SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Tarih bilinci ve sosyalizm...           (gösterim sayısı: 2.316)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 15.02.2020- 09:01


Güne SOL'dan başlıyorum; alışkanlık olmuş. Gazete varken, onunlaydı, şimdilerde portal'la....

Orhan Gökdemir'in bugünkü yazısını okuduğumda çoğu yabancısı olmadığımız bilgilerin bir araya getirilmiş halinin ne kadar ürkütücü olduğunu fark ediyor insan. Ürkütücü, doğru sözcük bu belki de. En üstte, bir yandan Neo Osmanlıcı yapının   bütün mekanizmaları kurulmaya çalışılırken, bir yandan da bu ülkede, bu ülkenin çileli insanlarının yaşadıklarına duvar olmuş bir tek adam siyasetinin gerçekleştirmeye çalıştığı saltanat ve şatafat...Gökdemir'in bugünkü yazısında bu var. Nereye gidiyoruz diye ürkütüyor ve buralara nasıl geldik diye de düşünmeye yöneltiyor.

Evet, nereye gittiğimiz, neler yapılmak istendiği belli. Buralara en azından 2002'den   bu yana hangi ucubeliklerin peşine takılarak ve hangi yanlışlıkların üstesinden gelemiyerek vardığımız da belli. İyi de, belki biraz olsun bir tarih bilincine sahip olmamız açısından öncesinde neler olduğu konusunda birtakım bilgilere, bir anlamda bir tarih bilincine ihtiyacımız yok mu? Sol sadece ''tarih sınıf mücadeleleri tarihidir'' diyerek otomatik bir tarih bilincine sahip olmuş olabilir mi? Sol tarihe arkasını ve önünü bilmediği sloganist bir yöntemle yaklaşabilir mi? Böyle bir yaklaşımın SOL için yeterli olduğu ve tarihi anlamamıza yardımcı olacağı iddia edilebilir mi? Buralarda da eksikliğimiz var. Eksik bilgilenme aynı zamanda tarihe nasıl bakılması gerektiği konusunda yanlış perspektifler edinmeye de yol açıyor. Buna ezberciliği, taklitçiliği ekleyin ortaya çıkan prototipin   varacağı nokta ''kerameti kendinden menkul bir solculuk''tan başka bir şey olamazdı; olmadı zaten!. Yıllar yılı o sözde sol-sosyalist forumlarda şişine şişine dolaşan kerameti kendinden menkul solculuk bu tiplerin yarattığı solculuk anlayışıydı. Solculuk denilebilir mi, o da ayrı, zaten kendilerini ''enternasyonal komünist'' olarak tanımlıyorlardı.   Bir anlamda   burjuva kozmopolitizmini savunuyorlardı ve savunduklarının da proleter enternasyonalizmi olduğunu sanıyorlar ve yakın tarihe de bu liberal pencereden bakıyorlardı.

Gelmek istediğim nokta tarih bilinci konusunun sol açısından önemini vurgulamaktır. Aydınlanma ve en başta laikliğin SOL için ne anlama geldiği, aydınlanma mücadelesinin bizim coğrafyamıza nasıl yansıdığı, bu mücadelenin günümüzde nasıl bir şekil aldığı konusunun kavranılmadan SOLun doğru bir perspektif oluşturarak gereken mücadeleyi sürdürebilmesi olanaksızdır. Bu yüzden genel hatlarıyla da olsa bir tarih bilincine ihtiyacımız var. Tarih bilinci ve sosyalist bir kavrayış herşeyden önce Marksist Leninist olma iddiası taşıyan her bireyin edinmesi gereken temel niteliklerdir.

Güne SOL'dan başlıyorum. Orhan Gökdemir'in bugünkü yazısı ''Çöker bu saraylar, bu saltanatlar...'' başlıklı yazısı bana, önce bir başka yazısını işaret etti. ''Vatan yahut Sosyalizm'' başlıklı yazıyı da okuyunca böyle bir başlık açılması gerektiğini hatırlattı. Her iki yazıyı da buraya asıyorum.

Önemli.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 15.02.2020- 09:05


Vatan yahut Sosyalizm - Orhan Gökdemir

Tarihi çok gerilere gitmiyor. Demek ki insanlık tarihindeki kısa ışık parlamalarından biridir. Önce Aydınlanma ve sonra onun ışığında parlayan Büyük Fransız Devrimi ile büyük bir devrimci dalganın içinde bulduk kendimizi. Kant, teoride tanrının kellesini uçurmuştu. Ondan feyz olan Robespierre pratikte kralın kellesini uçurdu. Bunlar aslında bireysel kelleler olarak görülmekle birlikte, eski rejimin kelleleriydi. Eski rejimin kelleleri düşünce, o başsızlıkta Cumhuriyet fikri doğdu. İnsanlık ailesinin en büyük, en devrimci icatlarından biridir.

Sosyalist Cumhuriyet de büyük ölçüde o dalganın ürünü. Cumhuriyetin harcına eşitliğin katılabileceği fikri 1848’den ve 1871’den damıtılarak elde edilmişti. Büyük emperyalist savaşın ortasında görüldü ki Cumhuriyet fikrini yaşatmanın yolu onu eşitlikçi bir harçla yeniden yoğurmaktan geçiyor.

Düştük, kalktık; 200 yıl sonra hâlâ o dalganın üzerindeyiz.

Şimdilik şurası açık; Fransız Devrimi, Ekim Devrimi, Türk Devrimi tanrının ve kralın kellesini uçurarak iş gördü. Demek, kelle uçurmanın Aydınlanma tarihinde yeri var.

***

Büyük aydınımız Mithat Paşa, cüretli ve çalışkan olmakla birlikte henüz sultan kellesi uçurmayı hayal edemiyordu. Saray duvarları Batıdan gelen esintileri içeri sızdırmıyordu çünkü. O da başka yoldan giderek halletmeyi denedi. Aziz’i bir saray darbesiyle indirdi, koltuğuna yeğeni Murat’ı oturttu. Fakat yeni sultanın akıl sağlığı dalgalıydı. Ayrıca fırsatçı küçük biraderi Hamit, Paşanın kulağına Anayasayı tanıyacağını fısıldamıştı. Paşa, Murat’ı da indirdi, Hamit’e yolu araladı. Mason Murat ancak üç ay saltanat sürebilmişti.

Kanun-i Esasi, ilk anayasa, 1876’da ilan edildi. Meşrutiyetlerimizden birincisini o saray darbesine borçluyuz. Mimarı iş bilir Mithat Paşa'dır. Bir yıl sonra 93 harbini bahane eden Hamit ilanını kabul ettiği anayasayı rafa kaldırdı. Uzun istibdat dönemi kapısı aralanmıştı. Mithat Paşa ise kelle almayı bilmemenin bedelini kendi kellesini vererek ödedi.

Başkaları da var: Anayasal tarihimiz başlama vuruşunu üç erken aydınımıza, Mithat Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal’e borçluyuz. “Hürriyeti” ve “Vatanı” bize onlar öğretti. Esası Sultan düşürmesidir.

Ne diyor Ozan: “Nice sultanları tahtan indirdi. Nicesinin gül benzini soldurdu. Nicesini dönmez yola gönderdi. Bir ayrılık bir yoksulluk biri de ölüm.” İndirdiler, gül benizlerini soldurdular veya dönülmez yola gönderdiler. Ama kellelerini hep yerinde bırakmayı tercih ettiler.

Abdülhamit, Namık Kemal’in vatan dediğini özel mülkü sayıyordu. Varsıldı, üzerine biraz dindardı. Mülkünü dindar bir varsıl olarak yönetti. Camiye gitti, çıkışta borsanın yolunu tuttu. Servetini çoğaltarak geçirdiği uzun hükmünde tek derdi mülkünü elinde tutmaktı. Bunun için tehdit oluşturanlara zulmetti, yasakladı, kovaladı. Ama o şartlarda bile ömrü ancak 30 yıl hükmetmesine yetti.

Enver, Talat ve Cemal Rumeli’den koşup geldiler. Büyük despotu alaşağı etmeye bir telgraf kampanyası yetmişti. Hamit kendisine gönderilen telgraflardan çok korktu, gül benzi solmuştu, kendiliğinden düştü. Derdest edip Selanik’te bir köşke kapattılar sonra. Meşrutiyet’in birincisinin icadı olan “Hürriyet” böylece hayat buldu. Anayasa raftan indi, meclis açıldı. Meşrutiyetlerden ikincisidir, fiili sultansızlık halidir. Vatana vardık.

Fakat ikinci kuşak aydınlarımız da Mithat Paşa ekolündendi. Hamit’i indirip Reşat’ı bindirdiler. Reşat, kukla padişah olmayı baştan kabul etmişti. Hükümsüz kellelerimizdendir.

***

Cumhuriyet, “Vatan” ve “Hürriyet”in getirisidir.

1908’de hürriyeti ve vatanı bulmuştuk, gericiler 1909’da bulduklarımızı geri almak için ayaklandılar. Şeriat istiyorlardı. Şeriat, vatansızlık ve hürriyetsizlik halidir. Onların başaramadığını Balkan Harbi başardı. 1910 ila 1920 arasındaki uzun iç savaşta vatanı da hürriyeti de kaybettik.

Ama sonra direnmenin bir yolunu bulduk. Kurtuluş Savaşı vatan için yolu yeniden aralamıştı. Son sultan, kellesi uçmasın diye İngiliz gemisiyle sıvıştığından, bu vatanda bir sultanın olması da artık anlamsız görünüyordu. Kalsaydı, Cumhuriyet bu kadar hızlı gelir miydi, bir sorudur. Ama kuşkusuz eninde sonunda gelirdi. Sultanının kellesini almamakla birlikte, dönülmez yola gönderdi; Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’ye borçluyuz.

Sonra Cumhuriyet de düştü. Eteklerinden gelen Menderes kendisini yeni sultan ilan etmeye çok yaklaşmıştı. İkinci istibdattaydık. Tabii, bu tarihten biliyoruz, sultan varsa kelle alma hareketi de vardır. Devirdiler ve aldılar. Anayasayı yeniden ilan ettiler. Arkasında büyük bir Kemalist Aydın hareketi ve TİP vardı. Üçüncü meşrutiyetimizdir.

Olmayınca, 12 Eylül’de bir zavallıyı, Kenan Evren’i silah zoruyla sultan ilan ettiler, reankarne Abdülhamit’tir. Ancak henüz aydınlarımızı yok edememişlerdi. Aziz Nesin ve Yalçın Küçük öncülüğünde ayağa kalkan aydınlarımız nevzuhur Hamit’i silkelediler, ancak düşüremediler. Bu da üçüncü istibdat dönemimizdir.

***

“Vatan yahut Silistre”, Namık Kemal’in 1872’de kaleme aldığı tiyatro oyunu. Başlangıçta eserinin adı sade “Vatan”dı. Oyun sahnelenince izleyenler galeyana geldi. Sokağa çıkıp feryat ettiler, yürüdüler. Çünkü sultanın tebaası o salonda vatanla ilk defa karşılaşmıştı. Olaylar üzerine Vatan yazarını derdest edip Mağusa'ya sürdüler. Sansürlediler. O da sansürden kaçmak için “Silistire”yi ekledi “Vatan”a. Yetmedi tabii, sürgünde ölüme terk ettiler. İlk vatan kahramanımızdır.  

Peki sultanlar neden bu kadar korkarlar vatandan, hürriyetten ve cumhuriyetten?

Çünkü sultanların, kralların, çarların vatanı yoktur. Bizim vatan bildiğimizi onlar mülkü bilirler. Vatan mülkse, devlet de mülktür. “Adalet mülkün temelidir” derken söylenen budur. Marks’ın cümleleriyle tekrarlayayım: Kral devlet benim mülküm derken aslında mülk sahibinin kral olduğunu söylemek istemektedir. Demek ki bir toprağın vatan olması için onu mülk edinenlerin elinden alma şartı var.

Alacaksınız ve sultanları mülksüzleştireceksiniz, toprağın vatana dönüşmesinin esası da bu.

Ama sözde de olsa en gerici dönemde bile bir adalet arayışı veya iddiası vardı. Kapitalizmin son, tekelci aşamasında kaldırıp attılar. Ortalıkta çıplak bir mülk ve çıplak bir devlet kaldı. Ezilenler artık vatansızdır.

***

Düştük, kalktık. Vatanı silip hürriyeti tepeledin mi, karanlığa varırsın. Vatan yeniden mülk ilan edildi. Hürriyet tepelendi, Cumhuriyet imamların elinde defnedilmeyi bekliyor. Nevzuhur sultan “benim değil mi, kime ne” bile dedi tarihine bakmadan. Hamit’in ruhu dolaşıyor zombi bedenlerinde. Düştük, kalkarız. Biz hâlâ o dalgadayız. Sultan varsa, dönülmez yola göndermek isteyenler de vardır: Aydınlanma tarihinde ve türkülerimizde yeri var.

Sultanların, kralların, çarların vatanı yoktur ama bizim acil bir vatana ihtiyacımız var. Adalet ezilenlerin vatanıdır. Buluruz, eninde sonunda, mecburuz.

Bu yeni bir oyundur fakat; adı “Vatan yahut Sosyalizm”dir….


https://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/vatan-yahut-sosyalizm-279584




Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 15.02.2020- 09:07


Çöker bu saraylar, bu saltanatlar… - Orhan Gökdemir

Cumhuriyetin el koyup TBMM’ye bağladığı Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarını, Küçüksu- Ihlamur-Beykoz-Yıldız Şale-Aynalıkavak ve Maslak kasırlarını, Florya -Yalova ve Filizli Köşk’ü bir KHK ile Cumhurbaşkanlığı’na bağladılar. İki saray, altı kasır, üç köşk vardı Cumhurbaşkanlığı envanterinde 2018 yılı itibariyle. Kullanıyor hepsini.

Monarşinin yönetici tayfasına ve zengin üst sınıfına ait olan sarayların, köşklerin TBMM’ye bağlanmasının Cumhuriyet açısından sembolik bir anlamı var. Monarşiye ait olanı halkın temsilcilerine, haliyle halka teslim edilmiş oluyordu böylece. Halkın olanı halka vermeye Cumhuriyet diyoruz. Halkın olanı Meclisten alıp, Sultana bağladılar yine. Özetle, bir yeni monarşidir.

Cumhuriyet yeni başkentine saray falan yapmaya kalkışmamıştı yıkılana kadar. Cumhuriyetin sarayı olmaz, sultanı yoktur çünkü. Çankaya Köşkü ile idare etti AKP iktidarı gelip ölü ele geçirene kadar. AKP gelip iktidarını oturtur oturmaz ilk işi Başkente devasa bir saray yaptırmak oldu. “Beştepe Sarayı” diye biliyoruz.

“Saray” Cumhuriyet fikri ile uyuşmadığından bir hokus fokusla “külliye” ilan ettiler adını. Külliye görmemiş olsak inanacağız. Kaç odalı olduğunu kendi bile bilmiyor, misal. “Bin odalı külliye olur mu?” diye sordular. "1000 odalı değil. Yanlış biliyorsunuz. 1150 küsur odası var" diye cevapladı. Sayılar o kadar büyük ki her türlü yuvarlamaya müsait. Zaten yapı da, yapanlar da ülkeye ve Cumhuriyete değin yuvarlak hesapların bir karşılığı.  

Ülkenin her yerinde mantar gibi saray bitiyor haliyle. Çünkü Neo Osmanlı rejimi kuruyorlar akılları sıra. Eskisine değin bildikleri tek şey sarayları olduğu. Oluk oluk para akıtıyorlar yandaş inşaat firmalarına saray yapsınlar diye. Ankara ve Gökova’daki sarayların inşaatı için yapılan harcama 3,2 milyar lirayı buldu. Marmaris’te yapımı süren ve ek binalarla sürekli genişleyen “Okluk Yerleşkesi”nin maliyeti tek başına çoktan milyar lirayı geçti. Sırf beyefendi denize baksın diye bu masraf. Diğer saraylardan fırsat kalırsa o da. Ankara’da yapılan 322 bin 88 metrekare büyüklüğündeki hizmet binası, bu binanın 112 bin 210 metrekarelik bahçesinin peyzajı ve diğer işleri için yapılan harcamalar 2 milyar 845 milyon lira. 2020’de 351 milyon lira daha harcanması planlanıyor ki yetmeyeceği şimdiden belli.

Beştepe sarayının yapım maliyeti sır. Açıklanmıyor. Bir de taa Ahlat’ta “Cumhurbaşkanlığı Otağı” yapmaya giriştiler ki evlere şenlik. Sordular kapıkullarına nedeni, “halk talep ediyor sarayların yapılmasını” cevabını aldılar. Mümkün olduğunu biliyoruz. Yükselen sarayların gölgesinde filizlendirdiler, kod adı “millet” olan yeni bir halk yarattılar.  

***

Bu sarayların bir de yüzer-gezer tipleri var. Birkaç yıl önce Deniz Kuvvetleri Komutanlığı envanterinde bulunan “Yakamoz Yatı”nı restore ettirerek “kendi himayesine aldığı” ortaya çıktı sultanın. Yatın yaklaşık 50 metre boyunda ve “mega-yat” klasmanında olduğu söyleniyor ki söyleyenlerin yalancısıyız. Katar Emiri Al Sani’den uçanını da aldılar. Uçan sarayın donanımsız fiyatı 400 milyon dolar. Bugünün kuruyla 2,5 milyar lira demek bu. Abarttığımızı sanmayın, uçakta 7 yatak odası, 2 özel salon, toplantı odalarının yanı sıra tam teşekküllü küçük bir de hastane bulunuyor.

Devletin hangarında bu tür “hizmetler”lere tahsis ettiği 14 lüks uçak ve üç Sikorsky Helikopter daha var. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ile Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu bu uçaklardan birine atlayıp Yeni Zelanda'ya gitti, geldi. Uçağın sadece yakıt maliyeti 1 milyon lira civarındaydı. Çok acayip işlerdir. Bunların dışında sadece sarayın kullandığı lüks araç sayısı 300 civarında. Karşılaştırılsın diye not ediyorum, Cumhuriyetin eskisinin son Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in sadece iki makam aracı vardı.

Limuzinler, cipler, zırhlı araçlar, lüks minibüsler ve özel ambulansların arka arkaya dizildiği uçsuz bucaksız saltanat konvoyları dolaşıyor ülkenin yollarında. Araçların her birinin değeri milyon liralarla telaffuz ediliyor. Bir gün bu uçan saraylardan birine doluşup ülkenin bir ilinden bir iline uçtular. Ülkenin polisi, jandarması yokmuş gibi 250 kişilik koruma ordusu da başka uçakla takip etti beyefendiyi. Gittikleri şehirde bir iki açılış yapacaktı, haliyle makam araçları gerekliydi. Koca sultan devletin sıradan aracını kullanacak değil ya. Makam araçları boş boş düştü yola. Yolda ayrıca 11 TIR saydı görgü tanıkları, korumaların ekipmanlarını taşımaktaydı. Beyefendi bir saat gezecek diye onlarca araç, 11 TIR, birkaç uçan saray, yüzlerce koruma yollara düşmüştü.

***

O çok özendikleri Abdülhamit ikinin de sarayları vardı böyle. Fakat bunlarınki onunkilerden görkemli. Dolmabahçe Sarayı, Beştepe’nin yanında anca gecekondu sayılır. Topkapı Sarayı olsa olsa mütevazı bir avcı kulübesi görünümünde zaten. Binlerce araçla, korumayla dolaşıyorlar, Hamit’inki bir avuç muhafızdan ibaretti. Taşnaklar, 1905’te, yeryüzünden silip tanrısına kavuşturma niyetiyle bombalı bir suikast düzenlediler haşmetliye cami çıkışında. Suikastta 26 kişi öldü, 58 kişi yaralandı ki etrafındakilerin toplam sayısı hemen hemen budur. İmparatorluğu havası kaçmış bir balon gibi sönmüş, sarayın ve saltanatın şaşalı dönemleri çoktan geride kalmıştı. O da bunun farkındaydı. Gariban, faytonunu bile kendi sürüyordu Cuma’ya gidip gelirken.

***

Sarayların duvarlarının arkasında, bu tuhaf iktidarı tahkim etmek üzere başka işler sürüyor haliyle. Devletin bütün varlıklarını devletten alıp ”Varlık Fonu” adıyla Saraya bağladılar. Amaç, paralel bir bütçe oluşturmak. Bütünüyle denetim dışında bu fon. Bir sürü gerici vakıf ve dernek kurdular bütçeden geriye kalanı iç etmek için. Milli eğitimi paramparça edip imam hatipleştirdiler. Şimdi karma eğitimi kaldırma planları yapıyorlar harıl harıl. SADAT’tı, bekçi teşkilatıydı, cihatçı paralı askerler falan derken paralel bir ordu da kurdular kendilerine. Paralele falan da gerek kalmadı gerçi. Öyle bir bindiler ki ordunun tepesine ne paralelin farkında ne dikeyin ne yatayın!

Fakat gelin görün ki saraylar yükseldikçe artıyor açların sayısı. “Çocuklarım aç” diye kendini yakan mı dersin, Saray partisinin meclis grubunu basan mı?

Ve daha fenası din çoğaldıkça azalıyor ahlak. Urfa Barosu, 2019 yılında cinsel istismara ve tecavüze uğrayan 733 çocuk için avukat görevlendirdiğini açıkladı geçen gün. En dindar kentimizdir, malum. Diyor ki baro sözcüsü; “Bölgede çocuk istismarı ve tecavüzü yaygınlaştı. Bu bir politikanın sonucu. Çocuğun tecavüz ve istismar edilmesinde ülkenin eğitim durumu ve ekonomisi etkili. Tecavüz ve istismar vakalarını rehberlik hocaları ortaya çıkarıyordu. Ama iktidar jet hızı ile kanun getirerek, rehber hocaların sınıfını, statüsünü, sıfatını değiştirdi. Rehber öğretmenlerin bu tür vakaları ortaya çıkarmalarının önünü kesti.” Yani? Taciz, tecavüz bir iktidar politikasıdır…

Hem yakalansalar ne olacak ki? Mahkemeleri “ben Müslümanım diyeni” salıyor zaten. “Müslüman öyle şey yapar mı” diyerek yırtıyor tecavüzcü, olmadı dinin bunlara cevaz verdiğini söyleyerek sıvışıyor tacizci. Ortalıkta “din bilgini” diye dolaşan kim varsa ya tacizci ya tecavüzcü. Ülkenin her yanından kadın ve çocuk çığlıkları yükseliyor haliyle.

Dindar oldular ahlaka ihtiyaçları kalmadı. Hırsızlığın, yolsuzluğun bini bir para. Yeni Saray düzenidir.

***

“Saraylar saltanatlar çöker

kan susar birgün

zulüm biter.

menekşeler de açılır üstümüzde

leylaklar da güler.

bugünlerden geriye,

bir yarına gidenler kalır

bir de yarınlar için direnenler...”

Böyle diyor şair Adnan Yücel. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde halimiz de “halet-i ruhiye”miz de budur. Cumhuriyette saraylar, saltanatlar olur mu? Çöker, çökertiriz…

Yasadır, yoksulluk ve açlık arttıkça saraylar yükselir...

Ve o sarayları ayağa kalkan yoksul ve aç kalabalıklar çökertir. Bu da yasadır!

https://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/coker-bu-saraylar-bu-saltanatlar-280541



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 29.02.2020- 07:36


Gökdemir'in günlük yazılarını okuyun, yazılar zaten kendini de okutuyor, böyle bir özelliği var ve aynı zamanda yazarın günlük yazıları bir tarih özeti de içeriyor. Bugünkü yazısı da öyle, aynı kapsamda. Dünü özetliyor, bugünle benzerlikler kuruyor ve yarınlara bağlanıyor. Bir tarih bilincine sahip olmak, hayatı diyalektiğiyle kavramak ve geleceğe de o tarih bilinciyle bakmak böyle bir şey olsa gerek.

İki Hamit arasında Sosyalizm kokusu - Orhan Gökdemir

21. yüzyılın başında tuhaf bir biçimde her şey 20. yüzyılın başındakine benzeme eğilimi gösteriyor. İç çatışmalarla sarsılıyorduk, iç çatışmalarla sarsılıyoruz. Bir dünya savaşının eşiğindeydik, bir dünya savaşının eşiğindeyiz. Hamit’in iktidarındaydık, “Payitaht Hamit”in iktidarındayız. Hürriyetsizdik ve Cumhuriyet arzuluyorduk, hürriyetsiziz ve Cumhuriyet arzuluyoruz. Onca hayhuyun arasında vatanın ellerimizin arasından kayıp gideceğinden korkuyor, bizi bir arada tutacak bir tutkal arıyorduk. Parçalandık ve bir tutkal arıyoruz.

Hamit paranoyaları nedeniyle bir karikatüre dönüşmüş olsa da görmüş geçirmiş bir hanedanın son kuşağına dahil olmanın bütün vakarını üzerinde taşıyordu. Mütevazıydı. Bâb-ı Ali’nin yetkilerini iç edip ülkeyi Yıldız’dan yönetmeye başlamıştı ama akrabaları daha önce sayısız kez alaşağı edilip kellesi vurulduğundan “ölçülü” olmaya özen gösteriyordu. Devlet çürümüş olsa bile toplum dinamikti. O kadar ki onu bir saray darbesiyle tahta oturan Mithat Paşa, tahtan indiren Enver Paşaydı.

Evet, Hegel’in dediği gibi dünya tarihindeki tüm büyük olgular ve kişiler iki kez ortaya çıkar. Trajediyi geçtik, komedi faslındayız. Hamit yerine Payitaht Hamit, Mithat Paşa yerine Hulusi Paşa. Talat Paşa yerine Fethullah Gülen. 31 Mart gerici ayaklanması yerine 15 Temmuz gerici kalkışması, Yıldız yerine Beştepe Külliyesi…

Hakkında yazılanlara bakılırsa ilkinin Müslümanlığı sahici, dindarlığı siyasiydi. Avrupa’ya hayrandı ama öte yandan büyük güçlerin oyunlarla mülkünü elinden almak istediğinden kuşkulanıyordu. Dindarlığı bir savunma mekanizmasıydı. Korktuğunda dindar görünmeye çalışıyordu. Çok korktu çok dindar oldu. Haksız da sayılmazdı. İktidarının son yıllarında Anadolu’da Ermeni Tebaası ayaklanmıştı. İmparatorluğun kalbi olan Balkanlar kaynıyordu. Emperyalist merkezlerde topraklarını paylaşma planları yapılıyordu.

***

1908 Hürriyet Devrimi geçici bir rahatlama sağladı. İmamlar, papazlar, hahamlar kol kola gezdi. Makedonya dağlarındaki Rum, Bulgar, Makedon çeteler ovaya indi. Doğu Anadolu’daki Ermeni çeteler peşindeki müfrezelerle kucaklaştı, barıştı. İç savaş nihayet bitmişti. Ülkesinin nefes aldığı kısa sürenin onun yokluğuyla mümkün olmasını rastlantı sayamayız.

Hürriyet’ten dört yıl sonra, 1912’de başlayan Balkan savaşı az zamanda büyük bir ricata dönüştü. Osmanlı ordusu 250 bin zayiat vermiş, Avrupa Türkiye’sindeki topraklarının yüzde 83’ünü ve nüfusunun yüzde 69’unu kaybetmişti. Artık “kültür başkenti” Selanik yoktu. Kuruluşundan bu yana Avrupa’nın bir parçası olan imparatorluk kısa sürede neredeyse tamamen kıtanın dışına itilmişti.

Osmanlı, Balkan Savaşları ile Küçük Asya’ya sıkıştırıldı fakat Dünya Savaşı o küçük vatanı da tartışmalı hale getirdi. “Osmanlıcılık” için artık imkân kalmamıştı. “Türkçülüğü” mümkün kılan işte bu hızlı küçülme ve büyük çaresizlikti. İttihat ve Terakki, 1913’te Türkçeyi imparatorluk liselerinde tek eğitim dili ilan etti. Çaresizliktendir. Türkçülük büyük çaresizliğimizdir.

Çaresizdik, çok abarttık ve hiç güvenmedik. Türklüğümüzü hep nominal bir İslam’la tahkim etmeye çalıştık. Anadolu’ya sıkıştırılanlar Türklüğün de ellerinden kayıp gitmesinden korkuyorlardı. Nüfus ayarlamalarına gittiler, hassas bölgelerdeki Türk unsurları daha görünür kılmak istiyorlardı. Göçler, tehcirler dönemi böyle başladı. Esası çaresizliktir. “Türk-İslam Sentezi” kaybedilmiş büyük yurdun küçük, çarpık bir hayaletidir.

***

Enver Paşa, çaresiz olduğumuzu hiç kabul etmedi. Çok parlaktı, Hürriyet kahramanıydı. Osmanlı’nın büyük savaşa girmesine öncülük ederken bile çare bulacağına inanıyordu. Baktı olmayacak dönüp tek tabanca Bab-ı Ali’yi bastı. Hükumeti devirdi, İttihat ve Terakki’yi yeniden iktidar yaptı. Sonra koştu gitti, direnişle karşılaşmadan, Edirne'ye girdi. Edirne Fatihimizdir. Almanya’nın savaşı kazanacağından emindi. Onun yanında saf tutarak İmparatorluk topraklarını geri alacağına inanıyordu. Fakat tarih onun için bambaşka bir son hazırlamıştı. Serüvenine Osmanlıcı olarak başladı, biçare bir Türkçü olarak bitirdi. Rusya’daki Türkleri birleştirip büyük Türk yurdu için ayaklandırmak isterken Türkistan’da öldürüldü.

“Sarıkamış içi meşe

Urus yaktı hep ataşa

Bizi koydun eli bağlı

Nereye gittin ey Enver Paşa”

Onu bir de Sarıkamış Faciasıyla hatırlıyoruz. Harbiye Nazırı olmasına rağmen ordunun Rus kuvvetlerine karşı giriştiği Sarıkamış Kış Harekâtının komutanlığını üstlendi. 1915'te gerçekleşen o harekâtta Türk birlikleri tam bir bozguna uğradı. 78 bin asker boş yere öldü. Bırakıp İstanbul’a döndü. İstanbul basınında Sarıkamış bozgunu hakkında yayın yapılmasını yasakladı. Korkunç bozgun beş yıl sonra katılan subaylardan birinin anılarını yazmasıyla ortaya çıktı.

Enver maceracıdır amma asla bir Hulusi Paşa değildir. Renklidir, cesaretlidir, cüretlidir. İstemediği görevleri ve hazır olmadığı rolleri tereddütsüz üstlenmiştir. Vatanseverdir. Enver, trajedidir.

İnsan beyni seçicidir, trajedileri unutmak ister. Enver’i unuttuk. Türkistan’da çürümeye terkedilen cesedi ancak 1996’da İstanbul’a getirildi. Abide-i Hürriyet’e Talat Bey’in yanına gömüldü. Törene dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Devlet Bakanı Abdullah Gül, Kültür Bakanı İsmail Kahraman katıldı. Enver’i neredeyse bir asır sonra yeni vatanına getirebildik. O sırada açılışında rol oynadığı Hürriyet ve Cumhuriyet dönemi kapanıyordu…

***

Enver hep büyük vatanın peşindeydi. Mustafa Kemal ise elde kalana razı olarak başladı. Cumhuriyetin ardından bütün yapıp-ettiklerini, eldekini, imparatorluktan arta kalan küçük Anadolu’yu yeni yurt olarak benimsetme çabasından ibaret sayabiliriz. Mecburduk ve mecburiyetimizi kabul eden tek kişi vardı. Kemalizm’dir.

Cumhuriyet bitip Kemalizm tasfiye edilince içinden bir Enver karikatürünün çıkması kaçınılmazdı. “Payitaht Hamit”in bir Hamit-Enver sentezi olarak ortaya çıkmasını da rastlantı sayamayız. Panislamizm’in ve Pantürkizm’in tuhaf bir karışımı olan bir yeni bir bakış açısı var. Biraz “Diriliş Ertuğrul”, biraz “Payitaht Abdülhamit”tir. Yaldızı biraz kazınırsa “İhvan-ı Müslimin”e varılır ki, Suriye’deki bataklığa saplanmamızda hepsinin payı var.

“Aşağıdan ses geliyor

Figan bağrımı deliyor

Kör olasın Enver Paşa

Gelinleri el alıyor”

Yersiz maceracılığın kaçınılmaz sonucudur, gelinleri el alır.

Sonuna yaklaşıyoruz. “Türk-İslam Sentezi” kaybedilmiş büyük yurdun küçük, çarpık hayaletidir. Varlık nedeni çaresizliktir. Cumhuriyeti yaşatamadık, laikliği sindiremedik ve hürriyeti koruyamadık. Koşup Hamit’in bir karikatürünü bulduk. Fakat Enver’in karikatürünü bile bulamadık. Kendimize harıl harıl bir Sarıkamış arıyorduk, İdlib’de bulduk. Çaresizliğimizdir.

21. yüzyılın başında tuhaf bir biçimde her şey 20. yüzyılın başındakine benzeme eğilimi gösteriyor. Sosyalizme koşuyorduk, sosyalizme koşuyoruz.



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Sınıf Bilinci melnur 1 4356 12.09.2013- 16:30
Konu Klasör Yurttaşlık ve sınıf bilinci melnur 1 2945 08.10.2018- 20:05
Konu Klasör Bilim insanı ve sınıf bilinci... melnur 0 1786 14.06.2019- 18:31
Konu Klasör Aydın Bilinci Bugün Neden Gereklidir? dayanışma 2 3966 12.02.2016- 19:23
Konu Klasör Demirtaş'ın sağlık durumuna ilişkin açıklama: 26 Kasım'da bilinci kapandı... melnur 8 2616 16.12.2019- 18:42
Etiketler   Tarih,   bilinci,   sosyalizm.
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS