Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Felsefi Tartışmalar

Aşağıda E. Helvacıoğlu'nun ''Kulluğu Aşmak'' başlıklı yazısı politik bir yazı. ''Özgür bir birey''in de kulluğu aşamama potansiyeli olduğunu, salt aydınlanmanın ve laik-modernliğin   insanın kulluğu aşmasında yeterlilık sağlamayacağının altını çizip sorunun çözümünün   örgütlü toplum olunmasına bağlı olduğunu söylüyor. Özet olarak böyle. Ben yazıyı felsefe bölümüne aldım.
Yazıyı okurken bazı anılar canlandı gözümün önünde. Hemen hepsi 12 Eylül öncesinin sararmış ama belki hiç unutulmayacak güzellikteki görüntüler!

12 Eylül öncesinin bir özelliği de pek çok yerde, açık alanlarda, sur dipleri ve köprü giriş çıkışlarında kitap, gazete satışlarının olmasıydı. İstanbul, Fatih'te otururduk. Unutmuyorum, unutmam da mümkün değil. Çoğu zaman yürüyerek Fatih'ten Taksim meydanına gittiğimiz olurdu. Ya bir sinema, ya bir yürüyüş, ya bir miting veya arada bir de olsa ''orman birahanesi, veya çiçek pasajı... Ama hangi nedenle olursa olsun, İstiklal Caddesinin Taksim'e çıkan yerinde sular idaresinin duvarının orada seyyar bir kitap satıcısı olurdu. Duvara paralel bir reyon yapılmıştı, sanki evdeki bir kitaplıkta kitap bakar, kitap seçermiş gibi bir duygu verir, başında mutlaka '' aynı dünya görüşüne sahip olduğumuzu bir bakışla anlayacağımız 'abilerimiz' olurdu ve satın alma konusunda her türlü kolaylığı da gösterirlerdi.

Sadece orası değil.

Eski Karaköy iskelesinin hemen girişindeki gazete bayisinin de hayatımızda bir yeri vardı. Hiç unutmam, Ferit Edgü'nün ''O - Hakkari'de bir Mevsim'' kitaplarını ve ayrıca S. İleri'nin ''Cumartesi Yalnızlığı'' kitabını da oradan almıştım. ( Sanırım bu son söylediklerin 80 faşizminin hemen sonrasında olabilir. Aradan gerçekten çok uzun zaman geçti.)

Evet sadece oraları değil.   İstanbul Üniversitesi'nin etrafındaki sokaklarda da benzer kitap satıcıları vardı. Cağaloğlu Yokuşu'ndaki Valiliğin oralardaki bir kitapçı da benim favorilerimdendi. Sahaflar gitsem de gitmesem de oraya mutlaka uğrar, kitap alır, almasam da o kitapları karıştırmak ve ikinci el kitapların o farklı kokusu beni hep içine çekerdi.

Hepsi geride kaldı.

İlk gençlik çağlarımızın bizlerde derin etkiler ve izler bırakmış güzellikleriydi bunlar.

Silindiler.
Daha doğrusu sildiler...
Bir çırpıda çıkardılar hayatımızdan.
Kitaba, düşünceye, aşk'a, sevgiye ve her türlü güzelliğe düşman bir insan güruhu tarafından...

Sonra!

O kitaplar, kitapçılar ortadan kalktı.
O güzel insanlar bir daha hiç görülmedi.
Hayatımız çoraklaştı.

İşte o dönemlerde toplumların ve insanlık tarihinin nasıl değişip dönüştüğünü, geçmiş hayatların nasıl yaşandığı, geleceğin nasıl örüleceği konusunu anlatan kitaplar az sayıda kalmış kitapçı vitrininden birdenbire yasaklandı. Almanya'da faşizmin yaşatmış olduğu gibi bizde de filmler, kitaplar, romanlar acımasızca yakıldı, yok edildi.

Ve sonra, doğa ve hayatın boşluk tanımaması gibi, o kitapların yerlerini başka kitaplar ve başka yazarlar aldı. Ve en çok da felsefe, sosyoloji ve psikolojik kitaplar. Benim favorim nedense, Erich Fromm'du. Piyasaya pek çok kitabı çıkmıştı ve onların sosyalizmle psikolojiyi sentezleyen başarılı yapıtlar olduğu ileri sürülüyordu.

E.Helvacıoğlu'ndan nerelere gittik.
Şöyle bağlayalım.

E.Fromm ( sanırım Hürriyetten Kaçış'' adlı kitabında) ''özgür birey''in nasıl olur da Alman faşizmine kitlesel olarak destek verdiği sorusunun ardına düşer. O dönemlerde Avrupa'nın en kültürlü topluluğu olan Alman halkının göz göre göre gelen faşizme nasıl destek verdiği kitabın konusuydu. ( Aklımda böyle kalmış.) E.Helvacıoğlu'nun da işaret ettiği gibi kul olmaktan çıkmanın biricik yolu sadece modern insan olmakta mı yatıyor?  

Sanırım, E.Helvecıoğlu'nun önemli saydığım yazısına böyle bir parantez açmakta da yarar olacak.

Ama önce Sn. Helvecıoğlu'nun söz konusu yazısı...

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
06.11.2018- 09:41


Kulluğu aşmak… - Ender Helvacıoğlu

İnsanlar “kul” olmayı, “özgür birey” olmaya yeğlerler mi? Yeğlerler! Yeğlemek zorunda kalabilirler. Hem de büyük bir çoğunlukla… Hatta bilimsel ve laik bir eğitim almış, kulluğu aştığını ve özgür birey olduğunu söyleyen insanların da büyük çoğunluğu, farkında dahi olmadan ve farklı motifler eşliğinde (bunun ille din olması gerekmiyor) kulluğun çerçevesi içinde kalırlar. Bu olguyu günlük yaşamımızın çeşitli boyutlarında (ailede, işyerimizde, arkadaş çevremizde vb.) görürüz.

Dahası, tek tek insanlar bu tercihlerinde haklıdırlar da. Çünkü birey olmak hiç de güvenlikli değildir, tehlikelidir. İnsanlar birey olarak yaşamlarını devam ettiremezler; bir yere ait olmalıdırlar, topluluk olmalıdırlar. Atalarımızın dediği gibi: Sürüden ayrılanı kurt kapar. İnsanlar kurt tarafından kapılmaktansa sürü içinde kalmayı yeğlerler doğal olarak.

Olanaksız ama, diyelim ki insanlar, insan yasalarından (modern hukuktan) ve tanrı yasalarından (şeriattan) kaçınabildiler; fakat doğa yasalarından kaçamazlar. Doğa yasalarının zorlayıcılığı karşısında birey olarak ayakta kalamazlar. Burada kulluk olgusunun hangi antropolojik (hatta biyolojik) zeminde ortaya çıktığına geliyoruz.

Peki, o zaman kulluğu mu savunacağız? Elbette hayır! Kulluk, insanlığın güvenli yaşamak için uygarlığa (sınıflılığa, devletliliğe) geçiş aşamasında geliştirdiği çözümdür. Oluştuğu andan itibaren ve esas olarak Modernite ile birlikte kökten sorgulanmaya başlanmıştır. Bu sorgulama ve aşma mücadelesi bütün keskinliğiyle devam etmektedir.

Gelmek istediğim nokta, “kul”un esas karşıtının “birey”, “kulluğun” esas karşıtının “özgürlük” olmadığıdır. Tıpkı “inanç”ın asıl karşıtının “akıl” olmadığı gibi. Bu zıtlıklarda eksik kalan bir şeyler var; salt birey ile kulu yenemiyorsunuz, salt özgürlük ile kulluğu alt edemiyorsunuz, salt akıl ile inancı yok edemiyorsunuz. Yanıltıcı ve eksik karşıtlıklardır bunlar. “Birey” ve “yurttaş” olmak, kulluğu yok etmek için yeterli olamadı. Egemenler, “birey”leri ve “yurttaş”ları kul etmenin yöntemlerini geliştirebildiler. Demek ki “kul”un gerçek karşıtı “birey” değil. Burjuva Modernitesinin ve burjuva aydınlanmasının da sınırlarını (sınırlılığını) oluşturur bu nokta.

***

Peki, kulun ve kulluğun asıl karşıtı nedir? Örgüt ve örgütlü birey! Kul-birey tartışması örgüt meselesinden soyutlanarak yapılırsa, emin olun kul ve kulluk üstün çıkar.

Çünkü “kulluk” bir çeşit örgütlenmedir, bir çeşit çözümdür. Bir örgütlenmenin karşısına ancak başka bir örgütlenmeyle (çözümle) çıkılabilir.

Mevcut sistem içinde ve mevcut sosyoekonomik koşullarda “birey” olmak oldukça pahalı bir şeydir. Emekçilerin ve yoksulların ne yazık ki böyle bir lüksleri yok. Onlar ancak örgütlenerek, birbirlerine yaslanarak ayakta kalabilirler. Farklı bir seçenek sunulmazsa eğer, “kul örgütü”nde yer alırlar, sürüye dahil olurlar, “çoban”ın/”reis”in peşinden giderler; kimsenin de onları bu yüzden suçlamaya hakkı yoktur. Başka ne yapabilirler? Metropollerin varoşlarında, işyerlerinde, şantiyelerde (hatta plazalarda dahi) nasıl “özgür birey” olabilirler? O cangıllarda “birey” olarak yaşanamaz; bir şekilde örgütlü olmak gerekir.

İlginç değil mi, “özgür birey” olduklarını söyleyerek “kulları” aşağılayanlar, kulluğun artan hegemonyasına karşı ancak bireysel kurtuluş yolları önerebiliyorlar: Korunaklı bölgelere veya daha iyisi yurtdışına çekilmek. Kaç emekçi sakin kıyı kasabalarında, müstesna semtlerde veya Kanada, Norveç gibi ülkelerde kendisine ve ailesine bir hayat kurabilir? Bireysel kurtuluş, toplumun büyük çoğunluğu için lükstür, olanaksızdır. Bir orta sınıf hayalidir bu. (Bu nokta yurtdışına göçün sadece bir boyutudur; konu farklı boyutlarıyla incelenmeye değer.)

Dolayısıyla bir örgüt önermeyen kulluk eleştirisi boş laftır, kendi kendini tatmin etmektir ancak… Ne yazık ki bugün çoğumuzun yaptığı da budur.

***

Burada hemen şu soru gündeme gelecektir: Örgüt olmak, kulluğun aşılması için yeterli mi? Elbette değil.

Yukarıda kulluk sisteminin de bir örgüt olduğundan söz etmiştik. Programları ve söylemleri son derece özgürlükçü olan nice örgütler vardır ki, işleyişleri cemaatlere, tarikatlara rahmet okutur. En ayrıntılı ve tartışmalı konularda bile liderin dediğini sorgulamadan tekrarlayan, lider taban tabana zıt fikirler savunduğunda aynı hızla fikir değiştiren, hatta fikir yürütmeyi tamamen birilerine havale eden üyelerden oluşan “özgürlükçü” ve “devrimci” örgütler görmüyor muyuz? Kulluk sistemi farklı kılıflar altında ve türlü bahanelerle devam etmektedir bu örgütlerde.

Demek ki sorun, özgür ve sorumlu bireylerden oluşan, bireylerin farklı yeteneklerini kolektif bir biçimde aynı potada eritip yönlendiren bir örgüt (ve giderek bir toplum) oluşturmaktır. Bu örgütün emekçileri kendi pratikleri içinde dönüştürmesi, damıtması, içlerindeki cevheri ortaya çıkarması… Hiç kolay değil. Modernite’nin olduğu gibi sosyalizmin de sorunudur bu.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]