SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Kapitalizmin sınırlarında…           (gösterim sayısı: 2.770)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 11.12.2018- 08:32


Kapitalizmin sınırlarında… - Haluk Yurtsever

“Bilişim çağında toplumsal devrim” yazısına gelen yorum, eleştiri ve sorular,   küçük bir “mıntıka temizliği” yapmamızı gerektiriyor.

Öncelikle, söze, kimin ne söylediğine ilginin azaldığı bir dönemde okuyup görüş bildirerek, eleştiri, uyarı ve öneriler yaparak katkı sunan herkese teşekkür ediyorum. İlgi ve tepki, cesareti, enerjiyi ve sorumluluğu büyütüyor.

Önce, teori, tarih ve pratik üzerine birkaç söz.

Teori soyut bir inşa etkinliğidir, tarih ise somuttur.   Teori ile pratik en çok tarihte bir araya gelebiliyorlar.

Marx, tarihin kimi zaman kendine özgü cilveli yollardan ilerlediğini yazmıştı.

Bilimsel-teorik çalışma, maddi ilişkilerin ilk bakışta görünmeyen özünü, hareket yasalarını   soyutlama yöntemiyle bilinir kılma etkinliğidir. Maddi dünya ise hareket halindeki sayısız öğenin oluşturduğu karmaşık bir bütündür. Ayrıca, tek bir yasa değil, birbiriyle ilişki içinde birçok yasa söz konusudur. Toplumsal hareket yasaları, bu nedenle, “eğilimler” olarak işlerler. Çok bilinen örneğiyle, yer çekimi yasası vardır ve işlemektedir; ama bir başka fizik yasasının (Bernoulli Prensibi) bulunması sayesinde tonlarca ağırlıktaki metal kütleler uçurtulabilmektedir.

Sınırlar ve olanaklar konusuna da bu çerçevede yaklaşmak gerekiyor. Eleştiri ve yeniden üretim çabası, var olan bilimsel, teorik birikimi yok saymak anlamına gelmiyor.
Amaçlanan, içererek aşmaktır.  

Öte yandan, bilimsel-teorik soyutlama ve çözümleme kâhinlik sanatı değildir. Kimsenin,   “cilveli” yollardan geçerek tecelli edecek geleceği önceden, olacağı gibi görme gücü yoktur.
Dünün belli bir güzergâhtan bugüne bağlandığını biliyoruz. Yarın için ise “tek yol” budur diyemiyoruz. Bilinçli-siyasal insan (homo politicus) eyleminin, maddi dünyanın dönüştürülmesinde oynayacağı role de bağlı olarak, her tarihsel uğrakta olasılıkların en azından birden fazla olduğunu söyleyebiliyoruz. Çünkü dünyaya, insanı siyasal özne gören bir yerden bakıyoruz.

Herkesin niyeti kendine

Üretici güçlerdeki, bilim ve teknolojideki giderek daha büyük bir hızla yaşama geçen1 önemli değişiklikler, bu konuda söz alanların çeşitliliği ölçüsünde çok farklı yaklaşım ve tutumlara yol açıyor.

İlk öbekte, “endüstri 4.0” dedikleri dönüşümün getireceklerini ciddi biçimde irdeleyen, kapitalizmi bu süreçten sağ çıkarmak için çareler, tersinden çözüm yolları arayan sermaye ideologları, “organik” aydınları, şirket CEO’ları, düzen siyasetçileri yer alıyor. Bunlar, sömürü ve hükmetme düzenlerinin devamını öncelik sırasına koyarak şu ya da bu ülke-devletin, şu ya da bu şirketin dünya pazarındaki yerini korumak, rekabette ön almak için ne yapması gerektiğini, işsizliğe nasıl çare bulunacağını vb. tartışıyorlar.

Angaje akademisyenlerden, “best sellers” yazarlardan, fütüristlerden oluşan bir kesim, korku ve belirsizlik içinde gidişatı anlamaya çalışan büyük çoğunluğa fantastik bir gelecek tadında haplar sunuyor, yeni teknolojilerle hayatın ne kadar sağlıklı ve güzel hale geleceğinin propagandasını yapıyorlar.

Bilim-akademi dünyasında, kuşkusuz, olgulara, ilişkilere bilimsel serinkanlılıkla yaklaşan, kapitalizme eleştirel bir yerden bakanlar da var. Sayılı birkaç Marksist ve solcu dışında bu kesimde yer alanların çok büyük çoğunluğu da, kapitalizmin evrimci-tedrici-reformcu bir yoldan kendisi olmaktan çıkacağını savunuyorlar.

Biz ise, tüm süreç ve ilişkilere, emekçilerin, ezilenlerin kurtuluşu, komünist ruhta bir toplumsal devrimin olanakları ve görevleri açısından bakmaya çalışıyoruz.  
Toplumsal devrim sürecine, devlet ve iktidar, siyasal devrim sorunu atlanarak yaklaşmak olanaksızdır. Siyasal devrim-toplumsal devrim ilişkisini, tarihin ve teorinin ışığında yeni bir bakışla tartışmak, verimli bir tartışma için de klişelerden, söz kalıplarından kurtulmak gerekiyor. Bunlara sonraki yazılarda geleceğiz.

Her şey birbiriyle ilişkili. “Bütün”, hareket ve çelişki içindeki ilişkilerin karmaşık toplamından oluşuyor. Dolayısıyla, ele alacağımız başlıklar, bir yoldaşımın belirttiği gibi onlarca doktora çalışmasına konu olacak genişlikte. Bunun farkındayız. Bu, kişisel olarak altından kalkılması olanaksız “iş”e girişme cesareti ise, üretilen bilimsel bilgi ve verilerin toplumsal, dolayısıyla ulaşılabilir olmasından kaynaklanıyor. Kolektif yoldaş çalışma ve iletişiminin verimliliğine, sorun ve sorulara sınıfsal/siyasal bir yön duygusuyla yaklaşmanın sadeleştirici, sentezleştirici gücüne güveniyoruz.

Son giriş notu: Burada tartışılmak üzere dile getirilen saptama ve tezlerin birçoğunun, açılması, derinleştirilmesi, kimilerinin ampirik verilerle doğrulanması gerektiği açık. Yazma ve tartışma ucu açık bir süreçtir. Bir yandan var olan birikimle yazarken, bir yandan da çalışmaya, öğrenmeye devam ediyoruz. Burada yazılanlar da bu nedenle “son söz” değildir.
Tartışma, eleştiri eleğinden geçmemiş düşüncelerin bilgi eksikliği, bakış darlığı, sorunlu çözümlemeler içermesi doğaldır.   Görüşler tartışma içinde gelişip olgunlaşacaktır.
Bu uzunca girişten sonra konumuza dönebiliriz.

Bu yazıdaki konumuz kapitalizmin teorik sınırları.

Sınırlar belirginleşiyor

Kapitalizmin teorik sınırlarının belirginleşmesi, niteliksel değişimi zorlayacak noktaya gelmesi belli koşulların olgunlaşmasına bağlıdır.  

Bir: Bireysel emekçinin üretim sürecinin her aşamasında istihdam edilebildiği, üretim etkinliği içinde kişisel inisiyatifinin en alt düzeye indirildiği,   tekil emeklerin evrensel emek gücü biçimini aldığı sürecin doğrudan üreticiyi üretimin dışına çıkaran noktaya ulaşması. Buna geçen yazımızda değinmiştik.

İki: Kapitalizmin bireyi mülkiyet sahipliğinden uzaklaştırma eğiliminin olgunlaşması. Bunun üzerinde duralım. Bu eğilimin iki dinamiği var.

Birinci dinamik, sermayenin sonsuz birikme güdüsünün istemsiz bir biçimde üretimin toplumsallaşmasına yol açması ve onun kaçınılmaz sonucu olarak mülkiyetin kapitalizm içinde olabileceği ölçüde anonimleşmesidir. Mülkiyetin anonimleşmesi, aslında,   üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ölümcül çelişkinin üretim ilişkilerinin esnemesiyle yumuşatılmasından başka bir şey değildir.

Marx, Kapital’in III. cildinde, anonim şirket sermayesinin “özel sermayeden farklı olarak toplumsal sermaye” biçimini aldığını, bunun "özel mülkiyet olarak sermayenin, kapitalist üretim tarzının kendi sınırları içinde ortadan kaldırılması” olduğunu belirttikten sonra şöyle yazmıştı: “Kapitalist üretimin en ileri derecedeki gelişmesinin bu sonucu, sermayenin bir kez daha üreticilerin mülkiyeti haline gelmesi yönündeki zorunlu bir geçiş noktasıdır; ama sermaye bu kez tek tek üreticilerin özel mülkiyeti değil, birleşik üreticilerin mülkiyeti, dolaysız toplumsal mülkiyet olacaktır.”2

Sınır var, sınır var. Marx, birinci alıntıda, toplumsal sermaye biçimini alan anonim şirket sermayesinin kapitalizm içindeki, onu aşamayacak olan sınırından, ikinci alıntıda ise dolaysız toplumsal mülkiyete, kapitalizmin ötesine geçişten söz ediyor.
Henüz ikincisinde olmadığımız açıktır.

Karşı etkiler

Yukarıdaki   satırların yazılmasından bu yana 135 yıl geçmesine rağmen,   “zorunlu geçiş noktasına” neden gelinemediği sorusunun teorik yanıtı için başvuracağımız ilk kavram “rekabet”tir.

Sermaye, birbiriyle rekabet halinde birçok sermayeler olarak var olmaktadır. Tekelleşmenin en ileri düzeyi bile rekabetin ortadan kalkması anlamına gelmemektedir. Tek dünya tekeli ya da Kautsky’nin “ultra emperyalizm”i de bu nedenle mümkün değildir.

Üretimin toplumsallaşması mülkiyette de toplumsallaşma eğilimini güçlendirirken, rekabet bölünmeyi getirmektedir. Sermayenin toplumsallaşması, aynı zamanda merkezileşmesi demektir ve bu da ”muazzam ölçüde mülksüzleşmeye yol açar…Ama bu mülksüzleşme, kapitalist sitemin sınırları içinde kendisini çelişkili bir biçimde, toplumsal mülkiyete az sayıda kişi tarafından el konulması şeklinde ortaya koyar.”3

Demek ki, bir yandan mülkiyet “özel kişisel” karakterinden uzaklaşarak toplumsallaşmakta, ama aynı zamanda toplumun büyük çoğunluğu mülksüzleştirilerek, az sayıda sermaye sahibi bu toplumsallaşmış mülkiyete el koymaktadır. Marx, bu sürecin kapitalizm içinde ulaşacağı son noktayı da çok açık yazmış: “Bu mülksüzleşme kapitalist üretim tarzının başlangıç noktasıdır; onun hayata geçirilmesi ve son aşamada tüm bireylerin üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun kalması bu üretim tarzının hedefidir.”4

Borsalar ve hisse senedi piyasaları sermayedeki toplumsallaşma-mülksüzleşmenin en çıplak göstergesidir.

Marx, bunu da o zamandan görmüş: “…hisse senedine dönüşümün kendisi henüz kapitalist sınırların içinde hapsolmuş olarak kalır; bu nedenle hisse senedi biçimi, servetin toplumsal servet olarak karakteri ile özel servet olarak karakteri arasındaki çelişkiyi aşmak yerine, sadece onu yeni bir şekle büründürür.”5

Anonimleşerek borsada işlem gören şirketlerin toplam piyasa değerlerinin GSYİH’ya oranı   (Stock Market Capitalization To GDP Ratio) ile ilgili veriler bugün gelinen noktayı gösteriyor. 2017'de ABD’de borsaların toplam piyasa değeri 26,1 trilyon, reel GSYİH ise 17,2 trilyon dolardır.   Bu durumda GSYİH'nın % 151.7'si genel borsa değerini, dolayısıyla kabaca sermayenin ABD’deki anonimleşme düzeyini temsil etmektedir.6

Dünya Bankası verilerine göre, dünya çapında borsalarda işlem gören şirketlerin toplam piyasa değerinin dünya GSH’na oranı ise yine 2017’de % 112’dir.7
Borsa nedir? Borsa, kumar masasında mülksüzleştirmedir. Kapitalist akılla, “toplumsallaştırarak mülksüzleştirme” de diyebiliriz.

Kredinin rolü

Buradan, “neden?” sorusuna yanıt ararken başvuracağımız ikinci kavrama, “kredi”ye geliyoruz. Marx, “kredi sistemi”ni, “toplumsal sermayenin büyük bir bölümünün onun sahibi olmayanlarca kullanılması” olarak tanımlıyor.8

Şöyle devam ediyor: “Bu nedenle kredi sistemi üretici güçlerin maddi gelişimini ve dünya pazarının oluşumunu hızlandırır. Kapitalist üretim tarzının tarihsel görevi, yeni üretim tarzının bu maddi temellerini belirli bir düzeye kadar yükseltmektir. Kredi aynı zamanda, bu çelişkinin şiddetli patlamalarını, yani bunalımları ve böylece eski üretim tarzının çözülmesinin öğelerini hızlandırır.“9

Mali sermaye ve kredi sistemi bugün sermayenin hareketini düzenleyen merkezi sinir sistemi işlevi görmektedir. Marx’ın zamanında bugün olduğu gibi devasa ölçülerde değildi.

Tüketici kredisi, emlak kredi kurumları, tasarruf ve yardımlaşma sandıkları, emeklilik fonları, modern kredi sisteminin öteki araçları ya yoktu ya da bu ölçüde gelişmemişti.

Sonuç olarak, kapitalizmin çelişkileri, sermayenin toplumsallaşmasına belli bir noktadan sonra ket vurmakta, kredi sistemi bu engelleri kaldırarak hızlandırmakta, kredi sisteminin körüklediği aşırı spekülasyon büyük bir servet yoğunlaşmasına, o da spekülatif balonların şişip patlamasına, krizlere yol açmaktadır.

Organik bütünleşme sürecinin çelişkileri

İkinci dinamik, farklı sermaye döngülerinin birbirleriyle hiçbir engelle karşılaşmadan ilişkilenme, bütünleşme gereksinimleridir.   Organik dünya pazarı, küresel   ‘mülkiyeti’ gerektirmekte, ama bugün mülkiyet her ülke-devlette farklı hukuki ve kurumsal düzenlemelerle tanımlanmaktadır.

Çok uluslu ya da ulusötesi şirketlerin kendi iç bölüm ve bağlı şirketleri arasında, mülkiyet, mübadele ve para “piyasa” kurallarına göre işlememektedir.  

Şöyle bağlayabiliriz: Sermayenin ve mülkiyetin toplumsallaşması kapitalizm içinde sonuna dek, yani tek bir sermayenin, tek bir merkezin yönetimine dek gidemez. O noktaya yaklaşıldığı bir yerlerde ip kopacaktır.10

Sermayenin hareketi ve “mekân”

Üç: Kapitalizmin sınırını anlatan üçüncü koşul kapitalizmin mekansal yayılma alanının tükenmesi / daralması olarak formüle ediliyor. Bu, Rosa Luxemburg’un 1913’de yazdığı Sermaye Birikimi11 kitabından bu yana tartışmalı bir konudur.

David Harvey, Luxembug’dan farklı olarak, soruna kapitalizmin yapısal krizlerini ötelemesini sağlayacak “mekânsal onarım” /”mekânsal çözüm” olanakları açısından yaklaşıyor.
Bu olanaklardaki daralmanın “el koyma yoluyla birikim” yöntemiyle telafi edilmekte olduğunu savunuyor.

Çin kökenli Amerikalı akademisyen Minqi Li, küresel kapitalizmin 2008 krizine, büyük ve ucuz emek gücü sağlayabilen son büyük alan olan Çin sayesinde son kez “mekânsal çözüm” bulduğu görüşündedir. Son kitabında12 özetle, emek cinsinden ticaret haddi küçülen Çin’in sağladığı devasa iktisadi artığın on yıl içinde tamamen ortadan kalkabileceğini,
Çin kapitalizminin sürdürülemez olduğunu, Çin’de mayalanmakta olan krizin dünya kapitalizminin sonunu getirebileceğini savunuyor.

Burada bu konuyu enine boyuna açacak, tartışacak durumda değiliz. Sessizlikle geçiştirilemeyecek kadar önemli bir konudur. Burada şu kadarını söylemekle yetinelim. Rosa Luxemburg’un, Marx’ın genişletilmiş yeniden üretim çözümlemesine eleştirisi kanımca doğru değildir. Luxemburg, tümüyle kapitalist bir ortamda sermaye birikiminin olanaksız olduğu, “pazar sorunu”nun   kapitalizmi çöküşe götüreceği tezlerini teorik olarak temellendirememiştir.  
Öte yandan, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin egemen olduğu alanların, kar oranlarındaki düşme eğiliminin tüm sistem üzerindeki yıkıcı etkilerini belli ölçülerde telafi ettiği görülüyor. Dolayısıyla sorunu Harvey’in koyduğu gibi krizden mekansal oranım/çözüm bağlamında ele almak bana isabetli görünüyor.

“Sermaye birikimin dışsal sınırı, dünyanın her yerinde herkesin sermayenin yörüngesine girmesidir. Bu sınıra dek, kapitalizmin iç çelişkilerine “dışsal” çözümler bulması olanaklıdır.13
Aslına bakarsanız, bu sorunun kriz ve kar oranlarının düşme eğilimi yasası bağlamında ele alınmasına ilk işaret eden de Marx’tır. Kapital’de şöyle yazmış:

“Sermaye yurt dışına gönderiliyorsa, bunun nedeni, yurt içinde kullanılmasının mutlak olanaksızlığı değil, yurt dışında daha yüksek kâr oranlarıyla kullanılabilmesidir.”14
Bu konuya kriz bağlamında yeniden döneceğiz.

“Sınırlar” konusunun, burada giremediğimiz, öteki başlıklarını da yerleri geldikçe ele almaya devam edeceğiz.

Notlar:
1- Üretici güçleri geliştiren yeni buluşların üretime, hayata geçiş aralığına “devrilme” ya da “kırılma noktası” anlamında “tipping point” deniyor. Kimi araştırmalara göre bir yüzyıl içinde bu süre yüz yıllardan, 5-6 yıla inmiş durumdadır. Yani, yapay zekalı robotlardan, biyoteknolojik organ bankalarına kadar algoritması, yazılımı bulunan birçok şeyin   kabaca önümüzdeki on yıl içinde yaşamlarımıza gireceği söyleniyor. Bu verileri değerlendirecek bilgiye sahip değiliz. Ama buluş-uygulama aralığının, tipping pointin büyük bir hızla kısaldığı çıplak gözle de görülebiliyor.
2- K. Marx, Kapital, III. cilt, Yordam Kitap, İstanbul 2015, s. 439-440
3- Agy, s. 442
4- Agy.
5- Agy.
6- https://www.investopedia.com/terms/m/marketcapgdp.asp
7- http:// https://data.worldbank.org/indicator/CM.MKT.LCAP.GD.ZS
8- Kapital, III.Cilt, agy. s.443
9- Agy. s.444
10- Rıza Yürükoğlu, Sosyalizm Nedir? Alev Yayınları, Birinci Basım 1999, İstanbul, s. 171
11- Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi, Türkçesi: Tayfun Ertan, Alan Yayıncılık, İstanbul, Aralık 1986.
12-   Minqi Li, Çin ve 21. Yüzyıl Kapitalizmi, Çeviren. Tulga Buğra Işık, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2017.
13- David Harvey, Sermayenin Sınırları, Çeviri: Utku Balaban, Tan Kitabevi Yayınları, Ankara, Mayıs 2012, s. 499
14- K.Marx, Kapital, lll. Cilt, agy.s.260

https://ilerihaber.org/yazar/kapitalizmin-sinirlarinda-91824.html



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 11.12.2018- 08:39


Kapitalizmin sınırlarında - 2 - Haluk Yurtsever

Giriş
Marksist tarihçi Eric Hobsbawm, Kısa Yirminci Yüzyıl kitabının son sayfasında şöyle diyor:
“Geçmiş iki ya da üç yüzyıla hâkim olan kapitalizmin kaydettiği gelişmenin devasa ekonomik ve teknik sürecinin ele geçirdiği, kökünden söktüğü ve dönüştürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Bunun sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyoruz… Gelecek, geçmişin bir devamı olamaz ve gerek dışsal, gerekse içsel olarak tarihsel bir kriz noktasına ulaştığımızı gösteren belirtiler var. Tekno-bilimsel ekonominin oluşturduğu güçler artık çevreyi, yani insan hayatının maddi temellerini tahrip edecek kadar büyüktür. (...) Dünyamız hem dışa hem de içe doğru infilak etme tehlikesiyle karşı karşıyadır.”1

Bu sözlere eklenecek pek fazla bir şey yok.

Sanayi Devrimi’nden başlatırsak, kapitalizm yaklaşık 250 yıldır egemen dünya sistemidir.
Toplumsal gelişmenin her evresine, o evrenin ayırt edici karakterinin biçimlendirdiği egemen bir sınıf aklı yön veriyor. Son 250 yıldır egemen akıl, sermayenin kâra endeksli parçalı aklıdır. Bugün yüz yüze olduğumuz tarihsel ve toplumsal sorunlar, örneğin ekolojik yıkım bu nedenle egemen sisteme “dışsal” değildir.

Kapitalizmin bunalımını ve sınırlarını yalnızca ekonomik çerçevede, ekonomik kavramlarla anlayıp, anlamlandıramayız. Dünya sistemi, ekonomik, toplumsal, kültürel, ideolojik, siyasal sütunlar üzerinde yükselen, yaşadığımız uygarlığa adını veren bir bütündür.
Karşı karşıya olduğumuz, sermayenin kişiliğinde bir uygarlık krizidir.

İnsanlığın komünizmden başka bir kurtuluş yolu yoktur.

Komünizm ise, sistemin sınırlarında beliren tıkanıklıklarla, yeni toplumsal düzene geçiş öncüllerinin, olanaklarının filizlendiği koşullarda biçimlenmekte olan “gerçek hareketten” başka bir şey değildir.

Bu, “yeni” bir düşünce değil. Marx’ın yalnızca Grundrisse’de dile getirip sonra bir daha dönmediği bir düşünce de değil. Bu düşünce çizgisinin Alman İdeolojisi’nden Kapital’e uzanan bir sürekliliği var. Bunları, tartışma sürecinde yeri ve zamanı geldiğinde yeniden ele alacağız.
Bugün, bu düşünce dizgesinin toplumsal ve pratik siyasal karşılıkları bu eserlerin yazılmış olduğu zamana göre çok daha olgundur. Bu nedenle de bu yaklaşımı yeniden bilince çıkarmak özel bir önem taşıyor.

Bu yazının konusu, kapitalizmin tarihsel ve toplumsal sınırlarını belirginleştiren kimi olgu ve süreçler üzerine. Bir köşe yazısında, bu kapsamdaki tüm başlıkları, hakkını vererek irdelemek olanaklı değil.

Örneğin, küresel sermayenin hareketi ile ulus devlet arasındaki ilişki ve çelişkilerin bugünkü durumu, ideoloji, program ve uygulama olarak neoliberalizmin ne olduğu, temsili “burjuva demokrasisi”nin nereye evrildiği vb. konuları, “kapitalizmin sınırları” problematiği içinde başka yazılarda ele almak gerekiyor.

Ekosınır

Ekolojik yıkım süreci ya da bu sürecin bugünkü acil maddesi olan iklim krizi, kapitalizmin tarihsel sınırlarını ortaya koyan olgulardan en önde olanıdır.

İklim krizi, “sorunlardan bir sorun” değildir. Bildiğimiz dünyanın geleceği ile ilgili yaşamsal bir sorunudur.

Bu krizle ilgili dehşet verici bilgiler her yerde var. Bunları yinelemeyeceğiz.

Marx’ın kapitalist barbarlığın henüz bugünkü yıkıcılığa ulaşmadığı bir zamanda sorunun tanımlanmasına ve çözümüne ilişkin önemli ipuçları içeren saptama ve çözümlemelerinden başlayacağız.

Kapital’in birinci cildinde şu cümle yer alıyor: “Emek, kendisi tarafından üretilen kullanım değerlerinin, yani maddi servetin biricik kaynağı değildir. William Petty’nin dediği gibi, emek onun babası ve toprak onun anasıdır.”2 Bugün bunlara, havayı ve suyu da eklemek gerekir.
Marx, Grundrisse’de şöyle yazmış:

“Açıklanması gereken, ya da tarihi bir sürecin sonucu olan şey, canlı ve eylemli insanın doğa ile metabolik alışverişinin ve dolayısıyla doğayı mülk edinişinin doğal, inorganik koşullarıyla birlik halinde olması değildir; açıklanması gereken, eylemli insanla, bu insanın varlığının inorganik koşullarının birbirinden ayrılmasıdır; ve bu ayrılış, bu kopuş, tam anlamıyla ilk kez ücretli emek-sermaye ilişkisinde vazedilmiştir.” 3

Marx, Kapital’in birinci ve üçüncü ciltlerinde bu metobolik yarılma saptamasını yineler. Büyük toprak mülkiyetinin tarımsal nüfusu azaltırken kentlerdeki sanayi nüfusunu artırdığını, böylece yaşamın doğal yasalarının emrettiği toplumsal alışveriş bütünlüğünde yarılmaya neden olan koşullar yarattığını, “insanla toprak arasındaki madde alışverişini, yani insanın topraktan alıp besin maddesi ve giyim eşyası olarak yararlandığı unsurların toprağa dönüşünü ve dolayısıyla topraktaki verim gücünün devamı için gerekli olan ebedi koşulu ihlal” ettiğini4 belirtir.
Bugün, sermayenin sınırsız büyüme eğilimi ile bu büyümenin araçları olan kullanım değerlerinin üretiminin doğal ve toplumsal koşullardaki sınırı arasındaki çelişki, sermayenin doğrusal yeniden üretiminin hızı ile doğanın döngüsel yenilenme hızı arasında uzlaşmaz bir çelişkiye dönüşmüş, metabolik yarılma uç noktasına varmıştır.

Sermayenin kullanım değerini mübadele değerine tabi kılmasının kaçınılmaz sonucu, insanın diğer insanlar ve doğayla doğrudan ilişki kurmak yerine, meta-bağımlı dolaylı ilişkilenmesi, böylece de insanın hem kendisine hem de doğaya yabancılaşmasıdır.

Marx, sorunun özünü şöyle formüle etmişti:

“Daha yüksek bir iktisadi toplum biçiminin durduğu yerden bakıldığında, tek tek bireylerin yerküre üzerindeki özel mülkiyet hakları bir insanın bir başkası üzerindeki özel mülkiyet hakkı kadar saçma görünecek. Bütün bir toplum, bir ulus ve hatta aynı zamanda var olan toplumların toplamı yerkürenin sahipleri değildir. Bunlar, yalnızca, yeryüzünün zilyetleridir, onun kullanıcıları ve boni petras familias [iyi aile babaları] olarak, onu sonraki kuşaklara iyileştirilmiş bir şekilde bırakmakla yükümlüdürler.”5

Sorunun kaynağı ve düğümü buradadır: Doğal kaynaklar üzerinde kapitalist mülkiyet!
Bugüne gelir ve somutlaştırırsak, günümüzün acil ekolojik sorunu, tehlikeli biçimde ivme kazanan küresel ısınma ve sonucunda yaşanan iklim değişikliğidir. Temel neden, aşırı fosil yakıt üretimi ve tüketimidir. Tüm uluslararası kuruluşların, ajansların raporlarında yer alan bu gerçeğe rağmen durumun değiştirilememesinin temel nedeni, fosil yakıt çıkarım ve tüketiminin kârdan başka tanrısı olmayan sermayenin genel ve kesimsel çıkarları açısından vazgeçilmezliğidir. Bu temel nedenin yanında soruna aciliyet kazandıran bir başka önemli neden, istense bile fosil yakıtlı enerjiye dayalı endüstriyel altyapının, sıkı bir disiplinle koordine edilen uluslararası merkezi bir plan olmadan gereken hızda dönüştürülemeyeceği gerçeğidir.
Sermaye, bisikletin ayakta kalmak için hareket etmek zorunda olması gibi, kendisini çoğaltmaya, sürekli “büyümeye” yazgılıdır (yüzde 3’ün altındaki küresel büyümenin “kriz” demek olduğunu kendileri söylüyorlar. İklim bilimciler ise, fosil kaynaklara dayalı yüzde 3 büyümenin felakete yol açacağını belirtiyorlar). Bu büyüme için enerji gerekiyor ve sermaye aklı bize, fosil kaynaklar olmadan bu enerji ihtiyacının karşılanamayacağını buyuruyor.
Bu doğru değil. Teorik ve teknik olarak, ekonomiyi ve ekonomik büyümeyi yenilenebilir enerji kaynaklarıyla sürdürmek mümkün. Asıl sorun, toplumsal gereksinmeleri karşılamak için üretim yerine, kendinde bir amaç olan sermaye birikimi için“büyüme” tercihi. Bu serseri gidişin durdurulması için “üretim için üretim” kısır döngüsünün dışına çıkmak, toplumsal zenginliğe el koyan “mutlu” azınlığın lüks tüketimine sınır koymak gerekiyor.
Ekolojik yıkım ve iklim kriziyle baş edilememesinin nedeni enerjinin, bilimin, teknolojinin yetersizliği değildir. Kaynak ve enerjiler dünya çapında yoğunlaştırılıp planlandığında, ekolojik yıkımı durduracak, hasarları onaracak bilimsel teknik birikim ve araçlar daha şimdiden vardır.
En tepedeki 200 fosil kaynak sahibi şirketin borsa değerlerinin toplam 4 trilyon dolar civarında olduğu belirtiliyor.6 Karbon yakımı durdurulsa ya da azaltılsa bu şirketlerin çok büyük “kayıpları” olacak. Fosil yakıt kullanımını durduracak, hatta yalnızca yavaşlatacak uygulamaları engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapmaları bundan.

Yalnız üretim araçları üzerinde, enerji kaynakları üzerinde değil, her türlü doğal varlık ve kaynak üzerinde mülkiyet ve metalaştırma hakkı iddia eden sermaye karşısında, komünizmin ekoloji sorununu çözüm yoluna sokacak başlangıç adımı, sermayenin bu kaynaklar üzerindeki mülkiyet, zilyetlik ve kontrol hakkının ortadan kaldırılarak, doğrudan üreticilerin kolektif denetimine verilmesidir.

Eskiye ya da “doğaya dönüş” çağrılarının karşılığı yoktur. Toplumsal ilerlemeye, insanların bolluk içinde, daha nitelikli, daha renkli, daha güzel yaşamasına karşı değiliz ve bunlar için enerji gerektiğini biliyoruz.

Marx doğayla ilişki bağlamında insanın zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına nasıl geçebileceğini şöyle betimlemişti:

“İlkel insan, gereksinimlerini karşılamak, yaşamını korumak ve yeniden üretmek için nasıl doğayla boğuşmak zorundaysa, uygar insan da aynısını ve tüm toplum biçimlerinde ve olası tüm üretim tarzlarında yapmak zorundadır. Gelişmesiyle birlikte, gereksinimleri arttığı için, bu doğal zorunluluk dünyası genişler; ama aynı zamanda, bu gereksinimleri karşılayan üretici güçler de genişler. Bu alandaki özgürlük, yalnızca toplumsallaşmış insanın, birleşmiş üreticilerin, kör bir güç olarak doğa tarafından hükmedilmek yerine, doğayla olan bu alışverişlerini akılcı bir şekilde düzenlemeleri, onu kendi ortak denetimleri altına sokmaları (ve bunu, en az çaba harcayarak ve kendi insan doğalarına en yaraşır ve en uygun koşullar altında yapmaları) olabilir. Ama bu, her zaman, bir zorunluluk dünyası olarak kalır. Bunun ötesine geçildiğinde, insan gücünün kendi başına bir amaç olan gelişmesi, gerçek özgürlük dünyası başlar; ama bu da, ancak, kendi temeli olarak zorunluluk dünyası üzerinde çiçeklenebilir. İş gününün kısaltılması temel koşuldur.”7

“Toplumsallaşmış insan” ile Grundrisse’deki, “toplumsal birey”, “genel üretici güç”, “genel zek┠vb. aynı ilişkiyi anlatan kavramlardır. Ne zaman kapitalizmin sınırlarından, çözümsüz çelişkilerinin onu vardıracağı nihai kerteden söz etse, Marx’ın toplumsallaşmış insanı, toplumsal bireyi anması rastlantı değildir.

Kapitalizm, üretimi toplumsallaştırıp entegre ederken, insanı bireycileştiren, toplumu dağıtan bir sistemdir. Bugün, çok çok ayrık durumlar dışında, hiçbir insanın hiçbir ihtiyacı, meta ve mübadele ilişkilerinden bağımsız olarak karşılanamıyor. Neyin, nerede, kim için üretileceğine de üretenler ve tüketenler karar vermiyor. İnsan, artık yanlıca tüketici ve “seçmen”dir. Devasa üretim etkinliğinin içinde yalnızlaştırılmıştır. Üretim süreci toplumsallaşırken, toplumun kendisi çözülmektedir.

Toplumun çözülmesi üzerinde ciddi olarak düşünmek gerekiyor. “Bildiğimiz” toplumun çözülmesi, kapitalizmin, en önemli “ sosyolojik” sınırlarından biridir.

Marx’ın, zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına geçişte işgününün kısaltılmasını temel koşul olarak öne çıkarması, sınırdaki olanağın çok iyi bir örneğidir. Çünkü bireyin özne olmasına zemin hazırlayacak en önemli dönüşümlerden biri iş saatlerinin kısaltılmasıdır.
Yineleyelim; sınırlar aynı zamanda yeni topluma geçiş mücadeleleri açısından olanakların habercisidir.

Ekolojik krizin temelinde sermayenin içsel mantığıyla doğanın kendini yenileme ve onarım süreçleri arasındaki aykırılık var ve bu çelişkinin bugün vardığı nokta, kapitalizmin sürdürülemez bir sınıra yaklaştığını ortaya koyuyor.

Peki tehlike giderek büyüdüğü ve kendi varlığını da tehdit ettiği halde kapitalist uygarlık neden bir çözüm üretemiyor?

İklim değişikliğinin içeriği ve çapı, bütün ülkelerin katıldığı ortak ve planlı bir müdahaleyi gerektiriyor. Kâra doymayan ve rekabetsiz yapamayan kapitalizm bu doğrultuda bir ortak rıza üretemiyor, böyle bir müdahaleyi herkese dayatacak bir “otorite” de oluşturamıyor.
Marx, bir mektubunda şunları yazmıştı: ”Burjuva toplumunun özü, a priori bilinçli bir toplumsal düzenlemesinin olmamasında yatar. Ussal ve doğal olarak zorunlu olan kendisini ancak gözü kapalı işleyen bir ortalama olarak ortaya koyar.”8

Parçalı akıl dediğimiz budur! Paranın kokusunu almakta pek hünerliler ama kârın alıklaştırdığı akılları yeryüzüne inmekte olan ölümü göremiyor. Daha doğrusu, görse de başka türlü yapamıyor.

Öte yandan, “Ya dünyayı değiştirmek isteyenlerin, dünyayı değiştirmek için sınırlı zamanları varsa? “9 haklı sorusu yanıt istiyor.

Bilimciler, bilinçli aktivistler, küresel iklim değişikliği durdurmak için zamanın daraldığını, söylüyorlar.

Bu çığlığa kulak vermek, iklim krizine karşı hemen yapılması gerekenleri, devrime, iktidarımıza bağlı program maddeleri arasından öne çıkarıp gündemleştirmek gerekiyor. Bugün gerekli ve ivedi olan “yapma” ve “yaptırmama” çizgisinde bir mücadele pratiğidir.
Bu hedefle yürütülecek mücadelelerin, kitleleri anti-kapitalist ve komünizan içerikli mücadeleye kazanma potansiyeli ise, her gün her yerde sökün eden yüzlerce olay ve tepkinin gösterdiği gibi çok büyüktür.

Eşitsiz dünyada demografi

Kapitalizme dışsal görünen, nüfus, gıda ve göç sorunlarının, kriz düzeyine yükselmelerinin temel nedeni de sermaye düzenidir. İnsanlar arasındaki gelir, yaşam kalitesi ölçütleri bakımından tarihin tanıdığı en eşitsiz dönemden geçiyoruz. Genel olarak üretim araçları ve günümüzün en önemli üretim aracı haline gelen bilgi üzerindeki sermaye kontrolü insanları biyolojik olarak da farklılaştırmak yönünde ilerliyor.

Oxfam verilerine göre yeryüzünün en zengin % 1’i yaratılan tüm zenginliklerin % 82’sine el koymaktadır. Dünyanın en zengin 8 kişisi dünya nüfusunun yarısını oluşturan 3.6 milyar insanın toplam varlığına eşit gelir sahibidir vb…

Dünya nüfusu 2050’de 9,9 milyar olacak. 2050’de Afrika’nın 2.6 milyar, Asya’nın 5.3 milyar, Amerika’nın 1.2 milyar nüfusa ulaşacağı, Avrupa nüfusunun (Rusya dahil) 730 milyon olacağı öngörülüyor. ABD nüfusu 390 milyona varacak.

Bu veriler içinde, önümüzdeki 30 yıl içinde meydana gelmesi olası büyük göç ve nüfus hareketleri yok.

En büyük nüfus artışının BM’nin en az gelişmiş ülkeler kategorisinde değerlendirdiği 47 ülkede yaşanacağı öngörülüyor. Bunların 33’ü Afrika ülkesi.

Çin, Japonya, Rusya, Ukrayna, Romanya, Polonya ve Almanya’da nüfus azalacak. Çin’inki bilinçli, programlı bir nüfus planlamasının sonucu olacakken, özellikle Japonya, Rusya ve Almanya’da nüfus azalması, “istenmeyen” çok ciddi bir sorun oluşturuyor.

Sermaye yaşlıları ne yapacak?

Yaşlanma ve yaşlılık, biyolojik, toplumsal ve kültürel boyutlarıyla eski çağlardan beri var olan bir sorundur. Sorunun birçok boyutu var: Yaşlanan doğrudan üreticinin emek gücü potansiyelindeki azalma nedeniyle genç emekçi karşısında “rekabet” gücünü yitirmesi, emeklilik fonlarının bugün mali sermayenin en büyük kaynaklarından biri olarak kullanılması, emeklilik hakkının ve kazanımlarının neoliberalizmle birlikte nasıl geri alınmakta olduğu, emeklilik- yedek emek gücü ilişkisi vb.10 Burada bunlara girmeden sorunun bugünkü görünümüyle ilgili kısa değinmelerle, sınırlar başlığındaki yerini göstermeye çalışalım.
1950’de dünya nüfusunun % 5’i 65 yaşın üzerindeydi. 2050’lerde bu oran % 17’ye ulaşacak. Gelişmiş ülkelerde nüfusun % 27. 82’si, ABD’de %22’si, Japonya’da % 36’sı 65 yaşın üstünde olacak.

Ekonomik gelişmişlikle ters orantılı nüfus artışı, ekonomik gelişmişlikle doğru orantılı yaşlı nüfus artışı, iklim krizinin ve tarımdaki sermaye despotluğunun yol açtığı gıda “kıtlığı”, günümüz kapitalizminin sınırlarını belirginleştiren iki büyük soruna yol açıyor: Kapitalist anayurtlardaki yaşam süresi uzamasıyla artan yaşlı nüfus ve iklim krizi- kıtlık-açlık üçlüsünün, ama aynı zamanda bölgesel savaşların tetiklediği göç sorunu.

Avrupa ve Japonya’da her bir emekliye üç çalışan düşüyor. 2050’de bire bir olacak. OECD ülkelerindeki emeklilik ve sigorta fonlaarında yaklaşık 50 trilyon dolar tutuluyor. Bu rakam, hepsinin toplam yıllık GSYH’sinden fazla. Yaşlanan nüfus, potansiyel emek gücünün daha küçük, kişi başına büyümenin daha düşük ve verimin daha az olduğu koşullar anlamına geliyor. Yaşlanan nüfus, emeklilik ve bakım kalemlerinden kamu harcamalarının ciddi biçimde artması, bu da borçlanma demek. Düzen sözcüleri “emeklilik kamu harcamaları dizginlenemezse”, 2050’ye kadar birikecek borçların altından kalkamayacaklarını dillendiriyor. Gelişmiş ülkelerin ortalama net borcunun 2050’ye kadar GSYH’nın %220’sine ulaşacağı öngörülüyor. Japonya’da şimdi % 250, 2050’de % 500 olacağı belirtiliyor. ABD’nin toplam borcunun bu gidişle 2050’de 50 trilyon civarında olacağı anlaşılıyor.11

IMF ekonomistleri bu durumun “toplumsal ve siyasal olarak sürdürülmesinin olanaksız olduğunu” söylüyorlar.12

Onlara inanmak durumunda değiliz. Bu saptamalarını şöyle tercüme edebiliriz: Kâr oranlarımızı koruyarak sürdüremeyiz!

Çözüm? Kapitalizm altında bulabilecekleri iki “çözüm” var: Emeklilik yaşını sözcüğün gerçek anlamıyla “mezarda emeklilik” sınırına doğru ittirmek; emeklilik ödemelerinin miktar ve oranını düşürmek! Emeklilik yaşı, 20 yıl öncesine kadar 60 civarındaydı şimdi birçok ülkede azar azar artırıyorlar. Önümüzdeki birkaç yıl içinde 65’e tırmandıracaklar. Alıştırmak için olsa gerek, 2050’ye kadar emeklilik yaşının 70’lere çıkartılmasının “kaçınılmaz” olacağını söylüyorlar.

Fantastik projelere büyük yatırım yapmaları sınırı ve çaresizliği açık ediyor. Örneğin, yaşlılığın en büyük toplumsal sorun haline geldiği Japonya’da yaşlıları yalnızca daha sağlıklı kılarak sağlık harcamalarını minimize etmek için değil, aynı zamanda gençleştirmek, böylece çalışma süresini uzatmak için ciddi bir proje üzerinde çalışmaya başladıklarını öğreniyoruz.13

Göç

Dünyanın bilinen tarihinde göç hiç eksik olmamıştır. En başta savaş, kuraklık-kıtlık gibi olağanüstü gelişmeler ülkeler arasında büyük göç dalgaları yaratmıştır.

Dünya pazarındaki organik bütünleşmeyle birlikte, sermayenin hareketi ile emeğin göçü, emek-sermaye çelişkisi ekseninde yeni biçimler kazanmıştır. Gelişmiş kapitalist ülkelerin kimi zaman nitelikli, kimi zaman niteliksiz emeğe talebi bir yandan, az gelişmiş ülkedeki nitelikli emeğin “beyin göçü” ile sunduğu arz öbür yandan, göç doğurmuştur.

Göç, sınıf mücadelesi ve ilişkileri bakımından da yeni sorunlar yaratmıştır.

Marx’ın 1870’de, bir mektubunda İngiliz-İrlandalı işçiler arasındaki ilişkiler için yazdıkları sorunun bir yönünü neredeyse bütün zamanlar için özetlemektedir:

“Sıradan İngiliz işçi, İrlandalı işçiden kendi yaşam standardını düşüren bir rakip olarak nefret ediyor. İrlandalı işçi karşısında kendisini hâkim milletin bir üyesi olarak görüyor ve bunun sonucu olarak İngiliz aristokratlarının ve kapitalistlerinin İrlanda karşısındaki bir aracı haline geliyor, dolayısıyla onların kendisi üzerindeki tahakkümünü de güçlendirmiş oluyor. İrlandalı işçiye karşı geliştirilmiş dinî, sosyal ve millî önyargıları benimsiyor. … İngiliz işçi sınıfının, örgütlülüğüne rağmen güçsüz oluşunun sırrı bu antagonizmadır. Kapitalist sınıfın iktidarını idame ettirmesinin sırrı buradadır.”14

Marx’ın soruna esas olarak “yedek işgücü ordusu” perspektifinden yaklaştığı biliniyor. Britanya adalarındaki emekçilerin önemli bir bölümünün “yedek işgücü ordusuna” katılmaktansa denizaşırı göçü seçtiler. İngiltere’den ve İrlanda’dan ABD’ye göçün en önemli itici gücünün bu tercihten kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Peki, dışarıdan göç içerideki işçilerin sermaye ile mücadele (pazarlık koşullarını) olumsuz mu etkiler? Ya da tersinden sorarsak, dışarıya göç vermek, kalan emekçiler için daha iyi pazarlık koşulları mı yaratır? Bu iki sorunun da yanıtı olumlu değildir.

Chris Szabla, Marx’ın Kapital’in birinci cildinin çıktığı yıl İrlanda üzerine hazırlamış olduğu (ama yapmadığı) bir konuşmada15, dışarıya göç vermenin, kalan emekçiler için daha iyi pazarlık koşulları yaratabileceği argümanıyla uğraşmayı planladığını yazıyor.16 Çünkü, bu, yani, emek gücü eksikliği, kalan emek gücünün üzerine daha ağır, yoğun çalışma getirecektir.
Kanımca, Marksistlerin bu tartışmayı, güncelleyip, derinleştirmeleri gerekiyor. Göçe verilen tepkilerin nedeni göçün kendisi midir, yoksa göç ve hatta göçmen işçiye yönelen tepkiler daha temel sorunların semptomu mudur? Bu sorunun yanıtının salt teorik olarak değil, pratik-popüler olarak da verilmesi gerekiyor.

Bugüne, somuta gelelim. Suriye örneğinde olduğu gibi bölgesel savaşların ve iklim krizinin yarattığı göç potansiyeli, eşitsizliğin uçurum haline geldiği dünya için yeni boyutlar taşıyan bir sorundur.

Yeniliklerden biri, ucuz emek gücünün sermayenin anayurtlarına gitmesine engeller konulmasıdır. Zamanımızın, belirleyici eğilimi, sermayenin, girdi ve işçilik maliyetlerinin ucuz olduğu ülkelere yönelmesidir. Sermaye için zamanda ve mekânda sınırlar kalkarken, emekçinin hareketi devlet sınırlarıyla engelleniyor.

Bir başka ve çok önemli yenilik, tüm halk sınıflarında, hatta yer yer üst sınıflarda da kendini gösteren gelecek korkusunun göç tetikleyen bir öğe olarak öne çıkmaya başlamasıdır. Kendisinin ve çocuklarının yaşamını tehlikeye atarak şişme botları dolduran insanlar bu yolculuğa, güvenli bir geleceğe ulaşmak için çıkıyorlar.

Sermaye gruplarının ve sermaye devletlerinin özellikle Afrika’ya yöneldikleri görülüyor. Bu yolla, hem sermayenin değerleneceği yeni alanlar açmaları hem de göç tehlikesini geçici olarak ötelemeleri mümkündür. Kalıcı çözüm ise, eşitsiz gelişim ve rekabetin “yasa” olduğu bir dizgede mümkün değildir.

Kimi simülasyolara göre, önümüzdeki 20-30 yılda, Ortadoğu’nun büyük bölümü, Mağrip bölgesi, Sahra Kuşağı ve Güney Afrika, Karayipler ve Meksika’nın kimi bölümleri, Pakistan ve Hindistan’ın tarım sistemleri, şimdiki tarımsal hasılalarında % 20 ve 30 düşüşler yaşayarak kıtlık ve açlıkla yüz yüze gelecekler.17 Milyonlarca insan buralardan Avrupa ve ABD’ye göç etmek zorunda kalacak.

Küresel kapitalizmin, Suriye örneğinde olduğu gibi bölgesel savaşların ve kıtlığın yaratacağı göç dalgalarının önünü kesecek bir “çaresi” yoktur.

Fransa eski başkanlarından Valery Giscard 1990’larda, “Bugün karşı karşıya olduğumuz sorun bir göç sorunu olmaktan çıkmış, istilaya dönüşmüştür” demişti. Bugün, Trump’lar, Orban’lar, Salvini’ler açıkça “göç istemiyoruz” diyor, sınırları kapatıyorlar.

ABD’nin Meksika sınırında inşa ettiği duvar, belki de bu kapatma işleminin küresel kapitalizmin açmazını, sınırını gösteren en “ maddi” simgesidir. Dünyanın çeşitli yerlerinde inşa edilen sınır duvarlarının, gerçekten sınır “güvenliği” nedeniyle mi, yoksa, kendi teritoryal alanında egemenliği zayıflayan devletlerin egemenlik iddialarını ayakta tutmanın aracı olarak mı yükseltildiği sorusu ayrıca tartışmaya açıktır.18

ABD ve Avrupa’da sosyal demokratların, bu kesimin ABD’de Bernie Sanders, İngiltere’de Jeremy Corbin gibi görece demokrat siyasetçilerinin, geleneksel Marksist sol siyaset çevrelerinin göç ve yabancılara karşı ikircimli tutumlarının altında ise, yukarıdaki Marx alıntısında yansıyan ilişkinin önemli payı olduğu anlaşılıyor ve bunun “bizim taraf” için çok önemli bir sorun olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. 19

En günceli, Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi olmak üzere, neoliberal program ve uygulamaların sonuçlarına yönelen, nesnel içeriği itibariyle bal gibi sınıfsal (emekçi+ orta sınıf küçük burjuva) halk isyanları içindeki göçmen-yabancı düşmanı eğilim ise, komünistlerin, devrimcilerin bıraktığı büyük boşluktan kaynaklanıyor.

Bu sorunun, ne yazık ki, işçi kardeşliği ya da proletarya enternasyonalizmi ilke ve belgilerini hatırlatmak ve tekrarlamak türünden kolay bir çözümü yok. Pratikte, sınıf tutumu gerekiyor. Geçerken,Türkiye sol, sosyalist hareketi olarak Suriyeli emekçilerle dayanışma, ucuz emek deposu işlemi gören bu emekçilerin hakkını, hukukunu savunma, onları komünizm mücadelesine kazanma yolunda etkili bir pratik geliştirebildiğimizi söyleyemeyiz.

Hareket noktası, bu aşağılık düzenin sınırlarında, tüm mülkiyet ve sömürü ilişkilerini ortadan kaldıracak, emeğin ve insanın kurtuluşunu getirecek bir toplumsal düzene geçiş için olgunlaşmakta olan koşulları, öncülleri göstermek olan bir devrimci girişimciliğin ise çok büyük şansı var.

Unutmamak gerekiyor, bilimde bile “şans” vardır; ama şans hazır olana güler.

1- E. Hobsbawm, Kısa 20 yüzyıl 1914-1991, Türkçesi: Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Ekim 1996, s. 666
2- Karl Marx, Kapital I, Yordam Kitap, s. 56
3- Karl Marx, Grundrisse, Çeviren: Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları. s. 548
4- Karl Marx, Kapital I, Yordam Kitap, s. 481
5- Karl Marx, Kapital, III, Yordam Kitap, s. 762. Ek not: Zilyedlik, bir mal üzerinde fiili tasarrufu-kullanmayı anlatan hukuki bir terimdir. Örneğin, “toprak işleyenin, su kullananındır” cümlesinde referans mülkiyet hakkına değil zilyedliğedir. “İyi aile babası” Roma hukukunun temel kavramlarından biridir. Özel hukuk ilişkilerinde “iyi ve tedbirli bir aile babası davranışı” yapma-yapmama, kusurluluk-yükümlülük ilişkilerinde esas alınan ölçütlerinin en önemlisidir.
6- Paul Mason, Kapitalizmin Sonrası, Çeviren: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, İstanbul, Eylül 2016, s. 333
7- K.Marx, Kapital, Cilt III, Yordam Kitap, s.806-807
8- K.Marx-F.Engels, Seçme Mektuplar, Marx'tan Hannover'deki L.Kugelmann'a (Londra, 11 temmuz 1868) Evrensel Basım Yayın, Birinci Baskı, Ekim 1996,   s.53-54
9- Sinan Eden, İklim Krizi ve Yaptırmamak, Doruk yayınları, İstanbul, 2015, s.13
10- Bu konularla ilgili kaynak önerisi: Hasan Sadi Demirok-Veli GÜNER, “Toplumsal Üretim Biçimleri ve Yaşlılık: Yaşlının Statüsü ve Geleceği”, VIII. Ulusal Yaşlılık Kongresi, Yerinde Yaşlanma 16-18 Nisan 2015 Bildiri Kitabı, Paamukkale Üniversitesi Yayını.
11- Paul Mason, agy. s. 342
12- N. Howe and R. Jackson, Finance and Devolopment, IMF, Haziran 2011 https://www.imf.org/en/Publications/Finance-Development/Issues/2016/12/31/Finance-Development-June-2011-24460
13- https://www.mauldineconomics.com/frontlinethoughts/revolutionary-future-ahead
14- Karl Marx’dan Siegfried Meyer ve August Vogt’a [9 Nisan 1870], Karl Marx and Frederick Engels, Selected Correspondence içinde (Moscow: Progress Publishers, 1975)s. 220; ayrıca bkz. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1870/letters/70_04_09.htm.
15- Karl Marx, “Notes for an Undelivered Speech on Ireland” [26 Kasım 1867], Karl Marx ve Friedrich Engels, Marx and Engels on Ireland içinde (Moscow: Progress Publishers, 1971) 120; ayrıca bkz. https://www.marxists.org/archive/marx/iwma/documents/1867/irish-speech-notes.htm.
16- Chris Szabla, “Göç sorununu Marx’tan okumak” 14 Ağustos 2018 https://www.politez.com/detail/politez-/9069/goc-sorununu-marxtan-okumak#.XAz0SOKhnIV
17- Mike Davis, Eski Tanrılar, Yeni Bilmeceler, Çeviri: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, İstanbul, Kasım 2018, s. 264
18- Özel olarak bu konuyla ilgili Türkçe’ye çevrilmiş bir kitap bile var: Wendy Brown, Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik, Çeviren: Emine Ayhan, Metis Yayınları, İstanbul, Ekim 2011
19- Bu konuyla ilgili daha fazla bilgi ve yorum için bkz: Chris Szabla, “ Göç sorununu Marx’tan okumak” 14 Ağustos 2018 https://www.politez.com/detail/politez-/9069/goc-sorununu-marxtan-okumak#.XAz0SOKhnIV



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 11.12.2018- 08:44


Bilişim çağında toplumsal devrim- Haluk Yurtsever

Bilişim çağında toplumsal devrim1


Marx’ın formülüyle var olan üretim-mülkiyet ilişkilerinin, maddi üretici güçlerin gelişmesinin engeli haline geldiği yeni bir “toplumsal devrim çağı”nın içindeyiz.  

Dünya ve Türkiye siyasetinde yaşananlara, kapitalist sömürü ve hükmetme düzeninin gündelik yaşamdaki yansımalarına,   emekçi sınıfların, ezilenlerin sömürü ve baskı karşısındaki genel durumuna bakıldığında bu saptama gerçeklikten uzak ve “iyimser” bulunabilir.

Devrimci pratiğin, serin bir akıl, doğru teori kadar, maddi dünya ve yaşam içindeki devrimci olanakları, filizleri görüp bunlardan görev çıkaran, bu anlamda iyimser ve iradi bir yaklaşımın ürünü olacağına inanan biri olarak, “iyimserlik” kondurmasına itirazım olmaz. “Toplumsal devrim çağı” saptamasının ise iyimserlikle pek az ilgisi var. Açık olsun:

Köktenci bir kopuş “an” ından değil, birike birike gelmekte, olgunlaşmakta olan tarihsel bir dönüşüm döneminden söz ediyoruz. Günü ve geleceği kazanmanın bu oluşuma yanıt verebilecek tarihsel-teorik -eleştirel ve pratik inisiyatiften geçtiğini düşünüyoruz.

***

Kapitalizm, bir dünya sistemidir. Eşitsiz gelişir. Marx’ın, sermayenin her yerde “kendi suretinde” bir dünya yaratacağı önermesini bu ikinci önermeyle birlikte düşünülmesi ve bundan sonra yazılacakların yanlış anlaşılmaması için şu üç notu ekleyelim: Birincisi, hiyerarşik ve eşitsiz gelişmenin, kapitalizmin az gelişmiş coğrafyalarında yarattığı dünya, aslının kopyası değildir ve iki dünya arasındaki çelişkiler   ayrıca ele alınması gereken çok önemli bir sorundur.

İkincisi, kapitalizm, dünyanın her yerinde aynı zamanda, aynen var olmamıştır.   Üçüncüsü, sistemin çekirdeğindeki gelişmeler, uzun erimde ve son çözümlemede, belli kırılma ve sapmalarla, “faz” farkıyla da olsa dünya bütününe nüfuz etmektedir. Onun için, dikkati çekirdekteki süreçlere yoğunlaştırıyoruz.

Buradan ilerleyebiliriz. İlerleyebilmek için, sistem-düzen eleştirisini, yeni bir dünya çağrısını, “kriz-çöküş-devrim” klişesinden kurtarıp, “kapitalizmin sınırları-komünizmin olanakları” bağlamına yerleştirmeyi öneriyorum. Kriz olmadığı için değil. Tersine, yapısal bir krizin içindeyiz ve sistemin kriz yönetme olanakları giderek daralıyor.

Ama ne kadar daralırsa daralsın, bu düzeni alaşağı edecek bir gücün devrimci müdahalesi olmadığı sürece kriz, hatta “çöküş” devlet terörü ve barbarlıktan başka bir şey getirmeyecektir. Ayrıca, “çöküş” söylemi, umut, heyecan, enerji aşılamak yerine, gelecek korkusunu, edilgenliği, hatta güçlüye sığınma güdüsünü körüklediği için sorunludur.

***

Sınırlar ve olanaklar başlığında, bakılacak ilk yer, maddi yaşamın üretimi ve toplumsal yeniden üretimidir. Artık değerin, sermaye birikiminin, emek süreçlerinin gerçekleştiği maddi, sınıfsal, siyasal ilişkilerdir.

Bu koşullardaki en önemli gelişme, üretimde bilimin, bilginin (data, veri, enformasyon), bilişimin (bilgi+iletişim) temel itici güç durumuna gelmesidir. Bilginin ve bilimin sermaye birikiminin hizmetine koşulması kuşkusuz yeni değil. Bunlara el koyarak, sabit sermayenin bir bileşeni haline getirmek sermaye düzeninin tarihsel eğilimidir. Bilgi, makinede nesneleşmektedir.

***

Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler, yalnız üretim ve emek süreçlerinde değil, yaşamın her alanında hızlı ve köktenci değişikliklere yol açıyor.   Bu yazıda bunlardan yalnızca birine, değişikliklerin zihinsel (entelektüel) emek-meta kavram ve ilişkilerinde, “emek-değer teorisinde” yol açtığı soru ve sorunlara değinebileceğiz.

Marx Grundrisse’de,”genel bilimsel emeğin”, “genel üretici güç”ün dolaysız emek karşısında birinci plana geçmesiyle sermayenin egemen olduğu üretim biçiminin çözülmeye başlayacağını2, dolaysız biçimiyle emek zenginliğin kaynağı olmaktan çıktığında ise emek süresinin mübadele kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkacağını yazmıştı.3
Sermayenin organik bileşimindeki sabit sermaye lehine gerçekleşen her değişiklik, canlı emeğin yerine sabit sermaye biçimindeki ölü emeği geçirdiği için sermaye düzeninin sonunu getirecek en önemli dinamik olmaktadır. Sermayenin en büyük engeli kendisidir.
Konumuz açısından daha önemlisi, Marx’ın Artı Değer Teorileri’nde işaret ettiği ilişkidir: “Zihinsel emeğin ürünü -bilim- her zaman değerinin çok altında bir yerde durur; çünkü onu yeniden üretmek için gerekli emek zamanı ile hiçbir ilişkisi yoktur.

Örneğin bir okul çocuğu, iki terimli denklem teoremini bir saatte öğrenebilir.”4   Dikkat edelim, burada herhangi bir buluş ya da icadın ilk üretiminden değil, yeniden üretiminden söz ediyor ve bu yeniden üretimde -bunu örneğin, icat edilmiş bir makinenin seri olarak üretilmesi olarak anlayabiliriz- emek zaman ölçüsünün söz konusu olmayacağını yazıyor.

Dahası var: Kapital’de: “Her tür bilimsel emek, her tür keşif, her tür buluş evrensel emektir. Kısmen canlı emekle el birliğine, kısmen geçmiş emeklerin kullanımına bağlıdır.“5 dedikten sonra, “yeni bir makinenin ilk yapılış maliyeti ile yeniden üretim maliyeti arasındaki büyük fark” a değiniyor: “Söz konusu maliyet farkı o kadar büyüktür ki, ilk girişimciler çoğu zaman iflas eder ve ancak ondan sonra gelenler, binaları, makineleri vb. daha ucuza elde edenler başarıya ulaşır.

Bu nedenle, insan zihninin evrensel emeğinin tüm yeni gelişmelerinden ve bunların birleşik emek aracılığıyla toplumsal olarak kullanımından en büyük karları elde edenler, çoğunlukla en değersiz en sefil para kapitalistleridir.”6

Geçerken,   mali oligarşiyi çok güzel betimleyen “en sefil para kapitalistleri” soyutlamasını bir kenara yazalım!

Marx’ın saptaması, günümüzde, tarihsel bir eğilim olmanın ötesine geçmiş, sermaye birikiminin yalın, açık ve egemen gerçekliği haline gelmiştir.   Güncel kapitalizmde, bilimsel ya da zihinsel emekle üretilen metaların çok önemli bir bölümünün, diyelim bir ilaç formülünün, bir laboratuar deneyinin, bir gemi planının, kitap ya da makalenin vb. elektronik-dijital ortamda çoğaltılma maliyeti sıfırdır.

Bir metanın değeri, onu üretmek için gerekli toplumsal emek zamanı ile ölçülemiyorsa meta olmaktan çıkıyor, başka bir deyişle genel üretici gücün toplumsal zenginliğin yeniden üretiminde oynadığı rol oranında, kapitalist üretimi düzenleyen temel yasa -değer yasası- da işlevini yitiriyor demektir. Kapitalizmin sürmekte olan krizine “sistem” boyutu kazandıran olgu budur.

Genel bilimsel emek, evrensel emek, genel üretici güç, genel zeka vb. kavramlarla yeniden tanımlamaya çalıştığımız,   emek ürünlerinin bilgi içeriğinin fiziksel içeriğinden daha değerli, nesne ve araçların daha “akıllı”, insan gereksinmelerinin bol ve ucuz üretilmesinin olanaklı hale geldiği bir tarih çağında, sermayenin bu ürünleri “meta” olarak tekelinde tutması bir noktadan sonra olanaksızdır.

Bilgi toplumsal bir üründür; kullanım “maliyeti” sıfırdır.   Kapitalizmin normal piyasa-fiyat mekanizmaları işlese çoğu ürünün fiyatı azala azala sıfıra düşerdi. Örneğin, bilgisayar ya da akıllı telefonlar bu fiyatlarla satılamazdı.   Bilgi, bugünkü dünyanın en dinamik gücüdür. Sınırsız, ya da daha iyi bir deyimle boldur. Doğası gereği mülk edinilmeye, fiyatlandırılmaya elverişli değildir ve sermayenin boyunduruğundan kurtulmak istemektedir!

Emek-sermaye karşıtlığının kimyası da değişiyor. “Artık değere, kâra karşı emek gücünün değeri” denkleminin yerini, bilgi gücünü kimin kontrol edeceği sorusu alıyor.   Kitlesel sınıf mücadelesinin yeni fay hattı, emek-sermaye çelişkisini bilgiye ve ürünlerine ulaşabilenler-ulaşamayanlar olarak öne çıkarıyor.

Özetle, bilginin, bilimin, zihinsel emeğin üretimin başat öğesi haline gelmesi sermaye birikimi açısından bir sınır oluşturuyor.

Sermayenin sınırdaki tersinden çözüm yöntemi ikilidir: Birincisi, emekçiyi üretimin içsel bir öğesi olmaktan çıkarıp, üretim sürecinde makinenin gözetim ve denetleyicisi konumuna yerleştirmek. İkincisi, bilimsel araştırmayı bir meslek haline getirmek. Bilimsel araştırma bir mesleğe dönüştüğünde, “fedakâr bir zanaatkâr gibi küçük laboratuarında buluş yapan bilimci” de, “şirketler ve üniversitelerdeki araştırma kurumlarında ücretli emekçi olarak çalışan” kişiye dönüşmekte.

Böylece bilim emekçisi, giderek daha çok montaj hattındaki işçiye benzemeye başlamaktadır.7
Bu, sorunu çözmediği gibi yeni bir sorun doğuruyor: Aşırı parçalı işbölümü ve uzmanlaşmanın yol açtığı rutin, araştırmacının aklını da parçalayarak yaratıcılığı köreltiyor.8

“Bilimin dolaysız bir üretim sürecine çevrilmesi çabası sermayenin içsel engeli” haline geliyor.9

***

Sınır, bugün sermaye düzeni açısından kendini çöküş olarak değil, her alanda kaos ve tıkanıklık olarak gösteriyor. Bilim ve teknolojinin akıl almaz bir hızla üretime ve toplumsal yaşama girdiği bir çağda sermayenin organik aydınları ütopya değil, ancak distopya geliştirebiliyorlar. Yeri göğü, “robotlar bize ne yapacak?” korku dolu sorusu kaplıyor.
Sermaye egemenliği sürerse, bu yol, genetik zengini-yapay zeka çipli süper insanlardan oluşan bir oligarşinin bilgiyi ve yaşamı tam kontrol altına aldığı bir barbarlık dünyasına açılacaktır. Bilginin yoğunlaşması sadece ekonomi alanıyla sınırlı olmadığı için, tüm toplumsal yaşamı etkilemektedir.   Bilgi kendi başına baskıcı (coercive) bir siyasi güç kaynağı haline geliyor. Dahası, bilgi kaynaklarını ellerinde tutanlar biyolojik ve bilinç olarak bildiğimizden farklı “yeni insan” yaratma yolunda ilerliyorlar.

Öte yandan, toplumsal birikimin ürünü olan genel üretici güç, genel zeka, toplumsal bireyin doğuşunun,   sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz komünist topluma geçişin maddi zeminini   oluşturuyor.  

Emeğin, zorunlu çalışma boyunduruğundan kurtulduğu, bilgi, data ve enformasyon üzerindeki özel mülkiyetin çöpe atıldığı, bolluk ve zenginliğin toplumun tüm dokularına ulaştığı bir özgürlük toplumu bugün artık yalnızca olanaklı değil, insanlığın “iyi” geleceği için zorunlu tek seçenektir.

Yalnızca sömüren-sömürülen ilişkilerinin değil, ezen-ezilen, yöneten yönetilen karşıtlıklarının da giderek sönümlendiği böyle bir toplumda herkesin özgürlüğü başkasının özgürlüğü haline gelecek, işte o zaman bilim ve bilgi dünyayı cennete çevirmenin yordamı olacaktır.

Çok mu ütopik? Evet sözcüğün bir anlamıyla ütopik. Ayrıca, böyle bir özgürlük toplumuna evrimci bir yoldan,   “güzellikle” ulaşılamayacağı da açık. Ama, bu yazıda giremeyeceğimiz onlarca örnek, ütopyanın maddi, toplumsal ve bireysel öncüllerinin, öncü savaşçılarının da bugünkü toplumun bağrında filizlenmekte olduğunu gösteriyor.

Yeni çağda yeni bir toplumsal devrim düşünce ve pratiği, ancak kapitalizmin sınırlarında komünist toplumun öncüllerini gören ve harekete geçiren bir devrimciliğin eseri olabilir.
Sınırlar ve olanaklar konusuna devam edeceğiz.

1Okuyucuya iki not: Birincisi, bu yazının, ne zaman tamamlanacağı henüz belli olmayan bir çalışmanın tartışılmak için yazılmış ilk sözlerinden biri olarak okunmasını diliyorum. İkincisi, bundan sonra, bu köşede, düzenli olmasa da bu tür makaleler yazmayı düşünüyorum.
2 K. Marx, Grundrisse, Çeviri: Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, Ekim 1979, s. 643
3Agy, s.643
4K. Marx, Artı-Değer Teorileri, Cilt.1, Çeviren Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, Kasım 1998, s. 334
5K. Marx, Kapital, C.III, Çevirenler: Mehmet Selik ve Erkin Özalp, Yordam Kitap, İstanbul, Haziran 2015, s. 113
6Agy.
7Özgür Narin, “Kapital’den sonra Grundrisse: Marx ve Genel Zeka”, Grundrisse’den Kapital’e Patikalar, Özgür Öztürk-Melda Yaman- Özgür Narin, SAV, İstanbul, Kasım 2017 içinde, s. 381
8agy, s. 391
9Agy. s. 395



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.12.2018- 07:34


Toplumsal devrim ve geçiş sorunsalı
Haluk Yurtsever



Yazı dizisine, esas olarak güncel kapitalizmin sınırlarına ve içinde filizlenmekte olan komünist öncüllere dikkat çekmek ve bu eksende program tartışmalarına katkı sunmak için başlamış, ilk yazıda da Marx’ın Grundrisse’sinin   ışığında bilginin, bilimin, zihinsel emeğin üretimin   başat öğesi durumuna gelmesiyle kapitalizmin sınırlarının daha belirgin biçimde açığa çıktığına işaret etmiştim.


İkinci ve üçüncü yazılarda   “sınırlar “ı işlemeye devam ettim.

Şimdi sırada, kapitalizmin bağrında uç veren komünist öncülleri, olanakları ayırt etmek ve irdelemek var. Ancak buna geçmeden önce, kapitalizmden komünizme geçiş ve toplumsal devrim sorunsalının kimi kritik başlık ve kavramlarında netleşmek gerekiyor.

Netleşme, açık söylemek gerekirse, geçmişin ağır yüküyle hesaplaşmayı da içeriyor.
Marksist devrim teorisinin başlıca kaynağı, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’de yer alan şu sözleridir:

“Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi güçleri, o zamana kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.”1
Bir yanda sürekli gelişen üretici güçler, öte yanda, gelişmenin belli bir aşamasında bunlara ayak bağı olmaya başlayan üretim-mülkiyet ilişkileri. Toplumsal devrim, bu ikisinin ve bunları temsil eden güçlerin çatışmasından doğmaktadır. Teori budur.

Açılması ve tartışılması gerektiği açık. 170 yıldır tartışılıyor. Açmak üzere, toplumsal devrimin geniş ve dar anlamlarından başlayabiliriz.

Geniş anlamda toplumsal devrim, uzun bir tarihsel dönemi içine alan bir süreçtir. Bir üretim biçiminden ötekine geçiş sürecindeki ekonomik, siyasal, toplumsal, teknolojik, kültürel ilerleme ve dönüşümlerin toplamıdır. Buradan bakıldığında, toplumsal bir devrimin başlangıç ve sona eriş zamanlarını dakik biçimde belirlemek olanaksızdır.

Dar anlamda toplumsal devrim; siyasal iktidarın, var olan toplumsal sistemi temelinden değiştirecek olan sınıfin eline geçmesidir. Marx buna, "toplumsal ruhta siyasal devrim" diyor. Bu bağlamda, toplumsal devrimin ilk göstergesi, iktidarın bir yeni sınıfa geçmesi anlamında siyasal devrimdir. Öte yandan, yukarıdaki tanım gereği, toplumsal devrim, siyasal devrimden önce başlamakta ve bu devrimden sonra da devam etmektedir.

Bu tanımlarla, kuşkusuz tüm sorular yanıtlanmış, tüm sorunlar çözülmüş olmuyor.

Sorunlardan birini şöyle formüle edebiliriz: Toplumsal devrim süreci, çoğunlukla üretici güçlerin hareketli ve dinamik öğeyi, üretim ilişkilerinin ise statik öğeyi oluşturdukları bir ilişki olarak anlaşılıyor. Bu anlayış yanlıştır.

Devrime kadar, üretim ilişkilerinin, beton gibi katı ve hareketsiz kaldığı düşünülemez. Üretim ilişkileri de esnemekte, gelişen üretici güçlerin daha çoğunu içine sığdıracak biçimde genişlemektedir. Kapitalizmin, üretici güçlerin üretim ilişkileri kabuğuna başkaldırdığı periyodik ve yapısal krizlere rağmen varlığını sürdürebilmesinin “sır”larından biri bu esneme yeteneğindedir.

Buradan, daha temel bir soruna geçebiliriz.

Komünizmin maddi önkoşulları kapitalizm içinde oluşur mu?

“Kapitalizm feodal toplum içinde oluşur ve gelişir, ama komünizm kapitalizm içinde gelişmez.”
Çıkış noktası ve ana düşüncesi doğru olan bu formülasyon zamanla tam bir klişeye dönüşmüştür. Evet, sömürüye dayalı bir üretim tarzından başkasına geçişle komünizme geçiş arasında özdeşlik ve hatta benzerlik kurulamaz. Feodalizmden kapitalizme geçiş, kapitalizmden komünizme geçişe modellik edemez.

Ayrıca feodalizmden kapitalizme geçişin somut örnekleri, birbirlerine de model oluşturmazlar. Her geçiş özgüldür.

Buradaki temel sorun, kapitalizm içinde ayrı bir kompartıman olarak komünist üretim ilişkisi adacıklarının oluşup oluşmadığı değildir. Oluşamaz!

Sorun, kapitalist üretim ilişkileri içinde komünizmin maddi önkoşullarının oluşup oluşmayacağı noktasındadır. Bizim, bu soruya yanıtımız, hem Marx’tan referansla, hem de bugünkü dünyanın maddi içeriği açısından   açıkça “evet” tir. Bu ikincisi oluşur; oluşmaktadır!
Burada biri, Grundrisse’den, öteki Kapital’den iki aktarma ile Marx’ın bu soruyu nasıl yanıtladığına bakalım.

Grundrisse’de şöyle diyor:
“Burjuva toplumunun, yani mübadele değerine dayalı toplumun içinde, her biri bu toplumu paramparça edebilecek birer mayın gücünde birtakım işbirliği ve üretim ilişkileri doğar (Toplumsal birliğin birbiriyle çelişen ve çelişkilerinin sessiz bir reformla uzlaştırılmasına imkan olmayan bir dizi tezahür biçimi. Öte yandan, varolan toplum içinde, sınıfsız bir toplumun ortaya çıkabilmesi için gerekli maddi üretim koşullarıyla, onlara tekabül eden işbirliği ilişkilerinin gizli varlığını keşfedemiyorsak, tüm mayınlama teşebbüsleri de Donkişotça olmaktan ileri gidemeyecektir.)"2 (abç)

Kapital’de:
“Sermaye birikimindeki artışın sermaye yoğunlaşmasındaki bir artış anlamına geldiğini görmüştük. Böylece, sermayenin gücü, yani toplumsal üretim koşullarının gerçek üreticilerden (kapitalistte kişileşen) bağımsızlaşması artar. Sermaye, kendisini, giderek daha ileri derecelerde olmak üzere, görevlisi kapitalist olan bir toplumsal güç olarak gösterir; bu toplumsal güç, tek bir bireyin emeğinin yaratabilecekleriyle artık olası hiçbir ilişki içinde değildir; aksine yabancılaşmış, bağımsızlaşmış bir toplumsal güç olarak, toplumun karşısına, bir şey olarak ve kapitalistin bu şey sayesinde elde ettiği bir güç olarak çıkar. Sermayenin dönüştüğü genel toplumsal güç ile tek tek kapitalistlerin söz konusu toplumsal üretim koşulları üzerindeki kişisel güçleri arasındaki çelişki giderek daha fazla göze batar ve bu çelişki, aynı zamanda üretim koşullarının genel, ortak, toplumsal üretim koşullarına dönüştürülmesi anlamına geldiğinden, bu ilişkinin ortadan kaldırılmasını da beraberinde getirir. Bu dönüşüm, üretici güçlerin kapitalist üretim koşulları altındaki gelişmesinden ve bu gelişmenin gerçekleşme tarzından kaynaklanır.”3 (abç)
Aynı yaklaşımı, farklı bir anlatımla, Paris Komünü hakkındaki siyasal değerlendirmede de görüyoruz:

“İşçi sınıfı komünden mucizeler beklemedi. Onun, halk kararıyla hayata geçireceği hazır ütopyaları yok…Onun, hayata geçireceği idealleri yok; tek yapacağı, yıkılmakta olan burjuva toplumunun rahminde şimdiden gelişmiş bulunan yeni toplum öğelerini serbest bırakmak.”4
Alıntılar ayrıca yorum gerektirmeyecek kadar açık. Şunu yazabiliriz: Marx, yeni ve daha üstün üretim ilişkilerinin bizatihi kendilerinin değil, maddi varlık koşullarının, yani çeşitli ilişki, işbirliği ve bilinç biçimlerini kapsayacak biçimde “eski toplumun bağrında” çiçeklenmesini ya da fiilileşmesini, bir geçiş çağının, toplumsal devrim sürecinin başlamasının olmazsa olmaz koşulu saymaktadır.
                                                                                  II
Yukarıdaki sorunun devrim teorisindeki izdüşümü, siyasal devrim- toplumsal devrim arasında artsıralı ve kronolojik bir ilişki kuran yaklaşımdır.

Sorunlu tez şöyledir: “Toplumsal devrim siyasal devrimi izler. Toplumsal devrim ya da dönüşümler, siyasal iktidarın proletarya ve bağlaşıkları tarafından fethiyle başlar ve esas olarak da sonrasında gerçekleşir.”

Yukarıda kısaca ele aldığımız “kapitalist üretim ilişkileri feodal toplumda gelişir” önermesinin sorunlu olduğunu en iyi İngiliz burjuva devrimi gösteriyor.   Bu, kapitalist üretim ilişkilerinin, burjuva sınıfın oluştuğu bir zamanda bu sınıfın iktidara el koymasıyla gerçekleşmiş bir devrim değildir.

Tersine, bir dizi tarihsel, siyasal, kültürel gelişmenin, devrim, karşı devrim ve restorasyon süreçlerinin bir sonuç ürünü olarak gerçekleşen iktidar değişikliği kapitalist üretim ilişkilerinin gelişeceği toplumsal-ekonomik zemini hazırlamış; kapitalist ilişkilerin sanayi devrimiyle egemen hale gelmesi ise 140 yılı almıştır.

İngiltere burjuva devriminin yetkin Marksist tarihçisi Christopher Hill, İngiltere’de feodalizmden kapitalizme geçişi, yani toplumsal devrim sürecini 1530’lardaki reformasyondan başlayıp 1780’deki sanayi devrimiyle sonuçlanan 250 yıllık bir süreç olarak inceliyor; bu devrimin işlevinin “kapitalizmin yayılmasının engellenmesini engellemek” olduğunu savunuyor.5 Bu 250 yıl, farklı siyasal oluşumların, halk isyanlarının, devrimlerin karşı-devrimlerin birbirini izlediği toplumsal laboratuar zenginliğinde bir çağdır. 1549,1607, 1631 de açık halk ayaklanmaları, 1529-1540 arasında reformasyonla manastırların kaldırılması, kilise topraklarına el konulması, 1640-49 yılları arasında iç savaş, 1644 Cromwell darbesi ve iktidarı, 1660’da krallığın restorasyonu ve 1688’de “Şanlı Devrim”le krallığın 1640 devrimi yolunda yürüyecek hanedana geçmesi, 15. yüzyılda başlayıp, 1750-1860 arasında hızlanan o kapitalizmin döl yatağı “çitleme” dalgalarının 1720-1815 arasında 3000’e yakın yasayla birbirini izlemesi vb.

1848 miladı


Toplumsal devrim çağını başlatan bir siyasal devrim için bir tarih vermek gerekirse, bu hiç tartışmasız yenilgiyle sonuçlanan 1848 Kıta Avrupası devrimidir.  

Engels’in bu büyük devrim deneyiminden 47 yıl sonra, 1895’de Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 kitabına “giriş”te yazdıkları   ilginçtir.

Engels, bu girişte, “Kıta Avrupası’ndaki iktisadi gelişmişlik durumunun, kapitalist üretimin ortadan kaldırılması için gereken olgunluğun henüz çok uzağında olduğunu” belirterek toplumsal devrimin henüz olgunlaşmadığının altını çizmiş, arkasından da, “giriş”i yazdığı tarihi, yani 1895’i kastederek şöyle devam etmişti: “Bugünse, ilerlemesini kimsenin durduramayacağı, niceliği, örgütlenmesi, disiplini, kavrayışı ve zafer inancı her geçen gün güçlenen bir büyük uluslararası sosyalistler ordusu var. Proletaryanın bu çok güçlü ordusunun bile hedefe hala ulaşamamış olması, zaferi tek bir (italik Engels’in) büyük darbeyle kazanmanın çok uzağında bulunması, bir konumdan diğerine zorlu ve sert mücadeleler yürüterek, yavaş yavaş ilerlemek zorunda olması, 1848’de toplumsal değişimi basit bir baskınla sağlamanın ne kadar imkansız olduğunu kesin bir şekilde kanıtlıyor."6(abç)
Ekim Devrimi ise, siyasal iktidarın proletarya tarafından alınmasıyla, toplumsal ruhta bir siyasal devrim olarak başlayan, komünizme hazır olmayan bir toplumda, kapitalist üretim ilişkilerinin içerebileceği üretici güçleri komünist iktidar altında geliştiren, ancak geçiş dönemini tamamlayıp komünizme varamadan geri çevrilen muazzam zenginlikte bir deneyimdir. Bu komünizm denemesi, komünist topluma ulaşmadan kurumuştur.  
Sonuç olarak siyasal devrim(ler) ile toplumsal devrim süreci iç içe, yüz yüze gelişen süreçlerdir. Toplumsal devrim, sıçrama anından çok, öyle sıçramaların da içinde yer aldığı uzun bir dönemdir, çağdır. Tamama erme kapasitesi ve zamanı, verili üretici güçler ve ilişkiler düzeyinin geçiş için olgunluk derecesine bağlıdır. Toplumsal devrim süreci, asla, salt ekonomik bir oluşum değildir. Siyasal, ideolojik, kültürel alandaki, toplumsal cinsiyet, kol emeği-zihinsel emek, kır-kent vb. ilişkilerindeki dönüşümlerle birlikte ilerleyen bir süreçtir.

Önce siyasal devrim sonra toplumsal devrim sıralamasının teorik açıdan yarattığı kritik soru, kendisini kapitalist toplumun bağrında kurucu bir özne olarak var edemeyecek bir işçi sınıfının, nasıl olup da sosyalist iktidarın siyasal-kurucu öznesi olacağı sorusudur.
Bu sorunun yanıtı, “eğiticilerin” konunun açıldığı her fırsatta yineledikleri “ideolojik mücadele” tekerlemesi olamaz. Sorunun doğru yanıtı, eğiticileri de eğitirken, ideolojik mücadeleyi de kapsayan kurucu devrimci pratiktir. Bu eleştirel pratik, sosyalizmin kapitalizm içindeki maddi öncüllerinin en önemlisi olan insandaki ideolojik-kültürel dönüşümleri mücadele içinde başlatmayı ve geliştirmeyi de içermek durumundadır.
                                                                                                        III
Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde kapitalizmden komünizme geçişi şöyle formüle etmişti:
“Kapitalist toplumla komünist toplum arasında, birinin diğerine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna siyasal bir geçiş dönemi karşılık gelir ve söz konusu geçiş döneminin devleti, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz."7

Marx’ın tanımında ve anlayışında, kapitalizm ile komünizm arasında “sosyalizm” diye bir ara aşama yoktur. Marx’ın geçiş modeline göre söylersek, proletarya diktatörlüğünden komünizme geçemeden çözülen Sovyet toplumuna “sosyalizm”, hatta “ileri sosyalizm” denmesiyle teorik bozulma ve dünya devriminden kopuş resmilik kazanmıştır. “Sosyalizm” le   geçiş dönemi kastedilseydi sorun bu ölçüde önemli olmayabilirdi.   Ne yazık ki, Sovyetler Birliği somutunda, sosyalizm tarih içinde bağımsız, içinde uzun süre yaşanacak bir toplumsal düzen, üretim biçimi olarak vazedildi. SBKP, 1960’da parti programına, Sovyet toplumunun 1980’de komünizme ulaşılacağını bile koydu.

Şöyle toparlayabiliriz:

Bir: Tarihte ve teoride sosyalizm diye, kendine özgü bir yer tutan, bağımsız bir toplumsal-ekonomik yapı, bir üretim biçimi yoktur. Dolayısıyla, “sosyalizm” ancak bir dönüşüm süreci olarak ve komünizme referans verilerek tanımlanabilir. Kanımca daha doğrusu, bu kavramı terk edip, “komünist” kavramını kullanmaktır.

İki: Komünist toplum, özel mülkiyetin, sömürünün, sınıfların, meta ilişkilerinin olmadığı, değer yasasının işlemediği bir toplumdur. Komünizmin iki evresinde de bu kategoriler yoktur. Bunlar varsa, henüz komünist toplum yoktur. Sorunu bu kadar kesin ve köşeli koymadan doğru bir teorik zeminde tartışmak olanaksızdır.

Üç: Komünizmin son derece önemli ve tüm geçiş dönemi boyunca yürüyüşü belirleyecek üç burcu daha var. Bunlar, emek üretkenliği, komünist emek ve yeni insanın yaratılacağı kültürleşme/özgürleşmedir.

Lenin’in Büyük Başlangıç’taki “Komünist Subotnikler” (1919) yazısında belirttiği gibi, emek üretkenliği son çözümlemede, yeni toplumsal sistemin zaferinin başlıca koşuludur:
“Komünizm, ileri teknikler kullanan, sınıf bilincine sahip, gönüllü ve bir araya gelmiş işçilerin – kapitalizmde mevcut olana kıyasla- daha yüksek emek üretkenliği demektir. Komünist subotnikler ise, komünizmin gerçek anlamda başlaması açısından olağanüstü önem taşımaktadır. Çünkü (parti programımızın oldukça yerinde biçimde belirttiği gibi) henüz ‘kapitalizmden komünizme geçişte yalnızca ilk adımların atıldığı’ bir aşamada iken bu tür uygulamaların ortaya çıkması, ender bir durumun ifadesidir.”8

Bu alıntı anahtar önemdedir. “Kapitalizmde mevcut olana kıyasla daha yüksek emek üretkenliği”ni tanımlamak, ölçüsünü vermek olanaksızdır. Ne olacağını genel olarak formüle etmek ise mümkündür.   Zorunlu emeğe dayanmayan üretimin, tüm insanların toplumsal üretim ve hizmetlerden gereksinmeleri kadarını alabilecekleri bir bolluk toplumu.
Marx’ın formülasyonundaki komünist toplumun ilk evresi ile yüksek evresi arasındaki esas fark, birincisinde tüketim ve pay, üretimin hala “kıt” olması nedeniyle katkıya bağlıyken, ikincisinde komünist üretkenliğin sağladığı “bolluk”la herkesin gereksinmelerinin   karşılanabilecek olmasıdır.

Lenin “ileri teknikleri” emek üretkenliğinin bir öğesi olarak alıyor, ancak vurguyu tekniğe değil, insana, işçilere yapıyor. Kastedilen, sınıf bilincine sahip, gönüllü olarak bir araya gelmiş işçiler eliyle ulaşılacak emek üretkenliğidir. Böyle anlamaz, emek üretkenliğindeki artışı yalnızca teknolojik ilerlemelere indirgersek işin içinden çıkamayız. Komünizme doğru yürüyüş, “yeni insan”ı kültürleştirme eylemidir.

Lenin, 1920 Nisan’ında, Eski Toplumsal Sistemin Yıkılmasından Yeninin Yaratılmasına’da komünist emeği şöyle tanımlıyor:

“Kavramın net ve dar anlamı içinde komünist emek, toplumun yararı için karşılıksız harcanan emektir.   Belirli bir görev olarak, belli ürünlere hak kazanmak amacıyla, önceden belirlenmiş ve yasal olarak saptanmış kotalara göre harcanan emek değil, kotalarla ilgilenmeyen gönüllü emektir. Ödül beklentisi olmayan, koşulu ödül olmayan emektir. Ortak yarar için çalışmak bir alışkanlık olduğu için ve ortak yarar için çalışmanın bir zorunluluk olduğu bilinci (ki artık bir alışkanlık olmuştur) yerleştiği için harcanan emektir- sağlıklı bir organizmanın gereksinimi olan emektir…Herkes için açık olmalıdır ki, biz, yani toplumumuz, toplumsal sistemimiz emeğin bu biçiminin geniş, gerçekten kitlesel ölçekte uygulanmasından hala çok uzağız."9
Emek üretkenliği, komünist emek komünist toplum kuruculuğunun en başından itibaren gözetmesi, yönünü ve yürüyüşünü belirlerken ölçü alması gereken üç önemli burçtur.
Güncel kapitalizmin bu öğeler açısında barındırdığı olanakları sonraki yazılarda ele alacağız.


1- K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz. Sol Yayınları. Çeviren Sevim Belli, Altıncı Baskı, Ankara, Ekim 2005, s. 39
2- K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz. Sol Yayınları. Çeviren Sevim Belli, Altıncı Baskı, Ankara, Ekim 2005, s. 39 233-234
3- K. Marx, Kapital, C.III, Çevirenler: Mehmet Selik ve Erkin Özalp, Yordam Kitap, İstanbul, Haziran 2015, s. 267-268
4- K. Marx, Fransa’da İç Savaş, Almanca’dan Çeviren: Erkin Özalp, Yordam Kitap, İstanbul, Ekim 2016, s.89
5- Christopher Hill, İngiliz Devrimler Çağı/Demokratik Devrimden Sanayi Devrimine 1530-1780, Çeviren: Lale Akalın, Kaynak Yayınları, İstanbul, Aralık 2015, s. 29
6- Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850, Almanca’dan Çeviren: Erkin Özalp, Yordam Kitap, İstanbul, Ekim 2016, s.21-23
7- Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programaları Üzerine, Derleyen ve Almanca’dan çeviren: Erkin Özalp, Yordam Kitap, İstanbul, 2017, s.
8- Lenin, Toplu Yapıtlar, İng. C.29, s.427, Türkçe kaynak: Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, Yordam Kitap.
9- Lenin, TY, C.30, s.517-18

https://ilerihaber.org/yazar/toplumsal-devrim-ve-gecis-sorunsali-92354.html




Bu ileti en son melnur tarafından 25.12.2018- 07:35 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör ‘Stalin ve Hruşçov hakkında’ çözülüş üzerine spartakus 1 3323 07.03.2022- 05:55
Konu Klasör AKP’nin sınırları var mı? melnur 2 2777 03.11.2019- 04:33
Konu Klasör Önder İşleyen: ''Toplum bu siyasetin sınırlarına hapsolmayacak'' melnur 0 173 25.09.2023- 08:15
Konu Klasör Kapitalizmin şirazesi melnur 0 2488 29.11.2016- 22:00
Konu Klasör Kapitalizmin krizleri ve sınıf melnur 0 2763 04.08.2013- 00:04
Etiketler   Kapitalizmin,   sınırlarında…
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS