SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Terör işte budur!-Haluk Yurtsever           (gösterim sayısı: 3.608)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
denizcan
[ devrimci ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.12.2013
İleti Sayısı: 2.431
Konum: Trabzon
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: denizcan
Konu Tarihi: 10.10.2015- 23:22


Terör işte budur!-Haluk Yurtsever

Diyarbakır ve Suruç’tan sonra Ankara…

Birbirini birkaç ay arayla izleyen, aynı tipte, aynı doğrultuda üç vahşi cankırımı…

Her savaş, her silahlı çatışma, her silahlı mücadele “terör” değildir. Egemenler, terör terimini, karşıtlarını kriminalize etmek ve bu kavramın asıl anlamını gizlemek için bu genişlikte kullanıyorlar.

Terör, sınırlı sayıda savunmasız, silahsız, masum insana dehşet verici dozda şiddet uygulayarak kitleleri korkutmayı, yıldırmayı, pasifize etmeyi amaçlayan bir psikolojik savaş yöntemidir.

Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamları, aynı doğrultuda tipik terör operasyonlarıdır. Amaç, korku ve yılgınlık yaymaktır.

10 Ekim tetikçilerinin kim olduğu henüz belli değil. Olayın bireysel “suçlu” profili o kadar önemli de değil.

Değil, çünkü, bu vahşete hangi siyasetlerin yol verdiği, elde edilmek istenen sonucun ne olduğu, topluma hangi mesajın verildiği o kadar açık ki…

Ankara terörü, çıplak diktatörlük doğrultusunda cüretli bir adımdır. Kanı, kaosu (ölümü) gösterip, halkı demir yumrukla sağlanacak “istikrar” ve “huzur”a (sıtmaya) razı etme, sindirme girişimidir. Topluma, “güzellikle olmazsa zorla” mesajıdır.

Mesajı görmek, hedefi daraltmak, güçleri birleştirmek, mücadeleyi büyütmek zamanıdır.  




Bu ileti en son denizcan tarafından 10.10.2015- 23:23 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 13.10.2015- 08:58


Somutun diyalektiğinde düzen ve Erdoğan
Haluk Yurtsever  


Erdoğan’ın durumu, “devlet benim” diyen devrim öncesi Fransa kralı 14. Louis’ye de, 1852’de cumhurbaşkanıyken   bir “sivil darbe” ile iktidara el koyan Bonaparte’a da benzetilebilir. Nereden baktığınıza bağlı.

Erdoğan-devlet bütünleşmesi, geçen yazımda belirttiğim gibi, bir yandan, devlet gücünün tek adamdaki yoğunlaşmasını anlatıyor. Ama aynı olgu, devletin tüm toplumu temsil ettiği iddiasının zayıflamasına, daralmasına yol açıyor.   Bu çelişkili ilişki, devrimci olanaklarla faşizm tehlikesinin iç içe geçtiği bir durumu anlatıyor.

Bu yazıda, Erdoğan-düzen-devlet ilişkisinin ve ülkedeki durumun somut çözümlemesini yapmayı deneyeceğim.

Başlarken iki not düşmek istiyorum:   Birincisi, 13 yıllık AKP dönemini, 1930’larda başlayan, süreklilik ve kopuşlarla, etki ve tepkilerle yol alan tek bir sürecin kritik bir uğrağı olarak ele almanın, “karşı devrim” ve numaralı cumhuriyet yaklaşımlarından daha doğru olacağını düşünüyorum. Burada tartışmasına girmiyorum. İkincisi, emperyalist devletlerin, küresel sermayenin ve Türkiye egemenlerinin Erdoğan’sız , “liberal” ya da “sosyal-demokrat” soslar katılmış bir AKP düzenine geçişe hazırlandıkları, Kürt hareketinin de böyle bir geçişin tamamlayıcısı olacağı biçimindeki saptamaları olgular açısından düpedüz yanlış, devrimci amaçlar açısından zararlı buluyorum.

Özetle şunlar söyleniyor: Emperyalist merkezler ve Türkiye düzeni açısından Erdoğan’ın işi bitmiş, üstü çizilmiştir. Öteki düzen partilerinin beceriksizliği Erdoğan’ın siyasal manevralar yaparak uzatmaları oynamasını, iktidarda kalmasını sağlamaktadır. Buna rağmen, bu düzen Erdoğan’la yoluna devam edemez; çünkü Erdoğan, “artık” düzeni temsil etmemektedir. Erdoğan’ı düzenle özdeşleştirmek, Erdoğan’ın indirilmesini öncelikli hedef haline getirmek düzeni aklamak anlamına gelmektedir.

Hangi emperyalistler?

Bir kez, hangi “emperyalist merkezler?” diye sormak gerekiyor. Bir yanda, ABD ve Almanya Avrupa’sının, öteki tarafta Çin ve Rusya’nın başını çektiği farklı emperyalist öbekler, bunlar arasında hegemonya ve yeni türden bir paylaşım kavgası, tek sözcükle kaotik bir dünya durumu var. Öbeklerin kendi içlerindeki ilişkiler istikrarlı ve durağan değil. Yalnız devletler değil, belli bir büyüklüğe ulaşmış tüm siyasal özneler ABD hegemonyasının gücünün sorgulanmadığı dönemlere göre daha özerk hareket alanlarına sahip.

AKP Türkiye’sinin Suriye ve Rojava/Kürt siyasetlerinin ABD ve AB’ye ters düştüğü, müttefiklerinin gözünde güven ve itibar yitirdiği gerçek. Çakıldılar. Ama, en azından şimdilik, bir eksen kayması söz konusu değil. Aynı taraftalar. İncirlik mutabakatı, NATO yoldaşlığı, Rusya-Suriye, Türkiye-Rusya ilişkilerindeki son gelişmeler, PKK’ye PYD’ye tutum konusunda iki taraf için de durumu şimdilik idare edilebilir kılan geçici uzlaşma, Erdoğan’ın Suriye’de Esad’lı geçişten söz etmesi, son Avrupa seferindeki mesajlar vb. daha da yakınlaştıklarını gösteriyor.

Dönemin kaotik ve her yönde beklenmedik gelişmelere açık karakterini, en son olgu ya da gelişmeyi sabit veri almamak gerektiğini akılda tutarak durumu böyle özetleyebiliriz.

Küresel bütünleşme

İlişkilerin sınıfsal içeriği açısından durum daha da berrak. AKP dönemi, Türkiye tekellerinin küresel sermaye ile bütünleşmesinde ileri bir aşama oldu. Erdoğan ve AKP, küresel neoliberal programları harfiyen uyguladılar. Sermayenin hareketinin ulus devletleri aştığı, kapitalist sistemin sinir merkezinde mali oligarşinin yer aldığı koşullarda ilişkinin bu sınıfsal içeriği büyük önem taşıyor.   Mali oligarşinin, moda deyimle kırmızı çizgileri var. Erdoğan bu çizgileri tanıyor. Bugüne dek, bir tek Merkez Bankası başkanı ve Babacan konusunda geri adım atması, kritik konularda sanıldığından daha esnek ve uyumlu olduğunu gösteriyor.

ABD/AB emperyalistleri ve küresel mali oligarşi için Türkiye’de şimdilik Erdoğan ve AKP’den daha uygun bir   “partner”, AKP ve Türkiye düzeni için ABD/AB’den, NATO’dan daha korunaklı liman yok.

Kısacası verili koşullarda, birbirlerine muhtaç ve hatta mahkûmlar.

Emperyalistlerin, bugüne dek Erdoğan’ı düşürmek için herhangi bir eylemleri görülmedi. Kuşkusuz aralarında Katolik nikahı yok. Kitle desteğini kaybeden, yönetemez hale gelen Erdoğan’ı taşımazlar. Bu anlamda, onlar “iç dinamikler”e bakıyorlar. Gerçekten bir eksen kayması söz konusu olduğunda deliğe süpürmek için ellerinden gelen her şeyi yapacakları açık. Şimdilik oralarda değiliz. Bu “şimdilik” kaydı, “öteki koşullar eşitse” ABD/AB emperyalistlerinin Erdoğan’ı feda etmeyecekleri anlamında.

Düzen açısından

Sermaye sınıfımız bir bütün olarak Erdoğan’dan ve AKP’den hoşnuttur. AKP’nin devlet olanaklarını yandaş sermaye öbeklerine akıtması, kendisine siyaseten biat etmeyenleri cezalandırması, çeşitli sıkıntı, sürtüşme ve tepkilere yol açtı; ama bunlar hiçbir zaman Erdoğan’ı düşürme çizgisinde bir sınıf tutumu olarak somutlaşmadı. Son 13 yılda tekeller, işçi sınıfının elinin kolunun bağlandığı koşullarda kârlarına kâr, sermayelerine sermaye kattılar. Emek-sermaye karşıtlığının tüm kritik başlıklarında AKP hükümetlerini yanlarında buldular.

Geleneksiz, Aydınlanmacı damarı cılız sermaye sınıfının, kendi korunaklı özel yaşam alanlarına doğrudan dokunulmadığı sürece, toplumun dinselleştirilmesiyle bir sorunu yoktur. Dahası, dinsel tevekkül ve kanaatkârlığın, yoğun sömürü ve mülksüzleştirmeye karşı toplumsal tepkileri emerek yumuşatmasının kendileri için taşıdığı “değerin” farkındalar.

Hiçbir düzen gücünün Türkiye’yi laiklik açısından olsun “eski hale iade” tasarımı, niyeti ve gücü bulunmuyor.

Buraya kadar yazılanları şöyle bağlayabiliriz: Küresel sermayenin ve Türkiye düzeninin Erdoğan ve AKP’yi gözden çıkardıkları söylenemez. “İsteseler güçleri yeter mi?” sorusunun yanıtı ise en azından tartışmalıdır. Durumu tartışmalı kılan en önemli öğe, çetin geçeceği belli   döneme uygun alternatif   oluşturmadaki sıkıntılardır.

“Huzur” ve   “istikrar”, ama nasıl?  

Sermaye sınıfı ve düzeni, kaos ve karışıklık değil güven, huzur ve istikrar ister.   1 Kasım dönemecinde, bu tercih açısından Erdoğan’sız ve AKP’siz bir reel seçenek yoktur. 7 Haziran sonrasında açıkça ortaya çıktığı gibi, emperyalistlerin, küresel/yerli sermayenin tercihi AKP-CHP koalisyonudur. Bu ise, AKP’nin iplerini elinde tutan cumhurbaşkanının fiili ve hukuki statüsünde esaslı bir değişiklik olmayacağı bir durum demektir. Bu duruma “restorasyon” bile denilemez!

Olağan koşullarda ve 7 Haziran’a benzer bir parlamento bileşiminde, AKP-CHP koalisyonuyla devam edebilirlerdi.

Ne var ki, koşullar olağan değil.

Dünya, bölgemiz ve ülkemiz kaotik, karmaşık, barışçıl olmayan bir dönemden geçiyor. Ekonomik krizin siyasal krizle, bir tür devlet ve düzen kriziyle iç içe büyüdüğü, Kürt ulusallığının devletlerarası yönünün öne geldiği, savaş cininin şişeden çıktığı bir uğraktayız. Yönetenlerin, huzur ve istikrarın güzellikle, rızayla sürdürülemediği durumlarda çıplak zora, ekonomik şiddete, olağanüstü rejim-devlet biçimlerine başvurması sınıf egemenliğinin demir yasalarından biridir. Yüzlerce örnekten biliyoruz.

Ayrıca, bu ülkede devletin genlerine geçmiş bir “gelenek” var. Türkiye, 100 yıla yakın cumhuriyet döneminin neredeyse yarısında “takriri sükun”larla, askeri, sivil ve “yargısal” darbelerle, sıkıyönetimlerle, olağanüstü hallerle “yönetilen” bir ülkedir.

Silahlı kuvvetlerin bu yönetimdeki ağırlığı tartışmasızdır. Böyle diye, her “müdahale”yi aynı sepete koymak ise doğru değil. Örneğin, 27 Mayıs ile 12 Mart ve 12 Eylül salt “darbe” oldukları için özdeş sayıldığında, bu darbelere yol açan toplumsal/sınıfsal koşullar, bu darbelerin yol açtığı siyasal gelişmeler anlaşılmaz olur.

Bugünkü tartışmalar ve siyasal duruşlar açısından daha önemlisi, düzen-asker ilişkisini, silahlı kuvvetlerin kendi özerk varlığı ve amaçları doğrultusunda hareket ettiği bir   “askeri vesayet” rejimi olarak nitelendirmek, böyle düşünenleri Marksist problematiğin de, maddi gerçekliğin de dışına düşürüyor. Özellikle de 1960’dan sonra, silahlı kuvvetler, ABD/NATO’nun emrinde, sermaye düzenini koruyan ve kollayan bir sınıf kılıcıdır.

Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonraki belirsizlik ve Türkiye’ye yeniden yön belirleme ortamında, ABD destekli AKP-Cemaat ittifakıyla, siyasal dâva ve sivil darbe hamleleriyle bu sınıf kılıcı eritilip, yeniden dövülerek, gerektiğinde yeniden kullanılmak üzere kınına sokuldu. Olağanüstü bir yönetim yöntemi olarak askeri darbe olasılığı, bir dönem için gündemden düştü.

Olağanüstü devlet gereksinmesi ise yok olmadı. Erdoğan, 2013 Haziran’ından bu yana yığınak yapıyor. Fiili durum yaratan darbeler; suç ortağı Fidan denetiminde istihbarat tekeli; ağır silahlar ve ek yetkilerle donatılmış, doğrudan kendisine bağlı “özel” ve resmi polis kuvveti; seçilmiş yargıçlardan oluşan özel yargı; sokak savaşları için hazırlanan “sivil” lumpen çeteler; havuz medyası; organik muhtarlar ağı; tüm bunlar için sınırsız mali kaynak kullanımı vb. Bunlar faşizme hazırlık adımları değilse nedir?  

Özetle, Erdoğan, sermaye sınıfına, “her koşulda sınıf iktidarınızın ve geleceğinizin güvencesi benim” mesajı vermiş oluyor. Güzellikle ya da zorla!

Olağanüstü rejimler tarafından kollanmaya alışık ve teşne sermaye sınıfının, düzen egemenlerinin bu mesajı almadıkları söylenebilir mi?

Parantez içi bir not: Olağanüstü durum ile “devrimci durum” aynı madalyonun iki yüzü gibidirler. Egemenlerin eskisi gibi yönetemediği, emekçi sınıfların eskisi gibi yönetilmek istemediği koşullara,   kitlelerin bağımsız tarihsel eylemi eklendiği zaman “devrimci durum” oluşuyor. Konuyu bu açıdan irdelemeyi başka yazılara bırakıyorum.

Nasıl ve kim tarafından?

Tek adam iktidarının sınırlarına ve zaaflarına baktığımızda, ekonomik açıdan şanslı 13 yılın sonuna gelindiğini, iktidar yorgunluğunu, AKP tarafında misyon ve heyecan kaybını, iktidar blokunda çatlakları, kibirli diktatörün nobran, pervasız tutumunun içerde ve dışarıda yol açtığı güvensizlik, kuşku ve hoşnutsuzlukları görüyoruz.

Erdoğan, emekçilere, ilericilere, Alevilere, Kürtlere uyguladığı sistematik, hukuk, yasa, kural dışı baskı ve şiddetle, aşağılama ve nefret söylemiyle toplumun yarısını kendisine düşman hale getirdi; “meşru iktidar” algısını kendi elleriyle zayıflattı. Anayasayı, parlamentoyu buruşturup kenara atarak, suç üstüne suç işleyerek kendisi için geri dönüş köprülerini havaya uçurdu.

Erdoğan’ın ve AKP’nin zamanları dolmuş, gönderilmeden gitmeyecekleri ise anlaşılmıştır. 1 Kasım’da oyları 7 Haziran’ın altına düşse de iktidarda kalmaya devam edeceklerdir. Bu seçim sonucunun önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, yönetenler katında krizi keskinleştireceği, bir tür toplumsal meşruiyet testi olacağı, toplumsal muhalefetin ruh halini, mücadele gücünü etkileyeceği için AKP’nin sandıkta geriletilmesi son derece önemlidir.

Bu koşullarda hedefi “saray” olarak daraltmak taktiği iki nedenle devrimci ve devrimcileştiricidir:   Birincisi, emekçi kitlelerin, halkın büyük birliğini oluşturmaya hizmet edecek en etkili siyasal hedef olduğu için! İkincisi, büyük toplumsal potansiyelin kinetik enerjiye, siyasal bir halk hareketine dönüşmesi her türlü devrimci atılımın sıçrama zemini olacağı için!

Erdoğan’ın nasıl, kimler tarafından gönderileceğiyle, Erdoğan sonrası Türkiye arasındaki neden-sonuç ilişkisi yaşamsal önemdedir. Dış ve iç dinamiklerin üst üste düştüğü, ABD’nin yeşil ışık yaktığı bir uğrakta kılıcın kından çıkarılması, askeri darbe olasılık dışı değildir.  

“Ya İslamcı/mezhepçi sivil faşizm, ya askeri diktatörlük!” açmazına bir kez daha düşmemenin koşulu halkların toprak kardeşliği çevreninde emekçi, sosyalist, sol, seküler seçeneği kuvveden fiile çıkarmaktır.

Parlamento içindeki ilerici güçleri de peşinden sürükleyecek birleşik, eylemli emekçi halk hareketi. Kilidi açacak anahtar budur!

Erdoğan’ın ve AKP’nin emekçi halkın eylemiyle ve oylarıyla geriletilmesi/indirilmesi, solun, sosyalizmin önünü açacak, Türkiye’nin ilerici/seküler güçleriyle Kürt halk hareketinin mücadele birliğinin yollarını döşeyecek, tüm topluma yeni bir heyecan ve enerji aşılayacaktır.

Sosyalist Cumhuriyet’in bir program, siyaset ve eylemlilik olarak toplumsallaşması, sosyalist hareketin toplumsal proletaryayla kaynaşma yolunda mesafe kat etmesi ise bu sürecin en önemli güvencesidir.




Bu ileti en son umut tarafından 13.10.2015- 08:59 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Ne değişir?-Haluk Yurtsever melnur 0 3288 28.03.2017- 21:08
Konu Klasör İpuçları…-Haluk Yurtsever denizcan 1 3323 02.06.2015- 13:48
Konu Klasör Özne sorunumuz…/ Haluk Yurtsever melnur 1 2532 15.03.2019- 05:33
Konu Klasör Komünistler ne yapacak?-Haluk Yurtsever melnur 0 2501 16.05.2017- 09:31
Konu Klasör Çürüyüş ve umut…- Haluk Yurtsever melnur 0 2595 17.01.2018- 09:58
Etiketler   Terör,   işte,   budur-Haluk,   Yurtsever
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS