SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Meseleler: Kuram, ideoloji, siyaset...           (gösterim sayısı: 651)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 29.09.2022- 08:32


Meseleler: Kuram

Sosyalist mücadele, evrensel ideallerin Türkiye acentesi gibi davranmaktan çok, Türkiye’de evrensel ideallerin hangi toprakta yeşereceğini arayıp bulmakla ilgilenmelidir.

Can Soyer  
 
Türkiye’de sosyalist hareketin kurama duyduğu ilginin zayıflığı hep söylenir. Bunun bir yanıyla doğal karşılanması mümkün. Sonuçta kuramsal çalışma, özelleşmiş bir yönelimi ve belirli yatkınları (hatta, imkanları) gerektirir.

Fakat esas sorun burada değil. Yani esas sorun sosyalist hareketimizin fazlaca “teorisyen” yetiştirememesinden çok, kadrolarının kuramdan beslenme, kuramın gelişimini takip etme ve kuramla yaratıcı biçimde ilişkilenme hevesinin az olması.

Bu eğilimin iki dolaysız sonucu var. Birincisi, siyasal mücadele ve pratik çalışma ile kuram arasında olması gereken bağın kurulamaması. Bu, sanıldığı gibi sadece siyasal mücadeleye ve pratik çalışmaya değil, en başta kurama zarar vermektedir. İkincisi ise, kuramsal çalışmanın dönüp dolaşıp yüzünü geçmişe dönmesi. Başka bir ifadeyle, kuramın tarihi, bir incelemenin yöntemini berraklaştıran kaynak olmaktan çıkıp incelemenin kendisi haline gelmektedir.

Sonuçta, sosyalist hareketimizin önünde duran birçok başlık ya kuramda (onun geçmişinde) yeterince işlenmediği için ya da ilgilileri konuya kuramsal kaynaklardan hareketle yaklaşmayı gerekli görmedikleri için yeterince çalışılmamış, araştırılmamış, siyasal sonuçlara vardırılmamış düğümler (meseleler) halinde duruyor.

Sadece siyasal mücadelenin ve pratik çalışmanın karşılaştığı zorlukların aşılması için değil, bizzat kuramın mevcut gerçeklik içinde yeniden üretilebilmesi için de çözülmesi şart olan düğümler…

***

Bu düğümlerin ilki, çağımızda sömürü deneyimlerinin ve proleterleşme süreçlerinin yeni örüntüleridir.

Günümüzde hem üretim tekniklerinde hem emek rejimlerinde hem de sermaye birikim biçiminde oldukça sarsıcı dönüşümler olmuştur ve bunların mülksüzleştirme süreçleri ile artık değer sömürüsü konularında yeni deneyimleri beraberinde getirdiği bellidir.

Sözünü ettiğimiz yeni deneyimlerin en çarpıcı olanlarından biri, mülksüzleştirme süreçlerinin neredeyse tüm toplumsal yaşamı içerecek bir kapsama erişmesidir. Diğer bir deyişle, klasik örneklerde olduğu gibi mülksüzleştirme artık geçimlik üretimini yapabilen bağımsız zanaatçıyı üretim araçlarından mahrum bırakarak onu proletarya saflarına çekmekle sınırlı kalmayıp, doğrudan doğruya proleterin kendisini hedef almaktadır. Proleter, mülksüzleştirmenin bu genelleşmiş çemberinde sosyal güvenceden kamusal hizmetlere, barınma hakkından piyasa-dışı geçim dayanışmasına, nihayetinde siyasal haklarının kullanımına kadar sahip olduğu tüm “varlıklardan” mahrum bırakılmaktadır.

Mülksüzleştirmenin bu genelleşmiş biçiminin “siyasal” bir hedefi olduğu, emekçileri denetim altında tutmak için geliştirilen baskı politikalarından kaynaklandığını düşünmek doğru elbette; ancak bunun aynı zamanda artık değer sömürüsünün şiddetini artıran yanıyla dolaysız biçimde “ekonomik” bir içeriği olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor.

O halde, proletaryanın yaşadığı mülksüzleştirme ve sömürü deneyiminin artık üretim sürecinin içine sıkıştırılamayacak ölçüde toplumsallaştığını söylememiz gerekir. Diğer bir deyişle, emek gücünün yeniden üretimi süreçlerinin kapitalist sömürüye maruz kalma yoğunluğu geçmişe kıyasla hayli artmıştır. Doğal olarak, sınıf mücadelesinin gündemleri de basitçe ücretlerin ya da çalışma yaşamının iyileştirilmesini ifade eden taleplerin çok ötesine taşarak siyasal, toplumsal, hatta yaşam tarzlarına değgin yanlar kazanmıştır.

Kuşkusuz dünya genelinden de örnekleri verilebilir, ama en azından Türkiye için konuşursak laiklik ya da yaşanabilir kentler için mücadele etmenin, özgürce müzik dinleyebilme ya da sokaklarda huzur içinde gezebilme talebinde bulunmanın sınıf mücadelesiyle ilgisi olmadığını söylemenin (en azından, artık) anlamı kalmamıştır. Bunlar, kapitalist hükümetlerin baskıcılığından ibaret olmayıp, tam da sermayenin mülksüzleştirme ve sömürü süreçlerini genelleştirmesinin sonuçlarıdır.

***

Sözünü etmek istediğim düğümlerden bir diğeri, devrimin salt bir an olarak düşünülmesi, ama buna karşılık devrimi yaratacak, olgunlaştıracak ve mümkün kılacak sürecin önemsenmemesidir.

Sosyalist hareketteki tartışmalarda devrimin bir an olarak ele alınması, kuşkusuz, son derece önemli siyasal ayrımlara işaret ettiği için kaçınılmazdır. Nihayetinde kopuş uğrağını, devrim anını ve onun özel belirlenimlerini içermeyen bir devrim stratejisi tartışmasının anlamı da önemi de yoktur.

Ancak, devrim anının bu denli önemli olması, devrim sürecinin neredeyse tamamen karanlıkta bırakılmasının, herkesin el yordamıyla hareket edeceği bir biçimsizliğe terk edilmesinin gerekçesi olamaz. Devrimi yaratan sürecin tahayyül edilmesinde (ve buna bağlı olarak planlanmasında ve hazırlanmasında) gösterilen isteksizlik, sürekli devrim anına dair ayrımlar üreten, ama devrime nasıl bir süreçle ulaşılacağı konusunda suskun kalan bir sosyalist literatür üretmiştir.

Bu suskunluğun en yakıcı sonucu, sosyalist hareketin hiçbir gerçekçi ve tutarlı büyüme stratejisine sahip olmamasıdır. Evet, sosyalist hareketteki partilerin ve örgütlerin büyüme (toplumsallaşma, kitleselleşme) çabaları olmuştur, bu çabalar aracılığıyla biriktirilmiş önemli deneyimler de vardır; ancak bunlar da hiç geçmeyen siyasal anksiyeteler yüzünden kadük bırakılıp rafa kaldırılmıştır.

Nitekim, günümüzde sosyalist hareket devrimci görevlerinin her birini gerçekleştirmek için hala büyümeyi beklemektedir; ancak bu büyümenin tek tek üye kaydetmek dışında nasıl sağlanacağı, büyümeye hizmet edecek siyasal programın ve örgütsel yapılanmanın ne olduğu, büyüme sürecinde hangi toplumsal mücadele alanlarının ve ittifak/işbirliği modellerinin deneneceği belli değildir. Bu sorulara verilen hiçbir yanıt yoktur demiyorum; ama bu yanıtlar esasında ortada bir yanıt olmadığı gerçeğini gizlemeye yaramaktadır.

***

Değineceğim üçüncü düğüm ise şu: Sosyalist hareketin kuramdan beslendiği ölçeğin evrenselden yerele, özgül olana doğru daralması.

Daha doğrusu, daralamaması.

Kuram, doğal olarak, olgu ve ilişkilerin soyutlanmasını, bu soyutlamalar yoluyla genelleşmiş sonuçlara, evrensel olana varılmasını gerektirir. Ancak kuramda evrensel olanın rolü, yerel, özel, hatta görüngüsel olanın yadsınması anlamına gelmez. Dahası, bir kuramın ne kadar iyi işleyebildiğinin göstergesi de evrensel olanın yerel olanı, genel olanın özel olanı, kalıcı olanın geçici olanı ne kadar iyi açıklayabildiğiyle ölçülür. Kuramın inşasında ne denli evrensele ihtiyaç varsa, kuramın işleyişinde de o denli yerele ihtiyaç duyulur.

Bu söylenenin anlamı, kuramsal çalışmanın mutlaka bir özgül bağlama yerleştirilmesi gerektiğidir. Elbette, herhangi bir özgül bağlama sahip olmayan, bu anlamda salt kavramsal soyutlamalarla ilerleyen kuram çalışmaları mümkündür. Ancak bu tarz çalışmalar özel olarak siyasal nitelik taşımazlar. Eğer işin içine siyaset girecekse, daha doğrusu kuramsal çalışmanın bir de siyasal amacı olacaksa mutlaka özgül bir bağlamın tanımlanması ve kuramsal çalışmanın o bağlamda iş görmesi kaçınılmazdır.

Ne yazık ki, kurama bu kadar az ilgi gösteren sosyalist hareketimiz, iş siyasete geldiğinde kuramın en evrensel belirlenimleriyle yetinir haldedir. Böyle olunca bağlamından koparılmış alıntılar, tarihselliğinden arındırılmış olaylar, Türkiye’de (en azından yakın gelecekte) hiçbir toplumsal karşılığı bulunmayan anlatılar siyaset alanına sürülmektedir. Sonuçta siyasal gündemlerin sıralanmasından parti işleyişi ve örgütlenme modellerine kadar birçok konuda, kuramın evrensel belirlenimlerinin tümü hiçbir filtreye başvurulmadan, gerçekçilik sınavından geçirilmeden, ivedilik ölçeğine vurulmadan, kitleselleşme imkanları tartılmadan, tam olarak söylersek herhangi bir özgül bağlama yerleştirilmeden boca edilmektedir.

Az önce de dediğim gibi, salt kuram düzeyindeki çalışmalarda böylesi bir özgül bağlama gerek yoktur; hatta, bu tür çalışmalar oldukça faydalı sonuçlar üreterek birçoğumuzun kuramda derinleşmesini sağlamaktadır. Ancak, öncelikli misyonu siyaset olan ve varlığının özel kipi de siyasallık olan sosyalist hareketin kendisine seçeceği yolu mutlaka özgül bir bağlamda kurgulaması zorunluluktur.

Buna ister yerlileşme denilsin, ister Türkiyelileşme; önemli olan nasıl adlandırıldığı değil. Sosyalist mücadele, evrensel ideallerin Türkiye acentesi gibi davranmaktan çok, Türkiye’de evrensel ideallerin hangi toprakta yeşereceğini arayıp bulmakla ilgilenmelidir. Önemli olan, önemli olduğu kadar zor da olan budur.

https://ilerihaber.org/yazar/meseleler-kuram-145545




Bu ileti en son melnur tarafından 13.10.2022- 01:43 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 05.10.2022- 08:32


Meseleler: İdeoloji

Her toplumun ideolojiler alanı, o toplumdaki sınıfların ve onların siyasal temsilcilerinin karşılıklı mücadelesinin yarattığı birleşik sonucu yansıtır. Buna kabaca “egemen ideoloji” demekte bir sakınca yok. Ancak “egemen ideoloji”nin tümüyle “egemenin ideolojisi” anlamına gelmediği notunu düşmek kaydıyla.

Can Soyer  
 
Her toplum belirli fikir, inanç, değer ve geleneklerin iş gördüğü bir ideolojiler alanına sahiptir. Bunların bazıları olumlu, bazıları olumsuz içerimler taşır; bazıları o ülkenin tarihsel gelişiminden süzülmüş, bazılarıysa egemenlerin doğrudan müdahaleleriyle üretilmiştir; bazılarına toplumun içinde geniş bir teveccüh doğmuş, bazılarıysa ancak şiddet yoluyla ayakta tutulabilmiştir. Çoğu örnekte de bu sınırlar birbirinin içine geçmiştir ve bu karmaşıklık ideoloji alanını pürüzsüz kesitler biçiminde ayrıştırmayı oldukça zor bir iş haline getirir.

Demek ki, ideoloji, birçok farklı türde anlamın hem bir arada olduğu, hem birbirleriyle eklemlendiği hem de karşılıklı olarak mücadele ettiği bir alandır. Bu nedenle, her toplumun ideolojiler alanı, o toplumdaki sınıfların ve onların siyasal temsilcilerinin karşılıklı mücadelesinin yarattığı birleşik sonucu yansıtır. Buna kabaca “egemen ideoloji” demekte bir sakınca yok. Ancak “egemen ideoloji”nin tümüyle “egemenin ideolojisi” anlamına gelmediği notunu düşmek kaydıyla.

Bu ufak özetle varmak istediğim yer şurası: Her toplumda “egemen ideoloji” egemenlerin çıkar ve yönlendirmelerinin yanı sıra, emekçilerin çıkar ve beklentilerini de yansıtır. Bunlar, Gramsci’nin deyişiyle, “egemen ideoloji” içindeki “iyi duyu”lardır ve egemen sınıfın başlıca hedeflerinden biri bu “iyi duyu”ları yok etmek ya da kendi çıkarlarına eklemlemektir. Konuya tersinden bakarsak, sosyalistlerin ideolojiler alanındaki görevi de toplumdaki “iyi duyu”larla etkileşime girmek, onlardan kitleselleşme için yararlanmak, onları kendi değerler silsilesiyle eklemlemektir.

Ancak kağıt üzerinde bu kadar kolay söylenen bir şeyin gerçek siyasal mücadele süreçlerinde hayata geçirilmesi hayli güç olmaktadır. Bu güçlüğün bir nedeni, egemen sınıfın “iyi duyu”ları kendi çıkarlarıyla eklemleme ya da bunları yok etme yönündeki sürekli çabasıdır elbette. Fakat bir başka neden de sosyalistlerin ideolojiler alanındaki etkinliğinin fazlasıyla “avangard” (dolaysız, paysız, etkileşimsiz) olmasıdır. Sosyalistler, halkın “iyi duyu”larıyla etkileşime girmek yerine o “iyi duyu”ları sönümlendirmeye, onların terkini tavsiye etmeye çalışıyor gibidir daha çok.

Haliyle, ideolojiler alanında sürdürülecek çalışmanın ve çabanın yönü, kapsamı ve hedefi de bir türlü içinden çıkılamayan skolastik meselelere (düğümlere) dönüşmektedir.

***
Böylesi düğümlerden biri cumhuriyet tartışmasıdır. Ve cumhuriyet, halkın içinde ve tahayyülünde sola açılması pek mümkün bir “iyi duyu”dur.

Cumhuriyet tartışması, en azından Türkiye açısından, hem bir fikir hem de bir tarih tartışmasıdır ve fikir ile tarihin birbirinin üzerini tam denk gelecek biçimde örtmesi imkansızdır elbette. Bu açıdan, sosyalistler fikir düzeyinde yüksek ölçüde, tarih düzeyinde makul ölçüde cumhuriyetçidir. Ancak tarih olarak cumhuriyetle ilgili eleştirel pozisyon, son 30 yılda gözle görülür biçimde aşınmış ve eleştiriyi aşmış; tarih olarak cumhuriyete küsülmesi, fikir olarak cumhuriyetin sahipsiz bırakılması, kıyıya atılması, giderek terk edilmesi (exodus) sonucuna varmıştır.

Nedenleri, süreçleri, ayrıntıları bir kenara bırakıp bugüne gelelim. Sosyalist hareketin önce tarih olarak cumhuriyete küstüğünü, sonra da fikir olarak cumhuriyetten uzaklaştığını söylemiştim. Şimdi ise, işe tersinden başlamak gerekir: Yani önce fikir olarak cumhuriyeti yeniden kazanmak, sonra tarih olarak cumhuriyete yönelmek.

Böylesi bir çabanın ilk koşulu eşit yurttaşlık ilkesinin cumhuriyetçi tahayyülün temel kabullerinden biri olarak işlenmesidir. Eşit yurttaşlık derken, sadece Kürtlerin, Alevilerin, cumhuriyet tarihinin ayrımcı politikalarına sürekli maruz kalmış toplum kesimlerinin değil, günümüzde yurttaşlık hakları fiilen elinden alınmış tüm toplum kesimlerinin eşitliğinden; bu ülkede yaşayan her bir insanın hak ve hukukunun ortak yaşam çerçevesi içinde tanınmasından; eşitlikçiliğin yurttaşlık kavramı ve hakkının temeli haline getirilmesinden söz etmek gerekir.

Bu, kuşkusuz, cumhuriyet fikrinin tüm içerimlerini soğuracak bir açılım değildir. Ancak günümüzde cumhuriyet fikri cumhuriyet tarihinin tekerrürü olmasın istiyorsak, onun, tarihsel örneğini aşacağı kulvarları güçlendirmek gerekir. Böylece cumhuriyetçilik, salt bir fikir ya da tarih konusu olmaktan çıkarılıp, yeni bir ülkenin kaidesi haline getirilebilir.

***
Bu düğümlerden bir diğeri kamuculuk tartışmasıdır. Ve kamuculuk, tıpkı cumhuriyet gibi, bir “iyi duyu” olarak işlevlendirilebilecek içerimlere sahiptir.

Kamuculuk dendiğinde ilk olarak üretim araçlarının ve tesislerinin/işletmelerinin devlet mülkiyeti haline dönüştürülmesinin akla gelmesi anlaşılır olsa da böylesi bir perspektifin son derece sınırlı olduğunu söylemek zorundayız. Evet, kamuculuğun temel hedeflerinden biri böylesi bir devletleştirme olabilir; ancak, özellikle günümüz kapitalizminin yarattığı tahribatın boyutları düşünüldüğünde bundan daha fazlasının söylenmesi gerekir.

Günümüzde kamuculuk bir ekonomi modeli olmanın ötesine taşınıp devlet-yurttaş ilişkisinin kurucu ilkelerinden biri olarak tanımlanmalıdır. Salgında, yangında, depremde ya da krizde, savaşta, göçte veyahut eğitimde, sağlıkta, iş güvenliğinde yurttaşın karşılaştığı deneyimin esası bir tür “devletsizlik”tir. Elbette, yurttaşın “devletsizlik” olarak deneyimlediği şey, esasında devletin kamusal yükümlülüklerinden kurtulması ve tümüyle sermaye sınıfının aygıtı haline dönüşmesidir. Bu “devletsizlik”, devletin yokluğunu değil fonksiyonunu ifade etmektedir yani.

Öte yandan, sosyalistlerin bu devlete karşı mücadele ederken halkın “devlet” beklentisini ve gereksinimini dikkate almaması çok ciddi bir boşluk yaratmaktadır. Günümüzde yurttaşın güven ve huzur içinde yaşayabilmesi için gerekli olan toplumsal koşulların sağlanması (hala) bir “devlet” yapılanması sayesinde mümkündür ve bu tür bir talep kamuculuğun toplumsallaşmış biçimine açılacak imkanlar barındırmaktadır.

Mesele, böylesi bir devletin gerçekten kurulup kurulamayacağı ya da komünizm düşüncesinin devletin sönümlendirilmesi ilkesinin haklılığı değildir burada. Zira, ideolojiler alanındaki çalışmanın amacı “devlet” inşası değil, halk içindeki ihtiyaç ve taleplerin belirli değerlerle eklemlenmesi, böylelikle sosyalizm mücadelesinin geniş kitleleri harekete geçirecek kanallara kavuşmasıdır.

Bu ihtiyaç ve taleple etkileşime geçebilmenin yolu ise, kamuculuğun toplumsallaşmış tarzını bir ideolojik ilke haline getirerek kitleselleştirmekten geçer.

***
Bu düğümlerin bir başkası da uygarlık tartışmasıdır. Ve, cumhuriyetçilik ile kamuculuk başlıklarında olduğu gibi, uygarlık başlığı da halk içinde bir “iyi duyu”ya denk düşmektedir.

Çağımız sadece Türkiye’de değil yerkürenin büyük kısmında ve yine sadece dinselleşme yoluyla değil sermaye sınıfının farklı programlarıyla çarpıcı bir gerilemeye tanık olmuştur. Meşhur sözde dendiği gibi, “ya sosyalizm ya barbarlık” denkleminde sosyalizm çekildikçe barbarlık hakim hale gelmiş ve günümüzdeki bireysel ve toplumsal yaşamı ağır bir gerileme sürecine sokmuştur.

Dahası, yerkürenin bu hali karşısında burjuvazinin de bir uygarlık tahayyülü kalmamıştır. Küresel kapitalizmin yaşadığı ideolojik bunalımın hem nedenlerinden hem de göstergelerinden biri olarak görülmesi gereken bu uygarlık tahayyülü eksikliği, zamanımızın siyasetinin olduğu kadar felsefesinin ve kültürünün de temel sorunudur. Bu uygarlık sorununun, bir tür “sosyal gelişmesizlik” yaratan bu çözülmenin bizi öncelikle yönlendireceği yer kapitalizmin insan ile toplum arasındaki ilişkiyi piyasaya indirgemesi, daha doğrusu indirgemeyi başarmasıdır.

Sonuçta, günümüzde insanın hem birey hem de yurttaş olarak gelişimi ve aydınlanması tümüyle piyasa mekanizmalarına terk edilmiş; “uygarlık” ya da “kültür” parası, imkanı, erişimi olan ayrıcalıklı bir tabaka için erişilebilir hale gelmiştir. Haliyle zevksizlik ya da kültürsüzlükten öte, toplumun geniş kesimlerinin temel ihtiyaçlar düzlemindeki sosyal kapasitesinin kısıtlanması, insani gelişme imkanlarının yurttaşların elinden alınmasıdır dikkati çekmesi gereken nokta.

Sosyalistlerin, böylesi bir tablo karşısında bir “insani gelişim” perspektifini taşıyabilmeleri; çağdaş yaşamın değerlerini hem sahiplenip savunarak hem de halkçı bir vurguyla yeniden tanımlayarak bir toplum vizyonu oluşturabilmesi; tıpkı burjuvazinin kendi suretinden bir dünya yaratması gibi işçi sınıfının suretinden bir uygarlık tahayyülü inşa edebilmesi göz ardı edilemeyecek bir görevdir.

Sosyalizm, salt özgürlüğü değil esas olarak özgürleşmeyi, yani insanın bütünsel gelişiminin önünde duran her türlü engelin ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir dünya görüşü olduğu için, çağımızda insan yaşamını yeniden anlamlı ve değerli kılacak, onu toplumla geliştirici ve yaratıcı bir ilişki içine sokacak, bilimden estetiğe tüm insani ve toplumsal yaratımları kendisine doğru bükerek biçimlendirecek manyetik gücü yaratabilecek yegane öznedir de.

Fakat bunun için, şimdi, yeni bir uygarlık tahayyülünü de sırtlanmak zorundadır.

https://ilerihaber.org/yazar/meseleler-ideoloji-145800



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 13.10.2022- 00:55


Meseleler: Siyaset

Siyasetin konusu ya da malzemesi olarak geleceğin sosyalizm imgesini anlatıp durmanın sağladığı beleş radikalizm, kuşkusuz, iştah açıcıdır. Ancak radikallik, sözün keskinliğinden değil eylemin dönüştürücülüğünden gelir.

Can Soyer  
 
Siyaset, doğası gereği, üzerinde en fazla konuşulan, tartışılan, ayrışılan başlığı oluşturuyor. Ancak, gösterilen bu öneme rağmen siyasetin kendisi hakkında düşünme eğilimi zayıftır ülkemizde.

Bu hevessizliğin bir nedeni, bu konudaki her şey zaten iyi bilindiği için böylesi bir incelemeye gerek duyulmaması olabilir. Oysa bu kadar iyi bilinen bir “iş”ten bu kadar az sonuç alınması pek de kolay açıklanabilir bir durum değil. O halde, bu hevessizliğin bir başka nedeni olmalı.

Siyasetin bir sözceleme eylemi olduğunu düşünmek, düşünmek de değil varsaymak belki de böylesi bir neden olabilir. Yani siyasetin maddi gücünü sözün kudretine indirgemek, söz ne kadar kudretliyse siyasetin de o kadar güçlü olacağına inanmak, sonuç olarak siyaset eyleminde esas çabayı sözün kendisini mükemmelleştirmeye ayırmak.

Elbette, siyasette sözün yerini ve önemini reddecek değilim. Sorun, siyasette sözlere ihtiyaç duyuyor ve onları kullanıyor olmamız değildir. Sorun, sözün eylemi değil de düşünceyi pekiştirmeye ayarlanmış olmasıdır. Sözün etki gücünün değil temsil gücünün ölçüt haline gelmesidir. Söz ile temsil ettiği düşünce arasına sıkışmış dar uzamda devinmenin zorunluluk haline gelmesi, siyasetteki başarının da sözün ne kadar dönüştürdüğüyle değil ne kadar temsil ettiğiyle ölçülmesidir.

Bu tablonun birçok sonucu ve sorunu olduğu söylenebilir. Bizim ülkemize özgü olan ise, siyasetin giderek çeşitli ezberlerin muntazam biçimde hayata geçirilmesi çabasına dönüşmesidir. Önemli olan bu ezberlerin bir gerçekliğe denk düşüp düşmediği değildir burada. Çünkü bu tür ezberlerin neredeyse tamamı belirli bir “haklılık” çekirdeğine sahiptir. Önemli olan “haklı” olanın nasıl işe yarar ve dönüştürücü olacağının yolunu aramak ve bulmaktır.

Aramak ve bulmak; bu fiiller doğası gereği ezberlerin terk edilmesini gerektirir. Aksi takdirde, ezberlerin gölgesini aralamak, sorunları ve çözümleri gün ışığı altında görebilmek ve sonuçta siyaseti kendi düşüncesini seslendiren bir monolog olmaktan çıkarıp gerçek yaşam ve gerçek insanlar karşısında dönüştürücü bir güce dönüştürmek mümkün olmaz.

Aşılamayan, çözülemeyen, başarılamayan her görev, ardında boğum boğum olmuş düğümler (meseleler) bırakarak kalın bir kabuk halini alır.

***

Siyaset alanında etkinlik gösteren öznelerin dikkat göstermesi gereken bu düğümlerden biri, sosyalizm mücadelesinin toplumsal kaynakları konusundadır.

Uzun yıllar boyunca, yaşanan cumhuriyetçi deneyim, bu deneyimin 60’lı yıllardaki solla etkileşiminden doğan aydınlanmacı birikim ve her şeye rağmen bu topraklarda köklenmeyi başarmış seküler kabul, sosyalist hareketin beslendiği kaynaklar üzerinde açık biçimde etkin olmuştur. Bu kaynaklar, üniversiteler, mahalleler, sendikalar, meslek odaları, basın, akademi ve kültür-sanat dünyası gibi alanları kapsamaktaydı ve sosyalist hareketin ister üye ister sempatizan isterse de kadro düzeyinde olsun “insan kaynağı” esas olarak buralardı.

80’li yıllardan sonra bu tür bir kaynak olarak değerlendirilebilecek Kürt toplumsallığını kendi siyasal temsilcisi bulunduğu için ayrı bir yere koyarsak, sosyalist harekete yıllar boyunca insan kazandırmış bu kaynakların neredeyse tamamı etkisizleşmiştir. Son 20 yılda artan oranlı bir baskı ve şiddetle ele geçirilmelerinin yanı sıra, dayandıkları toplumsallığın niteliğinde gerçekleşen dönüşümlere yanıt üretmekte de zorlanmaktadırlar. Ve etkili bir karşı hamle ile bu kilit çözülmediğinde sosyalist hareketin “insan kaynağı” sorununun bir kıtlığa varması olmayacak şey değildir.

Böylesi bir hamlenin esası, toplum içinde yeni kaynaklar aramaktan çok verili kaynakları yeni bir yaklaşımla ele almak olabilir. Eğer toplumda yeni sosyolojik oluklar açılmayacaksa ve üniversiteler, mahalleler, sendikalar, meslek odaları, basın, akademi ve kültür-sanat dünyası buharlaşıp yok olmayacaksa, bunların yeniden kaynak işlevini üstlenmesinin nasıl sağlanacağına kafa yorulmalıdır.

Yeni bir yaklaşımdan kastım ise, tüm bu alanlara proleterleşmenin ve mülksüzleştirmenin yarattığı sınıf dehşetini temel alan bir emek perspektifi ile bakmaktır. Bir kere, tarihten süzülen cumhuriyetçi, aydınlanmacı ve laik ruhun emek perspektifi dışında somutlanması imkansız hale gelmiştir. İkincisi ise, bu kaynakların yoğurduğu toplumsallık, geçmişle kıyaslandığında, emek sorunlarıyla daha dolaysız biçimde yüzleşmektedir.

Toplum içinde sosyalizme yeni kuşaklar kazandıracak kaynaklar var olmasına vardır; ama bunların her biri niteliksel bir dönüşümle emek mücadelesinin ve perspektifinin kapsama alanına girmektedir. Sosyalist hareketin kendi kaynaklarıyla yeniden verimli bir ilişki kurabilmesi de bu emek perspektifini ne kadar başarılı biçimde güncelleyebileceği ile ilgilidir.

***
Siyaset söz konusu olduğunda artık bıkkınlık verir hale gelmiş düğümlerden biri de seçimler ve ittifaklar konusundadır.

Gerçekten de seçimler ve ittifaklar konusunda en tutarsız, en mesnetsiz ve en manasız yakıştırmaları yapma ayrıcalığı ülkemiz sosyalist hareketine ait olabilir.

Oysa siyaset, birçok enstrümanın kullanıldığı bir etkinliktir ve bu enstrümanların kullanımı konusunda evrensel ya da ulusal standartlar enstitüsü gibi bir kuruluş da bulunmamaktadır. Bunun anlamı, her siyasal öznenin seçim süreçlerini kendi programı, stratejisi, hedefleri ve öncelikleri açısından değerlendirmesi gerektiğidir. Dahası, Türkiye tarihsel olarak seçimlerin toplum nezdinde önem taşıdığı bir ülkedir ve böyle bir ülkede siyaset yapma tercihi seçimler konusunda da stratejik ve taktik yaklaşımlar geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır.

Seçimler konusunda tutum geliştirmek ne salt seçimlere indirgenmiş bir mücadele çizgisini savunmak anlamına gelir ne de sosyalizme parlamenter yollarla geçileceğini kabul etmek. Tarih, kuram ve bizim ülkemizin gerçekleri ortada dururken seçimlere dair strateji ve taktik geliştirmeyi devrimciliğin seyrelmesi olarak aksettirmek artık kurtulunması gereken bir ilkellikten ötesi değildir.

Tüm bu ilkelliğin esas zararı ise, seçimlerle ilgili olarak geliştirilecek ittifak taktikleri konusunun neredeyse hiç incelemeye tabi tutulamamasıdır. Böylesi bir incelemenin sonuçlarına fazlasıyla ihtiyaç duyduğumuz açık olmakla birlikte, en azından şu saptamayı yapabilecek tarihsel deneyime sahibiz: Seçimler ve ona dair geliştirilecek ittifak taktikleri, kuramın değil ülke gerçekliğinin ve içinde bulunulan konjonktürün konusudur. Ülke ve konjonktür bağlamı olarak Türkiye’yi alırsak, ittifak tartışması sadece seçim taktikleri bağlamında yürütülebilir.

Sosyalist hareketin tarihinde “proletarya ile küçük burjuvazi” ya da “işçi-köylü” ittifakı gibi örneklerine rastladığımız “sınıf ittifakları” gündemi, en azından Türkiye’nin verili gerçekleri ve konjonktürü açısından bir tartışma başlığı durumunda değildir. Eğer sosyalist hareketin Türkiye’nin önündeki seçim sürecine dair anlamlı bir tutum üretmesi zorunluysa, bunun içinde ittifak taktiklerinin de yer alması kaçınılmaz olacaktır. Ve bu ittifak taktiklerini de özel olarak seçim tutumu ve hedefleri bağlamında oluşturmak gereklidir.

Bu strateji ve taktik denemelerinin haklılığını ya da işe yararlığını sorgulamakta ise, sosyalizm mücadelesinin kitleselleşmesi dışında hiçbir ölçüt veya hedef tanınmamalıdır.

***
Siyasetin belki de kendisinden en fazla uzaklaştığı an onun bir düşünceyi temsil eden söze indirgendiği andır ve bunun bir “devrimcilik” ya da “köktencilik” olarak pazarlanmasının yerleşiklik kazanması ülkemizdeki sosyalizm mücadelesinin çözmesi gereken bir başka düğümdür.

Elbette, siyasetin bir hedefi vardır. Bizim tartışmamız özelinde bu hedef sosyalizm, hatta giderek sınıfsız toplum anlamında komünizmdir. Haliyle, bu hedefin neye benzediği, temel özelliklerinin neler olduğu, neleri içerip içermediği hakkında da hayli saptama ve belirleme söz konusudur. Ancak, hedefin tanımlanması ve betimlenmesi siyaset değildir.

Daha doğrusu, siyaset, gelecekteki hedefin bugüne propagandasıyla ilgili bir iş değildir. Siyasetin esas işi ve ona asıl gücünü veren kapasitesi, ancak somut durumun somut gerçekleriyle kurduğu dönüştürücü ve ilerletici ilişkide açığa vurulur. Bu anlamda, sosyalizmin gelecek imgesini sürekli bugüne yansıtmaktan çok, bugünün gerçek sorunlarını sosyalizme duyulan gereksinimin kanıtı olarak kullanmaktır yapılması gereken.

Yine hem kuramdaki hem de tarihteki örneklere baktığımızda, başarıların sosyalizmi en iyi anlatanlarca değil, içinde bulunduğu somut durumun çatışma ve gerilimlerini siyasal müdahalelerle örgütleyenlerce yaratıldığını görebiliriz. Tam da bu nedenle siyaset, kendi özgül bağlamına oturtulmayı bir zorunluluk düzeyine çıkartan, kendi özgül bağlamını hem tarihsel hem de konjonktürel olarak derinlemesine tanıyıp bilince çıkarmayı dayatan ve gelecekteki pürüzsüz aydınlığa dair nutuklar çekmekten çok şimdinin yıkıcı dinamiklerini siyasal olarak yönlendirmeyi görev olarak koyan bir pratiktir.

Siyasetin konusu ya da malzemesi olarak geleceğin sosyalizm imgesini anlatıp durmanın sağladığı beleş radikalizm, kuşkusuz, iştah açıcıdır. Ancak radikallik, sözün keskinliğinden değil eylemin dönüştürücülüğünden gelir. Siyasette radikallik ise, o an içinde düşünülebilecek en sivri söylemi icat etmekle değil, verili konjonktürde egemenler tarafından karşılanması imkansız hale gelmiş talep ve çözümleri kitleselleştirmekle ilgilidir.

https://ilerihaber.org/yazar/meseleler-siyaset-146064




Bu ileti en son melnur tarafından 13.10.2022- 00:55 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Evrim bir gerçek midir, yoksa bir kuram mıdır? melnur 0 3263 04.08.2013- 18:21
Konu Klasör Osmanlı’da Marksizm, kuram ve sosyalist hareketler... melnur 0 701 06.02.2022- 09:41
Konu Klasör Gezi, sokak, ideoloji umut 0 4067 05.05.2014- 14:58
Konu Klasör Burjuva ideolojisi mi, sosyalist ideoloji mi? melnur 3 5246 16.10.2016- 12:01
Konu Klasör Türkiye'nin reel kapitalizmi ve dinci ideoloji denizcan 0 3920 13.12.2014- 18:02
Etiketler   Meseleler:,   Kuram,   ideoloji,   siyaset.
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS