Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

Devrimci olmayan durumda toplumsal siyaset - Haluk Yurtsever

Türkiye Sosyalist Hareketi, bugünkü durumuyla, taraflaşma yaratacak, olayların gidişine ağırlık koyacak toplumsal bir güç, bir sınıf ve halk hareketi konumunda değil.
Bunun, tarihten, coğrafyadan, etnik, dinsel, ekonomik nüfus-göç hareketlerinin yarattığı karmaşık insan malzemesinden, kapitalist gelişmenin ve sosyalist hareketin bu topraklardaki oluşum koşullarından, daha özel olarak son 35-40 yıllık yakın tarihten kaynaklanan bir dizi nedeni var. Türkiye özgülünde yeni bir toplumsal devrimci açılış için bunları bilmek, bugünden bir bakışla yeniden yorumlamak gerektiği açık.
Bu yazının konusu ise bu değil.

***
Bu yazı, sosyalist hareketin devrimci ve devrimci olmayan nesnelliklerde toplumsallaşması üzerine.


Lenin’in devrimci durum formülüne göre, somut bir toplumda, iktidarın sınıfsal kaynağını değiştirecek bir toplumsal devrim belli nesnel koşullar olgunlaştığı, bu koşullara devrimci sınıfın öncü, bilinçli, örgütlü öznelliği eklendiği zaman gerçekleşebilir. Lenin, devrimci durumu, özetle, üst sınıfların eskisi gibi yönetemediği, alt sınıfların eskisi gibi yönetilmek istemediği ve bunu “bağımsız tarihsel” eylemleriyle ortaya koyduğu bir durum olarak tanımlar.

Devrimci durumda ne yapılacağı bellidir: Bütün güçler, yedekler, somut olarak, yaklaşan devrimin (aynı sürecin öteki yüzü “yaklaşan felaket”tir) pratik başarısı için seferber edilir. Karşı devrimciler hedef tahtasına yerleştirilir. Devrimci ittifaklar oluşturulur. Reformcu ya da darbeci her türden düzen içi uzlaşmacı, aracı akımın yığınlar üzerindeki etkisini boşa çıkaracak devrimci taktikler geliştirilir. Devrimci propaganda ve eylem çizgisi dayatılır… Devrimci siyaset, zaten ayakta, hareket halinde, arayış içinde olan milyonların devrimci siyasete kazanılması üzerinden toplumsallaşır; iktidarlaşır.

Tanım oldukça köşeli olmasına rağmen, somutta devrimci durumun varlığı/yokluğu tartışma konusu olagelmiştir. * Devrimci durumların, on yıllar uzunluğunda sürmediğini, emperyalist- kapitalist dünya zincirinin bütününde sürtünme ve gerilim olmadığında sıklıkla oluşmadığını, oluşsa da ulusal çapta krize dönüşmediğini, mevzii (yerel) kaldığında devrime büyüyemediğini söyleyebilir, 1974 Portekiz’i ile 2010’lı yıllar Yunanistan’ını devrime büyüyemeyen iki tipik devrimci durum örneği olarak düşünülebiliriz.

***
Türkiye’de 36 yıldır yukarıdaki tanımıyla devrimci durum yok. En önemlisi 2013 Gezi isyanı olmak üzere, onlarca irili ufaklı toplumsal isyan, itiraz oldu ama bunlar ülke çapında tanımına uygun bir devrimci duruma büyüyemedi.

2013 yazından bu yana ivme kazanan gelişmeler ise devrimci durum öğelerinin yukarıdan ve aşağıdan birikmekte, mayalanmakta olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla dönemin temel görevi “devrimci duruma hazırlanmak” olarak özetlenebilir. Teknik, hatta örgütsel olmaktan çok siyasal içerikli bir hazırlıktan söz ediyoruz.

***
Sorumuz, henüz devrimci olmayan bir durumda, devrimci/komünist özne ve hareketin nasıl, ne yaparak toplumsallaşacağı, devrimci duruma nasıl hazırlanacağıdır. Misyon, varlık nedeninden, amaç disiplininden kopmadan, emekçilerin ivedi gereksinmelerine devrim sonrasına havale etmeyen yanıtlar, pratikler ve çözümler ortaya koymak olarak tanımlanabilir.

Kolay bir “iş” olmadığı açık.

Deneyim ve gereksinmeler ışığında kimi kalkış noktaları düşünebiliriz.

Etkili bir sınıf ve sosyalizm hareketi, varlığı ve eylemiyle, yakın bir toplumsal devrimin gündemde olmadığı durumlarda da, emekçi kitlelerin acil, yaşamsal sorunları için başvuru, kazanım ya da savunma adresi olabilir. Olmalıdır. Sol/sosyalist hareket varlığıyla ekonomik-siyasal hak ve kazanımlar elde etmenin ya da kazanılanları elde tutmanın en önemli güvencesi olduğunu kanıtladığı, gösterdiği ölçüde toplumsal meşruluk ve çekim gücü kazanır. “Bizimkiler” olur. Burada anahtar, emekçilerin, ivedi, yaşamsal istemlerinin mücadele başlıkları olarak ortaklaştırılması, işlenmesi, kitlelerin bu istemler için mücadeleye kazanılmasıdır. “Kısmi başarılar diyalektiği” nihai başarıya giden yolu açabilmektedir.

“Örneğin gücü” ve “doğru eylem” kısmi başarılar diyalektiğinin öteki yüzüdür. İnsanları, amaçlara kazanmanın en etkili yolu, yaparak (kimi zaman yaptırtmayarak) amacın gerçekleşebilir olduğunu   göstermektir. Örneğin ve eylemin gücü çapının büyüklüğünden değil, içeriğinden gelir.

Devletin, siyasetin, kapitalizmin, sınıf mücadelesinin, her şeyin, tüm kavganın günlük yaşamın içinde var olduğunu unutmayalım. Su damlasının taşı delen gücünün, damlaların sürekliliğinden gelmesi gibi, devrimin gücü de günlük yaşamdaki karşı-birikimlerden gelir. Sağlıklı yaşam-beslenme bilinci yayan hekim, bozuk gerici eğitim kakafonisi içinde öğrencilerine ışık tutan eğitimci, eşitliği, özgürlüğü, insan sevgisini yaşamında örnekleştiren kadın vb. bu birikimin parçalarıdır. Bunları birleştiren, organikleştiren, amaçlı, örgütlü bir kültürleşme hareketi sıçratır.**

Soyut, aşırı genellemeci, doktriner “yüksek siyaset” anlayışını reddetmenin, işçi sınıfının, halkın somut ekonomik, siyasal, kültürel gereksinme ve hareketleriyle, yerel dinamiklerle buluşan, kaynaşan, bu dinamikler üzerinden yükselen bir siyaset anlayışını egemen kılmanın zamanıdır. Özgüç yaratmanın, toplumsallaşmanın yolu emekçinin kulağını, gönlünü, güvenini kazanmaktan, yerel dinamiklerden beslenmekten, “ekin”i toprağı düşürmekten geçiyor.

*Örneğin, TKP içindeki 1978 bölünmesinin en önemli siyasal tartışma başlığı “devrimci durum”du. TKP merkezi, Türkiye’de devrimci durumun olgunlaşmadığını, TKP-İşçinin Sesi ise olgunlaştığını savunuyordu.  


** Daha çok, daha somut örnekler üzerinde düşünmek, düşgücünü genişletmek isteyenler için, sevgili Ali Mert’in bu portalda 22 Ağustos 2014 tarihli, “Sosyal”izm için yazısını   öneriyorum.

https://ilerihaber.org/yazar/devrimci-olmayan-durumda-toplumsal-siyaset-55386.html

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
07.11.2020- 14:04

“Sosyal”izm için… - Ali Mert

Sosyal olan her şeyin yok olduğu, yok edildiği bir dönemden geçmekteyiz. Sosyal devlet, sosyal belediyecilik, sosyal güvencelerimiz, sosyal haklarımız, adalet, sağlık, eğitim, sosyal konutlar,   dayanışma, paylaşma… Evet, paylaşabileceğimiz ekmek de var bir ucunda.

Bu “sosyal varlıklarımız”ın bir bölümü, en değerli ve sistemik varlığımız sosyalizmin yaşayan güç olduğu bir dünyada, kapitalist kampta zorunlu olarak geliştirilen “yan ürünler” idi bir boyutuyla. O kamptakiler de sosyalizme yönelmesinler, bir bütün olarak sistemi tehdit etmesinler diye sosyal boncuklar dağıtılıyordu bir başka deyişle. Sosyalizm riski kalkınca, eriyip yok olmaya başladı onlar da. (Oluşan boşluğa, “sosyal sorumluluk” yutturmacasını koydular bir tek, en özel ve de anamalsal tarafından. Sömürünün vicdanlı “sos”u olsun, sadaka yerine daha afili bir kavram boşluğu doldursun diye.)

Marx’tan el alıp, “toplumcu sistem çözülünce, toplumsal olan her şeyin buharlaştığını” söyleyebiliriz herhalde.  

Her neyse, bu yokluk ve buharlaşma ortamında, acil ihtiyaç var her türlü sosyalliğe! Sadece sosyalizme dikkat çekmek, sosyalizm propagandası yapmak yetmiyor; toplumcu pratiklere, sosyal uygulamalara da ihtiyaç var… Yaşamaya, yaşatmaya, deneyimlemeye, göstermeye… Kamu eliyle olmayınca, bir yandan kamuculuğun önemine dikkat çekip diğer yandan kendi sosyalliğimizin olanaklarıyla ve “sosyalizm”i anlama, anlatma çabasıyla bir şeyleri zorlayarak…

Somut mevzi, kazanım, başarı diyebileceklerimizin; belli bir hatta taş üstüne taş koyarak ilerleyişimizin; örneğin yerel seçimlerde daha büyük mevziler kazanabileceğimiz yolun köşe taşlarını döşeyebilmemizin bir boyutu da bu.  

Bunların neler olabileceğine dair afaki yahut gerçekçi örneklere girmeden önce, öznenin diyalektiğine girelim dilerseniz birazcık.

Zira, “bu tür işler” yapan bir öznenin, “asıl iş”ini yapamayacağına dair bir kanaat de var alemde!
“Öznenin diyalektiği” gibi sofistike bir ifade kullansak da aslında mesele çok basit. Özne açısından, bir şeyleri yaparken başka bir şeyleri terk etme mantığından çıkmayı, farklı türde mücadeleleri birlikte ve yeni bileşimlerle/bileşkelerle vermeyi kastediyoruz sadece.  

Hangi öznenin diyalektiği bu diye sorarsanız, siyasal özneden bahsediyoruz elbette. “Sosyalcileri bir araya getiren sosyal çevreler arasında temel konusu siyaset olanlar” diyelim dilerseniz. Dilemezseniz, daha da ileri gidip, “Ülke sosyalliği ölçeğinde sosyalizmi kuracak öznenin diyalektiği” bile diyebiliriz. Biraz daha karıştırıp, “Büyük/ülke ölçekli sosyalci uygulamaların sosyalliğini oluştururken/biriktirirken, küçük/yerel ölçekli sosyalliklerde oluşturduğu mevzilerle ilerleyebilen sosyal/siyasal öznenin diyalektiği” demediğimize şükrediniz…

Meseleyi bu şekilde karıştırmayı başarırsak; “sosyal adacıklar” kurarak ütopyacı/reformcu bir çizgide yol alma suçlamasından da kurtulabiliriz belki!

Neticede, sadece “adacık” ölçeğine değil, “sosyal”ci öznenin birikimi ve yürüyüşüne, güç biriktirmesi ve ilerlemesine de bakmak lazım bu meselede…

Evet, reformizmle damgalanabileceği kesin. Belki de ütopik sosyalizme dönüşle! Sosyal adalar/adacıklar kurup kısmi kurtuluş önerileri getirmekle… Projecilikle de olabilir. Mahallecilikle, yerelcilikle, cemaatçilikle… ne derseniz diyin işte.  

Tek adada kurtuluştan, tek ilçede sosyalizme doğru biraz daha geniş bakıp soralım şimdi, yeterince sosyal belediyecilik deneyimi var mı elimizde? Olmaz mı? Onlarca, yüzlerce belki de. Fransa’da bin tane varmış mesela şu anda! Latin Amerika’dan (bilhassa ekmek mücadelesinden) Avrupa’ya (bilhassa barınma mücadelesi ve Graz deneyimine) yakın tarihli deneyimlere bakmak bir boyutu, seksen öncesinde Fatsa’da, birkaç yıl öncesinde Dikili’de yaşananlara bakmak diğer bir boyutu. Bugün Ovacık’ta, Mazgirt’te yaşanabilecekler de bir başka boyutu olabilir.

Seçimlerde yaşanabilecek “sıçramalar” dışında, bu sosyalci mevzilerimize dönük düzenli/ etkili/ hedef odaklı çalışmalar yapılabilir mi peki?

Belli yerelliklerdeki sosyal meselelere ve burada somut hedeflere, oluşturulabilecek kazanımlara odaklanan kimi dayanışma yapılarıyla yerel seçim faaliyetlerinize şimdi başlarsanız, küçük/orta ölçekli mevzilerinizi 4 yıl sonra başka bir yere/evreye, mesela yerel seçim başarısına taşıyabilirsiniz belki. Başlamazsanız, arada “başka işler”le, rutin örgütlenme çalışmalarıyla, steril sosyal çevrenizin ve yayınlarınızın geliştirilmesiyle ve kampanyalarla oyalanıp 4 yıl sonra “seçim çalışması” yapar ve (büyük ihtimal) çuvallarsınız sanki.
Neler olabilir peki bu çuvallamanın önüne geçebilecek konular? Barınma sorunu yakıcıysa, sosyal işgallere ne dersiniz? (Şefkat-Der’in evsizler için barınma evi projesine, “bu işleri devlet yapmalı” diye bakar geçer misiniz, “ee yapmıyor işte, bir el atıp ilerletmeli” mi dersiniz?)

Yaşlı ve çocuk bakımı da sosyal bir iş, kamusal bir görev, devletin işi değil mi? Kreşleri bir şekilde “aramızda” çözdük diyelim, diğerini, kendi emeklilik güvencesi, sosyal güvenlik primi vb. ile çözemez mi ihtiyar kişi? Ya hastalanırsa peki? Yok artık öyle beleşe hizmet! Alzheimer Vakfı aylık 3500 TL istiyormuş, ona göre, dikkat et!

Daha yakın, “Gezi”li bir konuya gelelim. Afet toplanma alanlarının, yani yine birtakım sosyal/kamusal alanların otopark olmasına, özelleşmesine karşı direnen mahalleli ilgilendirir mi sizi? Onların dirençli, #direniş’li inisitayifleri?

Gezi’deki “sosyal”izmin, komünalizmin örnekleyiciliğine daha fazla girilebilir tabii. Oradaki aşevi, ortak kütüphane vb. ayrı bir konu. Özgürlüklerin kısıtlandığı, sosyal bir alanımıza daha el konduğu, ağaçlarımızın söküldüğü bir noktada tepkilerimiz ve eylemlerimizle özgürlüklerimize sahip çıkmamız ayrı bir konu. Baskıcı uygulamalara karşı tüm diğer özgürlük çığlıklarımızı da bir araya getiren bir konu. Buradan ağacımızı, parkımızı, doğamızı, mahallemizi, şehrimizi koruduğumuz gerçek kazanımlara, mevzilere de yönelebiliriz. Geçen hafta da hatırlattığımız gibi, içkisinden kahkahasına, koldaki dövmeden giyim kuşamına, bazı şehirlerde el ele tutuşmasından, metroda öpüşüp koklaşmasına varıncaya kadar hayatımıza, ilişkilerimize ve bedenlerimize müdahale edenlere karşı yeni eylem ve işgal biçimleri de geliştirebiliriz.

Ağacı korumak, alkollü içki almak, kahkaha atmak, öpüşmek hiç bu kadar zor olmamıştı, öyle değil mi?
Gezi’den ve “özgürlükler alanı”ndan çıkıp sağlık, eğitim ve ekmek derdine, “sosyalci eşitlik alanına” da değinelim dilerseniz.

Sağlık sorunlarının yakıcılığında “Başka bir sağlık mümkün” diyen halkçı doktorların düzenli çalışmalarına katılmak ister miydiniz mesela?

Eğitimin yakıcılığında “Başka bir okul mümkün” diyen gönüllülere, yeni okul denemelerine ne dersiniz?   O çok ayrıntılı yahut dallı, budaklı geldiyse, İmam Hatiplere dönüştürülen okullarına karşı yerel direniş başlatanlara, “okuluma dokunma” imza kampanyalarına vb. de katılabilirsiniz.

Ekmeğin peşinden giden Latin Amerika deneyimleri demiştik. Belli mahallelerde fırın açıp ekmeği maliyetine satsak, fırıncılar odasının yahut ilgili mafya biriminin şerri dışında, 20,30 kuruşa ekmek sağladığımız halkla birlikte sosyalleşsek olma mı?! Neticede, bugünkü fiyatından çok daha ucuza, halka ulaştırmak mümkün değil mi ekmeği?   Hazır bu işe girişmişken, fırını da büyütüp aşevine mi girişsek?

Tüm bu ve benzer çalışmaları bir çatı altında toplayacak mahalli dayanışma örgütleri, dayanışmaevleri vb. çok mu afaki?

Örneğin Soma’da “siyasal özne”nin örgütüne angaje bir işçi olmayabilir ama başka bir dayanışma çalışması, mesela sağlık projesi ve onun somut uygulamaları (kömür işçilerine ulaşan düzenli sağlık taraması) olsaydı, üzerine yaslanabileceğimiz bir mevzi olurdu herhalde elimizde. Öyle değil mi?

Her neyse, bir bölümü uydurma, bir bölümü gerçek, bir dolu “sosyal” mesele ve araç belirebilir önünüzde. Kimisi öznel zorlamalarla, kimisi nesnelliğin rüzgârıyla, kendiliğinden belki de…

Neticede, sahici deneyimler, örnekler yaşayabilmekte, onları somut mevziler haline dönüştürüp ileri yürüyebilmekte kilitleniyor mesele. Somut, ulaşılabilir, uygulanabilir, yaşanabilir,   yaşatılabilir, gösterilebilir… sahici işte.

Geri dönelim özneye.

Sosyalist öznenin iktidara yürüyen büyük eylemi ve kapsayıcılığına, toplumu yarıp kendine çekmeye çalışan büyük siyasetine; işçilere, aydınlara, gençlere, kadınlara ve toplumun farklı kesimlerinden ezilenlere dönük söylem ve eylemlerine, güncel müdahalelerine ve ideolojik üretimine bakıyoruz genelde. Bir de bunları sahici kazanımlarla, toplumsal mevzilerle, halkçı bir damar da yakalayıp geliştirebilse…

https://ilerihaber.org/yazar/sosyalizm-icin-30060.html

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
08.11.2020- 00:55

'Farklı olsun' diye yazılmış bir 7 Kasım yazısı - Metin Çulhaoğlu

Bugün 7 Kasım.

1917 Ekim Devrimi’nin miladi takvime göre 103. yıl dönümü oluyor.

40 yıl kadar önce olsaydı bir yerlerde örneğin Haydar Aliyev imzalı “Ekim Devrimi’nin sönmez ışığı yolumuzu bugün de aydınlatıyor” başlıklı, kime yazdırıldığı belli olmayan metinler okuyor olurduk.

Daha öncelere gidersek yıl dönümü yazılarında Mihail Suslov ya da Boris Ponomarev gibi kişilerin imzalarını görebiliriz. Daha dişe dokunur yazılar oldukları ve bizzat adı geçen kişiler tarafından yazıldıkları söylenebilir.
Sonuçta bir “dejenerasyon” yaşanmıştır ve süreç 1991’e gelindiğinde noktalanmıştır.

***

1917 yılının 7 Kasım’ında Rusya’da bir devrim gerçekleşmiştir ve siyasal iktidarın fethi “sosyalist devrim” olarak tanımlanmaktadır.

1960’lı yıllarda ve hemen sonrasında Türkiye’de “sosyalist devrim” tartışılırken devrim olgusunun bir “süreç” mi yoksa bir “an” (moment, uğrak) olarak mı ele alınması gerektiği de gündeme gelmiştir. MDD’ciler karşısında “sosyalist devrimciler”, devrimin iktidarın fethi anından sonra gelişecek bir süreç olduğunu kabul etmişler, ancak bu sürece yol veren kritik anın, yani siyasal iktidarın alınmasının da “devrim” olduğunu vurgulamışlardır.

Zaten öyle değilse 7 Kasım’ı anmanın ya da kutlamanın ne anlamı olabilirdi?
Şimdi sıra Lenin’in bir devrimin gerçekleşebilmesi için gerekli gördüğü “devrimci durumun” gene Lenin tarafından değinilen özelliklerine geliyor.

Meramımızı daha iyi anlatabilmek için örneğimizi futboldan vereceğiz.

***

2 Kasım günü oynanan maçta Fenerbahçe, Antalyaspor’u 2-1 yendi.

Maçın tamamını izleyenler bu maçta Fenerbahçe’nin, attığı iki gol dışında 11 “net” gol pozisyonuna girdiğini söylüyor. Biz maçın 3-4 dakikalık özetini izleyip böyle 9 pozisyon tespit edebildik.

Maçın 49. dakikasında Ozan Tufan’ın Antalyaspor kalesine attığı şut gol olmasaydı, bu pozisyon kesinlikle Fenerbahçe’nin maç boyunca girdiği net gol pozisyonları arasında sayılmazdı. Ama “net olmayan” bir pozisyon golle sonuçlanmış, “en net” gol pozisyonlarının ise hiçbirinden gol çıkmamıştır.

Sonuç: Futbolda gol, nasıl aslında “gol pozisyonu” sayılamayacak durumlarda da olabiliyorsa, tarihsel süreçlerde devrim de tam olarak “devrimci durum” sayılamayacak ortamlarda gerçekleşebilir. Futbolda kritik nokta, rakip takımın ceza sahasında elverişli durumda topla buluşabilmektir (devrimci durum); golün kendisi (bir an olarak devrim) ise herhangi bir “bilimsellik” temeline oturtulması mümkün olmayan özelliklere, koşullara, vb. bağlıdır.

***
Lenin’e dönersek, önümüzde 1913 yılı Haziran ayında yayınlanan bir yazıyı buluyoruz.
Lenin bu yazısında Rusya’daki “devrimci duruma” yaklaşırken önce halkın büyük çoğunluğu üzerindeki baskıların aşırı yoğunlaşmasından söz ediyor. Ancak hemen ardından “alttaki sınıfların eskisi gibi yaşamak istememesinin” yetmeyeceğini, “üstteki sınıfların da egemenliklerini ve yönetimlerini eski tarzda sürdüremeyecek” durumda olmaları gerektiğini ekliyor (https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1913/jun/15.htm).

Bu iki durumun sonucu olarak ortaya çıkan ve ülkenin tümünü saran “siyasal krizi” de ekleyebiliriz.
O zaman şöyle bağlayalım: Betimlenen bu koşullar “ceza sahasında topla elverişli durumda buluşma” anlamına gelir ve o kadardır; böyle durumlarda golün nasıl garantisi yoksa, diğer durumlarda devrimin de yoktur…

***

Türkiye, “en üsttekilerin yönetme güçlükleri ve sorunları” (ki epeydir sürmektedir ve böyle gideceği kesindir) ile bu kadar süreklilik taşımasa bile sıkça baş gösteren “genel siyasal krizler” açısından fazlasıyla “bereketli” bir ülkedir. “Alttakilere” gelirsek, “neyin eksik ya da yetersiz olduğu” konusunda gündeme alınması gereken iki soru ortaya çıkıyor:

1) Türkiye’de “yalnızca proletaryanın değil halkın büyük çoğunluğunun” bugün yaşadığı olumsuzluklar “bıçağın kemiğe dayandığı” noktada mıdır?

2) Lenin’in yazısında işaret edilen, olumsuzlukları “yaşamanın” ötesinde bunlara hareketli-eylemli kitlesel tepkiler verilmesini körelten ya da frenleyen faktörler nelerdir?

“Özne nerede” diye sorulursa:

Devrimi hedefleyen bir siyasal örgütün olgunluğu ve yetkinliği, “devrimci durumu” önceden görüp buna göre hazırlanmasıyla değil, aniden ortaya çıkabilecek, beklenmedik durumlara kendini adapte edebilme kabiliyetiyle ölçülmelidir.


https://ilerihaber.org/yazar/farkli-olsun-diye-yazilmis-bir-7-kasim-yazisi-119160.html

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
13.11.2020- 03:31

Buradaki yazılarda   üzerinde durulması ve mutlaka anlaşılması ve içselleştirilmesi gereken konu başlıkları bulup çıkarmak gerekiyor sanırım. Devrimci olmayan bir durumda sosyalist öznenin toplumsallaşabilmesi için nasıl bir siyaset izlemesi gerektiği konusuna kafa yormak gerekiyor ve Türkiye sosyalizminin önündeki en büyük sorun da bu. Ayrıca hem siyasal iktidara muhalefet yapabilme ve hem de toplumun başını ağrıtan ve onu haklı olarak bir dizi tepkiye yönelten konularda bir tavır alıp geliştirmenin içerden mi, yoksa dışta kalarak mı yapılması gerektiği konusu da bence öncelikle yanıtlanması gereken bir soru.

Ali Mert bu konularda çok somut ve cüretkar örnekler vermiş yazısında. Katılmamak mümkün değil. Ayrıca Ali Mert yazısını 2014 yılında yazmış ve aradan geçen 6 yıl içinde çok şey değişti, köprülerin altından çok sular aktı. Siyasal iktidar her geçen gün daha da keyfi ve baskıcı bir anlayışı kurumsallaştırmaya çalışırken toplumsallaşmaya çalışan sosyalist öznenin işi daha da zorlaşıyor. Hem faşizme karşı etkin ve somut bir mücadele, hem Haluk Yurtsever'in değindiği ve Ali Mert'in de somut örnekler verdiği konularda bir tavır geliştirme ve hem de Metin Çulhaoğlu'nun söylediği gibi toplumsal alandaki beklenmedik hareketlenmelere hazır olma çabası...-az şey değil.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]