Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

Sosyalist harekette sorunlar, olanaklar (1)

Sosyalist hareket nihayet ve mutlaka "iktidar" üzerine daha fazla düşünmeli. Emekçilerin yöneteceği bir ülkenin bugün karşı karşıya olduğumuz düzenden hangi temel konularda farklılaşacağını, insanların gündelik yaşamlarını, çalışma hayatlarını, birbirleriyle ve doğayla ilişkilerini nasıl dönüştürebileceğini birlikte düşünmemiz ve anlatmamız gerekiyor.

Doğan Ergün

 
Türkiye İşçi Partisi’nin 14 Mayıs milletvekilliği seçimlerinde aldığı 1 milyona yakın oy, adıyla sanıyla, programı ve söylemiyle sosyalist bir parti için yaklaşık 60 sene sonra bir ilki temsil ediyor. Bu başarı, yalnızca bir parti, hareket veya kadro topluluğuna değil ülkede onlarca yıldır devam eden sosyalizm mücadelesinin, bu uğurda verilen emeklerin tümüne mal edilmeli. Seçim sürecinde TİP temsilcileri tarafından dile getirildiği gibi, bugüne kadar yapılan hiçbir şey boşa gitmedi. Kuşaklar boyunca aktarılan deneyim birikti, gelişti, bayrak elden ele taşındı ve uzun yıllar sonra sosyalist siyaset toplumsal bir güce dönüşebilecek bir potansiyele erişti.

Uzun yıllara dayanan bu inat takdir edilmeli. Kitlesel bir sosyalist partinin olanakları herkes tarafından değerlendirilmeli.

Öte yandan, geçmişte yapılan hatalara bu defa düşülmemeli. Sosyalist hareket açısından başarı veya görece başarı olarak anılabilecek 1965 (TİP) ve 1999 (ÖDP) seçimleri, bunları izleyen süreçte özneleri tarafından hak ettiği şekilde değerlendirilememişti. Şimdiden geçmişe bakıldığında bu seçimlerin bir adım sonrasında TİP ve ÖDP’nin, belirlenecek yeni hedefler, ortaya çıkan olanak ve sorunlar hakkında yeterince hazırlıklı olmadığı anlaşılıyor.

Bu kez yeni döneme hazırlıksız yakalanmamalıyız.

Şimdi yeni ufuklar üzerine düşünmeli, üstlenilen sorumluluğun hakkını vermeli, olanakları ve sorunları açıkça konuşabilmeliyiz.

Hızlıca ama panik yapmadan…

Çıtayı yükselterek ama sağlam adımlarla…

Büyüyerek ama geride kimseyi bırakmadan…

Heyecanla ama döküp saçmadan…

***

Birinci Bölüm

Sosyalizm ne hayal ettiriyor?

Önce hayallerimizi konuşalım. Sosyalistler olarak, nasıl bir ülke, nasıl bir dünya hayal ettiğimiz sorusuna samimi yanıtlar bulmaya çalışarak işe başlayalım. Kendimize bir de sınır koyalım. Yaşadığımız zaman dilimi içerisinde gerçekleşebilir, hayata geçmesine bizim de katkı koyabileceğimizi öngördüğümüz hayallerimizi düşünelim.

Bir sosyalist için bu soruya bir çırpıda verilecek yanıt, sınıfsız sömürüsüz bir dünya hayalidir. Ama zaman aralığını, kendi yaşam süresi olarak belirlediğimizde ve teklifsiz bir sohbette muhtemelen “gerçekçi” fikirler ortaya çıkacaktır.

İtiraf etmek gerekirse, sosyalistler, sosyalist kadroların ufku uzunca süredir şu çerçevenin dışına çıkmıyor: Daha rahat koşullarda mücadele etmek, örgütü güçlendirmek, örgütün ve onun içinde kendisinin kalıcılığını sağlayacak alan-yol-yöntemler bulmak, halkın daha örgütlü olmasını sağlamak.

Bu çerçevenin oluşması ve hatta yerleşmesinin birincil sebebi elbette içinde yaşadığımız koşullar. Yaklaşık elli yıldır içinde bulunduğumuz karşı devrimci atmosfer, darbeler, ihanetler ve yenilgilerle örülü bu ortamın, bizler için endişeleri, varlığını sürdürme kaygısını ve güvenlik tedbirlerini öncelikli hale getirmesi, zihnin daha çok böyle çalışması bir ölçüde anlaşılır.

Ama en azından hayaller, hedefler söz konusu olduğunda biraz daha ileri gidilmesi beklenir. Maalesef bu dahi mümkün olmuyor. Dikkat edilirse, yukarıda özetlemeye çalıştığım çerçevede siyaset, siyasi hedefler, onların en uç çizgisi olan iktidar hayali yok.

Bulutsuzluk Özlemi’nin eski bir şarkısından ilhamla “Kimse iktidardan söz etmiyor”.

Zafer hayali, oraya nasıl ulaşılacağı gündemde bile değil. Hayatta kalma, varlığını sürdürme, güvenlik, örgütsel güçlenme, siyaset yapabilme gibi kaygılar, neredeyse tüm diğer hedefleri görünmez hale getirmiş durumda. Siyasi-örgütsel mücadelede yerleşilen alanlardan çekilmek zorunda kalmamak, en iyisi oraları korumak tek hedef haline geldi. Savaş tabirleriyle konuşacaksak, çeşitli mevzilerin tutulduğu varsayılıyor ve o mevzilerin korunması veya daha korunaklı hale getirilmesi önceliklendiriliyor.

Ama, artık şunu sormamalı mıyız?

Hamlelerin konuşulmadığı, zaferin hayal dahi edilmediği bir savaşta elde tutulduğu varsayılan mevziler ne işe yarar?

Ya bize mevzi diye anlatılan o alanlar artık bizim evimiz, “yaşam alanlarımız” haline geldiyse? O yaşam alanlarından çıkıp ileri doğru bakmak zor geliyorsa? Bulunduğunuz/tuttuğunuz yer, savaşınızda bir mevzi veya yürüyüşünüzde bir konak değil de haneniz, yuvanız hatta yurdunuz haline geldiyse, deyim yerindeyse, orada yerleşik hayata geçtiyseniz, çitlerinizi örmek, yerleşik hayatın kurallarını belirlemek ve bunları mümkün olduğunca muhafaza etmek zorundasınız. Muhafazakârlık işte burada başlıyor. Devrim ve iktidar hedefleriyle çıktığınız yolda, muhafazakâr olup çıkıveriyorsunuz.

***

Hayaller tabii ki yalnızca sosyalist kadroların zihin dünyasıyla ilgili değil. Bir de sosyalistlerin topluma kurdurduğu hayaller, genç kuşaklara sundukları ülke-dünya vaadi hakkında konuşmamız gerekiyor.

Epey uzun süredir, tuttuğunu varsaydığı mevzisinden çıkıp ufka bakamayan, dışarıda neler yaşandığını göremeyen, oksijeni azalan sol, yeni insanlarla da tanışamıyor. Kuşatma altındaki yaşam alanlarına yeni insanlar giremiyor, bir yolunu bulup girse kuşkuyla yaklaşılıyor, yeni insanların fikirlerinden, dünyada gördüklerinden, deneyimlerinden faydalanılamıyor.

Bu kısa girişin ardından, topluma sunduğumuz hayallerle devam edebiliriz.

Nerede yaşıyor, toplumun ve dünyanın ne kadarını görüyor ve onlarla ne kadar temas ediyorsanız, ufkunuz da o kadar geniş oluyor. Dahası, zihniniz artık geleceğe doğru değil geçmişe doğru işliyor. Geçmişte iyi olan bir şeylere tutunuyor, o eski günlere geri dönmeyi vaat ediyorsunuz. Size bakan, sizi dinleyen kaç kişi varsa, onlar da sizden geleceğe ilişkin, yeniyi çağıran sözler işitmez oluyor.

Şunu tespit edebiliriz: Bir cendereye sıkışmış durumdaki Türkiye sosyalist hareketi, özellikle genç kuşaklar ama genel olarak da tüm toplum için geleceğe ilişkin yeni şeyler söylemekten çok uzak bir görüntü arz ediyor.

Yeni bir ufuk çizgisi belirleyip, emekçilerin, gençlerin ve tüm toplumun oraya doğru ilerlemesi için bir heyecan yaratmıyor.

Her zaman böyle miydi? Sanmıyorum…

Sosyalist hareket ilk aşamlarından itibaren toplumu eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik gibi değerlerden oluşan bir ilkeler kümesi etrafında toplanmaya davet etti. Bu yapılırken, kapitalizm tarafından derinleştirilen eşitsizlikler ortamında toplumun “mağdur” kesimlerinin esasen kimler olduğu ve onların nasıl gelişeceği sorularına yanıt arandı. Bu iş, hayırseverliğin yaygınlaşmasıyla mı, zenginden alıp fakire vererek mi, demokratik temsil mekanizmalarında söz sahibi olmalarının sağlanmasıyla mı, çalışma koşullarının düzeltilmesiyle mi, örgütlenme özgürlüğüyle mi yoksa ezilen kesimleri iktidara taşıyarak mı olacaktı? Giderek yetkinleşen bir dünya görüşü olarak sosyalizm, sömürü ilişkilerini kavramaya başlıyor, analizinin merkezine emek-sermaye çelişkisini yerleştiriyordu. Ama bu arayışların tamamı, her aşamada, kurulan hayalleri siyasete tercüme ediyor, siyasi hedeflerle yoluna devam ediyordu.

İdeoloji ve siyasetin iç içe geçtiği bu mücadelede, sosyalizm bir coğrafyada bir on yıl demokratik seçimlerin yapılabilmesini ve halkın da mecliste temsil edilebilmesini, belki başka bir on yıl iş saatlerinin düşürülmesini, belki başka bir coğrafyada ülkenin emperyalist düşmanlardan ve zengin işbirlikçilerden kurtulabilmesini, belki başka bir coğrafyada işçi ve köylülerin yoksulluktan kurtulmasını temsil ediyordu.

Sosyalizmin Türkiye serüveni de farksız ilerlemedi. Sosyalizm işçilerin örgütlenebildiği, örneğin greve çıkabildiği, hakları için mücadele edebildiği, yoksulluktan kurtulabildiği bir ülke hayali anlamına gelebildi. Bir dönem, bağımsızlık, bir dönem kendi gücüyle kalkınabilen bir ülke hayaliydi sosyalizm. Kah ülkenin doğusuyla batısı arasındaki derin eşitsizliğin ortadan kalkabileceği günleri görmek oldu, kah geri bırakılmışlığı cahilliği alt etmek… Köylünün toprak, emekçinin iş, aydının özgürlük hayali oldu.

***

Bugüne dönelim. Bu satırların yazarı dahil konu üzerine kafa yoran birçok kişi, bir süredir kapitalist-emperyalist sistemin büyük bir ideolojik kriz yaşadığını söylüyor. Haksız da değiliz. İdeoloji alanına, kültüre, gelecek hayallerine pozitif kavramlar üzerinden baktığımızda sistemin dünya halklarına umutlu bir gelecek düşü sunmadığını söyleyebiliriz. Türkiye İşçi Partisi’nin kongre belgelerine de yansıyan haliyle, “otoriter kapitalizm” çağında sermaye düzeni dünyaya olumlu mesajlar göndermiyor. Çalışma saatlerinin uzadığı, emeğin kazanımlarının törpülendiği, borçlanma, yoksullaşma ve eşitsizliğin ivmelendiği, işçi örgütlerinin zayıfladığı bu çağ aynı zamanda salgın hastalıklar, yoğun göç, ekolojik tahribat, bölgesel çatışmalar, çok merkezlileşme eğiliminin beraberinde getirdiği istikrarsızlaşma (statükonun bozulması) ve güvenlik arayışı ile anılıyor. Kapitalist-emperyalist düzen ise ideolojik üretimini bu tablonun nasıl değişebileceğine değil bu tabloda “küçük insanın” nasıl hayatta kalabileceğine odaklamış durumda. Güzel ve onurlu bir yaşam, erdem ve insani değerler pahasına ve adaletsiz de olsa “çatışmada ayakta kalan tarafta olmak” pazarlanıyor. Bir açıdan bakıldığında büyük bir ideolojik kriz ama diğer yönden özellikle hayat gailesi içindeki, alınteriyle geçinmeye ve hayatta kalmaya çalışan emekçiler için işe yaramadığı söylenemez.

Ama yine de bir sorun var. İnsanlığın bütününe sunulan bu paket, genç kuşaklar için yeterli gelmez. Her ne kadar kültürel üretim neredeyse tamamen bu çerçevede kurgulansa da, gençlerin hayallerini beslemek için takviyeler gerekiyor. Bu noktada “universe-metaverse sarmalı” olarak tanımlayabileceğimiz bir olgunun devreye girdiğini görüyoruz. Elon Musk ve benzerlerinin bayraktarlığını yaptığı evreni fethetme hayalini “universe” olarak adlandıralım. Diğer yanda ise sanal evrenler kurup yönetme hayali, yani “metaverse” dursun. Çok heyecan verici bir hayal olan Universe için çok küçük bir azınlık dışında kimsenin bir şey yapmasına gerek yok. Birileri Mars’ı fethedecek ve biz de ekranımızdan izleyeceğiz. Metaverse ise bizi bir şeyler yapmaya davet ediyor. Yapabileceklerimiz sınırsız ama mekanımız sınırlı… Yine ekranımızın başındayız.

Dikkatle bakıldığında, iki koca evren arasında gerçek dünya, yeryüzü, yaşamın ve sömürünün, adaletsizliklerin ve mücadelenin gerçek zemini ortadan kayboldu. Gençler ekran başında kaldı ve “dünyevi işler” başkalarının tekeline giriverdi. Tabii Universe ve Metaverse için kurulan “tekelleri” saymazsak.

“Universe-metaverse sarmalı” hakkındaki parantezi kapatabiliriz…

Küresel ölçekteki bu eğilimler Türkiye’yi de etkiliyor.

Birincisi, toplumun en az yarısı, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet pahasına sunulan hayatta kalma vaadini kabul etmiş durumda. Faşizan rejimlerin asla vazgeçmediği süreklileşmiş savaş-çatışma paradigması işe yaradı. “İstikrarsızlaştırıcı unsurlar, toplumun ahlaki değerlerini yozlaştıranlar, felaket tellalları, afetler ortasında hayatta kaldığına minnet etmeyenler, dış güçlerin oyuncakları vb.” uygun düşmanlar bulundu. Dizileri, şarkıları, youtuberları, fenomenleri ile bu paradigmanın kültürü inşa edildi.

İkinci olarak da, 1960’larda solun halka sunduğu bağımsızlık ve kalkınma hayalleri bozulup bükülerek yukarıdaki paradigmanın tutkalı haline getirildi. Gerektiğinde büyük güçlere kafa tutabilen, hatta büyük güçlere inat kendi bölgesel emelleri olan, iha-siha ve togg’uyla yerli-milli kalkınma iddialarını diri tutan, üstelik güvenlik kaygılarını da gideren bir iktidar, yukarıda emperyalist-kapitalist sistem için çizdiğimiz çerçeveye nasıl da uygun.

Gençliğe biçilen küresel vizyon, Türkiye için de geçerli oldu. İsteyene metaverse, istemeyene fetih oyunları, Youtube’da abilerin yeniden yazdığı milli tarihin takipçisi yüz binler…

***

Şimdi tekrar soralım. Bu tabloda halk, solcular ve sosyalistler tarafından üretilmiş hangi hayale tutunacak? Bugün Saray iktidarı tarafından çarpıtılarak kullanılan ama on yıllara damgasını vurmuş bağımsızlık ve kalkınma gibi hayallerin yerini ne alacak? Gençlerin zihninde, ister bizim tarafımızdan ister karşı devrimciler tarafından hikayeleştirilmiş olsun geçmiş anlatıları dışında ne canlanacak? Sosyalistler ne istiyor, dendiğinde vereceğimiz cevap ne olacak?

Türkiye için düşünürsek, 12 Eylül faşist darbesinden bu yana, ama dünya geneli açısından 1970’lerin sonlarından itibaren, sosyalistler büyük oranda savunma cephesinde kaldı. Bunun sonucu olarak, ya ileri hedefler öne sürülemedi ya da tekil kimliklerin hiç de küçümsenmemesi gereken sorunlarını ilgilendiren, farklı tekilliklere yanıt üretmeye çalıştığı ölçüde kafa karıştırıcı ve bütünsellikten uzak iddialar ortaya kondu. Tek tek sorunların çözümlerini de içinde barındırabilecek, buna imkan verebilecek yeni bir “büyük anlatı” üretilmedi.

Türkiye İşçi Partisi’nin son birkaç yıla damgasını vuran “Saray Rejimi” tanımlaması, “hesaplaşma” ve “sülale devrini bitirme” iddiaları etkili olsa da, daha çok politik ve tepkisel (reaksiyoner) karakter taşıyan, rejimden kurtulma saikini öne çıkaran bu söylemlerin yanına eklenen kurucu tezler yeterince tartıştırılamadı.

Sosyalistlerin yarattığı büyük boşluk ne birkaç yılı kapsıyor, ne de birkaç yıllık hamlelerle düzeltilebilir durumda. Üstelik, gündelik-dönemsel politik hamleler gibi görece kısa vadede sonuç alınabilecek bir alanın ötesinde kültür-ideoloji gibi çok daha geniş ve orta-uzun vadede sonuç almanın mümkün olabildiği bir konudan da söz ediyoruz.

Yine de, sorunu tanımlamak, en azından üzerine düşünmeye başlamak yükün epey bir kısmını hafifletmiş olacak.

***

Bu yazı dizisinin bu bölümü, ortaya konan sorunlara net yanıtlar bulma iddiasını taşımıyor. Zaten, yanıtlar bulmak bireysel bir çabayla mümkün olmayacağı gibi, yol üstünde, kolektif denemeler ve yanılmalar sırasında da yeni çareler üretilecek.

Yine de yanıtlar için kimi sesli düşünceleri, ipuçlarını paylaşmayı deneyeceğim.

Her şeyden önce, Türkiye İşçi Partisi’nin aldığı 1 milyona yakın oy, yarattığı çok daha büyük toplumsal etki, her durumda iyi bir başlangıç noktası oluşturuyor. Halkın önemli bir bölümünün sosyalistlerin ne dediğine kulak kabarttığı, ciddi bir kısmının sosyalist bir partiye “beni sen temsil edebilirsin” diye onay-yetki verdiği bir ortamda işe koyulmanın avantajlı olduğunu tespit etmemiz gerekiyor. Hatta, bu tartışmayı gerçek ve zaruri kılan da bu desteğin kendisi… Ne yapılacaksa, oluşan bu kümülatif birikim veri alınarak yapılacak. Birikime güveneceğiz, onu şekillendireceğiz, onunla şekilleneceğiz ama her durumda onu büyütmeye odaklanacağız.

İkincisi, kültürel-ideolojik ortamın yeniden şekillendirilmesi işi, geçmişteki kimi örneklerden farklı olarak, muhtemelen bu alanın kendisinden türeyecek bir silkinişin ya da canlanmanın eseri olmayacak. Siyasi başarı ve kazanımların, üretilecek politik-ideolojik çerçevenin, kültürel üretim aşamasında yeniden üretilecek kimi kodlar sağlaması, toplumsallaşacak kültürel üretimleri tetiklemesi daha olası. Böylece şunu söylemiş oluyoruz: a) Siyasi pratiğin ivmesi düşmemeli, b) siyaset, ideoloji, kültür arasına kalın duvarlar çekilmemeli.

Bir diğer vurgumuz “iktidar” kavramına ilişkin olacak. Sosyalist hareket nihayet ve mutlaka "iktidar" üzerine daha fazla düşünmeli. Emekçilerin yöneteceği bir ülkenin bugün karşı karşıya olduğumuz düzenden hangi temel konularda farklılaşacağını, insanların gündelik yaşamlarını, çalışma hayatlarını, birbirleriyle ve doğayla ilişkilerini nasıl dönüştürebileceğini birlikte düşünmemiz ve anlatmamız gerekiyor. Sosyalizm fikrini geçmişe ait bir olgu olmaktan çıkarmak; otoriterleşme, ekolojik yıkım, ağır sömürü, süreklileşmiş çatışma ve öte yandan teknolojik gelişim koşullarında yeniden üretecek bir yeni büyük anlatıyı üretmek zorundayız. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi temel ilkelerin yanı sıra yaşanabilir bir dünya, insanların hayatın örgütlenmesinin her aşamasına katılımı, dayanışma ve toplumsal adalet gibi güncel talep ve ihtiyaçlar üzerinden yürütülecek bir tartışma ön açıcı olacaktır.

Bu noktada, gerçeklikten kopmak olarak tanımlayabileceğimiz bir tuzak bizi bekliyor olabilir. Kapitalizmin geldiği aşamada, emekçilerin örneğin hayatta kalma güdüsü veya güvenlik gibi başlıklardaki endişelerini küçümsemek, iktidara talip bir hareketin hakikatten uzaklaşma riskini beraberinde getirecektir. Benzer şekilde, sanal bir dünyaya doğmuş kuşakları kendi gerçekliklerinden uzaklaştırma ve aslolanın dışarısı olduğunu anlatma çabası da beyhude bir girişim olarak hüsranla sonuçlanacaktır. Sosyalist dünya görüşü, kendini güncel gerçeklikte yeniden üretebilme kapasitesine de sahiptir. Hayatta kalma güdüsünü, onu doğuran koşullarla birlikte ele alıp yanıtlar üretebileceği gibi; dijital sanallıkla fiziki gerçekliğin bağlarını da kolaylıkla kurabilir.

Son olarak…

Sosyalist siyasetle, ona destek veren kesimler arasındaki bağların kuvvetlenmesinde kültürel üretimin hayati önemde olduğunu söyleyebiliriz. Edebiyatını, müziğini, oyunlarını, resimlerini yaratmayan bir mücadele yayılamaz, kuşaktan kuşağa aktarılamaz.

Burada olası bir tehlikeye yukarıda değinmiştim. Siyasetle kültürel-sanatsal üretim arasına kalın duvarlar çekmeye gayret etmeyelim. Zaten yoktur… Biz göreli özerk yönlerini tanıyıp kabul edelim, her ikisinden de bir ve aynı şeyleri talep etmeyelim, yeterlidir.

Bir diğer muhtemel tehlike ise bu tür bir kültürel inşanın, günün sonunda, kapalı, yeniden üretime ve zenginleşmeye izin vermeyen, örneğin yalnız bir tür biçemi/üslubu kabul eden bir hale bürünmesidir. Oysa şimdi tam tersine ihtiyacımız var. Ülkenin ve dünyanın muazzam birikiminden beslenecek, daha önce denenmemiş alanlara el atacak, yeniyi arayacak bir üretime. Siyasette de öyle yapmadık mı...

https://www.ilerihaber.org/yazar/sosyalist-harekette-sorunlar-olanaklar-1-155689

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
20.06.2023- 08:59

İktidar stratejisi üzerine yeniden düşünürken - II

Bu yeni aşamada “En sert ve etkili muhalefeti sosyalistler yapıyor” algısı bir adım öteye taşınmalı. İktidar stratejisinin yeni ara hedefi, sosyalistleri ülkeyi yönetme iddiasına sahip, güven veren ve emekçilerin birlikte mücadele ettiklerinde kazanımlara sahip olabilecekleri bir güç haline getirmek olarak değerlendirilebilir.

Doğan Ergün
 
İktidardan, sosyalist bir devrimden söz ediyorsak, bunun nasıl bir stratejiyle mümkün olabileceğine de yanıtlar üretmek zorundayız.
İşçi sınıfı nasıl iktidara gelecek? Sınıf düşmanımızın ve emekçi halkın güçlü ve zayıf yanları neler? Mücadeleyi hangi cephelerde sürdürmek karşı tarafta gedikler açılmasını sağlayabilir? Bizim elimizdeki araçlar ve parti nasıl konumlanabilir? Strateji hangi dönemsel taktiklere imkan verebilir?

Bu yazı, bu soruların tamamını dört dörtlük yanıtlar verme iddiasında değil. Daha önce de belirtmiştim, bu işin bireysel bir çabanın ürünü olabileceğine inanmıyorum, dahası, elimizde hazır reçeteler yok. Şimdiden yapabileceğimiz şey, yaklaşık koordinatları belirlemek ve oradaki en uygun yolda yürümeye başlamak olabilir. Gerisine yol üstünde bakacak bir esnekliğe pekâlâ sahip olabiliriz.

***

Emperyalist-kapitalist sistemin zayıf halkalarından, en azından zayıf halka adaylarından bir ülkede mücadele ediyoruz. Geç kapitalist birikimin yanı sıra, Ortadoğu ile Batı arasında kalmış olmanın yarattığı sıkışmışlıkları fazlasıyla hissediyor Türkiye. Çelişkileri, yüzünü döndüğü Batı’yı İstiklal Marşı’nda “tek dişi kalmış canavar” diye tanımlamasında yüzümüze çarpıyor. Siyaseti, büyük güçlerin çarpışma sahasında kendi özgül ağırlığını yaratma çabasıyla belirleniyor.

Siyaseti, cumhuriyetin kuruluştaki zorlamalarıyla toplumsal yapı arasındaki açı tarafından belirleniyor. “Yedi cihana hükmetmiş” bir imparatorlukla mı, onun reddiyesi anlamına gelen cumhuriyetle mi övünsün bilemiyor.

Siyaseti, sermaye sınıfının kasaba tüccarlığı hücrelerine işlemiş ve giderek gözü açılan kesimiyle Batı’yla entegre geleneksel bölüğü arasındaki mecburi mutualist ilişki tarafından belirleniyor.

Nihayet, bu ülkenin siyaseti, bütün sıkışmışlığını halkı siyaset dışında tutarak aşabileceğini keşfetmiş düzen güçleri tarafından belirleniyor. Neredeyse 150 yıldır, “devletçi”-“liberal/hürriyetperver”, “merkeziyetçi”-“ademimerkeziyetçi” tarafları ancak emekçi halkı siyaset dışı bırakarak bir arada yaşatabildiğini görüyor.

***

Bu çok boyutlu sıkışmışlığın bir ürünü olan Saray Rejimi, sıkışmadan, kimi alanlarda cumhuriyetin kuruluş paradigmasının aksi yönde bir zorlamayla çıkış iddiasını da temsil etti. Yurttaşlık ve ulus kavramlarını seküler bir kimlikle tanımlanmasına, milletin yüzünün döneceği yönün Batı olmasına, tarihsel gurur kaynaklarına, kurumlara, meclise dayalı şekli demokratik teamüllere itiraz olarak şekillenen Saray Rejimi; sermaye kesimleri arasındaki karşılıklı çıkara dayanan mecburi ilişkiyi bir kesimin lehine de olsa restore etti. Dahası, halkı siyasetten dışlama geleneğini sürdürdü. Uluslararası kapitalizmin neoliberal ekonomik ve otoriter politik-ideolojik yönelimlerini, Türkiye’nin özgül bağlamına adapte ederek takip etti.

Geldiğimiz aşamada, sermaye düzeninin yukarıda kaba haliyle betimlenen süreklilik ve kopuşlarla malul Saray Rejimi’ne bir politik alternatif üretmemiş/üretememiş olmasını not etmek gerekir. Stratejik bir değerlendirme yapılacaksa, Ecevit CHP’sinin 1970’ler sonundaki istisnai çıkışı dışında düzen siyasetinin (dış aktörler de dahil olmak üzere) Türkiye’ye layık bulduğu biçimin, AKP iktidarı ve Saray Rejimi’nde mantıksal sonuçlarına ulaşan çizgi olduğunu artık gönül rahatlığıyla ifade etmek gerekir.

Düzen karşıtı veya düzen düzen dışı aktörler ise yukarıda sayılan çatışma ve sıkışma alanlarına bir tür tarafgirlikle bakmaktan kurtulamadı. İktidar perspektifine sahip bir şekilde nesnelliği, içindeki zenginliklerle birlikte analiz etmek, kimi dinamiklere tutunup onları ileri çekmek, kimi kriz başlıklarını ise derinleştirmek olarak özetleyebileceğimiz stratejik yaklaşım maalesef olgunlaşamadı.

***

Türkiye İşçi Partisi kurulduğu ilk andan itibaren, sermaye iktidarının Türkiye’ye özgü bir yönetim biçimi olarak Saray Rejimi’nin ortadan kaldırılması ile emekçi halkın iktidarı arasındaki ilişkiyi işte bu tarihsel bütünlük içerisinde kavradı. Bu rejimin tarihsel oluşumunu, burjuva parlamenter demokrasinin doğasına uygun olabilecek şekilde, gelip geçici bir partinin iktidara gelmesi ve sonra belki de sırasını savıp başka bir partiye iktidarı devretmesi gibi bir şablon içerisinde değerlendirmedi. Bu değerlendirme ve onun sonucu olarak izlenen siyaset, pekâlâ devrimci bir partiyi düzen siyasetinin bir başka kulvarıyla buluşturabilir hatta orayla aynılaştırabilirdi. Ancak, on yıllardır düzen cephesinin bir bütün olarak (dış aktörleriyle birlikte) yatırım yaptığı, Saray Rejimi ile mantıksal sonuçlarına ulaştırdığı bir çizgiyle mücadelenin ana aktörü haline gelme iddiasının, olası riskleri bertaraf edebileceği öngörüldü. Zira bu haliyle Türkiye siyaseti, herhangi bir zamanda düzen siyaseti tarafından da rahatlıkla ele alınabilecek özgürlük, laiklik, kardeşlik, adalet, demokrasi gibi kavramlara düzen siyasetinin sırt çevirmiş olması, sosyalistlerin hareket edebileceği ciddi bir boşluk yarattı. Elbette, sınıfsal, ideolojik ve mali/idari bağımsız karakterin korunması koşuluyla… Burada hareket serbestisi yaratan bir unsurun da, mevcut rejimin faşizan yapısı olduğunu tespit etmek gerekir. Demokrasi, adalet, özgürlükler gibi kavramları düşman ilan etmiş bir rejime karşı mücadelede muhalefet cephesindeki tüm aktörlerin normal dönemlere göre daha fazla yan yana görünmesinin tarihsel meşruiyetini ve haklılığını kabul etmeliyiz.

TİP, “kendi ayakları üzerinde durabilen, kitlesel sosyalist bir parti olarak Saray Rejimi’nin yıkılışının öncü güçlerinden biri haline gelmek” şeklinde özetlenebilecek bir çıkış perspektifiyle hareket etti. Bu perspektif, öncelikle bir güçlenme stratejisi anlamına geliyordu. Öte yandan, yukarıdaki tarihsel bütünlük göz önüne alındığında, yani Saray Rejimi bir parantez değil de sermayenin neredeyse süreklileşmiş siyasi yönelimin mantıksal sonucu olarak değerlendirildiğinde, bu perspektif rejimin yıkılışını (“Hesaplaşma” vb. sloganlarla birlikte düşünüldüğünde) öne koyduğu oranda düzenin tahammülünü zorlayan bir radikalizmi de temsil ediyordu. Bu açıdan TİP, çoklarının yaptığı gibi, düzen siyasetinde “restorasyoncu” eğilimin öne çıktığı gibi bir yoruma hiçbir zaman sahip olmadı.

***

2023 seçimleri TİP’in bu perspektifini yanlışlamadı ancak yeni kimi değerlendirmeler yapılması gerektiği aşikar.

AKP-MHP tarafından politik alanda temsil edilen fakat kökü çok ve aldığı destek çok daha derinlere inen Saray Rejimi’nin sermaye sınıfı için kolay gözden çıkarılabilir, alternatiflerden biri olmadığı yeniden teyit edilmiş oldu. İkincisi, AKP-MHP cephesindeki blok davranma eğiliminin güçlendiği ve bunun karşısında düzen sınırları içerisinde bile olsa kararlı bir alternatifin oluşmadığı/oluşamadığı da görülüyor.

Bunlardan hareketle, Saray Rejimi bünyesinde meydana çıktığı veya emareleri görüldüğü varsayılan devlet-siyaset arası ya da partiler arası ya da partiler içi çatlakların o kadar da belirleyici olmadığını tespit etmemiz gerekiyor. Ve sonuç olarak, artık “devlet projesi” şeklinde de okuyabileceğimiz Saray Rejimi’nin, Recep Tayyip Erdoğan sonrası dönemi de kurgulayabilecek bir imkan bulduğunu söyleyebiliriz. Normal şartlarda 2028 yılında yapılacak seçimlerde Erdoğan yeniden aday olmayacaksa da, ondan sonrasının nasıl ve kimler tarafından yürütülebileceğine ilişkin hazırlıklar muhtemelen daha rahat yapılacak.

Saray Rejimi’nin diyelim ki gelecek beş yıllık siyasi yol haritasında yürütülen ekonomik modelin geleceği; demokrasi, özgürlükler, laiklik, Kürt meselesi, sığınmacılar sorunu gibi alanlarda izlenecek yol ve olası dış politik yönelimlerde köklü bir dönüşüm yaşanmayacak bile olsa, her birinin kendi içinde bir dizi kriz dinamiğini biriktirdiğini söyleyebiliriz. Yine de, Saray’ın tüm bu konu başlıkları için telaşa kapılmak zorunda hissetmediğini, kendini hamle üstünlüğünü ele geçirmiş gördüğünü söylemek şimdilik yeterlidir. Örneğin, en azından bir süre “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen ve ucube tek adam rejiminin temel direği sayabileceğimiz modeli tartışmaya kapattığını varsayacaktır. Hatta, rahat hareket etmesini zorlaştıran kimi kurumsal engelleri ortadan kaldıracak (Anayasa Mahkemesi’nin, Sayıştay’ın vb. gözden geçirilmesi gibi) veya siyasal İslamcı yönelimi pekiştirecek kimi hamleleri, meclisin mevcut bileşimi sayesinde anayasa değişiklikleriyle daha rahat yapabileceğini hesap ediyor olabilir.  

Muhalefet cephesinin ise iç bütünlüğe sahip olmamanın yanı sıra, halkın karşısına bir gelecek vizyonu çıkaracak enerji, birikim ve görüşe sahip olmamak, liderlik tartışmalarına gömülmek gibi hareket etmeyi zorlaştıran pek çok sorunla uğraşacağı söylenebilir. Sermaye sınıfının, düzen muhalefetinin sınırlarını çizmek ve deyim yerindeyse kendisi için bir sigorta olarak işlevlendirmek üzere misyon biçtiği İYİ Parti’den Zafer Partisi’ne uzanan çizginin kendini nasıl yeniden üreteceği başlı başına bir tartışmadır. CHP ile bu çizginin birbirine ne kadar yakınsayacağı, olası yakınlaşma veya uzaklaşmanın CHP’yi nitel ve nicel bakımdan nasıl bir güce ve konuma sokacağı da üzerinde ayrıca durulması gereken konular arasında.

Kürt meselesinde ise iktidarın bir yandan şiddet dozunu artırmak bir yandan da Hizbullah aparatını politik olarak etkinleştirerek HDP’yi gelecek tercihlerine ilişkin baskılamak isteyeceği anlaşılıyor. Bu baskı politikası, “Kürdistani” çizgi ile “Türkiyelileşme” perspektifi arasında yeni bir denge kurma arayışına girmesi muhtemel olan Kürt hareketi açısından gelecek dönemde daha fazla dikkate alınması gereken bir unsur olacak.

***

Türkiye İşçi Partisi’nin stratejik konumlanışında yukarıda sayılan her bir faktörün yeri ve değeri var. Sosyalist hareketin Türkiye’de hep birlikte yarattığı birikim, özgün ve güncel bir Türkiye-dünya değerlendirmesi ile küresel ölçekte sosyalist-komünist-devrimci harekete dair yapılan muhasebe TİP’in çizgisini oluşturdu. Burada her birine ayrı ayrı değinmenin mümkün olmadığı çok boyutlu bir değerlendirmenin ürünü olan bu çizgide bazı elementer noktaları hatırlamakta ve belki kimileri üzerine yeniden düşünmekte yarar var.

TİP,   sosyalist hareketin öncelikli sorununu kitlesel ölçekte siyaset yapabilen müstakil bir parti oluşturmak, sosyalist siyasete bir eşiği atlatmak olarak tanımladı.

86 milyona yaklaşan nüfusuyla büyükçe bir ülke olan Türkiye’de kendine ait bir kulvar oluşturmanın ön koşulunun, on binlerce üyeye, yüz binlerce gönüllüye (veya birlikte hareket edilebilecek bir topluluğa) ve taraflaştırılacak (veya seçmen haline getirilebilecek) milyonlara kavuşmak olduğu değerlendirmesi yapıldı.

Ülkede ve aslında hemen hemen bütün ülkelerde halkın siyasetle en doğrudan ilişki kurduğu seçim zemininde kendi kıstasları çerçevesinde bir başarı kazanmak ile meclis kürsüsünü emekçi halkın talep ve özlemlerinin geniş kesimlere ulaştırmak için bir araç olarak kullanmak da yine başlangıç değerlendirmeleri arasındaydı.

Gerek sosyalist hareket içi gerilimler, gerekse Türkiye’nin özgün tarihselliği açısından, siyasi gelişimini artık geçmişte bırakılması gereken tartışmaları derinleştirme çabası üzerinden tarif etmemeye özen gösterdi TİP. Bu sayede, Türkiye genelinde de sosyalist hareket içinde de mahallelere sıkışmamak, hangi politik kökenden gelirse gelsin politik çizgisini benimsemiş tüm samimi yurttaşlara açık, herkesle konuşabilen bir parti olmakta yol aldı. Bu noktada yalnızca bir örnek vermek gerekirse, TİP, geçmişinde Kürt özgürlük mücadelesi veya cumhuriyetçilik ile ilişkisi üzerinden yüzünü bugün sola dönmüş herkesin kendini içeride rahat hissedebileceği bir parti olmaya çalıştı. Ama bunu her iki tarafa da mavi boncuk dağıtmaya kalkarak ya da geçmişin yüklerine odaklanarak yapmadı. Ortak ve eşit yurttaşlık temelli bir gelecek tasavvurunu öne çıkararak, bazı hassasiyetleri iradi şekilde önemsizleştirmeye çalışarak, dinamikleri emek ve özgürlük ekseninde birleştirerek, etnik bağlamıyla değil bu topraklara ait olma anlamında “Türkiyelilikte”, Türkiye tarihinin bütün ilerici dinamiklerini kapsamakta ısrar ederek yapmaya gayret etti.

Bir başka örneği de sol içi ayrışmalar üzerinden verip bu bahsi kapatalım. TİP’i oluşturan, büyüten kadrolar farklı farklı sosyalist kökenlerden gelse de, uzlaşının şurada sağlandığı söylenebilir: Sosyalist geleneğimizin bütününü sahiplenmek, devrim sonrasının örgüt/hareket modellerini değil devrim öncesi-devrimci momentlerin deneyimlerini partiye mal etmek.

İttifaklar söz konusu olduğunda Türkiye İşçi Partisi meseleye farklı toplumsal kesimlerin ve onların temsilcilerinin belli hedefler ve ilkeler ışığında bir araya gelmesi penceresinden baktı. “Saray Rejimi’nden kurtulmak” gibi güncel bir hedefin sağladığı yan yana gelişler gerekliydi ama daha kapsamlı bir ittifak politikasının oluşumu açısından kendi başına yeterli olamazdı. Taktiksel adımların ötesinde kurulacak ittifaklar ancak “yeniden kuruluşun” hedeflenmesi, bunun ilkelerinin ve doğrultusunun belirlenmesiyle mümkün olabilirdi. TİP, sosyalist hareketin kendi partisi ve örgütsel yapısını bozmayacak bir müstakil konum yaratabildiği oranda, Türk ve Kürt halklarının yüzlerini birbirlerini döndüğü, Cumhuriyet’in ilerici kazanımlarına sahip çıkıp onu yeni bir kuruluşa taşıyabilecek dinamikle, Kürt ilericiliğinin emek ve özgürlük ekseninde yan yana gelebildiği bir ittifak sisteminin oluşturulabileceğine güvendi.

Partinin emekçi sınıfların durumuna ilişkin analizi de kendine has yönler barındırdı. “Kentli emekçiler” ve “gri yakalılar” gibi kavramlaştırmalarla sınıfın dinamik unsurlarını tespit etme girişimine burada bir parantez açmamız gerekiyor.

TİP, sanayi proletaryası ve mavi yakalılar gibi, sosyalist hareket için geleneksel önemdeki emekçi kesimlerinin yanı sıra, geniş tanımıyla hizmet sektöründe biriken gerilimin siyaset ve örgütlenme açısından kanallar açabileceğini öngördü. Eğitim seviyesi görece daha yüksek, aldığı eğitimle geçim şartları arasında büyük bir açı olan, kitle iletişim araçlarını daha etkin şekilde kullanan, dünyayı takip eden ve bütün bunlardan hareketle içinde bulunduğu koşullar nedeniyle daha büyük bir hayalkırıklığı yaşayan “kentli ve gri yakalı” kesimlerin sosyalist siyasetle ilişkisinin daha rahat kurulabileceği değerlendirmesi yapıldı. AKP’nin ekonomi politikaları ve üstlendiği ideolojik misyonun bu kesimleri sarsmakta olduğu çok açık. Yoksullaşma/borçlanma ve yoksunlaşmayı iliklerinde hisseden bu bölme, özgürlük/demokrasi/adalet/kardeşlik/ekolojik tahribat gibi başlıklarda da siyasallaşma emareleri gösterdi. Dahası, TİP’in kurucu kavramlarından biri olarak değerlendirilebilecek, Saray Rejimi koşullarında “yeni bir yurttaşlık bilincinin” oluşturulması bağlamında düşünüldüğünde, sınıfın bu bölmesinin özel bir misyon üstlenebildiğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Sınıfın görece eğitimli ve dünyaya açık, tebaalığı kabul etmeyen bu bölmesi, yaşamın pek çok alanında gerek tepkisel refleksleri gerekse dayanışma örgütlenmesinde etkinlikleriyle öne çıkan yurttaşlardan oluşuyor.

Sınıfa ilişkin bu değerlendirmelerde dikkat edilmesi gereken iki hususa, yine de, değinmem gerekiyor:

- Söz konusu yaklaşımın güncel bir değerlendirmenin ürünü olduğu unutulmamalı. Yani, “sosyalist siyasete açıklık” diye geçerken değinilen olgu, ilanihaye böyle devam edecek/etmeli gibi bir kural konulamaz. Hatta, yukarıda anılan kesimlerin en çok sınıfın geleneksel bölmelerini tetikleyebilecekleri, belki de sınıf hareketi açısından bir buzkıran işlevi görebilecekleri oranda değer kazandıklarını belirtmemiz gerekir. Bu işlev başlı başına çok önemli olsa da, sınıf mücadelesinin başarıya ulaşması için bir yeterlilik taşımaz.

- Bu kesimin aynı zamanda, sınıfsal örgütlenme eğilimleri ve deneyimlerinin görece düşük olması ve sınıf atlama hevesini içselleştirmiş olması nedeniyle ideolojik tahribata açık olduğunu da akılda tutmalıyız.

Her iki konudaki tedbir çağrısı, yine de, dönemsel avantajlara göz önüne alındığında sosyalist hareketi bu alanda ilerlemekten alıkoyacak nitelikte görülmemeli.

***

Yazının bu bölümünü, stratejik çerçevenin kısa-orta vadeyi içeren hangi yönlerinde yeni değerlendirmelere ve arayışlara ihtiyaç olduğuna ilişkin ipucu niteliğindeki notlarla bitirelim.

Seçim süreci, Türkiye İşçi Partisi’nin kitlesel ölçekte siyaset yapabilme ve kendi ayakları üzerinde durabilme çabasında bir evrenin geride kaldığını anlatıyor.

Burada bir parantez açmak isterim. Bu süreçte bir anı hatırlıyorum: Seçim kanununda bir anda yapılan değişikliğin ardından birbirimize bakmış ve “Türkiye siyasetinin bize ‘Cin olmadan adam çarpmaya kalkmayın’ mesajı vermediği gün var mı?” diye sormuştuk. Bir önceki seçim kanununun ittifaklar ve özel olarak da Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bileşenlerinin tamamı için sağladığı göreli avantajların neredeyse hepsi ortadan kalkmıştı. İl bazında müttefiklere çok yönlü katkı sağlayacak hesap yöntemi değişmişti. Artık yapılması gereken her partinin ve doğal olarak Türkiye İşçi Partisi’nin, her ilde kendi göbeğini kendisinin kesebilmeyi göze almasıydı. Göze alındı ve yapılabilir olduğu görüldü.

Gelelim yeni evreye… Bu yeni aşamada “En sert ve etkili muhalefeti sosyalistler yapıyor” algısı bir adım öteye taşınmalı. İktidar stratejisinin yeni ara hedefi, sosyalistleri ülkeyi yönetme iddiasına sahip, güven veren ve emekçilerin birlikte mücadele ettiklerinde kazanımlara sahip olabilecekleri bir güç haline getirmek olarak değerlendirilebilir. “Hesaplaşma” gününe kadar kazanımlara odaklanma ve bu ölçüde de sağlıklı bir güç biriktirme olanağına sahibiz. Yaklaşan yerel seçimler, bu yeni hedef için elbette uygun bir hazırlık imkanı sağlıyor. İşin bu kısmını başka yazılarda tartışmak üzere, konunun yerel seçimlerden çok daha önemli bir başka boyutu daha olduğunu göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Yenilgiler, hayalkırıklıkları, yoksullaşma, süreklileşmiş baskıcı politikalar altında giderek yalnız ve çaresiz kalan halkın özgüvene ve bu özgüveni sağlayacak kazanımlara ve başarılara ihtiyacı var. Mahallesinde karşılaştığı bir sorunda yalnız olmadığını, çocuğunun geleceğini düşünürken başkalarının da kendisi gibi olduğunu ve beraber sorunlarına çare arayabileceklerini, deprem ve afet karşısında birlikte yapılabilecek işler olduğunu, iş yerinde veya çalıştığı sektörde koşulların değişebileceğini, en azından yaşadığı sorunu tüm ülkeye duyurabilecek kanalların yaratılabileceğini görmeye ihtiyacı var. Bu açıdan, meseleye partinin veya sosyalistlerin ihtiyaçları değil sınıfın ve halkın ihtiyaçları gözlüğünden bakabilecek durumdayız. Daha doğrusu, örtüşen ihtiyaçlar söz konusu… Burada, sınıf içindeki bazı kesimlerin, kent mücadelesindeki bazı özel alanların, emekçilerin, kadınların ve gençlerin gündelik yaşamını etkileyen bazı temel sorunların hedeflenmesi mümkün görünüyor. Dahası, geçmişte pek çok örnekte gördüğümüz gibi, kazanımlar yeni kazanımları, kazanılan güven yeni başarıları, yeni talep ve mücadeleleri tetikleyecektir. Emek, özgürlükler, laiklik, ekoloji ve özellikle de pek çok uzanımıyla birlikte adalet talebi gibi başlıkların tümü bu türden mücadelelerin ve kazanımların sahası olabilecek yanlar barındırıyor. Elbette burada, tekilliklere daralmamış, bütünselliğin ve bütünlüklü siyasetin parçaları haline getirilmiş bir mücadele hattı kast ediliyor.

Düzen siyasetinin muhalif kanadında giderek derinleşmesi muhtemel boşluğun sosyalistler tarafından doldurulmasında da bu çizginin belirleyici olabileceğini öngörebiliriz. Kendi politik kimliğini belirginleştiren bütünlüklü yaklaşım ile halkın gündelik yaşamı ve emek kavgasında değişimi zorlayan bir dinamizmi süreklileştiren sosyalist hareket, kendi ayakları üzerinde durma aşamasından kendi kulvarını genişletme aşamasına doğru ilerleyebilir. Kendi kulvarını belirginleştirip kuvvetlendiren, emekçilerin kazandığı güvende ve başarılarda yoldaş olmayı başarabilen bir hareket, “Ne olacak bu muhalefetin hali?” kaygısının da panzehiri gibidir. Düzen muhalefetinin olası sağ veya sol manevralarında yolunu şaşırmaz, boşa düşen kesimlere el uzatabilir.

Türkiye İşçi Partisi’nin, Kadıköy, Bakırköy, Beşiktaş, Karşıyaka gibi ilçelerde yüzde 8-10 aralığında alabildiği oylar kimilerince hor görüldü. Yapılan kaba değerlendirmelerde, TİP’in bu oylarının sınıfsal kimlikten uzaklaşmanın işareti olarak okunabileceği anlatıldı.

Bu peşin, en iyimser yorumla aceleci ve düşüncesiz değerlendirmeler yanıltıcı. Bu yazının ilk bölümünde 1965 TİP ve 1999 ÖDP oylarına atıfta bulunulmuştu. 2023 seçim sonuçları ile bu iki seçim arasında kıyaslamalar yapıldığında işin doğasının böyle olduğu görülecektir. Sosyalist siyasetin ilk önemli karşılığını toplumun görece aydın kesimlerinde buluyor olmasının şaşılacak bir yanı bulunmuyor. Öte yandan, 2023 seçimleri özelinde konuşacaksak, aynı TİP büyük kentlerin görece daha alt gelirli bölgelerinde de yüzde 3-4 civarında oylar alabildi. Yani küçümsenen oylar dahi, tarihimiz açısından büyük bir eşiğin aşılabildiğini gösteriyor. Meselenin bir diğer boyutunu ise yukarıdaki kentli emekçilerin, onun önemli bir bölmesi olarak “gri yakalıların” yaşadığı yoksunluk ve çöküşle birlikte anlamak gerekiyor. Bu bölgelerdeki emekçilerin yaşadığı hak ve özgürlük kaybının politik bir sonuç vermesinden neden ürkelim? Yapılması gereken, bu politik tepkiselliği kapsamaya devam etmek ancak onunla yetinmemek… Sosyalist siyasetin, hangi dini inanıştan, etnik kimlikten, ideolojik kökenden gelirse gelsin toplumun tümüne konuşabilen, tümüyle hareket edebilecek örgütlenme kanalları ağları yaratabilen bir hüviyete bürünmesini sağladığımızda hakir görülen bölgelerde alınan destek, yaratıcı bir enerjiyi de beraberinde getirecektir. Zira daha önce de değinildiği gibi, yeni bir yurttaşlık bilincinin oluşumunda katkısı ve emeği ihmal edilemeyecek bir kesimden söz ediyoruz.

İki değini ile bu bölümü bitirelim…

Sosyalist siyasetin toplumun bütününe konuşabilir hale gelmesi, kendini iktidara talip bir özne olarak görmesiyle doğrudan ilintili. Bugünden yarına yaşanacak bir dönüşümden söz etmediğimin farkındayım ama adımların atılması gerekiyor. Sosyalist siyaset halkçı bir üsluba sahip olmaktan korkmamalı örneğin. Halkçı üslup ve eylem yollarının, bir önceki yazıda üzerinde durulan kültürel denemelerin sosyalist siyaseti ülke toprağına yerleştirmek dışında bir komplikasyonu olmayacaktır.

Diğer yandan, popüler ifadesiyle “ötekilerin” temsiliyetine daralmış bir siyaset de sosyalizmi iktidarcı karakterden uzaklaştırma risklerini taşır. Toplumun “ötekisi” haline getirilmiş, kimliği nedeniyle yaşadığı mağduriyet süreklileşmiş bir hal alan kesimlerin sosyalist siyasetle buluşması elbette büyük bir kazanım sayılmlı ancak ötekilerin toplamı değil, ötekiler de dahil olmak üzere toplumun yüzde 99’unu oluşturan emekçilerin çıkar, talep ve hedeflerini ortaklaştırabilen bir harekettir aslolan.

Son olarak, sosyalist hareketin çok uzun yıllardır yapamadığı bir şeyi denemeye başlamanın tam zamanı…

1990’ların ortasından (Susurluk eylemlerini milat alabiliriz) 2013 Gezi Direnişi’ne kadar geçen neredeyse yirmi yıllık süre, solun bir kısmının yüzeysel propaganda faaliyetleri, bir kısmının emek alanında örgütlenme denemeleri, bir kısmının ise çok az sayıdaki mahalleyi “kaleleri” haline getirme çabasıyla geçti. Zaten direnişten sonra da AKP iktidarının uyguladığı politika rahat çalışma imkanlarını büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Türkiye sosyalist hareketinin bugün kaybedecek bir yirmi yılı daha bulunmuyor. Sosyalist hareket, yüzeysel propagandadan toprağa yerleşme, kök salma; belli yerelliklere hapsolmaktan geniş bir alana sirayet etme; mevzi sayılan kimi “emek” örgütlerinin yönetimi için girişilen delege kavgalarından yeni sınıf örgütlenmeleri inşa etme aşamasına hızla geçmeli. Strateji diyorsak, bir sonraki evreye geçmemizi sağlayacak en kritik ve gerçekçi halka muhtemelen bu kök salma, yerleşme ve yeni mevziler yaratma hareketi olacak. Bu hamle için zaman da var, imkan da…

(Devam edecek)

https://www.ilerihaber.org/yazar/iktidar-stratejisi-uzerine-yeniden-dusunurken-ii-155979

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
29.06.2023- 07:58

Örgütsel şablonları yıkmak – III

Sosyalist hareketin yerelleşmeye, yerelliklerde kök salmaya, buraların insanlarıyla büyümeye ve öğrenmeye ihtiyacı var. Her alanın kendine özgü dinamiklerini bilecek, tanıyacak, bölge insanının hassasiyetlerine dokunabilecek, partisini ve genel olarak da sosyalizmi onlar için faydalı hale getirecek, öyle gösterecek insanlarımız olmasını hedeflemeliyiz.

Doğan Ergün  
 
Türkiye’nin siyasi kültüründe ilginç bir alışkanlık var. Tüzükler programlardan daha fazla ilgi çekiyor. Bir partiye üye olanlar veya olmak isteyenler önce tüzüğü okuyor. Örgütsel yaşantıda tüzük daha fazla başvurulan bir kaynak oluyor. Bunun anlaşılabilir yanları var. Tüzüğün parti/örgüt içi yaşantının kurallarını belirleyen bir belge olması onu daha popüler kılıyor olmalı. Muhtemelen insanlar karşılaştıkları zorluklar karşısında çareyi tüzüğe bakmakta buluyor. Veya önceki deneyimlerinden hareketle, bir partiye üye olurken sorun yaşayabileceklerini düşünüyorlar ve kendilerine güvence olarak tüzüğü benimsiyorlar.

Anlaşılır olsa da, siyasi hedefleri ortaya koyan program metninin tüzüğe göre daha az ilgi çekiyor olması ortada yapısal bir sorun olduğunu gösteriyor. Sorunun bir yanını muhtemelen; kişilerin siyasi mücadeleyle ilişkilerinin daha çok bireysellikleri, kendilerinin konumu ve durumunun ne olacağı, siyasete değil ekiplere veya kişilere bağlanmış olmaları gibi faktörler oluşturuyor. Ama bu yurttaşların kendi başlarına öğrendikleri veya doğuştan getirdikleri bir eğilim olmasa gerek. Yani yine muhtemelen, siyasi partilerin iç yaşantıları da politik önceliklerden ziyade bireysellikler, ekipleşmeler, kişisel hırslar üzerinden belirleniyor. Öte yandan, partilerdeki kurumsallaşma sıkıntıları, ortaya çıkan sorunlar karşısında gösterilen refleksler, insanlar için tüzükleri sığınılacak bir liman haline getiriyor.

Benzer bir ilginçliği, sosyalist hareketin siyaset ile örgüt arasında kurduğu hiyerarşide de gözlemlemek mümkün. Sosyalist-komünist parti veya hareketlerde, örgütsel tutum ve modeller bir tür “devrimcilik” kıstası olarak ele alınabiliyor. Pek çokları için programınızın ya da politik hedeflerinizin ne kadar radikal veya devrimci olduğundan ziyade örgütünüzün durumu veya örgüte bakışınız belirleyici. Sosyalist harekette tüzük özel olarak çok önemsenen bir belge olmasa da, örgütsel olduğu iddia edilen kimi ilkelere, geçmişte oluşturulmuş kimi şablonlara bakılıyor. Partinin karakteri, esas olarak bu ilke ve şablonlara ne kadar uygun olup olmadığı üzerinden değerlendiriliyor. Bu durumun yalnız Türkiye’de değil dünyada da geçerli olduğunu söyleyebiliriz. İllegal örgütlenme şablonları, Komintern’in koyduğu kurallar, Mao’ya ya da Lenin’e atfedilen kimi model ve ilkeler vb. pek çok konu neredeyse ideolojik/politik alanı ikame edecek bir yoğunlukta ve önemde tartışılıyor.

Daha önce de bahsettiğim gibi, bu ilginçlikleri anlamak ama onlara teslim olmamak gerek. Türkiye’nin siyasi kültüründeki gariplikler de, dünya sosyalist hareketinin olaylara yaklaşım biçimi de anlaşılır kimi yönler barındırıyor. Elbette örgütsel yaklaşım, ilkeler, örgütsel tutumlar partilerin gelişimlerinde veya geri düşüşlerinde pay sahibi olmuş. Ancak temel iki sorun olduğunu görmemiz gerekiyor.

Birincisi, bir siyasi partide esas olan siyasettir. Doğru bir siyasi analiz ve eyleme yaslanmayan hiçbir parti veya hareket, örgütsel “sağlamlık” ya da “doğruluk” sayesinde bir yerden bir yere gelemez. Örgüt, politik doğrultunun gerektirdiği öncelikler baz alınarak şekillendirilir.

İkincisi, her konuda olduğu gibi örgütte de neyin genel geçer veya evrensel neyin dönemsel tercih olduğunu doğru tespit etmelisiniz. Zaten bu yapılamadığında, adına şablonculuk diyebileceğimiz bir sorunla yüz yüze kalırsınız. Siyasi mücaedelede örgüt, şablonlaştırılmalara en açık mefhumlardan biri olduğu için en ciddi sorunlar da burada yaşanıyor.

***

Siyaset neden belirleyicidir?

İktidarı hedefleyen bir parti açısından elementer olan, ülkeye ve dünyanın somut durumunu tahlil edebilmektir. Üretim ilişkilerinin gelişim düzeyi, üstyapıdaki ana eğilimler, kapitalist-emperyalist sistemin ideolojik-politik yönelimleri, ülkenin özgün koşulları, emekçilerin örgütlenme ve siyasallaşma düzeyi, kriz dinamikleri gibi pek çok başlık çoğu zaman statik bir görünüm çizmez. Dönemler değişir, coğrafyalar farklıdır vb. Bu farklılıklar siyasi önceliklerinizi de etkiler. Örgütün nasıl şekilleneceğine de işte bu siyasi öncelikler temel alınarak karar verilebilir. Açık alanda siyasi mücadele yürütülebiliyor mu, yürütülemiyor mu? Örgüt genişlemeli mi, daralmalı mı? Örgüt içindeki dikey ve yatay mesafe uzun mu yoksa kısa mı olmalı? Emekçilerin ve genel olarak halkın örgütlenme durumu, eğilimleri ne aşamada? Hangi toplumsal dinamikler, hangi modellerle örgütlenmeye açık? Partinin edindiği mevziler ne durumda, hangi yeni mevzilere doğru ilerlenebilir? Bu sorulara yanıt verilmeden kurulacak örgütler, benimsenecek örgütsel yaklaşımlar muhtemelen başarısızlıkla sonuçlanacaktır.

Bu, örgütsel şekillenişte hiçbir ilkeye sahip olunmayacağı anlamına gelmiyor. Çok kabaca özetlemeyi deneyeceğim.

Mevut siyasi-toplumsal koşullar büyüme veya daralma tercihlerinden hangisini gerektirirse gerektirsin, genel geçer ilkelerden biri, bünyeye dahil olan kişilerden en fazla katkıyı almak olmalıdır örneğin. En fazla insandan en fazla katkıyı almak üzere, herkesin kendi birikimleriyle hareketi geliştirebileceği ve en verimli şekilde faaliyet yürütebileceği yol ve yöntemler üzerinde düşünmek gerekir.

Bir sosyalist parti için örgütsel yapı taşlarından bir diğeri “güven ilkesi” olarak adlandırabileceğimiz ilke olmalı. Belli bir hedefe ulaşmak amacıyla, bir akit çerçevesinde insanların bir araya geldiği organizasyonların (ister bir örgüt, ister bir dernek, ister devlet isterse bir parti olsun) tamamında adı konmuş olsun veya olmasın “güven” mefhumuna ilişkin bir ön kabulle hareket edilir. Organizasyonun kendisine ve içindeki insanlara yaklaşımda güven mi yoksa güvensizliğin mi esas alınacağı sorusu çok temel sorunsallardan biridir. Kimi organizasyonlar için “güvensizlik ilkesi” makbuldür. O tür yapılar güvensizlik üzerine bina edildiğinde, riskler azalmış, tedbirler artırılmış olur ve sözleşmeler veya akitler ona göre yapılır.

Oysa, bu tür bir anlayış, devrimci-sosyalist bir parti için uygun olmayacaktır. Herhangi bir tartışma ve sorgulama sürecinde örgüt içindeki davranışa güven duyularak yola çıkılır. Bu tür bir varsayım, “ne yapılırsa doğrudur ve güvenmek gerekir” anlamına gelmez. Güvenden yola çıkılır ve böylece tartışma ve sorgulama aşamasına daha rahat geçilebilir. Meslek alanından bir örnek, kastımı daha iyi anlatacak: Örneğin ticaretteki ilişkiler kesinlikle güvensizlik üzerine bina edilmelidir; ancak diyelim ki hekimlik, güvensizlik üzerine bina edilemez. Bunun sembolik dışavurumu Hipokrat Yemini’dir. Böylece çok riskli durumlarda alınacak inisiyatif ve verilecek kararlar sembolik bir yeminin altyapısını oluşturduğu güven ilkesi dayanak yapılarak hayata geçer.

Tarihimiz hataların, yanlışların, yer yer ihanetlerin tarihi olsa dahi, ancak yola çıkış noktası güven olan bir örgüt devrimci bir mücadelede ayakta kalmayı başarabilir. Karşılaşılan örgütsel-siyasi zorluklar ancak bu güven ilkesi benimsendiğinde aşılabilir. Eleştiri süreçlerine, örgütsel dönüşümlere, seçim gibi mekanizmalara, tehlikeli eylem ve etkinliklere bu ilkeye dayanılarak girişilebilir. Bu ilkenin istismara açık olabileceğinin farkındayım. O nedenle etkin bir denetim şarttır.

Bir sosyalist hareket/parti için genelleştirilebilecek bir başka örgütsel ilke, gerek toplumsal bakımdan gerekse örgüt içi ilişkilerde emekçilerin ve emektarların çıkarlarının öne çıkarılmasıdır. Emekçi sınıfların çıkarlarını savunmak zaten sosyalist dünya görüşünün birinci ilkesi sayılmalı. Örgütlü yaşamın emekçileri gözetecek şekilde düzenlenmesi işin bir diğer boyutu. Diğer yandan, her türlü yönetsel ve temsili mekanizmada emekçilerin söz sahibi olabilmesi, örgütsel rutin ve kararlarda emekçi karakterin ön plana çıkması ve nihayet örgüte en fazla emek verenlerin veya vermeye aday olanların öne çıkarılmaya çalışılması örgütün emekçi ve de patron sınıfından bağımsız karakterini pekiştirecek unsurlar olarak görülebilir.

Sosyalistler açısından savaş vb. olağanüstü koşullar dışında sağlanması gereken bir diğer ilkenin demokratik merkeziyetçilik olduğu söylenebilir. Kurulların seçimle başa geldiği, karar süreçlerinde tartışmaların sonuca odaklı ve programatik sınırlar içerisinde olmak kaydıyla tanımlı kurullarda özgürce yapılabildiği, bu tartışmalar sonucunda alınan kararların kurullar ve altlarına dönük olarak bağlayıcı hale geldiği bir mekanizma örgütsel yaşantının sağlıklı işlemesini de beraberinde getirebilir.

***

Yukarıdaki görece genelleştirilebilecek ilkeler dışında neredeyse tüm konular ister uzun ister kısa vadeli olsun, dönemseldir. Bu tespit, aşağıda ayrıntılarına girmeye çalışacağım yönelimleri değersizleştirmez ancak başka koşullar oluştuğunda gözden geçirilmeleri gerektiğine ilişkin ihtiyat payını eklememizi sağlar.

Yazı dizisinin, genel olarak sosyalist hareketin ve özel olarak da Türkiye İşçi Partisi’nin güncel olanak ve sorunlarına odaklanacağını ilk yazıda belirtmiştim. Bu yazıda öne sürülen fikir ve tezlerin de yine aynı bağlam içinde dikkate alınmasını arzu ederim. Mesele, bugün hangi partide/örgütte olursa olsun sosyalist hareketi bugünden yarına hep beraber taşıyacak insanlarla sağlıklı şekilde ideoloji, siyaset, strateji ve örgüt tartışması yapabilmek ve ilerlemek. Örgütsel ilerleme de bu işin önemli bir ayağını oluşturuyor.

Kitlesel ölçekte siyaset yapma iddiasındaki sosyalistler, örgütsel yapılanmayı düşünürken geçmişin hangi dönemlerini, hangi örneklerini, hangi deneyimlerini kendilerine örnek alacak? Bizi şabloncu olmaktan kurtaracak şeyin, her deneyimi kutsallaştırmamak, olayları ve tutumları dönemsel ihtiyaçların ürünü olarak değerlendirmek olduğuna değinmiştim. Artık geçmişe nasıl bakılabileceğine dair kimi ayrıntılara girmeye başlayabiliriz.

İlk önermemiz şu olsun: Sosyalist-devrimci partilerin örgütsel yapılanmalarını araştırırken öncelikle bakmamız gereken tarihsel kesitler, devrim sonrası değil devrim öncesi dönemlerdir.

Örgütlerin, politik ihtiyaç ve koşullara göre şekilleneceğini söylemiştik. Buna göre, devrimi arayan bir parti ile devrimi korumaya çalışan bir partinin politik ihtiyaçları ve devrim öncesindeki bir ülke ile devrim sonrasındaki bir ülkenin koşulları kategorik olarak birbirlerinden farklıdır. Devrim öncesinin partisi için devrimci ton, devrim sonrasının partisi için ise devrimi koruma güdüsü bakımından muhafazakar ton, doğal olarak daha baskındır. Devrim olana kadarki dönemin toplumsal-sınıfsal örgütlenmeleri, bu örgütlenmeler ile sosyalist partiler arasındaki ilişki, siyasal-toplumsal alana iktidarın müdahaleleri ile devrim sonrası dönemin bu tür yapılanmaları arasında niteliksel bir ayrım bulunur. Öyleyse, devrim sonrasında (örneğin Ekim Devrimi sonrasında) oluşturulan ve maalesef şablonlaştırılan örgüt modelleri bugünün partileri için ana referans olamaz. Devrim sonrası dönemde doğal olarak iktidardaki partinin ihtiyaçları belirleyicidir. Hatta iktidardaki parti doğal olarak dünyadaki sosyalist-komünist partiler ile arasında hiyerarşik bir üstünlük koyma arayışına da girer. Bu niyetlerden bağımsız, doğru-yanlış değerlendirmelerinden azade biçimde, objektif olarak böyledir, belki de böyle olmalıdır. Devrime doğru yol alan bir partinin ise arayışçılığı, kendi içindeki politik canlılığı, toplumsal örgütlenmeler ile kurmaya çalıştığı ilişki, kadrolarına yüklediği denetçilik değil öncülük misyonu, büyüme arzusu onu niteliksel olarak başkalaştırır. Başka yazı ve çalışmalarda derinleştirmek üzere, özetle, Ekim Devrimi’nin öncü partisini, Lenin’in sosyalizm mücadelesine öncülük bağlamındaki katkısını ve özel olarak da Leninizmi, daha çok devrim öncesindeki müdahalesi üzerinden kavramaya çalışmak daha faydalı olacaktır.

Hazır Lenin’den ve onun katkısından bahsetmişken, sonunda bu katkının güncel anlamına bağlamak zorunda olduğumuz bir örgütsel konuya daha değinelim.

“Örgütlenme” dediğimiz olgu, bir kapsama-dışlama gerilimini içinde barındırır. Örgütlenme, özünde bir tercihtir. Kimlerle birlikte hareket etmek istediğiniz, birlikte hareket istediklerinizi hangi yönde dönüştürmek ve onlarla hangi yönde dönüşmek istediğiniz ve kimleri (belki şimdilik) bünyeye dahil etmek istemediğiniz bir karar konusudur. Örneğin Türkiye İşçi Partisi, programını benimseyen, dürüst ve samimi bir şekilde politik bir çalışmanın (çok etkin ya da değil) parçası olmak isteyen herkesi kapsamaya çalışıyor. Daha keskin bir ayrım, emekçiler arasında daha belirgin duvarlar inşa etme gayretinde değil.

Ancak, konuya biraz daha yukarıdan bakmak gerekiyor. Bugün toplumsal ve sınıfsal örgütlenmenin düşük düzeyde olduğu, emekçilerin siyasette etkin bir unsur olarak görülmediği, çalıştıkları iş yeri veya sektörde, yaşadıkları mahallede gündelik hak ve çıkarları için örgütlü bir mücadele içerisinde olmadıkları koşullardayız.   Geçmişte, dünyada örneğin 19. yüz yılın sonlarında, 20. yüz yılın başlarında, 1960’larda vb. emekçi ve halk örgütlülüğünün daha yüksek seviyelerde olduğu dönemler yaşandı. Sosyalist hareket bu genel örgütlenme düzeyine göre kendisine partiler inşa etti. Her dönem kendine uygun öncü insan tiplemesini, kadrosunu, mücadele insanını ve onlar üzerine bina edilen partileri yarattı.

Günümüz şartları altında ise sosyalist hareketin, üzerine bir gelecek planı yapabileceği insan tipolojisinin, yaşadığı veya çalıştığı alanda ortaya çıkan eşitsizlik ve adaletsizliklere tepki gösterme, karşı çıkma eğilimleri gösteren, bunu bir toplumsal bir mücadeleye evriltmeye meyilli kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Sendikalarda, derneklerde veya çeşitli ağlar altında örgütlenmenin düşük seviyede olduğu göz önüne alındığında bu mücadelenin, illa partiyle, partili kimlikle veya partinin bir organı aracılığıyla olması gerekmez. Partililik bir meşruiyet yaratabilir ama yaratmayabilir de… Öyleyse aslolan, genel örgütlenme düzeyinin artırılmasıdır.

Tam bu noktada Lenin’e dönmek istiyorum. Lenin’in örgüt-öncülük meselesindeki özgün katkısı, sınıfın ve genel olarak toplumsal dinamiklerin örgütlenme ve mücadele düzeyinin bir aşamasını denk gelmiştir. Dönemin işçi sınıfı, Avrupa genelinde ve Rusya’da 1800’lerin ortalarından itibaren artık politik bir sınıf haline gelmiş, gerek iş yeri ve fabrika bazında öz-örgütlülüklerini geliştirmiş, gerekse kitlesel partilerini oluşturabilmiş haldedir. Bu genel gelişkinlik düzeyi artık emekçiler arasında politik bilinci gelişkin olanları ayrıştırıp partileştirme, onlardan bir örgüt inşa etmeyi gerektirmiştir. Lenin bu noktada, emekçilerin düzen içileşme eğilimleriyle baş edebilmek için sınıfın “eşitsiz gelişen” unsurlarının öncülüğüne başvurmuştur. Dediğim gibi, bu, toplumsal örgütlenmenin bir aşamasını da tarif eder. Mücadele ve örgütlülük içerisindeki işçi sınıfı gerekli baz eğitimini almış ama içlerinden bir bölümü de eşitsiz gelişebilecek bir potansiyel oluşturmuştur.

“Eşitsiz gelişim” ile birlikte bir kavram daha burada devreye girer: “dışarıdan bilinç”. Lenin’de dışarıdan bilinç, emekçilere dışarıdan birilerinin gelip akıl öğretmesi anlamına gelmez. Aksine içeriden bir müdahaledir.

Emekçilerin iş yerinde deneyimledikleri çelişki ve mücadeleler, ülkenin nasıl yönetildiği sorunuyla ilişkilendirilmediğinde apolitik bir zemine çekilme riski taşır. İş yeri içerisinde deneyimlenen çelişkiler, oluşan karşıtlıklar ve bu alanda verilen mücadeleler kendi başına, kendiliğinden bir politik bilinç yaratmaya yetmeyebilir. O mücadeleler, ülkenin nasıl yönetildiği sorunuyla bağdaştırılamayabilir. Demek ki dışarıdan bilinç, toplumsal alanda, emek alanındaki mücadelelere yapılan “politik” girdiyi anlatır. Yani yine emekçiler içerisinden ama nitelik olarak emek alanıyla sınırlı olmayan, bu anlamıyla “dışarıdan” politik müdahale. Bu manada dışarıdan bilinç, mücadelenin dışındaki değil içindeki özneler arasında eşitsiz gelişenlerin, meseleyi örgütlü biçimde politikleştirmesine verilen addır.

Ancak burada çeşitli komplikasyonlar, riskler devreye girer. Örneğin, eşitsiz gelişim, dışarıdan bilinç, Leninist örgüt, öncülük vb. olgular yukarıdaki biçimde değil de, “Marksizmi en çok bildiği varsayılan ve adanmış kişilerin ayrıştırılarak örgütlenmesi” biçiminde şablonlaştırılması bir hata olacaktır. Böyle bir şablonlaştırmada varılacak yer siyasetten, sınıftan ve toplumsal mücadeleden kaçış olabilir. Bir diğer risk, kişinin kendi alanındaki mücadeleyi küçümseyip, sosyalist parti üyeliğini yeterli görmesidir. Çünkü kendisi Marksizmi bilen insanlar arasında ve adanmış bir kişidir ve diğer her tür örgütlenme biçimi bu vasıfların altındadır.

Maalesef Türkiye sosyalist hareketinde bu şablonlaştırma olası riskleri de gerçek kılmıştır.

Demek ki Lenin’in katkısı üç şekilde tahrif ediliyor: 1) Sosyalist-komünist partiler için devrim sonrasına tarihlenen modeller şablonlaştırılarak, 2) sınıfın toplumsal örgütlenme düzeyine bağlı koşullar ihmal edilerek, 3) dışarıdan bilinç olgusu bozularak.

Şimdi, bütün bu yazılanların ışığında güncel ihtiyaçlara dönebiliriz. Bugün Türkiye’de sendikal örgütlenme, mahalle örgütlenmeleri, çeşitli ağlar üzerinden örgütlenme ve sektörel örgütlenme düzeyinin, özetle öz-örgütlenme düzeyinin çok düşük olduğunu kabul ederek işe başlamalıyız. Öyleyse bir işimiz, bu tür örgütlenme araçlarını yaratmak olmalı. Bunun ne kadar “partili”, ne kadar “partisiz” olacağını hayatın, alanın kendi özgün dinamikleri belirleyecektir. Ama bu başlı başına bir iştir. Bu açıdan şimdilik meselemiz, mücadele ve örgütlülük içerisindeki emekçiler arasında bir ayrıştırma işlemi değil, yani deyim yerindeyse oluşmuş yolda şeritleri çizmeye çalışmak değil, önce yolları inşa etmeye odaklanmaktır. Yani, “emek mücadelesinin kendi güçlü araçları var, büyük bir politik partisi var, şimdi yapmamız gereken onun içinden komünistleri ayrıştırmaktır” gibi bir okuma dönemin koşullarını karşılamaz.

Ama dikkatli okuyucu, eşitsiz gelişimin her koşul ve ortam için geçerli olduğunu bilecek ve sınıfın bütününün içinde bulunduğu atalete teslim olmamak için hangi kesimlerin öne çıkacağını soracaktır.

Buna iki şekilde yanıt vermeliyiz.

Eşitsiz gelişimde arayacağımız başat nosyon bugün mücadele ve örgütlenme eğilimidir. Kitlesel sosyalist parti, bu mücadele ve örgütlenme eğiliminin (şimdilik eğilimin) ve genel politik itirazın partisidir. Kitlesel sosyalist parti, sınıfa genişçe bir yol inşa etmenin partisidir. Şeritler çizme işine sonra girilir.

Ancak bir diğer çok önemli iş ise yukarıda sayılan türden mücadeleleri, mücadele eğilimlerini veya en azından adaletsizliklere karşı ses çıkarma potansiyelini, ülkenin nasıl yönetildiği sorunuyla bağdaştırmaya çalışmak olmalıdır. Burada da partiye ve partililere görev düşer. Bu çalışma, en alt seviyede alanı iyi tanımakla başlar, politik bir eğitim ve kadrolaşma ile sürer, düzenli merkezi politik çıkış ve taraflaştırma çabalarına kadar uzanır, uzanmalıdır.

Yani parti uzun yıllardır tespit ettiğimiz ikili bir iş bulunuyor. Hem genel örgütlenme seviyesini ve araçlarını yaratmak hem de bu mücadelelerin ülke siyasetiyle ilişkisini kurabilecek bir öncülükte bulunmak. Keşke, örneğin sadece ikincisiyle uğraşmak zorunda olsaydık. Ama tarihin bu döneminde Türkiye sosyalist hareketten daha fazlasını istiyor.

***

Örgütsel konuları, örgütlenme biçimlerini daha fazla ilgilendiren ve güncel olarak yaşamsal önemdeki birkaç konuya daha değinerek bu bölümü kapatmak istiyorum.

Yazının önceki bölümlerinde çokça değindiğim için burada kısa bir hatırlatma yaparak ilkini geçebiliriz. Sosyalist hareketin yerelleşmeye, yerelliklerde kök salmaya, buraların insanlarıyla büyümeye ve öğrenmeye ihtiyacı var. Her alanın kendine özgü dinamiklerini bilecek, tanıyacak, bölge insanının hassasiyetlerine dokunabilecek, partisini ve genel olarak da sosyalizmi onlar için faydalı hale getirecek, öyle gösterecek insanlarımız olmasını hedeflemeliyiz. Yine sorular gelecektir… “Ya yerelcilik baş gösterirse, ya merkezi dikkate almazlarsa?” Siyasi mücadelede sorun bitmez. Önemli olan, iyi sorunlarla uğraşabilmektir. Yukarıda yazdıklarımız iyi sorun kategorisindedir ve yapılması gereken, yerellerle ilgilenmek, onları önemsemek ama daha fazlasını da yapmaktır. Yerelle ülke gündemini buluşturmayı sağlayacak merkezi politik üretimlerde bulunmak ve eğitim-kadrolaşma faaliyetlerini bu şekilde gözden geçirmektir. Yoksa, “Okullar olmasa eğitim bakanlığını ne güzel idare ederdik” deyip geçebiliriz.

Yazı dizisinin başından beri üzerinde durduğumuz bir konu, sosyalist hareketin yeni insanlarla buluşmasını sağlamak, hareketi büyütmek oldu. Buna, öngörülebilir bir vade için, sınır koymaya gerek bulunmuyor. Ama büyümek de doğru organize edilmesi gereken bir iştir. İşin bir boyutunu yeni insanları koruyacak, onların görev ve sorumluluk almasından ürkmemesini sağlayacak mekanizmalar geliştirmektir. Yeni faaliyet alanları yaratmak, örgütü-partiyi tepeden tırnağa kurumsal hale getirmek, cevapsız sorularla dolu işleyişten anlaşılır, hesap verebilir ve ölçülebilir bir işleyişe geçmek, görev ve sorumlulukların belli insanlara tapulu olmadığını gösteren demokratik mekanizmaları işletmek gibi adımlar, yeni insanları kapsayıp, verimli hale getirebilir. Öte yandan, partinin programatik doğrultusu ve emekçi karakterinin de korunması gerekir. Bunun tek bir formülü olmadığı, hazır reçeteler bulunmadığı bir gerçek. Yine de, görev ve sorumluluklar için emek ve fedakarlık kriterlerini işletmek, sosyalist siyaseti bulunulan alanda yeniden üretecek bir yaratıcılık talep etmek ve bir yerde daha değindiğimiz gibi, denetimi sürekli kılmak bu açıdan gerekli temelleri oluşturacaktır.

Son olarak, üye veya gönüllünün faaliyetini izleyici konumdan çıkaracak bir işleyiş biçimini yaratmak gerekir. Türkiye İşçi Partisi’nin depremden itibaren ve seçim döneminde hayata geçirdiği çalışma tarzı bu açıdan çok değerli bir örnek teşkil ediyor. Düzenli merkezi seslenme, yön gösterme ve politik üretimin yanı sıra, eş zamanlı sürdürülen kampanyalar, çok çeşitli birikim ve donanımları olan insanların gönül rahatlığıyla dahil olabilecekleri faaliyetler, buralarda sorumluluk ve görev dağıtımında sağlanan esneklik sayesinde sosyalist hareket on yıllar sonra ilk defa on binler hatta belki yüz bine yakın sayıda insanı harekete geçirmeyi başarabildi. Demek ki, yalnızca üyelik ve onun getirdiği düzenli parti işleyişiyle sınırlı kalmayan, oraya sığmayan çok çeşitli insan malzemesini faaliyetin içinde harekete geçirebilecek yol ve yöntemler bulunabilir. Hatta bu yol ve yöntemlerin bazıları üyelerin de çalışmalarının temelini oluşturabilir. Bir yandan, merkezi kurullar, örgüt hiyerarşisi, il-ilçe yönetimleri üzerinden mahallelere ulaşan bir düzenli işleyiş ve diğer yandan çeşitli büro ve komisyonlar, ağ ve farklı kitle örgütleri aracılığıyla yürütülecek, hedeflere odaklanmış, farklı uzmanlıklarla zenginleşmeyi gerektiren çalışmalar el ele yürütülebilir. Yeter ki, faaliyeti askerlikteki “boyalı bank nöbeti” benzeri anlamsız ve faydasız iş kalıplarından kurtarabilelim…

https://amp.ilerihaber.org/yazar/orgutsel-sablonlari-yikmak-iii-156295

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
01.07.2023- 08:06

Örgütsel şablonları yıkmak – III

Sosyalist hareketin yerelleşmeye, yerelliklerde kök salmaya, buraların insanlarıyla büyümeye ve öğrenmeye ihtiyacı var. Her alanın kendine özgü dinamiklerini bilecek, tanıyacak, bölge insanının hassasiyetlerine dokunabilecek, partisini ve genel olarak da sosyalizmi onlar için faydalı hale getirecek, öyle gösterecek insanlarımız olmasını hedeflemeliyiz.

Doğan Ergün
 
Türkiye’nin siyasi kültüründe ilginç bir alışkanlık var. Tüzükler programlardan daha fazla ilgi çekiyor. Bir partiye üye olanlar veya olmak isteyenler önce tüzüğü okuyor. Örgütsel yaşantıda tüzük daha fazla başvurulan bir kaynak oluyor. Bunun anlaşılabilir yanları var. Tüzüğün parti/örgüt içi yaşantının kurallarını belirleyen bir belge olması onu daha popüler kılıyor olmalı. Muhtemelen insanlar karşılaştıkları zorluklar karşısında çareyi tüzüğe bakmakta buluyor. Veya önceki deneyimlerinden hareketle, bir partiye üye olurken sorun yaşayabileceklerini düşünüyorlar ve kendilerine güvence olarak tüzüğü benimsiyorlar.

Anlaşılır olsa da, siyasi hedefleri ortaya koyan program metninin tüzüğe göre daha az ilgi çekiyor olması ortada yapısal bir sorun olduğunu gösteriyor. Sorunun bir yanını muhtemelen; kişilerin siyasi mücadeleyle ilişkilerinin daha çok bireysellikleri, kendilerinin konumu ve durumunun ne olacağı, siyasete değil ekiplere veya kişilere bağlanmış olmaları gibi faktörler oluşturuyor. Ama bu yurttaşların kendi başlarına öğrendikleri veya doğuştan getirdikleri bir eğilim olmasa gerek. Yani yine muhtemelen, siyasi partilerin iç yaşantıları da politik önceliklerden ziyade bireysellikler, ekipleşmeler, kişisel hırslar üzerinden belirleniyor. Öte yandan, partilerdeki kurumsallaşma sıkıntıları, ortaya çıkan sorunlar karşısında gösterilen refleksler, insanlar için tüzükleri sığınılacak bir liman haline getiriyor.

Benzer bir ilginçliği, sosyalist hareketin siyaset ile örgüt arasında kurduğu hiyerarşide de gözlemlemek mümkün. Sosyalist-komünist parti veya hareketlerde, örgütsel tutum ve modeller bir tür “devrimcilik” kıstası olarak ele alınabiliyor. Pek çokları için programınızın ya da politik hedeflerinizin ne kadar radikal veya devrimci olduğundan ziyade örgütünüzün durumu veya örgüte bakışınız belirleyici. Sosyalist harekette tüzük özel olarak çok önemsenen bir belge olmasa da, örgütsel olduğu iddia edilen kimi ilkelere, geçmişte oluşturulmuş kimi şablonlara bakılıyor. Partinin karakteri, esas olarak bu ilke ve şablonlara ne kadar uygun olup olmadığı üzerinden değerlendiriliyor. Bu durumun yalnız Türkiye’de değil dünyada da geçerli olduğunu söyleyebiliriz. İllegal örgütlenme şablonları, Komintern’in koyduğu kurallar, Mao’ya ya da Lenin’e atfedilen kimi model ve ilkeler vb. pek çok konu neredeyse ideolojik/politik alanı ikame edecek bir yoğunlukta ve önemde tartışılıyor.

Daha önce de bahsettiğim gibi, bu ilginçlikleri anlamak ama onlara teslim olmamak gerek. Türkiye’nin siyasi kültüründeki gariplikler de, dünya sosyalist hareketinin olaylara yaklaşım biçimi de anlaşılır kimi yönler barındırıyor. Elbette örgütsel yaklaşım, ilkeler, örgütsel tutumlar partilerin gelişimlerinde veya geri düşüşlerinde pay sahibi olmuş. Ancak temel iki sorun olduğunu görmemiz gerekiyor.

Birincisi, bir siyasi partide esas olan siyasettir. Doğru bir siyasi analiz ve eyleme yaslanmayan hiçbir parti veya hareket, örgütsel “sağlamlık” ya da “doğruluk” sayesinde bir yerden bir yere gelemez. Örgüt, politik doğrultunun gerektirdiği öncelikler baz alınarak şekillendirilir.

İkincisi, her konuda olduğu gibi örgütte de neyin genel geçer veya evrensel neyin dönemsel tercih olduğunu doğru tespit etmelisiniz. Zaten bu yapılamadığında, adına şablonculuk diyebileceğimiz bir sorunla yüz yüze kalırsınız. Siyasi mücaedelede örgüt, şablonlaştırılmalara en açık mefhumlardan biri olduğu için en ciddi sorunlar da burada yaşanıyor.

***

Siyaset neden belirleyicidir?

İktidarı hedefleyen bir parti açısından elementer olan, ülkeye ve dünyanın somut durumunu tahlil edebilmektir. Üretim ilişkilerinin gelişim düzeyi, üstyapıdaki ana eğilimler, kapitalist-emperyalist sistemin ideolojik-politik yönelimleri, ülkenin özgün koşulları, emekçilerin örgütlenme ve siyasallaşma düzeyi, kriz dinamikleri gibi pek çok başlık çoğu zaman statik bir görünüm çizmez. Dönemler değişir, coğrafyalar farklıdır vb. Bu farklılıklar siyasi önceliklerinizi de etkiler. Örgütün nasıl şekilleneceğine de işte bu siyasi öncelikler temel alınarak karar verilebilir. Açık alanda siyasi mücadele yürütülebiliyor mu, yürütülemiyor mu? Örgüt genişlemeli mi, daralmalı mı? Örgüt içindeki dikey ve yatay mesafe uzun mu yoksa kısa mı olmalı? Emekçilerin ve genel olarak halkın örgütlenme durumu, eğilimleri ne aşamada? Hangi toplumsal dinamikler, hangi modellerle örgütlenmeye açık? Partinin edindiği mevziler ne durumda, hangi yeni mevzilere doğru ilerlenebilir? Bu sorulara yanıt verilmeden kurulacak örgütler, benimsenecek örgütsel yaklaşımlar muhtemelen başarısızlıkla sonuçlanacaktır.

Bu, örgütsel şekillenişte hiçbir ilkeye sahip olunmayacağı anlamına gelmiyor. Çok kabaca özetlemeyi deneyeceğim.

Mevut siyasi-toplumsal koşullar büyüme veya daralma tercihlerinden hangisini gerektirirse gerektirsin, genel geçer ilkelerden biri, bünyeye dahil olan kişilerden en fazla katkıyı almak olmalıdır örneğin. En fazla insandan en fazla katkıyı almak üzere, herkesin kendi birikimleriyle hareketi geliştirebileceği ve en verimli şekilde faaliyet yürütebileceği yol ve yöntemler üzerinde düşünmek gerekir.

Bir sosyalist parti için örgütsel yapı taşlarından bir diğeri “güven ilkesi” olarak adlandırabileceğimiz ilke olmalı. Belli bir hedefe ulaşmak amacıyla, bir akit çerçevesinde insanların bir araya geldiği organizasyonların (ister bir örgüt, ister bir dernek, ister devlet isterse bir parti olsun) tamamında adı konmuş olsun veya olmasın “güven” mefhumuna ilişkin bir ön kabulle hareket edilir. Organizasyonun kendisine ve içindeki insanlara yaklaşımda güven mi yoksa güvensizliğin mi esas alınacağı sorusu çok temel sorunsallardan biridir. Kimi organizasyonlar için “güvensizlik ilkesi” makbuldür. O tür yapılar güvensizlik üzerine bina edildiğinde, riskler azalmış, tedbirler artırılmış olur ve sözleşmeler veya akitler ona göre yapılır.

Oysa, bu tür bir anlayış, devrimci-sosyalist bir parti için uygun olmayacaktır. Herhangi bir tartışma ve sorgulama sürecinde örgüt içindeki davranışa güven duyularak yola çıkılır. Bu tür bir varsayım, “ne yapılırsa doğrudur ve güvenmek gerekir” anlamına gelmez. Güvenden yola çıkılır ve böylece tartışma ve sorgulama aşamasına daha rahat geçilebilir. Meslek alanından bir örnek, kastımı daha iyi anlatacak: Örneğin ticaretteki ilişkiler kesinlikle güvensizlik üzerine bina edilmelidir; ancak diyelim ki hekimlik, güvensizlik üzerine bina edilemez. Bunun sembolik dışavurumu Hipokrat Yemini’dir. Böylece çok riskli durumlarda alınacak inisiyatif ve verilecek kararlar sembolik bir yeminin altyapısını oluşturduğu güven ilkesi dayanak yapılarak hayata geçer.

Tarihimiz hataların, yanlışların, yer yer ihanetlerin tarihi olsa dahi, ancak yola çıkış noktası güven olan bir örgüt devrimci bir mücadelede ayakta kalmayı başarabilir. Karşılaşılan örgütsel-siyasi zorluklar ancak bu güven ilkesi benimsendiğinde aşılabilir. Eleştiri süreçlerine, örgütsel dönüşümlere, seçim gibi mekanizmalara, tehlikeli eylem ve etkinliklere bu ilkeye dayanılarak girişilebilir. Bu ilkenin istismara açık olabileceğinin farkındayım. O nedenle etkin bir denetim şarttır.

Bir sosyalist hareket/parti için genelleştirilebilecek bir başka örgütsel ilke, gerek toplumsal bakımdan gerekse örgüt içi ilişkilerde emekçilerin ve emektarların çıkarlarının öne çıkarılmasıdır. Emekçi sınıfların çıkarlarını savunmak zaten sosyalist dünya görüşünün birinci ilkesi sayılmalı. Örgütlü yaşamın emekçileri gözetecek şekilde düzenlenmesi işin bir diğer boyutu. Diğer yandan, her türlü yönetsel ve temsili mekanizmada emekçilerin söz sahibi olabilmesi, örgütsel rutin ve kararlarda emekçi karakterin ön plana çıkması ve nihayet örgüte en fazla emek verenlerin veya vermeye aday olanların öne çıkarılmaya çalışılması örgütün emekçi ve de patron sınıfından bağımsız karakterini pekiştirecek unsurlar olarak görülebilir.

Sosyalistler açısından savaş vb. olağanüstü koşullar dışında sağlanması gereken bir diğer ilkenin demokratik merkeziyetçilik olduğu söylenebilir. Kurulların seçimle başa geldiği, karar süreçlerinde tartışmaların sonuca odaklı ve programatik sınırlar içerisinde olmak kaydıyla tanımlı kurullarda özgürce yapılabildiği, bu tartışmalar sonucunda alınan kararların kurullar ve altlarına dönük olarak bağlayıcı hale geldiği bir mekanizma örgütsel yaşantının sağlıklı işlemesini de beraberinde getirebilir.

***

Yukarıdaki görece genelleştirilebilecek ilkeler dışında neredeyse tüm konular ister uzun ister kısa vadeli olsun, dönemseldir. Bu tespit, aşağıda ayrıntılarına girmeye çalışacağım yönelimleri değersizleştirmez ancak başka koşullar oluştuğunda gözden geçirilmeleri gerektiğine ilişkin ihtiyat payını eklememizi sağlar.

Yazı dizisinin, genel olarak sosyalist hareketin ve özel olarak da Türkiye İşçi Partisi’nin güncel olanak ve sorunlarına odaklanacağını ilk yazıda belirtmiştim. Bu yazıda öne sürülen fikir ve tezlerin de yine aynı bağlam içinde dikkate alınmasını arzu ederim. Mesele, bugün hangi partide/örgütte olursa olsun sosyalist hareketi bugünden yarına hep beraber taşıyacak insanlarla sağlıklı şekilde ideoloji, siyaset, strateji ve örgüt tartışması yapabilmek ve ilerlemek. Örgütsel ilerleme de bu işin önemli bir ayağını oluşturuyor.

Kitlesel ölçekte siyaset yapma iddiasındaki sosyalistler, örgütsel yapılanmayı düşünürken geçmişin hangi dönemlerini, hangi örneklerini, hangi deneyimlerini kendilerine örnek alacak? Bizi şabloncu olmaktan kurtaracak şeyin, her deneyimi kutsallaştırmamak, olayları ve tutumları dönemsel ihtiyaçların ürünü olarak değerlendirmek olduğuna değinmiştim. Artık geçmişe nasıl bakılabileceğine dair kimi ayrıntılara girmeye başlayabiliriz.

İlk önermemiz şu olsun: Sosyalist-devrimci partilerin örgütsel yapılanmalarını araştırırken öncelikle bakmamız gereken tarihsel kesitler, devrim sonrası değil devrim öncesi dönemlerdir.

Örgütlerin, politik ihtiyaç ve koşullara göre şekilleneceğini söylemiştik. Buna göre, devrimi arayan bir parti ile devrimi korumaya çalışan bir partinin politik ihtiyaçları ve devrim öncesindeki bir ülke ile devrim sonrasındaki bir ülkenin koşulları kategorik olarak birbirlerinden farklıdır. Devrim öncesinin partisi için devrimci ton, devrim sonrasının partisi için ise devrimi koruma güdüsü bakımından muhafazakar ton, doğal olarak daha baskındır. Devrim olana kadarki dönemin toplumsal-sınıfsal örgütlenmeleri, bu örgütlenmeler ile sosyalist partiler arasındaki ilişki, siyasal-toplumsal alana iktidarın müdahaleleri ile devrim sonrası dönemin bu tür yapılanmaları arasında niteliksel bir ayrım bulunur. Öyleyse, devrim sonrasında (örneğin Ekim Devrimi sonrasında) oluşturulan ve maalesef şablonlaştırılan örgüt modelleri bugünün partileri için ana referans olamaz. Devrim sonrası dönemde doğal olarak iktidardaki partinin ihtiyaçları belirleyicidir. Hatta iktidardaki parti doğal olarak dünyadaki sosyalist-komünist partiler ile arasında hiyerarşik bir üstünlük koyma arayışına da girer. Bu niyetlerden bağımsız, doğru-yanlış değerlendirmelerinden azade biçimde, objektif olarak böyledir, belki de böyle olmalıdır. Devrime doğru yol alan bir partinin ise arayışçılığı, kendi içindeki politik canlılığı, toplumsal örgütlenmeler ile kurmaya çalıştığı ilişki, kadrolarına yüklediği denetçilik değil öncülük misyonu, büyüme arzusu onu niteliksel olarak başkalaştırır. Başka yazı ve çalışmalarda derinleştirmek üzere, özetle, Ekim Devrimi’nin öncü partisini, Lenin’in sosyalizm mücadelesine öncülük bağlamındaki katkısını ve özel olarak da Leninizmi, daha çok devrim öncesindeki müdahalesi üzerinden kavramaya çalışmak daha faydalı olacaktır.

Hazır Lenin’den ve onun katkısından bahsetmişken, sonunda bu katkının güncel anlamına bağlamak zorunda olduğumuz bir örgütsel konuya daha değinelim.

“Örgütlenme” dediğimiz olgu, bir kapsama-dışlama gerilimini içinde barındırır. Örgütlenme, özünde bir tercihtir. Kimlerle birlikte hareket etmek istediğiniz, birlikte hareket istediklerinizi hangi yönde dönüştürmek ve onlarla hangi yönde dönüşmek istediğiniz ve kimleri (belki şimdilik) bünyeye dahil etmek istemediğiniz bir karar konusudur. Örneğin Türkiye İşçi Partisi, programını benimseyen, dürüst ve samimi bir şekilde politik bir çalışmanın (çok etkin ya da değil) parçası olmak isteyen herkesi kapsamaya çalışıyor. Daha keskin bir ayrım, emekçiler arasında daha belirgin duvarlar inşa etme gayretinde değil.

Ancak, konuya biraz daha yukarıdan bakmak gerekiyor. Bugün toplumsal ve sınıfsal örgütlenmenin düşük düzeyde olduğu, emekçilerin siyasette etkin bir unsur olarak görülmediği, çalıştıkları iş yeri veya sektörde, yaşadıkları mahallede gündelik hak ve çıkarları için örgütlü bir mücadele içerisinde olmadıkları koşullardayız.   Geçmişte, dünyada örneğin 19. yüz yılın sonlarında, 20. yüz yılın başlarında, 1960’larda vb. emekçi ve halk örgütlülüğünün daha yüksek seviyelerde olduğu dönemler yaşandı. Sosyalist hareket bu genel örgütlenme düzeyine göre kendisine partiler inşa etti. Her dönem kendine uygun öncü insan tiplemesini, kadrosunu, mücadele insanını ve onlar üzerine bina edilen partileri yarattı.

Günümüz şartları altında ise sosyalist hareketin, üzerine bir gelecek planı yapabileceği insan tipolojisinin, yaşadığı veya çalıştığı alanda ortaya çıkan eşitsizlik ve adaletsizliklere tepki gösterme, karşı çıkma eğilimleri gösteren, bunu bir toplumsal bir mücadeleye evriltmeye meyilli kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Sendikalarda, derneklerde veya çeşitli ağlar altında örgütlenmenin düşük seviyede olduğu göz önüne alındığında bu mücadelenin, illa partiyle, partili kimlikle veya partinin bir organı aracılığıyla olması gerekmez. Partililik bir meşruiyet yaratabilir ama yaratmayabilir de… Öyleyse aslolan, genel örgütlenme düzeyinin artırılmasıdır.

Tam bu noktada Lenin’e dönmek istiyorum. Lenin’in örgüt-öncülük meselesindeki özgün katkısı, sınıfın ve genel olarak toplumsal dinamiklerin örgütlenme ve mücadele düzeyinin bir aşamasını denk gelmiştir. Dönemin işçi sınıfı, Avrupa genelinde ve Rusya’da 1800’lerin ortalarından itibaren artık politik bir sınıf haline gelmiş, gerek iş yeri ve fabrika bazında öz-örgütlülüklerini geliştirmiş, gerekse kitlesel partilerini oluşturabilmiş haldedir. Bu genel gelişkinlik düzeyi artık emekçiler arasında politik bilinci gelişkin olanları ayrıştırıp partileştirme, onlardan bir örgüt inşa etmeyi gerektirmiştir. Lenin bu noktada, emekçilerin düzen içileşme eğilimleriyle baş edebilmek için sınıfın “eşitsiz gelişen” unsurlarının öncülüğüne başvurmuştur. Dediğim gibi, bu, toplumsal örgütlenmenin bir aşamasını da tarif eder. Mücadele ve örgütlülük içerisindeki işçi sınıfı gerekli baz eğitimini almış ama içlerinden bir bölümü de eşitsiz gelişebilecek bir potansiyel oluşturmuştur.

“Eşitsiz gelişim” ile birlikte bir kavram daha burada devreye girer: “dışarıdan bilinç”. Lenin’de dışarıdan bilinç, emekçilere dışarıdan birilerinin gelip akıl öğretmesi anlamına gelmez. Aksine içeriden bir müdahaledir.

Emekçilerin iş yerinde deneyimledikleri çelişki ve mücadeleler, ülkenin nasıl yönetildiği sorunuyla ilişkilendirilmediğinde apolitik bir zemine çekilme riski taşır. İş yeri içerisinde deneyimlenen çelişkiler, oluşan karşıtlıklar ve bu alanda verilen mücadeleler kendi başına, kendiliğinden bir politik bilinç yaratmaya yetmeyebilir. O mücadeleler, ülkenin nasıl yönetildiği sorunuyla bağdaştırılamayabilir. Demek ki dışarıdan bilinç, toplumsal alanda, emek alanındaki mücadelelere yapılan “politik” girdiyi anlatır. Yani yine emekçiler içerisinden ama nitelik olarak emek alanıyla sınırlı olmayan, bu anlamıyla “dışarıdan” politik müdahale. Bu manada dışarıdan bilinç, mücadelenin dışındaki değil içindeki özneler arasında eşitsiz gelişenlerin, meseleyi örgütlü biçimde politikleştirmesine verilen addır.

Ancak burada çeşitli komplikasyonlar, riskler devreye girer. Örneğin, eşitsiz gelişim, dışarıdan bilinç, Leninist örgüt, öncülük vb. olgular yukarıdaki biçimde değil de, “Marksizmi en çok bildiği varsayılan ve adanmış kişilerin ayrıştırılarak örgütlenmesi” biçiminde şablonlaştırılması bir hata olacaktır. Böyle bir şablonlaştırmada varılacak yer siyasetten, sınıftan ve toplumsal mücadeleden kaçış olabilir. Bir diğer risk, kişinin kendi alanındaki mücadeleyi küçümseyip, sosyalist parti üyeliğini yeterli görmesidir. Çünkü kendisi Marksizmi bilen insanlar arasında ve adanmış bir kişidir ve diğer her tür örgütlenme biçimi bu vasıfların altındadır.

Maalesef Türkiye sosyalist hareketinde bu şablonlaştırma olası riskleri de gerçek kılmıştır.

Demek ki Lenin’in katkısı üç şekilde tahrif ediliyor: 1) Sosyalist-komünist partiler için devrim sonrasına tarihlenen modeller şablonlaştırılarak, 2) sınıfın toplumsal örgütlenme düzeyine bağlı koşullar ihmal edilerek, 3) dışarıdan bilinç olgusu bozularak.

Şimdi, bütün bu yazılanların ışığında güncel ihtiyaçlara dönebiliriz. Bugün Türkiye’de sendikal örgütlenme, mahalle örgütlenmeleri, çeşitli ağlar üzerinden örgütlenme ve sektörel örgütlenme düzeyinin, özetle öz-örgütlenme düzeyinin çok düşük olduğunu kabul ederek işe başlamalıyız. Öyleyse bir işimiz, bu tür örgütlenme araçlarını yaratmak olmalı. Bunun ne kadar “partili”, ne kadar “partisiz” olacağını hayatın, alanın kendi özgün dinamikleri belirleyecektir. Ama bu başlı başına bir iştir. Bu açıdan şimdilik meselemiz, mücadele ve örgütlülük içerisindeki emekçiler arasında bir ayrıştırma işlemi değil, yani deyim yerindeyse oluşmuş yolda şeritleri çizmeye çalışmak değil, önce yolları inşa etmeye odaklanmaktır. Yani, “emek mücadelesinin kendi güçlü araçları var, büyük bir politik partisi var, şimdi yapmamız gereken onun içinden komünistleri ayrıştırmaktır” gibi bir okuma dönemin koşullarını karşılamaz.

Ama dikkatli okuyucu, eşitsiz gelişimin her koşul ve ortam için geçerli olduğunu bilecek ve sınıfın bütününün içinde bulunduğu atalete teslim olmamak için hangi kesimlerin öne çıkacağını soracaktır.

Buna iki şekilde yanıt vermeliyiz.

Eşitsiz gelişimde arayacağımız başat nosyon bugün mücadele ve örgütlenme eğilimidir. Kitlesel sosyalist parti, bu mücadele ve örgütlenme eğiliminin (şimdilik eğilimin) ve genel politik itirazın partisidir. Kitlesel sosyalist parti, sınıfa genişçe bir yol inşa etmenin partisidir. Şeritler çizme işine sonra girilir.

Ancak bir diğer çok önemli iş ise yukarıda sayılan türden mücadeleleri, mücadele eğilimlerini veya en azından adaletsizliklere karşı ses çıkarma potansiyelini, ülkenin nasıl yönetildiği sorunuyla bağdaştırmaya çalışmak olmalıdır. Burada da partiye ve partililere görev düşer. Bu çalışma, en alt seviyede alanı iyi tanımakla başlar, politik bir eğitim ve kadrolaşma ile sürer, düzenli merkezi politik çıkış ve taraflaştırma çabalarına kadar uzanır, uzanmalıdır.

Yani parti uzun yıllardır tespit ettiğimiz ikili bir iş bulunuyor. Hem genel örgütlenme seviyesini ve araçlarını yaratmak hem de bu mücadelelerin ülke siyasetiyle ilişkisini kurabilecek bir öncülükte bulunmak. Keşke, örneğin sadece ikincisiyle uğraşmak zorunda olsaydık. Ama tarihin bu döneminde Türkiye sosyalist hareketten daha fazlasını istiyor.

***

Örgütsel konuları, örgütlenme biçimlerini daha fazla ilgilendiren ve güncel olarak yaşamsal önemdeki birkaç konuya daha değinerek bu bölümü kapatmak istiyorum.

Yazının önceki bölümlerinde çokça değindiğim için burada kısa bir hatırlatma yaparak ilkini geçebiliriz. Sosyalist hareketin yerelleşmeye, yerelliklerde kök salmaya, buraların insanlarıyla büyümeye ve öğrenmeye ihtiyacı var. Her alanın kendine özgü dinamiklerini bilecek, tanıyacak, bölge insanının hassasiyetlerine dokunabilecek, partisini ve genel olarak da sosyalizmi onlar için faydalı hale getirecek, öyle gösterecek insanlarımız olmasını hedeflemeliyiz. Yine sorular gelecektir… “Ya yerelcilik baş gösterirse, ya merkezi dikkate almazlarsa?” Siyasi mücadelede sorun bitmez. Önemli olan, iyi sorunlarla uğraşabilmektir. Yukarıda yazdıklarımız iyi sorun kategorisindedir ve yapılması gereken, yerellerle ilgilenmek, onları önemsemek ama daha fazlasını da yapmaktır. Yerelle ülke gündemini buluşturmayı sağlayacak merkezi politik üretimlerde bulunmak ve eğitim-kadrolaşma faaliyetlerini bu şekilde gözden geçirmektir. Yoksa, “Okullar olmasa eğitim bakanlığını ne güzel idare ederdik” deyip geçebiliriz.

Yazı dizisinin başından beri üzerinde durduğumuz bir konu, sosyalist hareketin yeni insanlarla buluşmasını sağlamak, hareketi büyütmek oldu. Buna, öngörülebilir bir vade için, sınır koymaya gerek bulunmuyor. Ama büyümek de doğru organize edilmesi gereken bir iştir. İşin bir boyutunu yeni insanları koruyacak, onların görev ve sorumluluk almasından ürkmemesini sağlayacak mekanizmalar geliştirmektir. Yeni faaliyet alanları yaratmak, örgütü-partiyi tepeden tırnağa kurumsal hale getirmek, cevapsız sorularla dolu işleyişten anlaşılır, hesap verebilir ve ölçülebilir bir işleyişe geçmek, görev ve sorumlulukların belli insanlara tapulu olmadığını gösteren demokratik mekanizmaları işletmek gibi adımlar, yeni insanları kapsayıp, verimli hale getirebilir. Öte yandan, partinin programatik doğrultusu ve emekçi karakterinin de korunması gerekir. Bunun tek bir formülü olmadığı, hazır reçeteler bulunmadığı bir gerçek. Yine de, görev ve sorumluluklar için emek ve fedakarlık kriterlerini işletmek, sosyalist siyaseti bulunulan alanda yeniden üretecek bir yaratıcılık talep etmek ve bir yerde daha değindiğimiz gibi, denetimi sürekli kılmak bu açıdan gerekli temelleri oluşturacaktır.

Son olarak, üye veya gönüllünün faaliyetini izleyici konumdan çıkaracak bir işleyiş biçimini yaratmak gerekir. Türkiye İşçi Partisi’nin depremden itibaren ve seçim döneminde hayata geçirdiği çalışma tarzı bu açıdan çok değerli bir örnek teşkil ediyor. Düzenli merkezi seslenme, yön gösterme ve politik üretimin yanı sıra, eş zamanlı sürdürülen kampanyalar, çok çeşitli birikim ve donanımları olan insanların gönül rahatlığıyla dahil olabilecekleri faaliyetler, buralarda sorumluluk ve görev dağıtımında sağlanan esneklik sayesinde sosyalist hareket on yıllar sonra ilk defa on binler hatta belki yüz bine yakın sayıda insanı harekete geçirmeyi başarabildi. Demek ki, yalnızca üyelik ve onun getirdiği düzenli parti işleyişiyle sınırlı kalmayan, oraya sığmayan çok çeşitli insan malzemesini faaliyetin içinde harekete geçirebilecek yol ve yöntemler bulunabilir. Hatta bu yol ve yöntemlerin bazıları üyelerin de çalışmalarının temelini oluşturabilir. Bir yandan, merkezi kurullar, örgüt hiyerarşisi, il-ilçe yönetimleri üzerinden mahallelere ulaşan bir düzenli işleyiş ve diğer yandan çeşitli büro ve komisyonlar, ağ ve farklı kitle örgütleri aracılığıyla yürütülecek, hedeflere odaklanmış, farklı uzmanlıklarla zenginleşmeyi gerektiren çalışmalar el ele yürütülebilir. Yeter ki, faaliyeti askerlikteki “boyalı bank nöbeti” benzeri anlamsız ve faydasız iş kalıplarından kurtarabilelim…

https://www.ilerihaber.org/yazar/orgutsel-sablonlari-yikmak-iii-156295

melnur  |  Cvp:
Cevap: 4
25.08.2023- 08:48

Kazanım siyaseti - IV

Mücadeleyi halkın içerisine, devlet ve iktidar kurumlarının henüz kapatamadığı alanlara yani açık sahaya taşımayı öneriyoruz. En meşru ve toplumsal mevzileri koruyalım, oraya dönük tehdit ve saldırıları ifşa edelim ama bununla yetinmeyelim. İktidarın en gayrimeşru olabileceği, yeterince yığınak yapamadığı belki de öngörülebilir vadede yapamayacağı açık sahalara yerleşelim.

Doğan Ergün  
 
2023 Mayıs seçimlerinden sonra birkaç tespitte bulunmamız gerekiyor.

Birincisi; yüzünü sola dönmüş veya daha geniş bir topluluğu ifade edecek şekilde Saray’a sırtını dönmüş kesimler içerisinde en çok dikkate alınması gereken kaygı kendisini şu soruyla ifade ediyor: “Neyi değiştirebiliriz ki?” Bu soru öfkeden veya korkudan ziyade ve aslında daha kötüsü, çaresizliği ve mücadeleden uzaklaşmayı ima ediyor.

İkincisi; rejim kurumsal bakımdan yerleşme yolunda önemli adımlar attı ve RTE kendi fiziksel ömrü sona erse de, kurmakta olduğu iktidar modelinin devamlılığını sağlama alabilecek bir zaman kazandığını düşünüyor. Buradan çıkacak bir sonuç, ilerici-demokratik herhangi bir mücadelede, devlet uzantılı/bağlantılı herhangi bir kurumdan beklenti içine girmek, devlet kurumsallığı içerisinde şimdilik bir çatlak oluşmasını beklemek aşırı iyimserlik olacaktır. Yani, örneğin geçmişte olduğu gibi, akademiden veya yargı kurumlarından, halkın mücadelesini destekleyebilecek, desteklemese de ön açıcı olabilecek bir tavır beklenmemelidir.

Üçüncüsü; Türkiye’de sola mal edilebilecek veya şu anki varlığını sola borçlu olan kurumsal mevziler yok denecek kadar azdır. Elbette emekten yana, ilerici, demokratik kazanım ve mevziler mevcuttur ancak bunlar da sol-sosyalist geleneğe daralmayacak kadar geniş, toplumsal bir koruma çeperine sahip oldukları için ayakta kalmayı sürdürüyorlar. Örnek olarak, demokratik siyaset alanındaki çeşitli kazanımlar, sendikalar, Anayasa’daki laiklik maddesi gibi unsurlar gösterilebilir. Ancak bu tür mevziler sol sayesinde ayakta değillerse de, solun direncinin kesilmesinin bunları da zaman içerisinde çok korunmasız hale getireceği söylenebilir.

Hiçbir tespit, tespit olsun diye yapılmaz, yapılmamalıdır. Aslolan tespitlerden hangi sonuçları çıkaracağınız ve somut durumda nasıl yol alacağınızı belirlemenizdir. Yukarıdaki tespitleri doğru kabul edersek, sol-sosyalist hareketin güncel siyasi yönünü belirlerken birçok yolun kapalı olduğunu ancak yine de değerli ve hedefe ulaştıracak kimi patikaların olduğunu söyleyebiliriz.

Önce kapalı yollardan başlayalım:

Başarısı, devlet kurumlarının inisiyatifine kalmış mücadele alanları veya konularına ilişkin büyük beklentiler içerisine girmek yılgınlığa neden olacaktır. Mahkeme koridorları veya devlet binaları bir süre daha en koyusundan gri renklerini korumaya devam eder.

Varımızı yoğumuzu yatırmanın gereksiz ve yanlış olacağı bir başka yol ise yalnız teşhire ve “İzin vermeyeceğiz” lafzına daralmış bir söz ve eylem çizgisidir. Bu tür bir tutum, yukarıda üçüncü olarak saydığımız ve geniş halk kesimlerinin (dönemsel) koruması altındaki mevziler için elbette gereklidir. En genel haliyle kamuculuğun, bağımsızlığın, kardeşliğin, demokratik kazanımların, laikliğin korunması ve bunlara dönük saldırıların teşhiri, sol siyaset açısından da kaçınılmazdır. Ancak az önce vurgulamaya çalıştığım gibi, sadece bu tür bir teşhir ve farkındalığa odaklanmak, en meşru halde bile olsa mevzileri kaybetmeme çağrısına gömülmek, onurumuzu kurtarsa da “Neyi değiştirebiliriz ki?” sorusunu sürekli yeniden üretme riskini beraberinde getirecektir. Hele, meşruiyet zemini daha dar, belki de sadece sol-sosyalist duyarlılığa hitap edecek “mevzileri” korumaya odaklanmak, bu kez sosyalist hareketin kadroları açısından da umudun yitirilmesine neden olabilir.

“Olumsuz olanı çok konuştuk, siz ne öneriyorsunuz?” denecektir. Denmelidir de… Mücadeleyi halkın içerisine, devlet ve iktidar kurumlarının henüz kapatamadığı alanlara yani açık sahaya taşımayı öneriyoruz. En meşru ve toplumsal mevzileri koruyalım, oraya dönük tehdit ve saldırıları ifşa edelim ama bununla yetinmeyelim. İktidarın en gayrimeşru olabileceği, yeterince yığınak yapamadığı belki de öngörülebilir vadede yapamayacağı açık sahalara yerleşelim. Mücadele nefes alsın, henüz temas edilmemiş kesimlere dokunsun, oralarda savunmaya değil noktasal kazanımlara odaklanalım.

“Kazanım siyaseti” kavramı işte bu noktada devreye giriyor.

Özellikle büyük kentlerde emekçilerin yaşadığı ekonomik kriz, yoksullaşma ve yoksunlaşma bu alanlardan biri olarak görülebilir. Sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri aşmak ve gerektiğinde yeni örgütlenme biçimleri yaratmaktan, işsizlikle mücadeleye, nitelikli emeğin yüz yüze olduğu yıkımı kısmi de olsa durduracak/yavaşlatacak kazanımlara, çalışan öğrencilerin ve emeklilerin uğradığı haksızlığa dur demeye kadar geniş bir alan bu…

Toplumun hemen her kesiminin isyan ettiği ekolojik yıkım ve bunun sağlık gibi, afetler gibi farklı görüngüleri de bir başka açık saha olarak değerlendirilebilir.

Çalışan kadınların yaşadığı sorunların en azından bir kısmına çare olmak, bir başka kazanım sahasıdır belki.

Sosyalist, halkçı belediyeleri yaratmak, belediye meclislerini halkın kürsüsü haline getirmektir belki bir diğeri…

Bu siyaset biçiminde, şimdilik, makro sorunlarla mı yoksa mikro sorunlarla mı uğraşacağımızı dert etmemiz gerekmiyor. Kazanmaya, kazanabileceğini ve değiştirilebileceğini göstermeye, şu ana kadar henüz temas edilememiş kesimlerle iletişim kurmaya odaklanmak daha doğru bir uğraş olacak. Ve en önemlisi, binlerce iş, sorun ve mücadele konusu içerisinde sadeleşmek gerekecek.

Eski bir Sovyet ezgisi, “Bize bir zafer gerek, herkes için bir zafer” diyordu. Sezen Aksu’nun şarkısı ise “yalandan, kocaman, rengârenk geçici oyuncak zaferler”den bahsediyor.

Bize ne herkes için, ne de oyuncak zaferler gerekiyor. Bize bugün, “Herkes için” kazanacağımız en büyük zaferin yolunu açma görevi düşüyor. Kazanabileceğimizi göstererek ilk adımı atabiliriz.

https://www.ilerihaber.org/yazar/kazanim-siyaseti-iv-158383

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]