Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 İşçi sınıfı, sonuncu kavga

Kültür ve sınıf mücadelesi - I

İşçi sınıfının kendi kendini kurtarırken tüm bir insanlığı da özgürleştirme yürüyüşünü, sınıf bilincinin oluşumundan komünizm tasavvuruna, bir uçtan bir uca kat eder böylece kültür.
 
Uraz Aydın

Seçim sonuçları doğal olarak bir dizi tartışmayı tetiklerken sosyalist hareket açısından da bir siyasal strateji tartışmasını gerekli kıldı. Sol-sosyalist kamuoyunun ötesine uzanan kesimler nezdinde yarattığı karşılık, özellikle de belirli sınırlar dahilinde olmakla birlikte muhafazakâr emekçi mahallelerde bir görünürlük elde etmeyi başarmış olması dolayısıyla Türkiye İşçi Partisi de bu tartışmalarda merkezi bir konumda bulunuyor. Daha önce hem İleri Haber’de hem Laborans’ta bu çerçevede bir dizi yazı yayımlandı. Ben de üç bölüm halinde yayımlanacak bu yazıda Doğan Ergün’ün İleri’deki yazı dizisinde altını çizdiği siyasal stratejide kültürel üretimin işlevine tarihsel bir perspektiften bakmaya çalışıp günümüze dair kimi varsayımlarda bulunacağım.

KÜLTÜR: STRATEJİK BİR DOLAYIM

Marksizmin kültürle, estetikle, edebiyatla vs. ilişkisinden söz edildiğinde bu genelde Marx ve Engels’in kişisel entelektüel ilgilileri yahut kendilerine danışılması üzerine, kimi zaman bir mektup köşesinde kalmış değerlendirmeleri akla geliyor, tıpkı Eugene Sue’nun Paris’in Gizemleri romanı veya Ferdinand Lassalle’ın Franz von Sickingen oyunu hakkındaki görüşleri gibi. Yahut da ustaların arkalarında bıraktığı bu “kıymetli kırıntılar”dan yola çıkıp tarihsel maddeciliğin bu alandaki boşluğunu doldurmaya, bir Marksist estetiğin temellerini atmaya gayret eden çalışmalar. Gayet de heyecan verici okumalar bunlar. Ne var ki kültür meselesi, çok daha belirleyici biçimde uluslararası işçi hareketi içinde doğrudan pratiğe ilişkin ve fazlasıyla canlı bir tartışma konusu olagelmiştir.

Alman sosyal-demokrasisi herhalde işçi hareketinin en geniş hegemonik kapasiteye ulaşmayı başarmış olan kesimidir. 1848 devrimiyle temelleri atılan ancak yetmişlerden itibaren yaşanan muazzam sanayileşme ve proleterleşmeyle birlikte kitlesel bir güç halini alan Alman Sosyal-Demokrat Partisi, sendikasından tüketici kooperatifinden, spor kulübünden itfaiye teşkilatına, işçi kulüplerinden okullarına ve günlük otuzun üzerindeki gazetesine sosyalist kültürün emekçi kitlelerle ve onların kültürüyle harmanlandığı bir karşı-toplum şekillendirmeyi başarır. Bu büyümenin ve kurumsallaşmanın getirdiği bürokratikleşme ve bunun ideolojik bir sonucu olarak reformist eğilimlerin pekişmesi mühim dersler içermekle birlikte bu yazının konusu değil. Ama mesela günlük gazetede ne türden romanların tefrika edileceği, okurların sınıf bilincini hangi edebiyat türünün derinleştireceği gayet hakiki bir tartışma halini alabiliyordu. Örneğin dönemin avangart sanatı denilebilecek, bugünden baktığımızda klasik addedebileceğimiz, Germinal’in yazarı Émile Zola’nın öncülüğünü yaptığı bir kültürel hareket olan natüralizmin taraftarları parti içinde, bilhassa gençler arasında hayli önemli bir eğilim oluşturur ve sanatın gündelik yaşamın sefaletinin teşhirinin ötesinde bir çıkış yolu, bir toplum tasavvuru içermesi gerekip gerekmediği şiddetli tartışmalara konu olur. Benzer çatışmalar partiyle ilintili mizah dergilerinde cinselliğin yeri yahut işçi sınıfına yönelik tiyatroda hangi oyun türlerinin sahneleneceğine ilişkin olarak da, kimi zaman bölünmelere ve tasfiyelere yol açacak düzeyde yaşanır.[1]

KARŞIT SINIFLARIN ORTAK BİR KÜLTÜRÜ OLABİLİR Mİ?

Kültürün işçi hareketi içinde, bilhassa da İkinci Enternasyonal’de gündeme geldiği bir diğer tartışma ise ulusal soruna ilişkin.[2] Kautsky’den Lenin’e, Otto Bauer’den Bund’un Yahudi sosyalistlerine, çokuluslu imparatorluklar içinde ezilen ulusların kapitalistleşme sürecinde yaşadıkları dönüşümler çok zengin ve bir o kadar da stratejik bir tartışmaya kapı aralıyor. Burjuvaziyle proletaryanın ortak temellere dayanan bir ulusal kültürü var mı yoksa her bir sınıfın yaşadığı özgül deneyimler ortak bir kültürün şekillenmesi önünde bir engel mi teşkil eder? Örneğin Anton Pannekoek’e göre böyle bir ortaklık burjuvazinin yükseliş döneminde belki mümkün olabilmiştir ancak proletarya örgütlenip sınıf bilinci geliştikçe bunun imkanları ortadan kalkar. İşçiler daha fazla serbest zaman kazansa ve burjuvalarla aynı klasikleri okusalar dahi bir kültür ortaklığı söz konusu olamaz. Çünkü ulusal kültür havada uçuşmaz, güç kazanarak ulusu yaratan sınıfların maddi tarihinin ifadesinden müteşekkildir. Bilinçli işçinin ise bambaşka toplumsal-siyasal duyguları ve özlemleri vardır: “Düşüncelerinin ve dünya görüşlerinin temelleri tümüyle farklı olduğu için emekçiler bu eserlerde burjuvaziden bambaşka şeyler okurlar”[3]. Rosa Luxemburg ise başka bir noktaya parmak basarak modern kültürün bir sınıf kültürü, burjuvazinin eğilimlerini ve ruhunu taşıyan bir kültür olmakla birlikte tıpkı kapitalizmin kendisi gibi “tarihsel diyalektiğe” uygun olarak ikili bir işleve sahip olduğunu ileri sürüyor: Hem burjuvazinin tahakkümünü sürdürmek hem de proletaryanın sınıf bilincini geliştirecek entelektüel araçlarını yaratmak, “sınıf mücadelesinde bir kaldıraç olan bilgi”ye erişmek.[4] Tüm bu tartışmalar ulusların kaderini tayin etmesi noktasında burjuvaziyle bir ittifak kurulup kurulamayacağı, aynı devlet içinde farklı uluslara ait proleterlerin ortak mücadelesine mi ağırlık verilmesi gerektiği yahut çokuluslu devletler içinde kültürel özerkliğin bir çözüm teşkil edip edemeyeceği gibi gayet siyasal-sınıfsal strateji dahilindeki meselelere bağlanır.

Kültür ve sanatın yine gayet somut, pratik bir mesele olarak karşımıza çıkışı Ekim Devrimi’nin ertesinde. Burjuva toplumunun sanat eserlerini ne yapacağız? Ortak bir insanlık kültürünün parçaları olarak korumaya mı alacağız, eşitliğe ve özgürlüğe susamış kitlelerin kendilerini esaret altına almış bir sistemin sembolik kalıntıları olarak yıkımına yol mu vereceğiz? Lenin’inki ilk seçenekti. Ancak diğerinin de taraftarları az değildi. Burjuva kültürünün büsbütün reddi üzerinden bir proleter kültür yaratma hedefi hem derinlikli felsefi-kuramsal çalışmalara hem de heyecan verici ve kitlelerce şaşırtıcı derecede sahiplenilen deneylere konu oldu. Gündelik hayatın kültürünü dönüştürmek de hayli önemli bir meydan okumaydı. Serbest zamanın değerlendirilmesinde votkanın ve dinin yerini sinemayla doldurmayı öneren Lev Troçki, büyük ütopyacı Charles Fourier’i de andığı önemli bir metninde örneğin şöyle yazıyordu: “Eğlenmek, zihni dinlendirmek, geziye çıkmak, kahkaha atmak bunlar insan tabiatının en meşru istekleridir. Bizler bu isteklerin yerine gelmesini sağlarken onlara daha üstün, hatta sanatsal bir nitelik kazandırmak elimizdedir. Eğlenceyi (…) bir kolektif eğitim silahı haline getirmeliyiz”.[5]

“KOMÜNİST DÜZENDE RESSAM YOKTUR…”

Ve son olarak tabii ki komünist ütopyanın tasavvurunda kültürün, estetiğin belirleyici bir rolü var. Özellikle Marx ve Engels’in erken dönem metinlerinde, 1844 Elyazmaları ve Alman İdeolojisi’nde bunun izlerine rastlarız. Tarihsel gelişimin sonucu olarak insanda uyanmış olan fiziksel ve zihinsel duyular özel mülkiyet rejimi altında yabancılaşmaya maruz kalarak yerlerini sahip olmanın hükümranlığına bırakır. Dolayısıyla kapitalist toplumda tüm duyularla birlikte sanatsal yeteneklerin gelişimine ve estetik kavrayışın yetkinleşmesine ket vurulur. Özel mülkiyetin aşılıp, zorunluluk aleminden özgürlük alemine geçilmesi ise genç Marx tarafından “tüm insan duyularının kurtuluşu” olarak tarif edilir. Böylece sanatsal yetkinleşmedeki iş bölümü de dönüşecek, meta fetişizminden kurtulmuş duyuların serpilip gelişmesiyle estetik yaratım bir uzmanlaşmanın sonucu olmaktan çıkıp geniş kitleler için de erişilebilir olacaktır: “Komünist bir düzende ressamlar yoktur, başka etkinliklerin yanı sıra resimle de uğraşan insanlar vardır”.

İşçi sınıfının kendi kendini kurtarırken tüm bir insanlığı da özgürleştirme yürüyüşünü, sınıf bilincinin oluşumundan komünizm tasavvuruna, bir uçtan bir uca kat eder böylece kültür.

[1] Susanne Miller, “Critique littéraire de la Social-Démocratie Allemande à la fin du siècle dernier”. Le Mouvement Social, no. 59, 1967, ss. 50–69. JSTOR, https://doi.org/10.2307/3777477. Accessed 23 Jan. 2023.

[2] Claudie Weill, “La notion de culture dans les théories marxistes sur la question nationale”, In: L'Homme et la société, N. 97, 1990. Est-Ouest : Vieux voyants, nouveaux aveugles. ss. 59-66.

[3] Anton Pannekoek, “Lutte de classe et nation” in Les Marxistes et la question nationale, (der.) G. Haupt, M. Löwy, C. Weil, Maspero, 1974, s. 294.

[4] Rosa Luxembourg, La Question nationale et l’autonomie, çev. C. Weill, Le Temps des cerises, 2001,

[5] Lev Troçki, Gündelik Hayatın Sorunları. Bilim ve Kültür Üzerine Diğer Yazılar, Çev. Yılmaz Öner, Yazın yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 35.

https://www.ilerihaber.org/icerik/kultur-ve-sinif-mucadelesi-i-157012

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
20.07.2023- 00:02

Kültür ve sınıf mücadelesi - II

Neoliberal karşı reformlar emekçi sınıfların tarihsel kazanımlarını söküp atarken, siyasal ve iktisadi güçlerinin yanı sıra hala var olan ideolojik-kültürel dayanaklarını da kazımayı hedefler. Esnek güvencesiz istihdam biçimleri sınıfı paramparça ederken, kolektivitenin reddi üzerinden şekillenen bir neoliberal öznellik, bir özgür, bağımsız, tüketen birey modeli de inşa edilir.
 
Uraz Aydın

Hapishanede tuttuğu notlarda “hegemonya” kavramını işleyen İtalyan Marksist Antonio Gramsci’ye göre yönetici sınıf tahakküm altında tuttuğu kesimlere karşı zor yöntemlerinin yanı sıra, bilhassa batılı kapitalist toplumlarda rıza mekanizmaları da geliştirir. Egemenlerin kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak göstermeyi başarmaları ve toplum nezdinde meşruiyete sahip olmaları siyasal ve kültürel bir hegemonyayı inşa edebilmiş olmalarında yatar. Gramsci bu hegemonyanın oluşturulmasında zor aygıtlarının rolünü de inkâr etmemekle birlikte(1) vurguyu çoğu kez meselenin kültürel ve ideolojik boyutuna yapar. Bu noktada kilise, sendika ve okulun yanı sıra gazeteciliğe ve farklı türden yayınlara, hegemonya oluşumunda önemli bir rol atfeder. Öte yandan Gramsci hegemonyayı bir devrimci strateji ekseninde düşündüğünden, işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmeden önce toplumun diğer ezilen kesimleri üzerinde bir hegemonya oluşturması, bir “entelektüel ve ahlaki” önderlik sağlayabilmesi gerekir.

BİRLEŞİK İŞÇİ CEPHESİ VE GEÇİŞ TALEPLERİ

Otuzlu yıllarda hegemonya kavramını tarif ederken Gramsci esasında Komünist Enternasyonal’in ilk dönemlerindeki bir tartışmaya göndermede bulunur. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından meydana gelen işçi hareketleri ve devrimci dalga 1920’lerin başında sönmeye başlar. Ancak bu düşüşü kavrayabilmek ve hatta kavransa da kabullenmek her zaman kolay olmaz. Dolayısıyla uluslararası komünist hareket içindeki bir eğilim devlet aygıtını hedef alan bir hücum politikasıyla devrimci seferberliğin sürdürülebileceği kanısındadır. Lenin, Troçki ve Bolşeviklerin başlıca isimleri bu eğilime karşı çıkarak, Enternasyonal’in üçüncü ve dördüncü kongrelerinde (1921-1922) farklı bir evreye girildiği ve buna göre yeni bir siyasal-örgütsel yaklaşım gerektiğini, yeni taleplerin şekillenmesi gerektiğini belirtir. Devrim artık eli kulağında değildir, “uzun bir mücadeleler dönemi” gerekecektir. Bunun için de öncelikle emekçilerin gündelik mücadeleler içinde, siyasal eğilimleri her ne olursa olsun (yani reformist partilerin destekçileri de olsalar) bir araya gelmeleri ve bu mücadeleler içinde komünistler tarafından kazanılmaları (komünistlerin hegemonyasının tesis edilmesi) gerekir. Bu perspektif, iç içe geçmiş olan “birleşik işçi cephesi” ve “geçiş talepleri” yaklaşımı üzerinden formüle edilir. Karl Radek tarafından üçüncü kongreye sunulan ve kabul edilen “Taktikler üzerine tezler”de bu talep formülasyonu şöyle ifade edilir:

“Eğer talepler geniş proleter kitlelerinin hayati gereksinimlerine uygun düşüyorsa ve eğer kitleler bu gereksinimleri karşılanmadığı takdirde hayatlarını sürdüremeyeceklerini düşünüyorlarsa, bu talepler için mücadele iktidar mücadelesinin çıkış noktası haline gelecektir.”

Bir sonraki kongrede ise Zinoviev tarafından sunulan aynı başlık altında şöyle yazılır:

“Birleşik işçi cephesi, komünistlerin, başka parti ya da gruplara üye ve partisiz bütün işçilerle işçi sınıfının temel çıkarlarını burjuvaziye karşı savunmak için birlikte mücadele önerisidir. En basit günlük talepler için verilen her mücadele, devrimci eğitim için bir kaynak oluşturur; çünkü mücadele deneyleri, emekçileri, devrimin kaçınılmazlığına ve komünizmin önemine inandıracaktır.”(2)

Böylece Gramsci çıpayı Komintern’de yaşanan bu önemli tartışmalara atıp, Rus sosyal-demokrasisinde halihazırda sıklıkla kullanılan bir kavram olan “hegemonya”yı devralır ancak anlamını zenginleştirip kapsamını genişleterek devrim stratejisinde ona daha özgül bir işlev kazandırır. Doğu’da devlet güçlü fakat sivil toplum henüz daha çok taze ve “peltemsidir” ancak Batı’da bu ilişki daha farklıdır ve devlet “bir dış hendek” olarak sarsılsa dahi içindeki sivil toplum sağlam durabilir. Dolayısıyla Batı’da devlet aygıtının güçleriyle bir çarpışmaya, bir “hareket savaşına” girmezden önce, bir hazırlık olarak alt sınıfların önderliği proletarya tarafından ideolojik bakımdan ele geçirilmeli, bir “kültürel mücadele cephesi” açılmalı, cephe gerisinde bir “mevzi savaşı” yürütülmeliydi, sivil toplum içinde ezilenler devrime kazanılmalıydı. “Yönetilenleri yönetenlerden düşünsel açıdan bağımsız kılmak için, dönüştürücü praksiste zorunlu bir uğrak olarak bir hegemonyayı yıkmak ve bir başkasını yaratmak” lazımdı.(3)

İŞÇİ SINIFININ KÜLTÜREL ÖZERKLİĞİNİN YİTİMİ

Kültürel alan, sesin ve görüntünün iletimine yönelik teknolojik gelişimin de belirleyici etkisiyle 20. yüzyıl boyunca artan biçimde sanayi mantığına uygun biçimde örgütlendi. Bu, emekçi sınıfların kültürel ürünlere erişiminin önünü muazzam ölçüde açmakla birlikte bu alandaki metalaşmayı, metalaşmanın dayattığı içerik bakımından stereotipleşme dinamiklerini ve elbette bunun kitlelerin bilinci üzerinde burjuvazinin ideolojik hegemonyasını derinleştirir. Kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yapısını ve dönüşümünü bütünlüklü bir biçimde incelediği Geç Kapitalizm çalışmasında Ernest Mandel, sözünü ettiğimiz bu gelişmelerin işçi sınıfının kurumsallaşmış kültürel özerkliği üzerindeki etkilerini şöyle tarif eder:

“Modern işçi sınıfının yükselişi ve mücadelesinin sağladığı kültürel kazanımlar (kitap, gazete, kültürel eğitim, spor, dernek vs.) klasik emperyalizm çağında (özellikle 1890-1933 döneminde Almanya’da) onları tanımlayan gönüllülük, bağımsızlık ve kapitalist meta üretimi ve dolaşımı süreçlerinden özerk olma özelliklerini yitirir. Giderek artan bir oranda bu süreçlerin içine çekilir: Kitaplar işçi kooperatifleri yerine ticari yayıncılar tarafından yayınlanır; burjuva basını ve televizyon sosyalist basının yerini alır; ticarileşmiş tatiller, geziler ve spor, işçi gençlik dernekleri tarafından örgütlenen eğlence ve dinlenme etkinliklerinin yerini alır, vb. Proletaryanın kültürel ihtiyaçlarının kapitalist meta üretimi ve dolaşımı süreçlerine yeniden sokulması geniş çaplı olarak işçi sınıfının dinlenme ve eğlence alanının yeniden özelleştirilmesine yol açar. Bu durum serbest rekabet kapitalizmi ve klasik emperyalizm çağlarında tipik olan proletaryanın kolektif veya dayanışmacı faaliyet alanlarının, yani proletaryanın öz-eylemliliğinin sürekli genişlemesi yönündeki eğilimle keskin bir kopuşu temsil eder.”(4)

TOTALİTERLEŞEN BİR KÜLTÜREL SİSTEM

Kültür endüstrisinin bu devasa gelişimine tüketimin kutsandığı bir gündelik yaşam anlayışının yerleşmesi eşlik etti. Henri Lefebvre’in Modern Dünya’da Gündelik Hayat, H. Marcuse’nin Tek Boyutlu İnsan, J. Baudrillard’ın Tüketim Toplumu ve elbette Guy Debord’un Gösteri Toplumu gibi altmışlı yılların öncü çalışmaları kültürde ve estetikte eleştirel olanı dahi yutup soğuran, pasifize edip bir tüketim nesnesi, bir meta haline getirirken emekçileri de arzularını izleyerek ve tüketerek tatmin etmeye çağıran, onları dev bir tüketimci izler-kitlenin eşit ve mutlu parçaları olmaya davet eden bu “totaliterleşen kültürel sistemi” inceler.

Bunlar burjuva değerlerinin yaygınlık kazanmasının, zihinlere ve davranışlara nüfuz etmesinin henüz ilk dönemleridir. Neoliberal karşı reformlar emekçi sınıfların tarihsel kazanımlarını söküp atarken, siyasal ve iktisadi güçlerinin yanı sıra hala var olan ideolojik-kültürel dayanaklarını da kazımayı hedefler. Esnek güvencesiz istihdam biçimleri sınıfı paramparça ederken, kolektivitenin reddi üzerinden şekillenen bir neoliberal öznellik, bir özgür, bağımsız, tüketen birey modeli de inşa edilir.

Bugün ise, dijital kapitalizmin maharetleriyle kültürel sistemin kazanmış olduğu niteliklerin, iletişim kurma ve her türden veriye erişebilme gibi siyasal açıdan da kullanılabilecek önemli gelişmelerle birlikte kaygı verici kimi eğilimlerini de görmezden gelemeyiz.

Nasıl ki emek süreçlerindeki esnekleşme, Richard Sennett’in(5) incelediği gibi çalışanların kişiliği üzerine “aşındırıcı” etkilerde bulunduysa, iletişim fetişizmi, aralıksız görüntü akışı, her an ulaşılabilir olma zorunluluğu gibi bir dizi olgunun bilinçlerimiz üzerinde, davranış, beklenti ve zaman algımız üzerinde kalıcı etkileri olmaması için bir sebep yok. Örneğin sürekli olarak görsel içeriklere maruz kalıp serbestçe düşünceye dalma anlarının azalmasının beynimizin yaratıcı yetilerimizi geliştiren bölümünün daha az çalışmasına neden olduğu biliniyor.(6) Mesela günümüzde “instagramlanabilirlik” gibi bir kriterin var olabildiği, içeriklerin süresinin kısalıp akışının hızlandığı (Reels, Shorts…), anlık etkileşim almanın bir ihtiyaç haline gelebildiği bir gösteri(ş) kültürü muhtemelen algı, ego, sabır, süreklilik, hafıza vs. gibi çeşitli alanlarda kalıcı izler bırakacaktır.

(1) Hapishane Defterleri’nde hegemonya gibi kavramların uğradığı anlam kaymalarının analizi ve özellikle Komintern içinde tartışmalarla ilişkileri için için bkz. Perry Anderson, Gramsci, Hegemonya, Doğu/Batı Sorunu ve Strateji, çev. Tarık Günersel, Alan yayıncılık, 1988.

(2) “Komintern’den Belgeler” içinde M. Yenice, Devrimci Marksizmde Geçiş Programı Anlayışı, Eleştiri Yayınevi, 1980, s. 280, 287.

(3) 239, 281

(4) Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, Çev. Candan Badem, Versus yayınları, 2008, ss. 521-522 (çeviri kısmen değiştirilmiştir).

(5) Richard Sennett, Karakter Aşınması, Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri, çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı, 2011.

(6) Aude Lorriaux, “Instagram ve Estetik Deneyimin Krizi”, çev. Uraz Aydın, https://www.e-skop.com/skopbulten/instagram-ve-estetik-deneyimin-krizi/4843

https://www.ilerihaber.org/icerik/kultur-ve-sinif-mucadelesi-ii-157088

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]