Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

30.10.2017- 12:57

Ekim'in intikamı-Aydemir Güler

Resim Ekleme


Tarihsel önem dediğimiz öylesine bir laf değildir. Tarihsel öneme sahip olan Büyük Ekim Devrimi kendisine sırt çevirip de hâlâ solcu geçinenleri boşa düşürür. Başlıkta intikam dediğim de budur; bundan ibarettir. Ancak kimileri için, büyük entelektüel diye prezante edilme hazzının ellerinde patlaması yeterince acımasız bir intikamdır.

Ertuğrul Kürkçü bunlardandır ve bu intikamı hak etmiştir.

Aşağıdaki yazıda yeni bir keşif yok. Ekim Devrimi’nin ve devrimin tarihsel kazanımlarının uyduruk laflarla karalanmasına izin vermiyoruz. Hepsi bu. Kürkçü’nün hak ettiği kadarı yani…

*           *           *

Nasıl hak etsin ki? Ekim Devrimi’ni değerlendirmek için İrfan Aktan’la gazeteduvar.com.tr’de yaptıkları söyleşinin daha başında Kürkçü süsleme sanatını deniyor: 72 günlük Paris Komünü ve 72 yıllık Sovyet tarihi ile 7200 yıla yuvarladığı insanlık tarihi arasında bir analoji kuruyor:

“…insanın alt türlerden ayrışarak bir insan toplumu olarak kendisini kurmasının üzerinden 7 bin yıl geçti. Yahut ‘72’lerle devam edersek, 7 bin 200 yıldır varız.”

Tamamen uydurmadır. “İnsanın alt türlerinden ayrışması” diye başlatılacak 7 bin yıllık bir zaman dilimi, kendi uydurduğu sözün cazibesine kapılmaktan başka bir mana taşımaz. Normal koşullarda dikkatli bir okurun söyleşinin daha bu ilk sayfasında “hadi canım sen de” demesi ve zaman harcamayı kesmesi beklenir. İrfan Aktan’ın da sonrasında “ya hocam güzel çakıştırmışsın yedileri ikileri, ama şu 7200’ü çıkartalım biz” diye uyarması…

Uyarmaz, çünkü cahiller okurlarını da cahil varsayarlar.

Zaten öncesi var. Daha Kürkçü konuşmaya başlamazdan önce Aktan yazıyı “sunuyor”:

“Lenin önderliğindeki Sovyetler, savaşlardan ve açlıktan yılmış olan Ruslara başka bir dünyanın kapısını aralarken aynı zamanda insanlık tarihinin yazılacağı yeni bir defteri de yarattılar.”

Belli ki kendi sözünden sarhoş olma problemi yaygın!

Neresini düzeltebiliriz ki?

Devrimi Sovyetler değil Bolşevik Parti yaptı.

Devrim Ruslar için de yapılmadı. Bolşeviklerin önderliğinde işçi sınıfı tarafından Çarlık’ı oluşturan bütün halklar için yapıldı.

“Defter” yaratılır mı, açılır mı; oraya hiç girmeyelim. Yalnızca Bolşevik Parti’yi telaffuz etmeyince insanın eline ne geçer, bunu merak ettiğimi not edeyim.

Cahillik varsayımını sahiplerine bırakıp devam etmek istiyoruz. Ama Aktan “sunmaktan” kendini alamıyor:


“Ancak Lenin sonrasında Stalin-Troçki ayrışmasıyla simgeleşen ihtilaf ve Stalin’in devrimi Rusya hudutlarına hapsederek ‘reel sosyalizm’ deneyimini dayatmasıyla, Sovyetlerin araladığı kapı Rus halklarını tekrar Çarlık düzeninin kalıntılarıyla karşı karşıya bıraktı.”

Rusya hudutları mı? Gürcistan, Ermenistan, Belarus, Ukrayna ve onları izleyecek olan Orta Asya ülkeleri ne oluyor?

Reel sosyalizmi dayatmak mı? Reel olmayan bir sosyalizm mi yaşanmalı, yani realize edilmeli miydi? Çarlık düzeninin kalıntılarıyla karşı karşıya bırakmak? Toprak toplumun malı olunca, hanedan iktidardan inince, Çarlık eskisi ordular yenilgiye uğratılınca… kim kimi neyle nerede bırakıyor?

Bunların tamamı boş laftır ve hakikaten üstünde konuşmaya değmez.

*           *           *

Ama gazeteduvar.com.tr söyleşisinin kahramanı Ertuğrul Kürkçü’dür. Ve kendisi insanlık tarihinin başlangıcına dair anlaşılmaz sözcük oyunlarından daha ağır bir şımarıklığı insanlık tarihinin en ileri atılımı olan 1917 Ekim Devrimi ve onun üstüne inşa edilen sosyalizm kazanımları karşısında ortaya sermektedir.


Bir kere, “Sovyetler Birliği yenilmese Marx yanılmış olurdu” imiş. Bu fantastik değerlendirme ile “Ekim Devriminin yenilgisinden yirmi yıl sonra konuşuyoruz” belirlemesini yan yana getirin ve çıkabilirseniz çıkın işin içinden!

Kürkçü’ye göre 1990’ların başında yenilen devrimdir. Sovyetler Birliği’nin yenilgisi ile Ekim Devriminin yenilgisi birbirinin yerine kullanılabilecek, yani özdeş olaylardır.

Marx nasıl olmuş da doğrulanmıştır?

Zorlamayayım. Bildik hikayedir.

Bir: Ekim Devrimi geri kalmış bir ülkede yapılmış olduğu için kitaba aykırı bulunur. Diyelim ki aykırıydı; devrimci durum ortaya çıkınca devrim yapılmamalı mıydı? İktidarı hedeflemeden siyaset yapanlar o zaman da boldu; görülüyor ki, şimdi de!

İki: Ekim Devrimi ile kurulan iktidar korunduğu ve otuz yıla yakın süreyle ancak tek ülke içinde korunabildiği için, 1917 bir dünya devriminin parçası olmamıştır ve bu nedenle aykırı olduğu iddia edilir. Burada diğer ülkelerde ne olup bittiğine, oraların egemenlerinin devrimi nasıl engellediğine, işçi sınıfı partilerinin doğru ve yanlışlarına yer yoktur. Dünya devrimini, şu geri kalmış ülkenin olmayan işçi sınıfının partisinin yanlış politikaları engellemiştir. Evet, yanlış duymadınız, kendisi yapacaksa ehil görülmeyen Bolşevikler, başkası yapmayınca biricik neden olmaktadırlar.

Bildik anti-sovyet, anti-marksist, anti-leninist hikâye budur ve benim bildiğim kadarıyla yüz yıldır bu saçmalığın etrafında dönüp durmaktadırlar.

Buna göre devrimci bir işçi sınıfı partisi geri kalmış ülkede devrim olanağı yakalandığında pas demelidir. Aptallığın bu kadarı zamanında söylenmiş olduğu, lakin sınıf değiştirip ve burjuvazi adına konuşmayı seçmiş sosyal-demokratlara düştüğü için ek desteklerle gündemde tutulabilirdi. O destek de “geri kalmış ülke devriminin en kısa zamanda bayrağı gelişmiş ülke devrimlerine devretmesidir.”

Bunlar devrimin ihraç edilemeyeceğini, dayatılamayacağını da söylerler ve aslında belli bir bağlamda haklıdırlar. Uluslararası dinamik belirli bir ülkenin iç yapısı tarafından kucaklanmadığı durumda dışsal bir zorlama olarak kalacak ve çok kısa ömürlü sonuçlar verecektir. Ekim Devriminin liderliği Batı Avrupa’da devrim yapamazdı. Ama Alman ve diğer halkların devrimleri zafere ulaşamadı diye suçlanmaktan kurtulamamaktadır Sovyet komünistleri!

Oysa Devrim sonrası politik konjonktürü ve genç sosyalist iktidarın ülkesindeki durumu anlatan çok kaynak vardır ve bu konudaki cehaletin mazereti yoktur. Ekim Devrimini kısa süre sonra Çarlık, emperyalizm ve Bolşeviklerin sağında kalan türlü akımın oluşturduğu bir silahlı saldırı izler. Kim bilir, belki de Bolşeviklerin tarihsel yanlışı yeterince Avrupa devrimi duasına çıkmamak ve Kızıl Ordu kurup iktidarı korumakta inat etmektir! Belki de çok zor koşullarda imzalanan ve esas anlamı devrimci iktidarın dünyaya kabul ettirilmesi olan Brest-Litovsk anlaşmasını imzalamak yerine intihar uçuşu yapmaları gerekiyordu!

Davulun sesi uzaktan hoş gelebilir, ama “dünya devrimi olmayınca, günübirlik, pragmatist çözümler, tarihselci çözümlerin önüne geçti” diye ahkam kesme hakkı kimseye vergi değildir. Bu ne edepsizliktir ki, birtakım kendinden menkul entelektüeller görülmemiş kamulaştırmaları, emperyalist diplomasinin belgelerinin ifşa edildiği benzersiz dış politika pratiklerini, karşı-devrimin tepelenmesini, seçme ve seçilmenin mülkiyet ve cinsiyet kısıtlarından kurtarılmasını, planlama ve sanayileşmeyi, yeniden üstüne çullanmayı bekleyen emperyalist dünyaya karşı askeri hazırlığı pragmatizm saymaktadırlar.

Abartmıyorum; Ertuğrul Kürkçü günübirlik ve pragmatist bulduğu politikaları “ordumuzu kuvvetlendirelim, sanayimizi güçlendirelim” diye örneklendirmiştir. İrfan Aktan da bant çözümünü gözden geçirdiğinde bir telefon açıp “ya hocam, burada maksadı biraz aşmışız, sonra bizi tefe koymasınlar” dememiştir.


Ekim Devriminin 100. yılında sosyalizmin ordusunu ve sanayisini güçlendirmesini eleştiri konusu yapmak, olsa olsa reel sosyalizm 72 yıl sürmesin, 7 virgül 2 saatte çöksün diye dilek tutmaktır.

*           *           *

Cahiller ve uydurukçular, bir de Lenin’i rahat bırakmalıdırlar. Lenin’den ekmek çıkmaz. Dünya devriminin kıvılcımı olmaktan başka bir isteği olmadığı iddia edilen Lenin daha Ne Yapmalı’da şunları yazmıştı:
“Tarihin bugün önümüze koyduğu en acil görev, başka herhangi bir ülkenin en acil görevinden çok daha devrimci niteliktedir. Bu görevin yerine getirilmesi, yalnızca Avrupa'nın değil, aynı zamanda (artık söyleyebiliriz) Asya gericiliğinin de en kudretli mevzisinin yok edilmesi, Rus proletaryasını uluslararası devrimci proletaryanın öncüsü haline getirecektir.”

Bakın şu Lenin’e; daha 1901’in Rusya’sında, yani 1917’ye göre defalarca daha geri bir ülkede devrim yapmaktan, koca koca gelişmiş ülkelerin proletaryalarına öncülük etmekten söz etmektedir!
İrfan Aktan, Ertuğrul Kürkçü,

Lenin’i rahat bırakın!

Veya Lenin’in ölümünden az önce “Çarlık makinasını devraldık ve yağladık” diye günah çıkarttığı kaynağı açıkça gösterin. Benim bildiğim, 23 Ocak 1923 tarihinde 12. Parti Kongresine bir öneri olarak yazdığı kısa yazı var. “İşçi ve Köylü Denetimini Nasıl Yeniden Örgütlemeliyiz” başlığını taşıyan bu yazısında Lenin şöyle demektedir:

“Dış İşleri Halk Komiserliği istisna olmak üzere, devlet aygıtımız kayda değer ölçüde geçmişin hayatta kalmış bir halidir ve ciddi bir değişim geçirdiğini söylemek güçtür. Yalnızca yüzeyde hafif biçimde dokunulmuştur, ama diğer tüm açılardan eski devlet makinesinin en tipik bir kalıntısıdır. Bu durumda devlet aygıtımızı hakikaten yenilemek için, İç Savaş deneyimimize dönmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum.
“İç Savaşın en kritik anında nasıl hareket ettik?

“En iyi Parti güçlerimizi Kızıl Ordu’da yoğunlaştırdık; işçilerimizin en iyilerini harekete geçirdik; diktatörlüğümüzün en derin kökleri için yeni güçler aradık.

“İşçi ve Köylü Denetimini yeniden örgütlemenin araçlarını bulmak için de aynı kaynağa gitmemiz gerektiği kanısındayım. On İkinci Parti Kongremize Merkezi Kontrol Komisyonumuzun belli bir oranda genişletilmesi temelinde aşağıdaki reorganizasyon planını benimsemeyi tavsiye ediyorum.”

Kim neyi yağlamış? Bu ne ciddiyetsizliktir? Lenin işçi ve köylülerin devlet mekanizmalarındaki denetleyici rolünü güçlendirmek için bir plan öneriyor. Günah falan çıkartmıyor. Çareyi “çok ülkede sosyalizmde” de aramıyor. Cahillerin Lenin’i sobelediklerini sandıkları noktada o denetimi arttırmak için gayet reel bir plan yazıyor!

Bitmiyor. Kürkçü Sovyet sosyalizminin başarısızlığını “fetihçi halklara” benzetiyor. Kendinden üstün bir kültüre sahip bir ülkeyi fetheden ve o üstün kültüre boyun eğen bir fetihçi halk!

Aktan yine frene değil gaza basıyor ve Çarlık Rusya’nın kültürünün Sovyetlerin kültüründen daha mı üstün olduğunu soruyor! Kürkçü’nün yanıtını aktarmak durumundayım:

“Lenin, daha yüksek bir kültürü ortaya çıkaramadıklarını tespit ediyordu. Kapitalizmi nihai olarak yenmek için, onun en gelişmiş olduğu yerlerde bir devrimin gerçekleşmesi gerekiyordu. Rusya’da Çarlığı yenmiş olabilirdiniz ama milyonlarca köylüden oluşan bir toplumu yönetebilmek için yeni hükümetin elinde başka bir mekanizma yoktu.”

Ertuğrul Kürkçü Lenin’i nasıl rahat bırakacak, söyleyeyim. Lenin’in daha yüksek bir kültürü ortaya çıkaramadıklarını tespit ettiğinin uydurma olduğunu kabul edecek veya susacak.
Sovyetler Birliği’nde milyonlarca köylüden oluşan bir toplumu yönetmek için yeni mekanizma kurulmuştur. Lenin bu mekanizmaya “diktatörlüğümüz” demektedir. Yani proletarya diktatörlüğü.

Bu diktatörlük sanayideki ve topraktaki özel mülkiyete son vererek başlar. Başlamıştır.
Büyük bir aydınlanma hamlesiyle sürdürülür. Sürdürülmüştür.

Güçlü bir ordu ve güçlü bir sanayi bu mekanizmanın öncelikleridir. Çarlık köylülüğüyle Sovyetler Birliği’nin köylülüğü arasında özdeşlik kurmak ya cehaletin itirafı ya da okurları cahil saymak anlamına gelir.
Kürkçü reel sosyalizmin koşullara teslimiyetten mustarip olduğunu düşünmektedir. Ekim Devrimi’nden sonraki korunmacı ve statükocu politikaların dünya devriminin önünü kestiği fikrine sürekli geri dönülmektedir.

Öte yandan Sovyetler Birliği’nin çözülmesini bir zorunluluk olarak ortaya koyan da Kürkçü’dür! Stalin dönemindeki ilk günah Gorbaçov’un cennetten kovulmasıyla sonuçlanmaktadır. Veya Nazi Almanya’sıyla savaşta ulaşılan başarı konuşuluyorsa, yanıt “Eğer şu an Sovyetler’in yıkılışının yirmi sekizinci yılındaysak, demek ki başarılı olmamış” biçiminde verilebilmektedir.

Acaba kim zorunluluklara teslim oluyor? Geri bir toplumda işçi sınıfını iktidara getirenler, okulsuz köyler okyanusuna aydınlanma taşıyanlar, sosyalist sanayiyi kurmak için sermaye birikmesini beklemeyenler, kat be kat güçlü emperyalist orduların kuşatmasına karşı anayurt savaşına girişenler mi? Yoksa Sovyetler Birliği bugün yoksa tarihinin de tamamı yanlıştır diyenler mi?

*           *           *

Kürkçü ve Aktan yalnızca Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin değil Türkiye sol tarihinin de cahilidir.
Rusya’yı devrim için elverişsiz sayanların, Cumhuriyet’i önceleyen on yıl boyunca önceki gelişkinliğinin fersah fersah gerisine yuvarlanan Türkiye’de komünistlerin etkisini minimize etme suçunu SBKP’ye fatura etmeleri ilginç bir tezdir. Buna göre SBKP tek ülkede sosyalizmi korumak için TKP’yi pasifize etmiştir!
Emin olun, eğer o dönem TKP iktidarı alacak kadar etkili olmuş olsaydı, Kürkçü ve Aktan “aman” derlerdi, sakın ha, Batı Avrupa’dan önce asla!

Peki söyleşme meraklısı bu kişiler TKP tarihini okuma zahmetine hiç girmişler midir? Kürkçü araya Türkiye’nin içindeki mücadeleleri ekleyerek anti-sovyetizmini daha yutulur hale getirmeye çabalıyor. Ancak Komintern-TKP ilişkileri konusunda gerçekten bir şey bilmediği görülüyor.

Kürkçü’ye göre Komintern TKP’yi dağıtma kararı almış, ama Baraner, Belli ve Kıvılcımlı gibi liderler buna uymayarak “partinin geri kalanını muhafaza etmişlerdir.”

Uzak yakın bir alakası yoktur. 1930’ların ikinci yarısında TKP’de adı geçen üç kişinin oluşturduğu bir başka eğilim söz konusu değildir. Bu isimlerden ilk ikisi desantralizasyonun günah keçisi yapılan Şefik Hüsnü’yle yakın olan veya yakın olmakla övünen kişilerdir. Kürkçü’nün TKP içinde alerji duyduğu isimlerin Zeki Baştımar ve İsmail Bilen olduklarını tahmin edebiliriz. Ancak bu isimlerin yine desantralizasyonla anıldıkları yolunda bir kayıt yoktur.

Bu arada cahil olduğu varsayılan okurun, Baraner, Belli ve Kıvılcımlı “partinin geri kalanı”nı koruduklarına göre esas bölümünün Komintern’in isteği doğrultusunda CHP’ye katıldığını zannetmesi muhtemeldir. Ne yazık ki 1930’larda o boyutlarda bir TKP gövdesi bulunmamaktaydı. Kürkçü de tarih içinde oradan oraya zıplamakta ve TKP’den CHP’ye gidenlere örnek olarak 1927 Tevkifatıyla saf değiştiren ve sonra Kadro dergisini çıkartacak olan Şevket Süreyya Aydemir ve Vedat Nedim Tör isimlerini verebilmektedir. Kadro 1932-34 arasında yayınlanan bir Kemalist dergidir.

Ne oluyor? Komintern TKP’lileri CHP’ye göndermek için 1930’ların ikinci yarısında baskı kuruyor. Bunun üzerine 1920’lerin sonunda bir grup TKP’li CHP’ye gidiyor. Yine bunun üzerine 1951 Tevkifatından sonra TKP’de bazı isimler bütün bu olup bitene karşı partiyi tutuyor!

*           *           *

Cahil, neyi bilmediğini de kestiremez. Bu kapsama Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde “yerel komünizmin yenilgiye mahkûm olduğu” saptamasını yapmalarını, yine Marx ve Engels’in “devrimin eşanlılığı” diye bir prensipleri olduğu gibi konuları da kapsamaktadır!

Sıkıldınız, biliyorum. Ben de sıkıldım ve bitireceğim.

Dimitrov’un faşizmi tekelci sermayenin “en gerici” kesimine mal etmesinin de Molotov-Ribbentrop saldırmazlık paktının özeleştirisi anlamına gelmesi Kürkçü’nün tarihe atlattırdığı bir diğer takladır. Sovyetler Birliği sermaye güçlerinin faşistini de demokratını da aynı sepete atıp saldırmazlık anlaşması imzalamış ve dünya devrimini bir kez daha batırmıştı, ya; Dimitrov’un faşizmin “finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğü” olduğu biçimindeki tezi bu günahın çıkartılması için yazılmıştır. Kürkçü tarihi böyle anlatmakta, Britanya ve diğerlerinin Almanya’nın Sovyetler’e saldırmasını delice arzuladıklarını, Sovyetler Birliği’nin anti-Nazi çağrılarını ısrarla karşılıksız bıraktıklarını bilmezden gelmektedir.

Neyse; üzgünüm ama Dimitrov’la anılan tez de 1933’te Komintern’in bir toplantısında karar haline getirilmiştir. Böylece 1933’te özeleştirisi verilen Sovyet-Nazi saldırmazlık paktı bundan altı yıl sonra, 1939’da imzalanır.

Kimse kusura bakmasın, meydan boş değildir.

https://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/ekimin-intikami-215273

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
30.10.2017- 13:08

''Aydemir Güler Ertuğrul Kürkçü'yü gömmüş'', dersem fazla mı haksızlık yapmış olurum; sanmıyorum, tam aksine, evet Aydemir Güler'in de söylediği gibi meydanı boş bırakmamak gerek. Bir dönem şu veya bu nedenlerle sol-sosyalist saflarda olup şimdilerde sağıyla soluyla liberalizme savrulanlar da dahil ve ayrıca bilimsel sosyalizme, Sovyetler Birliği'ne düşmanlığa varan ve ''dışardan' eleştirilerle ne olduklarını ortaya koyanlara tam cepheden karşı çıkmak bir solcu-sosyalist görev ve sorumluluğu olmalıdır. Aydemir bu sorumluluğu hakkıyla yerine getiriyor bu yazısıyla... Bu tiplerin gündemlerinde sosyalizm yok; kalmadı. Bu tipler artık sadece kendilerine oynuyorlar. Lafazanlıktan başka bir şey yaptıkları da yok. Aydemir Güler'in sözleriyle:

''Kürkçü ve Aktan yalnızca Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin değil Türkiye sol tarihinin de cahilidir. ''

Bu cehaleti iyi tanırsanız, emin olun sanal dünyanın cahil-cühela takımını anlamak ve tanımak da   mümkün hale gelecektir. Emin olun aramızda o kadar çok Kürkçü'nün kötü kopyaları dolaşıyor ki...

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
31.10.2017- 10:33

Üst konu yaptım, aşağılara inip arada kaybolmasın ve olabildiğince göz önünde olsun diye...Dün defalarca okumuştum, sabah yine bu başlığı okumak zorunda hissettim kendimi. Bence sizler de öyle yapın. Bu tür yazılar öyle sıradan, okunup geçilmeyecek türde yazılar; anlamak, kavramak ve içselleştirmek gerek; böyle olduğunda gerçekten de ipe sapa gelmez cümleler kurmak zorunda kalınmaz, marksizm ve leninizm adına marksizme ve leninizme aykırı şeyler ileri sürülmez!

Konuyla ilgili mi tam kestiremesem de, şunu burada vurgulamalıyım. Epeyce oldu, kim söyledi, ben nerede okudum tam hatırlamıyorum; ülkede marksizm leninizm konusunda uzman veya OTORİTE sayılabilecek kişilerin bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda olduğu söyleniyordu, isim verilmeden. Şevki Yurdakuler ise bu konuda dört isim veriyor: Yalçın KÜÇÜK, Metin ÇULHAOĞLU, Aydemir GÜLER, ve Kemal OKUYAN. Yabana atılmayacak bir belirleyiş bu. Bu yüzden özellikle Metin, Aydemir ve Kemal'in ideolojik ve siyasi tavırlarını önemsiyorum. Aydemir Güler'in bu yazısı da bunu bir ölçüde   kanıtlıyor ve buradaki yorumuyla sosyalist aydın,   büyük devrimci bellediklerimizin gerçekte nasıl bir zihinsel fukara olduklarını gözler önüne seriyor.

Türkiye solu 80'lerden sonra büyük bir gerileme yaşadı, iç ve dış dinamiklerin etkisiyle de ideolojik ve siyasi yönden savrulmalar yaşadı. Ama zaman bu süreçte kimlerin doğru bir yerde konumlandıklarını kimlerin ise ML saflardan oraya buraya savrulduklarını da apaçık bir şekilde gözler önüne serdi. Kürkçü'ye bir de bu açıdan bakmakta yarar var.

( Bu arada Ertuğrul Kürkçü ile ilgili bir anımı, daha doğrusu bir şaşkınlığımı   burada paylaşmak istiyorum. Kürkçü bizler için bir ''efsane''dir. Öyleydi, Kızıldere'den sağ çıkması ve sonrasında hapishane süreci ve dışarı çıktıktan sonra kaldığı yerden devam etmesi önemliydi. Her ne kadar kürt ulusalcılığının içinde farklı bir zeminde sol(!) mücadele vermesi benim için bir eleştiri konusu olsa da, yine de o Kızıldere'den sağ çıkmış bir devrimciydi. Uzatmayayım; yıllar önce NHKM'de 78'lilerin bir anma toplantısı vardı. Mahir Sayın'ın da içlerinde bulunduğu bir grubun konuşmasından sonra sıra Ertuğrul Kürkçü'ye gelmişti. Konuşmanın bütünü neydi şimdi hatırlamıyorum ama, devletle çatışma noktasında PKK veya o zamanlar eylemsellik içinde bulunan   dinci terörü kastederek sanıyorum, ''desteklenebilir'' anlamına gelen şeyler söylüyordu. Bu tür eylemlerin solun önünü açacağını anlatıyordu. Kürkçü böyle bir öngörüye sahip; okuması böyle. Acaba şimdi de böyle mi düşünüyor bilmiyorum. Ama devletin silahlı güçleriyle çatışmanın -üç beş ay acemilik yapan gencecik çocukları ağır silahlar ve uzaktan kumandalı araçlarla öldürmek ne kadar devletle çatışma sayılırsa artık...- ideolojisine bakılmaksızın desteklenmesinin sosyalist bir yaklaşım olmadığı açıktı. Geçen zaman Kürkçü ve onlar gibilerinin ne kadar yanıldıklarını ortaya koydu. Gerçekten çok şaşırmıştım, Kürkçü'yü dinlerken. Bizim 'efsanemiz' böylesine yüzeysel ve yanlışlığı açık bir yorumu nasıl yapabiliyordu.)

Bir konunun daha altını kalınca çizmekte yarar var. Sanal alem bir yığın ''sanal solcu'' da ortaya çıkardı. Ben bunlara kerameti kendinden menkul solcular diyordum, ama artık sanallığın verdiği cesaret öylesine uçuk kaçık yorumlara yol açmaya başladı ki, bu kişiler gerçekten solcu mu diye sormadan edemiyorum.

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
02.11.2017- 09:12

Kürkçü için ''TKP'ye girecekti, yolu Kürt hareketiyle birleşti'' deniliyor. Kim söyledi, kimden duydum, bilmiyorum ama aklımda böyle kalmış. Aslında Kürt hareketini en başlarda desteklemeyen ve onunla bir şekilde dayanışma ve seçim ittifakına girmeyen herhangi bir sol örgütün bulunmadığı da rahatlıkla söylenebilir. Buna ayrışmalardan önceki SİP de dahil. Ne var ki, zaman içinde bu birlikteliklerin ne sola ve ne de Kürt hareketine bir katkı sağlamadığı ortaya çıkmıştır. Sol hiçbir mevzi kazanmamış, toplumsal alanda genişleyememiş, Kürt hareketi ise her geçen zaman diliminde çok daha fazla sağa kaymış ve nihayetinde içerde '' Biji Obama''ya, dışarda ABD emperyalizminin bir kara gücü haline dönüşmeye başlamıştır. BU sürecin doğru okunamaması sol açısından bir talihsizliktir. Bugün AKP-Erdoğan diktatörlüğü ortaya çıkmışsa bunun da bir nedeni Kürt hareketinin Erdoğan beklentileri ve sonuçta solun asla benimsemeyeceği, olumlamayacağı siyasetleriydi. Kürkçü'ye gelirsek ve Kürkçü şahsında Birikim cenahı dahil bir yığın sözde sol entellektüel-liberaller de tıpkı Kürt hareketi gibi bu sürecin ülkeye demokrasi getireceğini, ve hatta bunların TRoçkist olanlarının ülkedeki burjuva devriminin tamamlanabileceğini bile ileri sürmüştü. Bu günlere öyle gelindi. AKP-Erdoğan bugünlerin kilometre taşlarını döşerken bu kesimlerin ''yardım ve yataklığı'' olmasaydı tek parti değil, tek kişi devleti oluşturulamazdı. AZ günahları yok bu kesimlerin. Bu kesimler yoksul halkımızın üzerinde hem fiziki olarak tepinirken ve hem de gerici ideolojinin basıncı altında inim inim inlerken bu yaşanan süreci hiç unutmamak gerek. Kimler ne yaptı, kimler bu yola alan açtı bilmeliyiz. Bilmeliyiz ki, bugünü anlayalım, bilmeliyiz ki yarınları doğru bir şekilde kurabilme yolunda adımlar atabilelim. Sanalın kuyrukçu ve kerameti kendinden menkul tiplerini de bu süreçte yerli yerine oturttuğumuzda emin olun, bugün, nasıl bir konumlanış içinde bulunmamız gerektiği net bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Yeter ki bu basireti gösterebilelim.

melnur  |  Cvp:
Cevap: 4
05.11.2017- 08:55

Ertuğrul Kürkçü ve İrfan Aktan ile imtihan: Önce bilmek gerek-Zafer Aksel Çekiç


İrfan Aktan, Gazete Duvar haber sitesinde bir misyonu yerine getiriyor. Hiç de hayırlı bir yanı olmayan bu misyon solcu dahi olmayan bir kişinin komünistlere komünistlik öğretmek gibi yersiz bir iddiasına dayanıyor. Kürt siyasi hareketi içerisinde solu dizayn etme meraklısı liberallerin bu çabalarının aktörleri değişse bile kendisi yeni değil.

Aktan, bu kez, karşısına aldığı Ertuğrul Kürkçü'yle yanlışlar, yalanlar ve çarpıtmalarla dolu bir söyleşi yapmış. 27 Ekim'de yayınlanan ''Sovyetler Birliği yıkılmasa Marx yanılmış olurdu'' başlıklı röportaj aynı zamanda Türkiye'de siyasetçilerin ve aydınların tarih ve bilim konusundaki cehaletini de ortaya koyuyor.

Röportaj daha başlamadan liberal-reformist safsataların başında gelen ''iyi Lenin, kötü Stalin'' ikiliğine atıfla giriş yapıyor Aktan. ''Ertuğrul Kürkçü'den bir muhasebe yapmasını rica ettik'' diyen İrfan Aktan'a Kürkçü ne duymak istiyorsa hepsini söylüyor zaten. Lenin'e toz kondurmayıp Stalin'i tümden günah keçisi ilan etmek sizi ''özgürlükçü'' bir entelektüel olarak kendisini de eleştirebilen ''havalı bir muhalif'' saydırmaya yetebiliyor. Stalin-Troçki çatışmasına, ''reel sosyalizm'' ve ''tek ülkede sosyalizm'' başlıklarına Kürkçü'nün söyledikleri ile birlikte geri döneriz.

Kürkçü'nün tarih ve bilim cehaleti

Kürkçü daha başlangıçta Friedrich Engels'i hiç okumadığını ve anlamadığını ele veriyor. Hatta, abartılı gelmesin, bir Hristiyan papazı gibi insanlık tarihini ''7 bin 200 yıl'' indirgiyor. Evrimin alt türlerden ayrılma değil ortak atadan türleşme yoluyla gelişmesi bir yana ilk insan türlerinin ortaya çıkması 4-5 milyon yıl, modern insanın ortaya çıkması 300 bin yıl, modern insanın diğer insan alt türlerine tamamen baskın hale gelmesi bile 40 bin yıllık bir maziye sahip. Dahası ilk aletlerin yapılması 3,5 milyon yıl, ateşin kontrollü bir şekilde kullanılması 600 bin yıl, tarımın başlaması ve yerleşiklik 12 bin yıl, tekerleğin bulunması 7 bin yıl önce gerçekleşirken yazının icadı ise 5 bin yıl kadar bir geçmişe sahip.

Böylelikle Kürkçü için insanlık tarihi yazıyla başlayan bir hal alıyor ki, bu, insanın diğer insansı maymunlarla ortak atasından ayrışmasında emeğin rolünü, serbest eller, beynin gelişimi ve dik durma arasındaki ilişkiyi derinlemesine inceleyen ve tartışan Engels'ten bihaber kalındığını gösteriyor. Son tahlilde bir soyutlamadan ibaret olması nedeniyle zihinsel bir üretim olan yazının bulunmasını aşağı yukarı insanlığın bütün tarihi sayan bir yaklaşım tıpkı 19. yüzyılda kol emeğini aşağı gören ve insan aklının değeriyle zihinsel üretimin değerini birbirine karıştırarak Batı uygarlığına, burjuvaziye ve aydınlara Asya, Afrika ve Amerika uygarlıkları, işçi sınıfı ve “avam” karşısında bir üstünlük veren burjuva ''aydınları'' ile aynı kefeden bir değerlendirmeye işaret ediyor.

Devam edelim. Kürkçü bu örneğin ardından Marksizmin bilimselliğini gösterebilmek için bu kez örneği fizik alanından seçip Einstein, görelilik teorisi ve atom altı parçacıklardan veriyor. Veriyor ama hiçbir ilgisi olmayan bu örnekte de söylediği her şey yalan yanlış. Örneğin kuantum mekaniği atom altı parçacıklarla ilgilenen bir teori iken görelilik teorisi kütle, enerji ve hareket arasındaki ilişkileri açıklayan bir teori. Hatta ''her şeyin teorisi'' diyerek bilimin ulaşmaya çalıştığı hedef bu iki alanı birbiriyle bağlayacak şekilde açıklayabilmek. Kürkçü hiçbir fikri olmadığı anlaşılan bu teorik fizik konularında kulaktan dolma bilgilerle uydurmaya başlıyor. Kürkçü’ye göre atom altı parçacıklar bir an görünüp daha sonra kaybolabiliyor, dahası bunların hareketleri gözlemlenerek görelilik teorisi doğrulanıyor.

Bu örneğin genel bir benzetme dışında özel bir analoji kurmadığını düşünsek bile toplumsal olayların kuantum mekaniğinin kavramlarıyla açıklanmaya çalışılmasının liberallerin popüler “yeni çağ” uğraşlarından olması nedeniyle komünizm, devrim gibi kavramlar konuşulurken akla getirilmemesi gerektiği açık olmalı.

Kürkçü'nün bilim cehaletini bir kenara koyabiliriz. Ancak Türkiye'de ''entelektüel'' diye anılan isimlerin ne kadar vasat kaldıklarını göstermesi açısından önemli sayılmalı.


Devamı:

http://gazetemanifesto.com/2017/11/01/mercek-ertugrul-kurkcu-ve-irfan-aktan-ile-imtihan-once-bilmek-gerek/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 5
29.10.2019- 04:22

Sanırım Şubat ayıydı, bir arkadaşımız forumda düzenlemeler yapmış ve o düzenlemelerden sonra forum işlevsel olarak çok daha ileriye taşınmıştı. Tek problem o düzenlemenin yapıldığı tarihten önceki yazılarda kimi karakter sorununun ortaya öçıkmasıydı. Bazen rastladıkça bu sorunu düzeltmeye çalışıyorum. (Bu düzeltmeyi yaparken yanlışlıkla yazının silindiği de oluyor.) ''Ekim'in İntikamı'' başlıklı yazıda da böyle bir sorun ortaya çıkmış; düzeltilmesi gereken bir önemdeydi ve düzeltmeye çalıştım. Bu arada konuyu baştan sona tekrar okumuş oldum. İyi bir konu olmuş bu başlık.   Öne çıkarmakta yarar var.   Bugün tartıştığımız pek çok şeye doğrudan ya da dolaylı olarak değiniyor. Ayrıca son yazı olan Gazetemanifesto'daki Zafer Aksel Çekiç'in buraya alınmamış yazısının son bölümünü de buraya aktardım. Zaman içinde ekleme yaparız.

''(...)
Körle yatan şaşı kalkar

Ertuğrul Kürkçü, İrfan Aktan karşısında siyasi olarak da liberal safsatalardan öteye geçemiyor.

İrfan Aktan için “Lenin sonrasında Stalin-Troçki ayrışmasıyla simgeleşen ihtilaf ve Stalin’in devrimi Rusya hudutlarına hapsederek “reel sosyalizm” deneyimini dayatmasıyla, Sovyetlerin araladığı kapı Rus halklarını tekrar Çarlık düzeninin kalıntılarıyla karşı karşıya” bırakırken Ertuğrul Kürkçü de Lenin’in iradeciliğini hemen “dünya devrimi” ile dengeleme telaşına giriyor. Bir yandan devrimci görünmek istese de özellikle Troçkist belirlenimli düşünceleri her fırsatta ortaya çıkıyor.

Aktan’ın anlattıkları ve Kürkçü’nün verdiği fırsatlarla üst üste yaptığı salvolara cevap vermeye gerek yok. Kendisi işçi sınıfına, onun öncüsü komünistlere ve sosyalizme düşman olduğundan düzeltmekle giderilemeyecek bir yığın çarpıtmayı birbiri ardına sıralıyor.

Bununla birlikte solcu olduğunu söyleyen, bir siyasetçi olmanın yanı sıra “entelektüel” olarak otorite diye sunulan ve sosyalizm adına konuşan Kürkçü’nün söyledikleri ve Aktan’ın çanağına su döken cevapları tartışılmalı. Bunların sol adına söylenememesi, bu düşüncelerle yan yana gelmenin en hafif deyimle bir aymazlık olduğu açığa çıkmalı.

Devrimden vazgeçmeyi vaaz eden “devrimci”

Kürkçü, Marx’a atfen ileri sürdüğü “kapitalizmin bir dünya sistemi olduğu ve bir dünya sistemi olarak çökmedikçe yerine başka bir sosyo-ekonomik formasyonun geçemeyeceği” fikriyle devrimi mistik ve atiye terk edilen bir “altın çağ” haline getiriyor. Önce bir kapitalizm çöksün sonra sosyalizm yerine geçer diyebilen biri her şey olabilse de devrimci sayılamaz. Çarpıttığı Marx da Lenin de kapitalizmin kendiliğinden sona ermeyeceğini, önce siyasi iktidarın alınarak proletarya diktatörlüğünün kurulması gerektiğini, daha sonra toplumsal devrim aracılığıyla sınıfların ortadan kaldırılmasını söylediler.

Bu yüzden devrim iradi bir süreç olarak tarifleniyordu. Bir başka açıdan kapitalizm ve öncesindeki toplumsal formasyonlarda bir sonraki formasyonun egemeni olacak sınıfın gelişeceği koşullar bulunmakla birlikte kapitalizm ancak sınıfsız bir toplumla aşılabileceğinden burjuvazinin kendini tasfiye edeceğini söylemiyorsanız, çökmeyi bekleyerek “cennet” vaadinden öteye geçemezsiniz demektir.

İşçi sınıfının, burjuvazi tarafından burjuvazinin mezar kazıcısı olarak var edilmesi, esasında bu çelişen çıkarları akılcı bir şekilde çözme kapasitesi nedeniyledir. Kaldı ki, her toplumsal formasyonda giderek egemen hale gelen daha ileri üretim ilişkilerinde dahi ortaya çıkan sınıflar siyasi iktidarı almak üzere “sistemin çökmesi” gibi bir şeyi beklememiş ve hareket etmiştir. Sistemin çökmesi kendiliğinden olacak bir şey değil aksine tüm örneklerde görüldüğü gibi sınıfların mücadelesinin sonucudur.

Kürkçü meseleyi burada da bırakmıyor. “Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren irade; Bolşevikler ve Lenin. Bu iki olgu bence Ekim Devrimi’nin geleceği bakımından tayin ediciydi. Onların yeni devrimci durum içinde varlıklarını ve kalıcılıklarını sürdüremeyişleri, geriye düşüşün biricik değilse de önemli nedenlerinden biridir. Fakat ne kadar ısrarlı olsalardı da aslında, onların iradesine rağmen sonucun değişemeyeceğini daha sonraki gelişmelerden görüyoruz.” derken çok şey söylemiş gibi yapmasına rağmen hiçbir şey söylemiyor.

Bolşevikler ve Lenin ne tür olgulardır, Ekim Devrimi’ni yapan özneler olarak onun geleceği bakımından tayin edici olmaktan kasıt nedir, yeni devrimci durum ne demektir, varlıklarını ve kalıcılıklarını sağlamak nasıl olurdu, bunu sağlasalar bile neden sonuç değişmeyecektir gibi soruların cevaplarını aramak boşa bir uğraş olarak kalmakta.

Ağızdan çıkartılan bakla “tek ülkede sosyalizm”den ibaret. Devrim için kapitalizmin çökmesini vaaz eden Kürkçü, doğal olarak, Ekim Devrimi’nin ardından başka devrimler gelmemesini çözülüşün nedeni sayıyor. Ona göre, bu durum Lenin’den sapmaydı. Ama zaten bu sapma olmasaydı da sonuç değişmeyebilirdi. Dolayısıyla ya devrimin “ihraç” edilmesi gerekiyordu ya da devrimden vazgeçilip iktidar tekrar burjuvaziye verilmeliydi. Başka çıkar yol var mı?

İlkinin olamayacağı bir yana ikincisinin de ne denli akıl dışı olduğu açık değil mi? Ama “entelektüel” Kürkçü bunları Ekim Devrimi adına söylüyor.

Başka bir açıdan bakalım. Eğer sosyalizm, kapitalizm çökmedikçe ve bütün dünyada birlikte olmadıkça olmayacaksa, o zaman gelişkin kapitalist-emperyalist ülkeler dışında mücadeleye ne gerek var? Önce ABD, İngiltere, Almanya devrimlerini yapsınlar sonra bizim gibi bağımlı ülkelere bakalım demek daha tutarlı olmaz mı?

Sosyalizmin bir kurtuluş ideolojisi olması ve komünizm gibi bir gelecek tasavvuruna rağmen devrim dünya işidir. Gerçekleştirilmesi ve bir toplumsal devrimle sürdürülmesi sınıf mücadeleleri şeklinde tezahür eden toplumsal yasalara bağlıdır. Ancak Kürkçü, tıpkı bir papaz gibi, altın çağı, dünya devrimini, getirecek bir “mesih” beklemek gerektiğini söylüyor. Ona göre, dünya yıkılacak noktaya geldiğinde bir mesih/mehdi gelecek ve bin yıllık altın çağı açacaktır.

Aslında çoktan vazgeçilen sosyalizm mücadelesinin yerine demokrasinin hikmetlerinden bahsederek Ekim Devrimi’ni anmak mümkün olmadığına göre sosyalizmi böyle mistikleştirmek gerekiyor.

“Tek ülkede sosyalizm” bir tercih miydi?

“Tek ülkede sosyalizm” başka imkanlar varken bunların yerine yapılan bir tercih değildi. Sovyet iktidarı, aynı anda eski egemen sınıflarla, Çarlık’ın müttefikleri olan emperyalistlerle, onların uzantısı Polonya ile hayatta kalmak için savaştı. Bu süreçte, Almanya, Macaristan gibi ülkelerde sosyalist devrimler başarısız oldu. Sonuçta iç savaş ve dış müdahaleler bertaraf edildiğinde elde kalan Sovyetler Birliği oldu.

Sosyalizmin kuruluşu için tüm zorlukların aşılmasının adı “tek ülkede sosyalizm” olarak konuldu. Almanya olmadan devrimin kalıcı olamayacağını düşünmek ile bunun için mücadele etmemek tartışmasız başka şeyler olsa gerek. Bolşevikler iradeci oldukları kadar gerçekçiydiler. Dolayısıyla sosyalizmin gelişmiş bir kapitalist ekonominin üzerine inşa edilmesinin “daha kolay” olduğunu, dünyadan yalıtılmanın tehlikelerini biliyorlardı. Bunun nesnel koşullar haline geldiği noktada ise elbette bir komünistin yapması gerektiği gibi sosyalizmi inşa etmeyi tercih ettiler.

Ancak her durumda “tek ülkede sosyalizm” fikri 1945’ten sonra kurulan halk demokrasilerinin de sosyalizme yönelmesiyle açıklayıcı olmaktan çıkmıştır. Sovyetler Birliği, 1945’e kadar yenilmiş olsaydı “tek ülkede sosyalizm”in yaşamasının zorlukları üzerine bir ders bırakmış olurdu. Fakat 1945 sonrasında artık sosyalist bir dünya sistemi de olduğundan bu fikir sosyalizmin tüm zorluklara rağmen tek ülkede dahi ayakta kalabileceğini ve bu zorlukların üstesinden gelmenin yolları üzerine önemli dersler bırakmıştır.

Bu tartışma aslında Kürkçü’nün tarihi zamansız ve mekansız ele alarak nasıl bir çarpıtma ustası olduğunu gözler önüne de seriyor. Kürkçü, her biri farklı koşulları farklı onyıllarda yaşanan olayları bir arada veya herhangi bir nedensellik bağı olmadan bir bulamaç olarak sunduğundan çok şey söyler gözükürken aslında hiçbir şey demeyen ve daha kötüsü devrimden kaçmayı salık veren bir akıl yürütme sunan bir hal alıyor.

En basitinden Lenin’in 1922’de 11. Kongre’de söylediği sözleri “Bizim başımıza gelen, bütün fetihçi halkların başına gelen gibidir. Kendinizden daha yüksek bir uygarlığı fethettiğinizde, onu siyaseten yenersiniz, orayı ele geçirirsiniz, egemenliği devralırsınız ama onun kültürü de sizi ele geçirir.” diye alıntılayarak Bolşeviklerin ve sosyalizm adına konuşabilmek için karşı karşıya gelmekten özenle kaçındığı Lenin’in bu duruma teslim olduğu gibi bir anlam çıkartıyor.

Oysa, Lenin’in bu kongredeki sözleri gerek Çarlık bürokrasisinin gerekse burjuvaların yönetilmesi gerektiği ile ilgiliydi. Lenin, komünistlerin yönetme becerilerinin, esasında tecrübe demek daha doğru olur, bunlar kadar gelişkin olmaması nedeniyle bunların etkisinde kalınmasını üstesinden gelinmesi gereken bir sorun olarak tespit etmekle birlikte aynı konuşmanın hemen devamında Vesyegonsk kentinden Alexander Todorsky’nin 1918’de yazdığı “Bu (burjuvaların görevlendirilmesi) işin yarısıdır. Bu burjuvaziyi yenmek, onun hakkından gelmek için yeterli değildir, bizim için çalışmaya mecbur edilmeleri gerekir.” sözlerini olması gerekeni kavramış bir örnek olarak gösteriyordu.

Kürkçü’ye göre Lenin daha yüksek bir kültür çıkartamadıklarını tespit ediyordu. Oysa Lenin, basitçe, bir kurumun ya da işletmenin başında bir komünistin bulunmasının yeterli olmadığını, eski düzenin unsurlarının yönlendirmelerine karşı dikkatli olunması gerektiğini söylerken henüz Savaş-Komünizminden Yeni Ekonomi Politikası’na geçişin bile ilk yılında olunduğunu unutmamak gerekiyor.

Yine Kürkçü’nün, 1917’den konuşurken birdenbire ortaya attığı “Geleceklerini Ekim Devrimi sonrası ortaya çıkan yeni düzenin üst kademelerine doğru yürümeye borçlu bu kuşak açısından sosyalizm ve hatta komünizm bir dünya devrimine ihtiyaç duymaksızın tek ülkede gerçekleştirilebilir gibi göründü.” cümlesinin öznesi olan bu kuşağın 1917’de değil ama 1950’ler ve hatta 1960’lardan sonra yaşadığını, yaşamış olabileceğini ama bununla dünya devrimi sorununun da bir ilişkisi olmadığını gözden kaçırılmamalı. Zira 1917’deki kuşak zaten devrimi yapan kuşaktı. Sosyalizmin yaygınlaşmasının Sovyetler Birliği ve Komünist Parti içerisinde ortaya çıkan kariyerist eğilimlerle ilişkisini açıklamak gibi bir zahmete de katlanmıyor.

Lenin’den sapıldı mı?

Kürkçü’ye sorarsanız. Lenin iyiydi ama onun düşüncelerinden sapılarak “yıkılmaya” mahkum bir düzen kurulmuştu. “Çünkü Lenin açısından mesele, devrimi bütün dünyaya taşımaktı, daha doğrusu bu devrimin yaşar kalmasının ve tamamlanmasının maddi ön koşuluydu. Oysa Sovyetler Birliği statükosu açısından mesele bütün dünya devrimci hareketini kendi devrimini savunmaya zorlamaktı.” diyen Kürkçü’nün yine 1970’lerde ortaya çıkan bir sorunu devrimin hemen ertesine alarak tartışmayı tercih etmesi de not edilmeli.

Kürkçü, Sovyetler Birliği’nin fütuhat peşinde koşması gerektiğini salık vermiyorsa Lenin’in de dış siyaseti barış ve kapitalist ülkelerle ekonomik ilişkiler kurma üzerine kurguladığını pekala bilmeli. Zaten tek ülkede sosyalizme dahi karşı çıkan Kürkçü’nün Sovyetler Birliği’nin kendini tüm dünyadan yalıtması gerektiğini söylemeyeceğini anlayabiliriz. Bu durumda kapitalist ülkelerle ilişki içinde olunacağı da kaçınılmaz bir durumsa mesele “devrimin bütün dünyaya yayılması” gibi bir totolojiden ibaret değildi. Bu bir totoloji sayılmalıdır çünkü komünistler enternasyonalizmin de bir gereği olarak devrimin yayılmasını mutlak olarak isterler.

Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin 1917’den 1991’e kadar dış siyasetini belirleyen ilkeler hiç değişmedi. Ancak 1950’lerden başlayarak ve özellikle 1980’lerde artık emperyalizmle mücadele etmek yerine yeni bir savaştan kaçınmaktan giderek mücadele etmemeye, uyum sağlamaya giden bir anlayışın hakim olduğu doğrudur. Ancak bu Ekim Devrimi’nin ve “tek ülkede sosyalizm” düşüncesinin bir sonucu veya kısıtı değil Sovyetler Birliği’nin çok sonraları ortaya çıkan bir sorunudur.

Oysa Kürkçü bu sorunların tamamının 1950’lere kadar böyle olduğunu savlayarak tarihi de bilmediğini gösteriyor. Ve böylelikle can alıcı kısım somutlanıyor. İrfan Aktan, “Yani Stalin’in ölümüne kadar…” der demez Kürkçü de onaylıyor: “Tabii. Stalin’den sonra hatta Komitern’in 7’nci Kongresi’nden sonra zaten merkezi bir dünya örgütlenmesi kalmadı. Ama Komintern, daha sonra onun yerini alan temas örgütü Kominform, bu açıdan bağlı bütün partilerin politikalarını şu veya bu ölçüde etkiledi.”

Kürkçü’nün hiç yaşanmamış tarih masalı

Burada bahsedilen Avrupa’da yükselen faşizme karşı oluşturulan halk cepheleri siyaseti oluyor. Stalin’e isnat edilenleri bir kenara bırakalım. Onlar zaten İrfan Aktan’ın bu röportajı gerçekleştirme gerekçesi. Ama Kürkçü, 7. Kongre derken, bütün ömrü boyunca ve esas olarak bu röportajda da savunduğu “faşizme karşı demokrasi cepheleri” önerilerinin meşrulaştırılması için çarpıtılan halk cepheleri stratejisini devrimden vazgeçmek olarak sunarken dünya sosyalist sisteminin bu “halk cepheleri”ne önderlik ederek faşizme karşı mücadele eden komünistler tarafından kurulduğunu ise elbette görmezden geliyor.

Esasında faşizmin Almanya için Avrupa’da ve İtalya için Afrika’da başlayan yayılmacılığına karşı, Sovyetler Birliği’nin 1917’den beri savunulan barış politikalarının bir uzantısı olarak İngiltere ve Fransa ile birlikte karşı koyma önerisi Ağustos 1939’un son günlerine kadar emperyalizm tarafından bir oyalama ile karşılaşmıştı. Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği 1 Eylül 1939’dan bir hafta önce Alman saldırganlığına karşı savaşa girmeyi kabul eden Sovyetler Birliği, bunun için Polonya topraklarına girmesine izin verilmesini isterken İngiltere ve Fransa’nın destek çıktığı Polonya buna şiddetle karşı çıkıyordu. Böylece Alman işgaline karşı savaşı kendi topraklarında yürütmek dışında Sovyetler Birliği’nin yapabileceği hiçbir şey kalmıyordu.

Oysa, Sovyetler Birliği sadece birkaç haftada Paris’e girecek olan Nazi savaş makinesine karşı tek başına direnmek ve onu yenmek için henüz hazır olmadığını çok iyi biliyordu. Zaten bu “halk cepheleri” stratejisi de hepsi tarihsel olarak Rusya’ya düşman olan Polonya, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerin Almanya yanında savaşa girmesini ve Fransa ile İngiltere başta olmak üzere emperyalist ülkelerin Alman saldırganlığına karşı sessiz kalmasını engellemek için geliştirilmişti. 1917’den beri kendisine düşmanlık üreten emperyalistlerin Alman Nazizmini Sovyetler Birliği ile tokuşturma hesaplarından dönmeleri için tüm imkanlar zorlanmıştır.

Ama bu noktada tarihleri açık açık yazmak gerekiyor. Ancak bu şekilde Kürkçü’nün uydurup yeniden yazmaya kalktıkları anlaşılabilir.

Kürkçü, özetle, “Başka bir Komintern taktiği pekâlâ Nazizmin ve faşizmin Avrupa’da iktidara ilerlemesine engel olabilirdi… Sovyetler Birliği Nazi saldırmazlık paktına öylesine büyük bir anlam yüklemiş, bunun emperyalistler arası çelişkiyi derinleştirip SSCB’yi sağlama alacağına öylesine bel bağlanmış, taktik o kadar stratejinin yerine geçmişti ki… Alman birlikleri Sovyet topraklarında ilerlemeye başladığında bile bunun gerçek olduğuna Moskova bir türlü inandırılamadı… Naziler ve diğer emperyalist devletler arasında Nazilerdense diğerleriyle işbirliğini tercih etmek nedensiz görünüyordu. “Nazilerle saldırmazlık anlaşması yapmamız İngiltere için kötü olabilir bizim içinse iyidir” diye düşünülüyordu. Bunun yanlışlığı daha sonra Dimitrov’un ünlü tanımında “faşizm burjuvazinin en gerici, en emperyalist kanadının diktatörlüğüdür” ifadesinde tevil ile ikrar edilmiş oldu.” diyor.

Dimitrov’un raporunun sunulduğu Komintern’in 7. Kongresi 1935’te yapılıyor. Ancak bu halk cepheleri stratejisi zaten bir yıl önce Pravda’da dillendirilmiş durumdadır. Kaldı ki bunun arka planında da Fransa ile imzalanan savunma anlaşması yatmaktadır. Molotov-Ribbentropp Anlaşması olarak bilinen Sovyet-Alman Saldırmazlık Antlaşması ise 23 Ağustos 1939’da imzalanıyor. Yani “tevil yollu ikrar” yanlış adımdan dört-beş yıl önce gerçekleşmiş. Bunun nasıl olabileceğinin bir açıklaması olamaz elbette.

Almanya ile İngiltere ve Fransa arasındaki sorunlar elbette emperyalizmin iç çelişkileriydi. Ancak Sovyetler Birliği hiçbir zaman Alman saldırganlığına karşı işçi sınıfının örgütlü gücü dışında hiçbir şeye bel bağlamamıştı. Hele gerek Almanya’da gerekse İngiltere, ABD ve Fransa gibi ülkelerde açıkça dile getirilen Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni tarihten silmesi hedefleri varken böyle bir şey düşünülebileceğine ihtimal vermek dahi mümkün değil. Dahası zaten gerçek de böyle değildir.

Sovyetler Birliği’nin Nazi iktidarına karşı daha Versailles Antlaşması’nda Almanya’ya karşı takınılan aşırı tutuma karşı çıkmadan başlayarak her yolu denediği, İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçilere destek veren tek ülke olduğunu, yıllar boyunca Alman saldırganlığının dizginlenmesi için yaptıkları ve tüm dünyada faşizme karşı direnen unsurların komünistler olmasının Kürkçü için yok hükmünde olsa da tarih yaşanmış ve kayıt altında.

Kürkçü’nün anlattıklarına inanacak olursak “ABD ile Sovyetler’in varlığının dünyada yeni devrimlerin kapısını açmayacağına, İkinci Dünya Savaşı statükosu içinde devam edeceğine dair bir yaklaşım” var. Bu durumda sosyalizme yönelen Avrupa ve Asya’daki halk demokrasilerini, Küba’yı, Afrika’da bağımsızlığını kazanan kolonilerdeki sosyalizme yönelişleri hep unutmamız gerekiyor anlaşılan.

Kürkçü kusura bakmasın, Ekim Devrimi ve onun sonucu olan Sovyetler Birliği kendisinin bir papaz tavrıyla mistikleştirdiği sosyalizmi dünyaya indirmişlerdir. Hataları, eksikleri ve bunların sonucunda gelen çözülüş ise tarihimizdir. Ancak daha önemlisi başardıkları ve insanlığa kazandırdıklarıdır. Engin bir tecrübe sunan Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği tarihteki bir anomali değil, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi gerektiğini gösteren tarihsel bir derstir. Kürkçü’nün tüm yalanları ve çarpıtmaları bunu değiştirmeyecektir.

https://gazetemanifesto.com/2017/mercek-ertugrul-kurkcu-ve-irfan-aktan-ile-imtihan-once-bilmek-gerek-125630/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 6
30.10.2019- 10:21

SSCB'nin çözülüşüyle birlikte reel sosyalizm dünya ölçeğinde bir yenilgi yaşamıştı. Türkiye'de buna 12 Eylül faşizminin sola dayattıklarını da eklediğimizde Ertuğrul Kürkçü, İrfan Aktan ve benzer bir yığın ismin yaşadıkları savrulmaları, ve döneklikleri anlayabilmek kolaylaşıyor. Örnekse bunlardan biri Oral Çalışlar, bir diğeri Cumhuriyet'te uzun yıllar yazdıktan sonra dönemin Feto gazetesi ZAMAN'a transfer olan Şahin Alpay! Çok var böyleleri; kitaplara konu oluyorlar. Başka bir örnek şimdilerde kapağı yurt dışına atan Cengiz Çandar, sonra Halil Berktay, Gülay Göktürk ve daha onlarca isim.

Ne var ki, özellikle Ertuğrul Kürkçü ile diğer isimler arasında çok temel bir farklılık var. O da Kürkçü dışında diğerlerinin kendilerini genellikle liberal demokrat olarak tanımlamaları. Ertuğrul Kürkçü'ye sorsanız o hala bir devrimci, ve hala keskin bir sosyalist, marksist ve dahi enternasyonalist. Demokrasiyi amaçlar, fırsat buldukça SSCB'ye karalar, fırsat bulamazsa fırsat yaratır ve Stalin'i hedef tahtası haline getirir. Peki ne yapar bu hem devrimci, hem sosyalist ve hem de enternasyonalist büyüğümüz (!); daha doğrusu bianet sitesini kurmak için yurt dışından para aldığı söylenen bu arkadaşımız Kürt hareketinin siyasetiyle ilgilenmekten, ve bu ulusalcı/milliyetçi harekete destek vermekten başka bir iş tutar mı?

Şahin Alpay, Oral Çalışlar, Halil Berktay, Gülay Göktürk, Cengiz Çandar ve benzeri onlarca ismi önemsiyorum; hiç olmazsa nereye savrulduklarını açık seçik dile getiriyorlar; ama hem reel sosyalizmin çözülüşü ve hem de bizim 12 Eylül faşizminin sol üzerindeki yıkıcı etkisi öyle bir savrulmaya yol açtı ki, açıkça liberal saflara savrulsalar da bir önceki gruptan farklı olarak enternasyonalist komünist oldukları iddiasıyla ortalıkta boy gösterenler var. Ve bu bağlamda Ertuğrul Kürkçü hiç de yalnız değil.

Evet, Kürkçü hiç de yalnız değil. Yıllarca Ertuğrul Kürkçü'nün çok kötü kopyası olan örneklere sözde sol-sosyalist forumlarda çok rastladık. Tıpkı Kürkçü'nün doğrudan katkı verdiği gibi, bu kötü kopyalar da yıllarca Lenin'den yana görünüp, Lenin'i örnek gösterip ve Lenin'den UKKTH alıntıları araklayıp Kürkçü gibi, diğer birinci gruptakiler gibi Kürt hareketinin değirmenine su taşımaktan ve kendileri gibi kuyrukçuluk yapmayanlara her   türlü hakaretleri yağdırmakta bir sakınca görmediler. Bu zihniyete göre bir enternasyonal sol vardi ki onlar Kürt hareketinin etrafında kümelenmişlerdi, diğer yanda ise ulusalcı, devletçi neo-faşist sol vardı; onlar da bir türlü biat etmiyorlar, kuyrukçuluk yapmıyorlardı.

Yıllar böyle al gülüm, ver külah şeklinde geçtikten sonra, Uğur Mumcu'nun Sakıncalı Piyadesi'nde altını çizdiği bir durum komedisi yaşandı. Kürkçü hala aynı yerde, yıllardır biriktirebildiği siyasal donanımı ona savrulmaya gerekçeler üretebiliyor, hiç inandırıcı olmasa da... Peki ya ötekiler; hani sabahtan akşama sağdan soldan toplayıp biriktebildikleri Lenin alıntılarını hemen her gün forumlara asarak akıllarınca Kürt hareketinin sempatizanlarına ''abilik'' yapmaya çalışanlar?

Onlar bir yandan ''valla billa kuyrukçuluk yapmadım'' diye çırpınırken bir yandan da hala cumhuriyet ve laiklik başta olmak üzere Anadolu Aydınlanması'na düşmanlığa devam ediyorlar.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]