ifade edebileceği ve böylece birliğin sağlanabileceği öngörülüyordu. Bunun ötesinde bir program mevcut olmamakla birlikte, halk yığınlarının öfke ve tepkisini yedeklemek için Balkanlar’da ve Anadolu’da örgütlenme ve propaganda çalışmaları yürütülüyordu.

İstibdada karşı yükselen tepki, liberallerin öne sürdüğü üzere ordudaki subayların maaş alamamaktan kaynaklı tepkisine indirgenemez. Yahut devleti kurtarmak üzere harekete geçen genç subayların coşkulu fedailiklerine. Bu tepki, feodal toplumun belli bir aşamasında, gelişmeye başlayan ticari ilişkilerin, ilkel sermaye birikiminin, kapitalizmin Batı ülkelerinin de etkisiyle hızlanan gelişmesinin yarattığı değişim ve değişen sınıf güç denge ve ilişkilerinin etkisi göz ardı edilerek açıklanamaz. Feodal iktidara karşı elde silah savaşmaya götüren, şu veya bu “yüce fikir”[4] olmaktan öte, burjuvazinin ekonomik ve politik olarak gelişmesi, bu doğrultuda yığınları kendi politik hedeflerine kanalize edebilmesidir.

Saltanat içerisinde yapılan bir sadrazam değişikliğini veya padişah değişimine yol açan bir saray darbesini aşan da, bu sınıfsal talep ve hedeflerle güç kazanan ve belirlenen hareketin, iktidarın sınıfsal bileşiminde yarattığı değişimdir. 1908 Devrimi’yle burjuvazi iktidarda söz sahibi olmuş, en azından feodalite ile iktidarı paylaşmıştır. Mutlakıyet yerini meşruti monarşiye, feodal iktidar yerini feodalite ile bağlarını koparamamış burjuva, başka bir deyişle feodalite ile burjuvazinin iktidarına bırakmıştır. Bu iktidarla beraber feodal devlet yapısında hızlı aşınmaların da önü açılmış, kapitalist yasa ve işleyişler etkinliğini arttırmış, kapitalizmin gelişmesi için –kimi ‘zor’ ve baskıyı içeren– ekonomik ve siyasal önlemler alınmıştır.

Bu değişim bir mücadele ve güç işidir. Nasıl ki, İngiliz Magna-Cartası –safça bir “demokratikleşme hareketi” olmanın ötesinde– burjuvazi ve feodalite arasındaki çıkar farklılıklarını ve mücadeleyi yansıtıyorsa, Fransız İhtilali bu mücadelenin radikal biçimlerde hayata geçmesiyse, 1908 Devrimi de, farklı koşullar ve zaman diliminde, ancak yine burjuvazi –ve burjuvazi tarafından yedeklenen yığınlar– ile feodalite arasındaki mücadeleyi yansıtıyor. Ki, bu içerik, bu içeriğin sonucu iktidardaki nitelik değişimi, 1908’i “darbe”nin ötesine götüren kanalları açıyor, monarşi anayasal monarşiye dönüşüyor.

1908 DEVRİMİ’Nİ KOŞULLAYAN SİYASAL ATMOSFER

1908 Devrimi; 1900’lü yılların başından itibaren halk yığınlarının feodal baskı ve sömürüye, yaşamı dayanılmaz kılan vergilere, saltanatın emperyalistlerin oyuncağı haline gelmesine karşı yükselen tepkisinin birikimi ve sonucudur. Özellikle Balkanlar’daki halkların feodal zorbalığa karşı yükselen ulusal bağımsızlık hareketleri, padişahın yetkisinin anayasa ile kısıtlanmasını savunan demokratik yönelimler, halkın kötüleşen yaşam koşullarına karşı yükselen tepkisiyle birleştiğinde saltanatı oldukça zor durumda bırakacak bir halk muhalefeti gelişiyordu. Yalnızca Balkanlar’da değil Anadolu’nun birçok yöresinde, artan vergilere karşı ayaklanmalar patlak veriyor; istibdada karşı eylemler hızla artıyordu.

1903 yılında koyundan alınan verginin “Hayvanat-ı Ehliye Rüsumu” adı altında tüm ehli hayvanlardan vergi alınması şekilde genişletilmesi ve bütün ülkede gelir düzeyine göre alınacak olan “Şahsi vergi” isimli vergi kalemleri halk tarafından tepkiyle karşılanmış ve bu nedenle uygulanmaları ertelenmişti. 1906 yılı başında bu vergilerin toplanması gündeme gelince, ülkenin birçok yerinde vergilere karşı ayaklanmalar çıktı. Halk yığınlarının içinde mayalanan öfkeyi göstermesi bakımından, 1903-1907 yılları arasında Kahire’de yayınlanan bir Türk gazetesindeki mektupta yeralan ifadeler önemlidir:

“Vergi-i şahsi diye bir şey çıkardılar. Adalet yerinmeden zenginden ne alıyorlarsa fakirden de onu almaya başladılar. Halbuki talimat-ı mahsusasında bizler ile eshab-ı servet (servet sahipleri) tefrik edilmiştir (ayrılmıştır). Hükümet bunu kaale almıyor. Ustaya da 35 kuruş her bulunan çırağa da 35 kuruş vaz ediyor. Eşraf-ı memleket hep, imamet (imamlık) ve hitabet tezvir diye kendilerini bu vergiden istisna ettiriyorlar. Bunu adalet kabul eder mi? Beldemizin en büyük taciri zat-ı vilayetpenahidir. Verginin kısm-ı azamı (büyük kısmı) ondan alınmalıdır. Hal böyle iken kendisi asla para vermiyor. Biz de vermeyeceğiz.”[5]

Zaten ağır olan vergi yükü halkın yaşamını çekilmez kılıyordu. Vergiler bir de yerel yöneticilerin zulmü ve keyfi uygulamaları ile birleşince halkın sırtındaki yük daha da artıyordu:

“O dönemde köylüler üzerinden alınan en önemli vergi, yasal olarak ürünün yüzde 12,5’undan ibaret olan aşar vergisiydi. Bundan başka toprak parçasının değerinin yüzde 0,4’ü oranında topraktan vergi alınmaktaydı. Keçi ve koyun başına 5 kuruş, domuzlardan ise değerinin yüzde 5’i ile yüzde 15’i arasında değişen hayvan vergisi alınıyordu. Yol vergisi (15 yaşından itibaren herkes 4 gün yol yapım ve onarımında çalışmak veya 16 kuruş ödemek zorundaydı), otlak vergisi ve bunlardan başka tütün, tuz vs. gibi dolaylı vergiler de vardı. Özellikle iltizama verme yoluyla tahsil edilen aşar ağır bir vergiydi. Mültezimler, çok büyük ölçüde yolsuzluk yapıyor, sonuçta yüzde 12,5’luk yasal ölçünün dışına çıkılarak köylüden yüzde 30-40 arasında vergi alınıyordu.”[6]

Getirilmek istenen vergilere karşı Erzurum’da iki büyük isyan çıkmıştır. 1906 Şubat’ında toplanan vergilerin mahalli ihtiyaçlar yerine İstanbul’a gönderilmesi ve yerel yöneticiler tarafından çarçur edilmesine, zaten ağır olan vergi yükünün yeni vergilerle ağırlaşmasına karşı gelişen, başını varlıklı tacirlerin çektiği halk hareketi isyana dönüştü. Halkın tepkisini o dönemde Erzurum Yusufeli kazasında kaymakamlık yapan Nedim Ulusalkul şöyle tarif ediyor:

“Kaymakamı bulunduğum Erzurum vilayetinin Yusufeli kazasında, hacı E... adını taşıyan mütegallib (zorba) bir şahıs, her sene devlet aşarını hiç bahsına iltizam etmekte, fakat ahaliden birkaç mislini almak ve karşı gelenleri türlü iftiralarla cezalara mahkum ettirmek suretiyle, kazayı sürekli dayanılmaz bir zulüm ateşi içinde baştan başa yakıp kavurmakta idi. Bu kudreti de, merkezi vilayetteki akrabasından bulunan bir iki mütegallib şahıstan almakta ve büyük kazancından o şahıslara da hisseler ayırmakta idi... Bir taraftan, Yusufeli’nde bu zulümlerle boğuşurken, diğer taraftan bir kanunla ihdas edilen hayvanat-ı ehliye vergisinin tahsili vazifesi ile karşılaşmış idim. Geçimleri yarı yarıya bu hayvanat ile temin eden Erzurum halkına ise bu vergi şüphesiz kaldırılması mümkünsüz ağır bir yük teşkil ettiği için, zahiren affını taleb namı altında, Erzurum ileri gelenleri, ciheti askeriye ile de, aldıkları müzaheret (yardım etme) vaadine istinad ile birleşmişlerdi. Neticesi olarak, yüzlerce halk hemen her gün telgrafhane önünde toplanarak saray ve babıâliye, hayvanat-ı ehliye vergisinden şikayet telgrafları yağdırmaya başlamışlardı.”

İsyanı yatıştıramayan, ordunun hayırhah tutumu nedeniyle de bastıramayan hükümet, valinin görevden alınmasını ve vergilerin ertelenmesini kabul etmek zorunda kaldı. Ancak yeni gelen vali 1906 sonbaharında Şubat isyanına karışanları tutuklamaya başlayınca, yeni bir isyan patlak verdi. İsyana –Şubat 1906’da olduğu gibi– Müslüman Türkler ve Hıristiyan Ermeniler kitleler halinde katıldı ve ortak mücadele verdi.[7] İsyanı örgütleyen, Erzurum yerelinde kurulan Canveren isimli bir Jön Türk örgütüydü. İsyan, giderek vergileri ve yerel yönetimi aşan bir boyuta ulaşıp, merkezi hükümeti hedef aldı. İsyan, 1907 Mart ayında isyancıların taleplerinin bir kısmının kabul edilmesi ve hükümet güçleri tarafından bastırılmasıyla son buldu. Ancak bölgede isyanlar 1908’e kadar devam etti. Bu sırada, İzmir, Samsun, Kastamonu, Bitlis, Musul, Van, Diyarbakır, Sinop ve Trabzon’da da tepkiler, isyanlar ve istibdat karşıtı propaganda yükseliyordu.

Ezilen uluslar da, yükselen siyasal atmosfere ulusal örgütlerinde toplanarak katkıda bulunuyorlardı. Ermeni, Bulgar, Sırp, Makedon, Arnavut ve Arap milliyetçileri, Osmanlı’nın feodal-ulusal baskı ve zorla bir arada tutma politikalarına karşı kendi ulusal devletlerini kurmak için mücadele veriyorlardı. Özellikle Ermeni, Bulgar, Makedon milliyetçileri, Osmanlı hükümetini zor durumda bırakacak şekilde güçleniyor ve eylemlerini arttırıyordu.

19. yy’ın başlarından itibaren sayıları artan kapitalist işletmelerde çalışan işçi sınıfı, imparatorluğun ekonomik durumunun bozulmasıyla daha kötü koşullarla karşı karşıya kaldı. Uzun saatler düşük ücretlerle çalışan, dahası çalıştıktan sonra aylarca ücretlerini dahi alamayan işçiler, 1908 yılını ülke çapında grevlerle karşıladı.

Feodal ataerkil ilişkiler içerisinde söz sahibi olamayan kadınlar, Jön Türk örgütlerinde doğrudan bulunmasalar ve etkinlikleri çok sınırlı da olsa, eşitlik talebiyle 1908 öncesi yükselen siyasal atmosfere katkı sunuyorlardı.

Kafaları çokça karıştıran bir olgu da, özellikle Balkanlar’da bulunan Osmanlı ordularındaki siyasal kaynaşmadır. Orduda subayların maaşlarını düzgün alamaması, kötü koşullarda görev yapmak zorunda kalmaları, rüşvet, adaletsizlik, adam kayırma, ezilen ulusların milliyetçi hareketleriyle yüz yüze gelme, bu bölgede konumlanan ordulardaki Jön Türk propagandasını ve etkinliğini arttıran etkenler oldular. Böylece ordu içindeki subaylar 1908 devriminde küçümsenmeyecek derecede önemli bir rol oynadılar.

1908 Devrimi’ni etkileyen dış etkenler de mevcuttu. Fransız Devrimi’nin başlattığı “hürriyetçi” dalga Osmanlı aydınlarını etkisi altına almıştı. 1948 devrimleri ve 1871 Paris Komünü, Jön Türk hareketinin gelişmesinde (önceli olan Yeni Osmanlılar üzerinde) etkili olmuştu. Ancak asıl dikkate alınması gereken etkenlerden birisi, 1905 yılında Rusya’da feodal Çarlık rejimine karşı halk yığınlarının büyük ayaklanmasıydı. Bu ayaklanma bastırılmasına rağmen, Çarlık, göstermelik de olsa bir Duma meydana getirmek zorunda kalmıştı. Osmanlı aydınlarının gözü de buradaydı. Rus Devrimi’nin yarattığı rüzgâr Jön Türkleri de etkilemiş, halkın “hürriyet” talebini yükseltmişti.

1908 Devrimi, halk yığınlarının değişim isteğini ifade ediyordu. 1908’in siyasal atmosferinin hazırlanmasında Anadolu’da ve Balkanlar’da yükselen halk tepkisi ve dönem dönem patlak veren isyanlar belirleyiciydi. 1908’in Hürriyet kahramanı olarak adlandırılan Resneli Niyazi ve Enver Paşa, tam da böyle bir atmosfere yaslanarak dağa çıkıp saltanata ültimatom verdiler.

Nesnel temel, kapitalizmin Osmanlı topraklarına girmesi, genç burjuvazinin ekonomik ve politik ihtiyaçları ile düzende değişiklik sağlama ihtiyacı, yani kapitalist ilişkilerin gelişmeye başlaması ile eski feodal üstyapı kurumlarının bu gelişmenin önünde engel durumuna gelmesiyse; öznel temel de, ezilen ulus hareketlerinin, dinsel azınlık hareketlerinin ve yaşam koşullarına, vergilere karşı genel halk tepkisinin yükselmesi ve bu yükselişi iyi değerlendiren İttihat ve Terakki örgütünün varlığı idi.

ÜST TABAKA DEVRİMİ

Ezilen ulus hareketlerinin varlığı, İttihat ve Terakki’nin ezilen ulus hareketleriyle –en azından bir kısmıyla– kurduğu ilişki, halkın vergilere karşı tepkisi, işçilerin hak alma mücadeleleri, elbette, 1908’i Fransız devrimi gibi kökten ve radikal bir burjuva devrim haline getirmeye yetmiyordu. 1908, talepleri, sloganları benzeşmekle beraber, devrime sınıfların katılımı, ekonomik ve siyasi hedeflerin kapsamı bakımından önemli farklılıklar içeriyordu.

Mesela, Fransız devriminde alt tabaka burjuvazi ve küçük burjuvazi ağırlıklı olarak devrime katılmış, kendi ekonomik ve politik taleplerini egemen kılmış, böylece feodalite ile radikal bir kopuşun nesnel temellerini sağlamıştır. Sağlamıştır, çünkü feodalizmin bağrında, onunla karşıtlık halinde gelişen ve henüz işçi ve emekçilerin muhalefetiyle de karşılaşmamış, sonrasında dünya kapitalizminin gelişimine (İngiliz burjuvazisiyle beraber) önderlik edebilecek güçlü bir burjuvaziye sahiptir. Fransız devrimi de, bu burjuvazinin önderliğinde ve geniş halk yığınlarının senyörlerin ve kilisenin topraklarına el konulması, ülke içindeki sınırların kaldırılması, soylu ayrıcalıklarının lağvedilmesi, cumhuriyet ve hukuksal eşitlik hedefiyle gerçekleştirilmiştir.

1908’de Meşrutiyet’in Manastır’da fiili olarak kurulması ve Balkanlar’da hükümetin inisiyatifini tamamen kaybetmesi Saray’ı elbette güç durumda bırakmıştır. Ancak 1908 Devrimi, buna rağmen halk yığınlarının yaygın bir ayaklanma ile iktidarı devirmesi, bir halk ayaklanması sonucunda iktidarın el değiştirmesi veya burjuvazinin halk ayaklanmasını yedekleyerek iktidarı alması şeklinde gerçekleşmemiştir. Saraya yönelik –kuşkusuz bir dizi isyan ve yerel ayaklanmanın da oluşmasını etkilediği– baskıların artması ile Saray’ın kendi iktidarını devam ettirmek adına geri adım atmasıyla, uzlaşma ile, yani asıl olarak “aşağıdan” bir ‘halk devrimi’ olmaksızın, bir üst tabaka burjuva devrim olarak gerçekleşmiştir. Lenin “halk devrimi” kavramını tartıştığı Devlet ve Devrim adlı eserinde 1908 devrimiyle ilgili şöyle der:

“Örnek olarak 20. Yüzyıl devrimleri alınırsa, Portekiz ve Türk devrimlerini [1908 devrimi kastediliyor -ç.] burjuva devrimleri olarak kabul etmek besbelli kaçınılmaz bir şey olacaktır. Ama bu devrimlerin her ikisi de ‘halk’ devrimi değildir; çünkü halk yığınları, halkın geniş çoğunluğu, kendine özgü ekonomik ve siyasal istemlerle, etkin, bağımsız ve hissedilir bir biçimde, bu devrimler içinde görünmezler.”[8]

“Halkın geniş çoğunluğu”   “bağımsız ve hissedilir bir biçimde” bu devrimlere katılmamış, başta Balkanlar olmak üzere Anadolu’nun bazı bölgelerinde yükselen halk hareketi burjuva devriminin organik bir parçası olamamış; zaten 1908 Devrimi –kuşkusuz en başta önderliği– de bu hareketleri kapsamak gibi bir hedefe sahip olmamıştır. Bu nedenle, Lenin’in de belirttiği gibi, 1908 Devrimi bir halk devrimi olmayıp üst tabaka burjuva devrimidir.

Ancak bir halk devrimi, tabandan gelen ayaklanmayla yükselen bir burjuva devrim olmaması, 1908’in bir darbe olduğu anlamına da gelmez. Ancak üst tabaka devrimi olmanın sancıları, çelişki ve tutarsızlıklarını içinde barındırır. 1908 Devrimi’yle iktidara gelen, ona önderlik eden feodal burjuvazinin örgütü olan İttihat ve Terakki, halk yığınlarının taleplerini ilerletmek, iktidara geldiğinde halk hareketinin gücüyle talepleri yaşama geçirmek bir yana halk hareketi karşısında üstenci, sorunları halkın dışında ele alıp çözümleyen, hatta giderek, yükselen halk hareketine karşı savaşan, onu bastıran bir rol oynamıştır.

Bir üst tabaka örgütü olan İttihat ve Terakki, tam da bu nedenle, darbeciliğe yol açan, üstten kotarıcı, halk hareketine kuşkuyla yaklaşan eğilimlere sahipti. Dahası Ahmet Rıza ile birlikte İttihat ve Terakki’ye yarı-bilinçli, yarı-kendiliğinden pozitivist felsefe egemen olmuştu. Pozitivist İttihatçı anlayış, halk yığınlarının devrimci hareketine kuşkuyla yaklaşıyor, onu düzen ve ilerlemeyi bozan bir olgu olarak görüyor, halkın bizzat kendini yönetmesi yerine bilime hakim, bilgiye sahip ayrıcalıklı bir azınlığın yönetimi ve bu azınlığın halkı eğitmesiyle düzen ve ilerlemenin sağlanacağını, böyle “akıllı idareciler”in varlığıyla Osmanlı bütünlüğünün korunacağını düşünüyordu.

Ancak buna rağmen İttihat ve Terakki yine de bir devrim örgütü olarak doğuyor, halk yığınlarının taleplerini formüle ediyor ve arkasına istibdat karşıtı halk muhalefetini alarak II. Meşrutiyetin ilanına önderlik ediyordu. Padişaha isyan edip dağa çıkan İttihatçı Resneli Niyazi, Enver Paşa vb. Hürriyet Kahramanı ilan ediliyor ve halk tarafından coşkuyla karşılanıyordu.

1908 sonrası doğrudan iktidara gelmeyen ancak iktidarı denetimi altına alan İttihat ve Terakki, halk hareketine karşı üstenci ve düşmanca bir tavır almış, grevleri yasaklamış, basın ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldırmış, muhaliflerine karşı kanlı bir terör uygulamasına girişmiştir. Komitacı bir anlayışla, aslında çok da farklı şeyler söylemeyen muhalifler ‘vatan haini’ olarak damgalanmış, suikastlarla öldürülmüşlerdir. İktidarı kontrol altında tutarken, fedailerin eylemleri ve tehditleri önemli bir işlev üstlenmiş, gerektiğinde bu fedailerle iktidar doğrudan ele alınmıştır.[9]

Ancak mesele, İttihat ve Terakki’nin darbeciliği besleyen, komitacı eğilimlere sahip olup olmadığı değildir. Elbette, İttihatçılarda böyle eğilimler vardır. Liberallerin 1908 ve İttihatçılarda gördükleri, yalnızca bu darbeci, otoriter ve anti-demokratik eğilimlerdir. Ancak, bütün bunlar, yukarıda değindiğimiz feodal gericiliğin baskı ve tahakkümünden kaynaklı yükselen halk hareketi ve saltanat ve mutlak monarşiyle dönem dönem radikal silahlı mücadelelerle kendini gösteren ve buna burjuvazinin önderlik etmesiyle gerçekleşen devrimi basit bir darbeye indirgemez. İttihatçıların 1908 devrimine kadar ilerici ve demokratik bir mücadele içerisinde oldukları, yine aynı özellikleri taşıyan bir devrime önderlik ettikleri, darbeci eğilimlerinin eğilim olarak kaldığı gerçeğini değiştirmez.[10]

Dahası günümüz darbecilerinin İttihatçılık ve Kemalizmle suçlanması da doğru değildir. Ne Kemalizm ne de İttihatçılık başlangıcından sonuna değişmez olmamış, farklı koşullarda farklı biçim ve içerikler kazanmıştır.

Örneğin günümüz darbeciliğinin, ülkemizdeki İttihatçı gelenekle ilgisi yok mudur? Şüphesiz vardır. Günümüz darbecilerinin Türkçü ve ırkçı görüşlerinin yahut Türkiye’deki milliyetçiliğin İttihatçılıkla ilgisi yok mudur? Vardır, tersini kolay kolay kimse inkar edemez. Ancak her şeyin bir başı, gelişmesi ve sonu vardır. İttihatçılık, daha doğru bir ifadeyle İttihat ve Terakki örgütü kurulduğunda Türkçü değil Osmanlıcıydı[11]. Tüm Osmanlı milletlerinin birliğini savunuyor; Türk milliyetçiliği dahil tüm milliyetçiliklerin bu birliğe zarar vereceğini öngörüyordu. İçinde Türkçü, hatta İslam birliğini savunan eğilimler de vardı. Bu eğilimler, İttihatçılardaki Osmanlıcı genel çizgiyi değiştirmiyor, ancak geleceğe dair işaretler veriyordu. Örneğin 1908 Devrimi sonrası farklı uluslardan ve dinlerden insanlar bir araya gelmiş, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler, Türkler, Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar, Makedonlar ve diğer uluslar kucaklaşmış, ortak kutlamalar düzenlemişlerdir.

1908 Devrimi, liberallerin tanımladıkları gibi, Türkçü bir darbe, İttihatçılar da Türkçü değildiler.[12] Günümüz darbecilerinin de, Türkçü milliyetçilikleri üzerinden, 1908 Devrimi’ne katılan İttihatçılarla eşitlenmesi doğru değildir.

Benzer şekilde, İttihatçılarda her zaman darbeciliğe yol açacak eğilimler mevcuttu. Ancak 1908’in devrimci atmosferi içinde, İttihatçılar, halk yığınlarının istibdat karşıtı tepkisini yedekleyerek ve devrimin en örgütlü gücü olarak ona önderlik ettiler. Darbeci eğilimleri, devrimin genişlemesini, halk yığınlarının devrimci hareketinin ilerlemesini engelleyici bir rol oynamıştır, ama devrimi “darbe”ye çevirmemiştir. Devrim, İttihatçıların ötesindedir, onların eğilimleriyle belirlenemeyecek kadar nesnel bir gerçeklik ve tarihin devindirici gücüdür. Günümüz darbecilerinin de 1908 devrimini gerçekleştiren İttihatçılıkla suçlanması çocukluk olmasa bile liberal mayhoşluktur.[13] Günümüz darbecileri, –sınıf niteliklerinin farklılığı bir yana bırakılırsa– 1908’i çoktan arkasında bırakmış olan ve Alman işbirlikçiliğine sürüklenerek Osmanlı’yı da Almanya’nın peşinden savaşa sürükleyen iktidara çöreklenmiş Enver Paşa’ya benzerler. Ama henüz 1908’e koşan, hürriyet için mücadele eden ve mutlakiyete karşı dağa çıkan Enver Paşa’ya hiç benzemezler.

Peki, liberallerin darbecileri İttihatçılıkla suçlamalarının, 1908’i, hatta 1923’ü birer darbe olarak adlandırmalarının sebebi nedir? Nedir bu 100 yıl öncesinin düşmanlığı?

Liberallerin asıl derdi, darbe ve darbeciler değil. Her türlü devrim ve devrimcilere düşmandırlar. Liberallere göre, küreselleşmeye uyum sağlamış, değişen koşulları kavramış, burjuvaziyle anlaşma ve uzlaşma içinde yaşamayı kabul etmiş “yeni sol”; emperyalizm “takıntı”sından vazgeçecek, düzeni, liberal piyasayı etkileyecek her türlü düzensizliğe ve halk hareketine karşı çıkacak; böylece demokrasimiz alabildiğine gelişecektir. Böyle bir anlayışta, bırakalım sosyalist devrimi, emperyalizme karşı verilecek mücadeleye yahut demokratik bir mücadeleye dahi yer yoktur. Lafın doğrusu devrime yer yoktur.

Liberal solun kavgası devrimledir, devrim fikriyledir. Bu yüzden 1908’e karşıdır, bu yüzden 1923’e karşıdır; onları darbecilikle suçlamaktan yanadır; ağacı orman olarak yorumlamaya, öznellikteki eğilimleri nesnelliğe boca etmeye açıktır. Kemalizm’le kavgası, liberal yönelimleriyle, burjuva diktatörlüğü kurmasından değil, cılız da olsa anti-emperyalist ve devrimci yönüyledir.

Tarihten devrimi çıkarmak için, devrimi ve devrimde yer almış her şeyi baştan sona yok saymaktır liberalin derdi. Böyle olunca 1908 de, İttihatçılık da, Kemalizm de yalnızca darbecilik sayılmaktadır!

1908 DEVRİMİ VE SONRASI[14]

Her burjuva devriminin özelliğidir gericiliğe, karşı devrime dönüşmesi. Sosyalizmle taçlandırılmayan her burjuva/demokratik/anti-emperyalist devrim, sınıfsal niteliği gereği, emekçiler üzerinde bir diktatörlüğe varır. Hatta devriminin hedefleri ve özlemleri olan burjuva reformları bile tam anlamıyla yaşama geçiremez. Tutarlı bir demokratik ve anti-emperyalist devrim ancak işçi sınıfının önderliğinde ve sosyalizme yol alarak gerçekleşebilir. Diğer alternatifler, önünde sonunda emperyalizme ve gericiliğe bel bağlanmaya götürür.

En ‘radikal’ ve kökten olarak nitelendirilen Fransız burjuva devrimi dahi, içindeki radikal unsurları tasfiye edip uzlaşmacı bir döneme girmiş, kapitalizm sınırlarında kalındığı sürece özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarının yalnızca burjuvazi için gerçekleşebileceğini göstermiştir. Emekçi halka düşen ise, baskı ve sömürü olmuştur. İşçi sınıfının önderliğinde gerçekleşmediği sürece, bu, burjuva devriminin kaçınılmaz sonucudur.

1908 Devrimi’nin –bir burjuva devrimi olması dolayısıyla– iktidara getirdiği İttihat ve Terakki, işçi sınıfı ve emekçilere sırtını dönmekte gecikmedi. 1908 Devrimi’nden sonra yükselen işçi hareketlerini ve grevleri engellemek, yeni hükümetin ilk icraatlarından birisi oldu. 1908 Devrimi’nin öncesinde ezilen uluslarla kurulan –sıkıntılı ve pragmatik de olsa– diyalog, yerini giderek ezilen uluslara karşı düşmanlığa bıraktı. Emperyalizme, özellikle Alman emperyalizmine bağımlılık, Osmanlı’nın sonunu getirecek derecede arttı.

İttihat ve Terakki, 1908 Devrimi’nden önce Fransız Devrimi’nin ideallerini sloganlaştırırken, devrimden sonra bu ideallere karşı savaştı. Nesnel koşullar ve örgütün konumu değiştikçe, 1908 öncesi ilerici misyon, yerini gericiliğe bıraktı. Burjuva devrimi olmaktan, hele tepeden, uzlaşma yoluyla meşrutiyetin getirilmesinden kaynaklı, radikal burjuva demokratik reformların gerçekleşmesi bir yana, sınırlı, uzlaşmacı ve ılımlı reformlar, halkların baskı altına alınması, toplu sürgünlerle katledilmesi, muhalefetin yasaklanması, feodalizmle uzlaşma ve Alman emperyalizmiyle girilen işbirliği ilişkisi ile gerilerde bırakıldı. 1908 Devrimi’nin yarattığı atmosfer, geçici de olsa basın özgürlüğünü, işçi ve emekçilerin grevlerini, hatta kadınların eylemlerini gündeme getirip, padişahın yetkilerinin azaltılmasını sağlasa da, kitlelerden uzaklaşan, muhalifleri katleden, emperyalizmle yakınlaşıp gericilikle işbirliği yapan İttihat ve Terakki iktidarıyla son nefesini verdi.

1908 ÜZERİNE SONSÖZ

Tarihi kendi duyarlılıklarına göre yeniden yazan liberal tarih yazını için, 1908 Devrimi, ordunun iktidara müdahalesinden ibarettir. Bu anlayışta, sınıfın, ezilen halkların ve yığınların mücadelesi, gericiliğe karşı ayaklanması yoktur. İttihat ve Terakki’nin ilerici, farklı uluslardan halkları birleştiren –en azından birleştirmeye çalışan– demokratik mücadelesi yoktur. Bu mücadele, ancak ikincil, arızi ve ‘büyük adamların’ düşüncelerini destekleyici olgular olarak görülür. Buna göre; 1908 Devrimi de, feodalizmle bağlarını koparamamış burjuvazinin kendi ekonomik ve siyasal çıkarları doğrultusunda halk yığınlarının zayıf ve örgütsüz eylemlerini kendi siyasal hedeflerine kanalize etmesiyle gerçekleşen bir devrim değil, ordunun, ordu içinde örgütlenmiş komplocu/komitacı İttihat ve Terakki örgütünün iktidara gelme hamlesidir. Sınıflar üstüdür; niteliğini, sınıfsallıktan değil, komitacılıktan, orduculuktan, askeri bürokratlık ve militarist anlayıştan alır. Böylece, 1908’den Cumhuriyete ve günümüze kalan da, burjuvazinin diktatörlüğü değil, askeri bürokratik diktatörlük, egemen olan da, sınıf olarak burjuvazi değil, ordunun denetiminde askeri-sivil bürokrasi; solculara düşen ise, bu askeri, bürokratik, İttihatçı geleneği –‘kimle olursa olsun’, gerekirse işbirlikçi tekelci burjuvaziyle, onun AKP türü partileriyle– tasfiye etmek olur.

Aslında, liberaller, çokça eleştirdikleri resmi tarih yazınıyla, sınıflar mücadelesini reddederek buluşurlar. Tezlerinin kökü aynıdır; idealist tarih anlayışına dayanır. İkisi de, 1908 Devrimi’ni sınıflar üstü[15] ordu eylemi olarak görür. Ancak liberal solcular ordunun eylemini kötülerken, resmi tarihçiler 1908’i ordunun devrimci-ilerici misyonu olarak kabul ederler. Liberal solcular askeri-sivil zümreyi otoriterlikle, militaristlikle suçlarken, resmi tarihçiler askeri sivil zümreye devrimcilik, halkçılık payesi biçerler. Tespit aynıdır; sınıflar üstü yönetim anlayışı, sınıflar üstü iktidar; sadece ortak tespitten hareketle farklı yorumlar yapılır.

Liberal sol tarih yazıcılığının temel tezleri, tarihi sınıf mücadeleleri tarihi olarak değil, bürokratların, sınıflardan –‘özne’den– kopuk fikirlerin mücadelesinin tarihi olarak yorumlamaya dayanmaktadır. Bu liberal anlayışa göre, tarih; karşıt sınıfların mücadelesine değil, dönemsel karşıt fikirlerin mücadelesine, öne çıkan bireylerin ve örgütlerin öznel hedef ve görüşlerinin münakaşasına dayanmakta; tarih de böylesine yürümektedir!

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önderliğini yaptığı 1908 Devrimi, ülkemiz topraklarında gerçekleşen bir –liberallerin çok korktukları– devrimdir. Esas olarak halk yığınlarının mücadelesini kapsayamaması, aşağıdan büyük bir dalga ile ilerletilmemesi eksikliğidir, üst tabaka devrimi olmasının kaçınılmazlığıdır; ancak 1908, iktisadi ve siyasal yönleriyle bir devrimdir. Günümüz darbecilerin böyle bir İttihatçılıkla ilgisi yoktur, olamaz. Darbecilerin “İttihatçılığı” 1908 Devrimi sonrasında, karşı-devrimin yürütücülüğünü üstlenen bir İttihatçılıktır olsa olsa. Liberaller, İttihatçılığı, toptan karşı devrimci, toptan darbeci ilan ederken, lafzından dahi ürktükleri devrimi –darbeye indirgeyerek– hafızalardan silmeye, tarihi devrimsiz olarak yazmaya çalışıyorlar.

Bu yaklaşımla sözde hedef alınan, –sınıflar mücadelesinin dışında bırakılan– otoriter, askeri, bürokratik anlayış ve bu anlayışlardan beslenen, yaklaşım sahiplerine göre “askeri vesayet rejimi”, “askeri bürokratik diktatörlük” olarak adlandırılabilen Kemalist askeri-siyasal tutum ve etkin durumdaki anlayışlardır. Mesele sınıf mücadelesinin dışında ele alınınca; mücadele veya değişim dinamiklerinin de sınıf mücadelesinin dışında, fikir dünyasında, fikirlerin münakaşasında, sınıflardan bağımsız olarak sürdürülen kutuplaşmada aranması olağandır. Böylece idealist tarih yazımından beslenen liberal-sivil toplumcu siyasal yaklaşımlar için, “askeri, bürokratik egemenliğe karşı mücadele”de AKP ile açıktan veya el altından ittifak da kaçınılmaz ve problem oluşturmaz oluyor.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] http://www.taraf.com.tr/yazar.asp?mid=1084

[2] Resmi tarihçilerin de söylediği budur. Buna göre; ordu içinde örgütlenmiş bir grup vatansever subay, devletin kötü gidişatı karşısında vatanı kurtarmak için halk desteğini de arkasına alıp “hürriyet” idaresini getirir.

[3] Doğu toplumlarında sermaye birikiminin özel ellerde toplanması ve kapitalizmin gelişmesinin, Batı toplumlarına göre daha geç olmasının elbette ekonomik ve tarihsel sebepleri vardır. Bu ayrı bir tartışmanın konusunu oluşturmaktadır.

[4] “Devleti kurtarmak”, “vatanı korumak” vb fikirler İttihatçıların öznel dünyalarında önemli birer mihenk taşıydı.

[5] “Kastamonu’da Hareket-i İhtilalkarane”, Kahire, 8 Mart 1906, Sayı: 121, içinde: Kars, Belgelerle 1908 Devrimi Öncesi Anadolu, s. 64.

[6] Prof. Dr. Coşkun Can Aktan, Araş. Gör. Dilek Dileyici, Araş. Gör. Özgür Saraç; Osmanlı Tarihinde Vergi İsyanları, http://www.canaktan.org/canaktan_personal/canaktan-arastirmalari/maliye-tarihi/osmanli-isyan.pdf

[7] Tutuklananlar arasında Müslümanlar olduğu gibi Ermeniler de bulunuyordu. Hareket, Ermeni ve Müslümanları yerel ve merkezi yönetime karşı isyanda buluşturmuştu.

[8] Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları

[9] 1913 Babıali baskınıyla İttihat ve Terakki, iktidarı bizzat ele almıştır.

[10] Halk hareketini örgütler yaratmaz. Halk hareketinin önüne koyduğu hedefler ve sloganlar da keyfiyetin icrası olmaktan ziyade nesnelliğin yansımasıdır. 1908 Devrimi, onu yaratan nesnellik; bu yazının başından beri vurguladığımız sınıf mücadelesinin sonucu olarak değişen iktidar yapısı ve ekonomik yönelimlerle göz önünde bulundurulduğunda, öznelliğin bazı eğilimleri üzerinden darbe olarak adlandırılamaz.

[11] Kurucuları, Dr. İshak Sukûtî, Dr. Abdullah Cevdet, İbrahim Temo ve Şerafettin Mağdumî'den hiçbiri Türk değildi.

[12] 1908 Devrimi’nden sonra İTC içindeki Türkçü eğilimler güçlenmiş, özellikle ezilen ulusların Osmanlı’dan tek tek kopmasıyla Türkçülük giderek egemen duruma gelmiştir.

[13] Günümüz darbecilerinin elbette İttihatçı gelenekle ilgisi vardır. Ancak belirttiğimiz, 1908’i gerçekleştiren İttihatçılıkla ilgilerinin bulunmamasıdır.

[14] Başlık ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte, konunun anlaşılması açısından değiniyoruz.

[15] 1908 devrimi öncesindeki halk isyanlarını, işçi sınıfı ve ezilen ulusların eylemlerini, burjuvazinin hamlelerini sınıf mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirmek yerine tarihi çizen bürokratların veya örgütlerin destek aldığı ikincil olaylar olarak görürler; böyle demeseler de tezlerinin özünü oluşturan böyle bir yaklaşımdır.


özgürlük dünyası




Bu ileti en son solcu tarafından 15.06.2015- 17:49 tarihinde, toplamda 2 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 30.10.2017- 11:10


Başlangıcını 1908 ve tepe noktasını 1923 olarak aldığımızda gerçekleşen devrimler burjuva devriminden başka bir şey değildir. Solcular açısından devrimin burjuva devrimi olması önemsiz olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Ayrıca ülkede burjuva sınıfının olup olmadığı, ne kadar olduğu tartışması bir yana sürecin kapitalizmle sonuçlanması, gerçekleştirilenler yani nesneliğe bakıldığında pratikte gerçekleştirilenlerin sınıfsal niteliğidir devrimin burjuva devrimi olması. Devrimi gerçekleştiren kadronun küçük burjuva olması da devrimin sınıfsal niteliğinin burjuva olduğu gerçeğini değiştirmez. Ne var ki, tekrar edelim ve altını kalınca çizelim. Türkiye'nin 1923 devrimi Fransız 1789 devrimin bu topraklardaki vücut bulmuş halidir. Türkiye'yi doğusundaki gerici yapılanmalardan ayıran şey de önce 1923 ve sonra 1960'dır. Bu süreci kavrayamayanın solcu-sosyalist olabilmesi de mümkün değildir. Ne yazık ki, 84'den sonra ülkedeki gelişmeler, kürt ulusalcılığının yükselişi ve Türkiye solunun gerileyişi böyle bir cumhuriyet ve kazanımlarını küçümseyen, küçümsemek de doğru bir söz değil belki, ona düşmanca yaklaşan   bir zihinsel yapı ortaya çıkardı. Dinci gericiler, sağı ve solu ile liberaller, kürt elitleri böyle bir iklimin oluşmasında önemli roller üstlendiler. Sanaldaki sözde solcular da aklı sıra bu sürece marksist (!) bir yorumla katıldılar :)

Heyhat; farkında değiller bilinçleri bu zırvalıkları yayanlar tarafından oluşturuldu.
Onlar hala Marksist olduklarını sanıyorlar!




Bu ileti en son melnur tarafından 30.10.2017- 16:05 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör 1908 Devrimi 109 yaşında... melnur 1 4305 30.10.2017- 10:30
Konu Klasör Solda Türk kompleksi! melnur 1 666 04.11.2022- 05:00
Konu Klasör Türk halkının sağcılığı ve 'Osman Ağa'... melnur 1 3356 05.05.2019- 05:25
Konu Klasör Türk-İslâm Sentezi, Siyasal İslâmcılık ve kutuplaştırma siyaseti üzerine... melnur 1 1381 29.03.2021- 08:27
Konu Klasör Ekim Devrimi (Rus Devrimi - Bolşevik Devrim) spartakus 0 5147 22.08.2015- 13:51
Etiketler   1908,   Jön,   Türk,   Devrimi
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS