SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 
İşçi sınıfı           (gösterim sayısı: 6.648)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 12.08.2013- 15:39



Kapitalist sistemin iki temel sınıfı vardır, bunlar sermaye sınıfı (burjuvazi) ve işçi sınıfıdır( proletarya). Burjuvazi üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran ve ücretli emeği sömüren modern kapitalist sınıftır. Proletarya ise geçimini sağlamak için emek gücünü (iş gücünü) satmak zorunda olan modern ücretli sınıf olarak tanımlanır. Burada önemli ve belirleyici olan yaşamını sürdürme konusundaki zorunluluk vurgusudur. İşçi sınıfı -proletarya- bu tanım dahilinde ve dar anlamda fabrika işçisi, sanayi işçisi anlamına gelse de geniş anlamda, geçimini sağlayabilmek için işgücünü satmaktan başka bir çaresi olmayan ve buna zorunlu olan tüm bireyleri kapsar ve dolayısıyla işsizler de bu kapsam içine girerler.

Bu tanımlamayla proletaryanın sadece üretken işçiyi yani artı değer üreten işçiyi kapsamadığı açıktır. Artık değer kapitalist üretim için vazgeçilmezdir, temeldir. Ancak işçi sınıfından olmak için artık değer üretme koşulu yoktur. Bir başka deyişle artı değer üretiminin marksizmde işçi sınıfının tanımı açısından doğrudan bir belirleyiciliği bulunmamaktadır.

***

İşçi sınıfı düşmanlığının nedeni

Sosyalizm işçi sınıfının bilimsel yol göstercisi, ideolojisidir. İşçi sınıfından soyutlanmış bir sosyalizm anlayışı bilimsel temellerden yoksun Marks-Engels öncesinin ütopik anlayşıdır. Kendini herhangi bir şekilde sosyalist komünist olarak niteleyen bir kişi ya da örgütlenmenin işçi sınıfının sosyalist ideolojideki önemi ve devrimci misyonunu yadsıması her şeyden önce işin doğasına aykırıdır. Kendini solcu, sosyalist, komünist olarak niteleyip işçi sınıfını herhangi bir şekilde önemsizleştirmek, çokça verdiğim bir örnekteki gibi, sabahtan akşama tanrıyı, elçisini, dini ritüelleri reddedip sonrasında ise müslüman olduğunu ileri sürmek gibi anlamsız ve saçmadır. Bir müslüman için tanrı, elçisi ve islamın ritüelleri ne anlama geliyorsa, sosyalizm, komünizm için de işçi sınıfı o anlama gelir. Böylesine önemlidir ve böylesine konunun olmazsa olmazıdır. Ya tanrıyı, elçilerini ve dinleri reddedersiniz ve kendinizi ateist olarak nitelersiniz, ki o zaman müslüman değilsinizdir, ya da müslümansınızdır ve tanrıya, elçisine ve dinine inanmak durumundasınızdır. İkisi bir arada olmaz. İkisinin biraradalığı veya benzer tanımlamalar sadece akıl karışıklığıdır, zihin bulanıklığıdır, elveda proletaryacılıktır,kerameti kendinden menkul olmaktır.

Reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte burjuva ideologlarının marksizm üzerindeki ideolojik saldırıları artarak devam edegeldi. Çözülüşün getirdiği hayal kırıklığı, yılgınlık bütün dünyada belli bir zaman sonra atlatılmasına rağmen, bizim ülkemizdeki etkisi çok daha şiddetli oldu ve çok daha uzun sürdü. Bunun en önemli nedeni de çözülüşten önce ülkemizde 12 eylül faşizmi karşısında alınan ağır yenilgi ve bu yenilginin sol-sosyalist saflarda yarattığı olumsuzluklar ve savrulmalardı. Bu dönem kimimizin ulusalcılığa, kimimizin liberalizme savrulmasına yol açtı. Bu süreçte kürt ulusal hareketinin de yükselmeye başlaması üst üste ağır yenilgilerden geçen sosyalist solun kürt ulusal hareketine endeksli bir konumlanış almasına da yol açtı. Kürt ulusal hareketinin sosyalist sola alan açacağı varsayılıyordu. Olmadı; olmadığı gibi her iki tarafta da milliyetçiliğin yükselmesine yol açtı.

Kürt ulusal hareketinin yükselişe geçtiği koşullarda, ulusalcı sol tipik milliyetçi tepkiler gösterirken, liberal aydınlar da yazılı ve görsel medyada haftada yedi gün ve gün yirmi dört saat demokrasi ve özgürlük güzellemeleriyle zihinlerimizi esir alıyorlardı. Böyle bir iklimde soldan liberalizme savrulan kimi dönekler de boş durabilir miydi? Onlar da fırsat bu fırsat işçi sınıfının bilimsel öğretisini orasından burasından iğdiş ederek yeni sınıfsal konumlanışlarının gereğini yerine getiriyorlarlardı. Bilimsel sosyalizme kimi zaman "stalinizm", kimi zaman "leninizm", diyerek sözümona hedef tahtası haline getiriyorlar "elveda proletarya"cı görüşlerini yine demokrasi ve özgürlük masallarına soslayarak akıllarınca sistemin sol-sosyalist(!) boşluğunu doldurmaya çalışıyorlardı. Bu dönem sosyalizmin bilimsel temellerine yoğun saldırıların yapıldığı bir dönem olarak tarihte yerini aldı. Kuşkusuz kitle üzerinde de etkili oldu.

Yapılan en önemli eleştiri işçi sınıfının Marks'ın iddialarının tersine toplumda sayıca azaldığı ve devrimci misyonunu yitirdiği yönündedir.Sosyalizmi ütopya olmaktan çıkaran ve maddi temeller üzerine oturtan, kısaca bilim haline getiren en temel dayanak işçi sınıfının devrimci misyonu bir kez yok edilebilirse sosyalizmi tarihte kalmış bir ütopyaya dönüştürmek kolay olabilirdi. Amaç da buydu. Çünkü proletaryanın önemini yitirmesi sadece kapitalizmi yıkacak en temel sınıfı önemsizleştirmek anlamına gelmiyordu ve aynı zamanda sınıfsız dünya formasyonunu da gerçekleşmesi olanaksız bir ütopya haline getirirdi.. İşçi sınıfını önemsizleştirebilme çabalarının en önemli amacı da buydu. Sınıf mücadelesini bir kez olsun yadsıdığınızda, emek-sermaye çelişkisini yok saydığınızda hem kapitalizmin sürgit egemenliğini ilan etmiş olursunuz ve hem de sosyalizmi soyut ve sistem içi bir demokrasi-özgürlük mücadelesi haline getirirerek kapitalizme entegre edebilmenin yolunu açmış olurdunuz.

Sosyalizm düşmanlığının "sol" saflarda İşçi sınıfı düşmanlığı üzerinden yürütülmesinin nedeni de buydu,ve baştan beri yapılmak istenen de hep bu oldu. Kısmen etkili olduklarını söyleyebilmek de mümkün.

Ama bilimsel gerçeklerin üzeri ne kadar örtülebilir ki!



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 12.08.2013- 15:42


Kapitalizmi tarihin çöp sepetine gönderecek olan sınıf proletaryadır.

Kapitalizmi yıkabilecek, onu tarihin çöp sepetine gönderebilecek ve dahası sınıfsız toplumsal formasyonu bilimsel bir çıkarım haline getirecek tek özne, tek güç işçi sınıfı-proletaryadır. İşçi sınıfının bu devrimci misyonu içinde bulunduğu maddi varoluş koşullarından kaynaklanır. İşçi sınıfının sistem içinde kapitalizmin en temel sömürüsüyle karşı karşıya kalması, üretim birimlerinde büyük yığınlar halinde bulunmanın getirdiği örgütlenme yeteneği, ve bu yeteneği ve eylem yapma iradesiyle kapitalist sistemi durdurabilecek bir güce sahip olması, ve sınıfsal çıkarı özel mülkiyetsiz bir toplumsal formasyona en uygun sınıf olması proletraryanın devrimci rolunün nesnel temellerini oluştururlar. İşçi sınıfının devrimci misyonundan söz edildiğinde anlatılmak istenen budur. Burjuva ideologlar, elveda proletaryacılar, sosyalizmin tarihsel ilericiliğini yoksaymak isteyenler ve kuşkusuz sol dönekler işçi sınıfının tarihin herhangi bir anındaki verili durumunu göstererek ve özellikle ülkemizdeki işçi sınıfının içinde bulunduğu bilinç durumunu öne çıkararak işçi sınıfının devrimci bir misyonu olmadığını-olamayacağını ileri sürerek sosyalist mücadelenin gereksizleştiği, işlevsizleştiği ve yapılması gerekenin solcular-sosyalistler açısından (sistem içi) demokrasi ve özgürlük mücadelesi olduğunu iddia ediyorlar. Kuşkusuz bu iddiaların doğruluğu ve gerçekçiliği bulunmuyor. İşçi sınıfının devrimci misyonu onun tarihin herhangi bir verili anındaki bilinç durumundan kaynaklanmaz., işçi sınıfının devrimci misyonu onun bu misyonun bilincinde olup olmamasından bağımsız bir şekilde , yukarda anlatılmaya çalışıldığı şekilde nesnel maddi koşullarıyla ilişkilidir. Kapitalizmi tarihin çöp sepetine gönderecek güç de o nesnel maddi koşullar içinde gerçeklik kazanır.

İşçi sınıfının önemsizleştirilmesi, tarihi devrimci misyonundan arındırılması sosyalist mücadelenin bilimsel temelini yokedip, bilimsel bir çıkarım olan sınıfsız-devletsiz dünya geleceğini de gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopyaya dönüştüreceği gibi, daha somut bir ifadeyle dünyayı kapitalizmin barbarlığına mahkum etmek anlamı da taşımaktadır. Çünkü işçi sınıfını temel bir özne olarak hem siyasal devrimde ve hem de sonrasındaki toplumsal dönüşümler döneminde temel bir özne haline getirmeden daha güzel bir dünya yaratılamaz. Bu süreç hiç bir şekilde işçi sınıfı öncülüğü dışında gerçekleşemez. Proletarya ile burjuvazi arasındaki küçük burjuva katmanlarının ne toplumsal ve ne de politik olarak böyle bir yeteneği bulunmamaktadır. Küçük burjuvazi üretim sürecinde hem kendi emeğini kullanması ve hem de küçük mülkiyet ve sermayesiyle sürekli burjuva ve proletarya arasında yalpalayıp durur. Bu yalpalama onun sınıfsal konumlanışıyla ilişkilidir. Küçük burjuvazi sınıfsal olarak bir yandan proleterleşme baskısı yaşar, bir yandan da burjuvalaşma hayalleri kurar. Yalpalaması ve "güvenilmezliği" de buradan ileri gelir. Kapitalizm geliştikçe de genellikle sermayesini yitirir ve proletaryanın saflarına katılır. Küçük burjuvazinin dağınıklığı, işçi sınıfının sahip olduğu nesnel duruma sahip olmayışı ve sınıfsal güvenilmezliği onu kapitalizmi yıkabilecek bir güç olmaktan çıkarır.

Özetle kapitalist bir toplumun sınıfsal fotoğrafı çekildiğinde karşımıza dikilen sınıflar bunlardır. Temel sınıflar olan proletarya ve burjuvazi ve bir de arasınıf olarak niteleyebileceğimiz ortasınıf-küçük burjuvazidir. ( Köylülük için de küçük burjuvazi için söylediklerimizi yinelemek mümkün. Benzer şekilde kapitalizm geliştikçe toplum içinde köylülüğün oranı giderek azalır ve ya kentlerdeki proletaryaya katılırlar ya da kırsal alanda kır işçileri olarak yaşamlarını sürdürürler.) Bu fotoğrafı somut olarak çözümlediğimizde kapitalizmi yıkacak gücün hala işçi sınıfı olmadığı iddiasında bulunmak, bir anlamda kapitalizmin sürgit egemen olmasını savunmak anlamına gelmektedir.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 12.08.2013- 15:44


Kapitalizm, proletarya ve siyasal devrim perspektifi

Yukarda işçi sınıfının devrimci misyonunun onun verili durumdaki politik konumlanışı ve bilincinden bağımsız olarak ele alınması gerektiği belirtilmişti. Bir daha yinelersek,

"İşçi sınıfının bu devrimci misyonu içinde bulunduğu maddi varoluş koşullarından kaynaklanır. İşçi sınıfının sistem içinde kapitalizmin en temel sömürüsüyle karşı karşıya kalması, üretim birimlerinde büyük yığınlar halinde bulunmanın getirdiği örgütlenme yeteneği, ve bu yeteneği ve eylem yapma iradesiyle kapitalist sistemi durdurabilecek bir güce sahip olması, ve sınıfsal çıkarı özel mülkiyetsiz bir toplumsal formasyona en uygun sınıf olması proletraryanın devrimci rolunün nesnel temellerini oluştururlar. İşçi sınıfının devrimci misyonundan söz edildiğinde anlatılmak istenen budur." denilmişti. Bu konuyu biraz daha basite indirgeyerek anlatmaya çalışacaksak, kapitalizmi yıkacak en temel gücün neden proletarya olduğu konusu belki daha iyi anlaşılabilir.

Bir kere kapitalizm dediğimizde özel mülkiyete dayalı bir sistemden sözediyoruz demektir. Kapitalizm dediğmizde öncelikle anlaşılması gereken budur. Ama konunun biraz daha anlaşılabilir olması açısından bu tanımlamaya mutlaka devletin sınıfsal yapısı da eklenmelidir. Buna göre kapitalizm dendiğinde hem ekonomik temelde özel mülkiyete dayalı bir sistem ve hem o ekonomik temelin sınıfsal durumuna uygun otoriter-militarist biçimlenme (devlet) anlaşılmalıdır. Böyle bir değerlendirme bu konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

Kapitalizmin varlığı özel mülkiyete dayalı bir sistem ise, doğal olarak da kapitalizmi yıkacak olan sınıf da özel mülkiyete sahip olmayanlar, bir başka deyişle özel mülkiyetli sistemden sınıfsal çıkarı bulunmayanlar olacaktır. Özel mülkiyete sahip olmayanlar ve dolayısıyla yaşamlarını sürdürmek için emek güçlerini satanların (sınıfın) marksist literatürdeki adı da proletaryadır. Çok basit bir yaklaşımla burdan çıkan sonucun kapitalizmi yıkacak olan gücün proletarya olacağı önermesidir.

Kapitalizmi tanımlama çalışırken özel mülkiyete dayalı bir sistem olmasının yanında o sistem içindeki devletin sınıfsal niteliğinden de sözedilmişti. Bunun nedeni de şu; kapitalizmin yıkılmasının proleter sınıf olacağı gerçeği yanında, bunun somut temelde anlamının ne olması gerektiği sorusuyla da doğrudan ilişkisi olmasıdır. Proleteryanın kapitalizmi yıkması ve özel mülkiyeti öncelikle kamu mülkiyetine dönüştürülmesi kapitalist devletin ele geçirilmesi yani siyasal devrim yoluyla gerçekleştirilir. Bu yüzden kapitalizmin yıkılmasının yolu da sistemi toplumsal devrimlerle dönüştürmeye yol açacak olan proletaryanın öncülüğünde ulusal ölçekte gerçekleştirilecek olan siyasal devrimdir.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
denizcan
[ devrimci ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.12.2013
İleti Sayısı: 2.431
Konum: Trabzon
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: denizcan
Cevap Tarihi: 24.02.2015- 21:07


O da "üretim" süreci!-Metin Çulhaoğlu  

İsterseniz “teorik” başlayalım, arkasını sonra getiririz.

Engels “Komünizmin İlkeleri”ni 1847 yılında kaleme alıyor. Bu metnin başlarında,   “proletarya nedir?” sorusunun yanıtı şöyle veriliyor: “Proletarya, toplumun, geçimini tümüyle ve yalnızca emeğini satarak sağlayan sınıfıdır; yani herhangi bir sermaye üzerinden elde edilen kârla değil… “ [Marx-Engels, Toplu Eserler (İngilizce), Progress Moskova 1977, cilt: 6, s. 341].

Durun, hemen “doğru” demeyin…

Alıntıda geçen “emek” sözcüğünün üzerinde bir son not göndermesi var. Bu not şu bilgiyi veriyor: Engels, Marx’ın “Ücretli Emek ve Sermaye” başlıklı broşürüne 1891 yılında yazdığı girişte, 1847 tanımında söylenenin “daha sonraki çalışmalar açısından bakıldığında yetersiz, hatta yanlış” olduğunu belirtiyor (aynı eser, s. 672). Herhalde anlaşılmıştır: İşçi, kapitaliste emeğini değil, emek gücünü satar.

Aradaki fark, Marx’ın artı değer teorisi açısından gerçekten can alıcı önemdedir.

Ancak, ayrıntılara girmeden kestirmeden gidelim ve bu ayrımın karşımıza “emek gücünün yeniden üretimi” gibi bir kategori çıkardığını belirtmekle yetinelim.

İşin “teori” kısmı bu kadardı.

Geçmiş olsun…

***

Yukarıda anlatılan ayrımın pratik uzantıları hakkında neler söylenebilir?

İlk olarak, alan araştırmalarına duyulan ihtiyaçtan söz edebiliriz.   İşçi sınıfının, emek-üretim süreçlerinde yaşadığı farklılaşma, ayrışma ve kendi içinde kademelenme (ya da tersine aynılaşma, daha fazla benzeşme ve standartlaşma) dinamikleri ile emek gücünün yeniden üretimi süreçlerinde yaşadığı farklılaşma, ayrışma ve kendi içinde kademelenme (ya da tersine aynılaşma, daha fazla benzeşme ve standartlaşma) dinamikleri birbiriyle karşılaştırıldığında nasıl bir durum ortaya çıkıyor?

Başka bir deyişle, işçi sınıfının, bu iki ana süreçten ilkinde kendi özel konumunu muhafaza ettiği açıktır da, emek gücünün yeniden üretimi süreçleri onu toplumun başka kesimlerine (örneğin küçük burjuvaziye) yakınlaştırmakta mıdır yoksa daha da uzaklaştırmakta mıdır?

Somut alan araştırmaları olmadan bu sorulara birtakım varsayımların ötesinde teorik düzlemde doyurucu yanıtlar verilmesi pek mümkün görünmemektedir.  

Ancak gene de günümüzde sınıfsal-siyasal mücadele açısından önem taşıyan başka çıkarsamalara ya da tezlere yönelmekte sakınca yoktur.

Birincisi: İşçi sınıfı söz konusu olduğunda, emek gücünün yeniden üretimi, “özel alanı” toplumsallaştıran ve politikleştiren temel süreç sayılmalıdır.

İkincisi: Lenin’in “Ne Yapmalı?”da üzerinde ısrarla durduğu “dışarıdan bilinç” konusunun, dar anlamda “işçi sınıfının dışındaki aydınlar” kategorisinin ötesinde “fiili emek-üretim sürecinin dışı” olarak da yorumlanmasında hiçbir sakınca yoktur. Daha açık bir deyişle, beslenme, tüketim, barınma, elektrik, su, sağlık, eğitim (işçinin çocuklarının eğitimi dâhil) gibi hepsi emek gücünün yeniden üretimiyle ilişkili alanlar, “sınıfa yönelmede” ikincil ya da yan değil temel alanlardır.    

Üçüncüsü: Az önce sıralanan ihtiyaçlar aynı zamanda “haklarla” ilişkilendirilecekse ki böyle olması gerekir, haklar meselesini sanki yalnızca birtakım “sivil toplum kuruluşlarının” ya da “yeni toplumsal hareketlerin” kendi ayrı alanı olarak görmek de yanlıştır. Dahası, bu alanlarda verilecek sınıf temelli ve sonunda sınıfın kendisini de hareketlendirecek mücadelelerin işçi sınıfını toplumun başka kesimleriyle buluşturması, işçi sınıfını bu kesimleri de kucaklayan fiili bir öncü konumuna getirmesi mümkündür.

Dördüncüsü: eğer hala bir “tehlike” sayılıyorsa, ekonomizm-sendikalizm, emek-üretim süreçlerine şöyle ya da böyle nüfuz edebilir de diğerine, emek gücünün yeniden üretimi süreçlerine nüfuz etmesi mümkün değildir.  

***

Sözümüz, bu ülkedeki sosyalist örgütlere, bu arada elbette Birleşik Haziran Hareketi gibi oluşumlara: “İşin o tarafı biraz eksik kalıyor” diye burukluk duyuyorsak, sınıf tüm cesametiyle orada duruyor; sadece emek-üretim süreçleriyle sınırlı kalmayan bin bir sorunuyla boğuşuyor, çeşitli “baş etme” stratejilerine başvuruyor.

Buralara da yüklenelim.

İşyerleri tamam da, mahallelere, sokaklara, kahvehanelere, evlere de uzanalım.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
bedrettin
[ ..... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 30.08.2013
İleti Sayısı: 907
Konum: Trabzon
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: bedrettin
Cevap Tarihi: 27.02.2016- 11:02


Lenin'in sınıf tanımına göre proleterya ile burjuvazi kapitalist sistemin iki başat sınıfıdır. Lenin'e göre sınıf tanımı.

''Sınıflar tarihsel olarak belirlenmiş üretim sistemi içinde tuttukları yere göre, üretim araçlarıyla ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynadıkları role, toplumsal zenginlikten aldıkları payın miktarına ve alış yöntemine göre birbirinden ayrılan geniş insan gruplarıdır.''

Lenin'in sınıf tanımına göre bakıldığında burjuvazinin de proleteryanın da varlığı sürüyor. Kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesi bugün de burjuvazi ile proleterya arasındadır. Proleterya bu mücadelesinde parti olmadan başarıya ulaştıramaz. Proleteryanın sınıf olarak başarısı partisi ile olan beraberliğinden geçer. Bilimsel sosyalizmin başarısı kendiliğindenci mücadelelerin reddi ile başlayacağı için proleteryanın tarihsel görevini tamamlaması parti ile sınıf arasındaki ilişkiye bağlıdır. Biri olmadan diğeri başaramıyor. İkisi de gereklidir ve vazgeçilmezdir.




Bu ileti en son bedrettin tarafından 27.02.2016- 19:13 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 03.11.2016- 09:44


İşçi sınıfı kimlerden oluşur? Kimler işçidir?

İlker Belek



Bugün işçi sınıfının olmadığını iddia edenler sınıf hareketinin zayıflığını veri alıyorlar. Doğrudur. Ancak yalnızca, işçi sınıfının tarihsel çıkarları çevresinde mücadele veremediğini ifade eder.

Bunun ötesinde işçi sınıfı, nesnel bir yapı olarak mevcuttur, zira kapitalist üretim ilişkileri varlığını sürdürmektedir.

Sınıf hareketinin zayıflığı üzerinden, işçi sınıfının da olmadığı, yok olduğu noktasına varmak, eğer sınıf hareketinin yerine, bilinçli olarak, kimlik siyasetini inşa etmek amacı taşıyan bir niyetin ifadesi değilse, tam manasıyla cahilliktir.

İşçi sınıfı en genel anlamıyla ücretli ve maaşlılardan oluşan ve bugün itibariyle toplumun en geniş bölmesini oluşturan kategoridir.

TÜİK bile toplam içindeki oranını yaklaşık %75 olarak bildiriyor.

Bir zamanlar kimi postkapitalist yazarlar bilgi teknolojilerinin yaygınlaşmasının, hizmetler sektöründeki genişlemenin, işçi sınıfının ölümüyle sonuçlanacağını, proletaryanın yerini cogniteryanın alacağını ileri sürüyorlardı. Tamamen yanlıştı.

Nedeni çok basit: Burjuvazinin kar oranlarını azamileştirmek yönündeki çabası hiçbir zaman bilgisayar teknolojilerinin sanayiye hakim hale gelmesine, böyle bir şey teknik olarak mümkün olsa bile, izin vermez. Çünkü üretime makinelerin hakim olması işsizliğin artmasıyla, bu da toplam talebin düşmesiyle sonuçlanır.

Ama şu da doğrudur: Özellikle hizmetler sektörünün kendisi üretimin bilgisayarlaşmasına hemen hiç elverişli değildir.

İşçi emek gücünü bir başkasına kiralayan kimsedir. Böyle bakıldığında, işçi sınıfının çöktüğünü iddia edenlerin pek çoğunun da bu sınıfın içinde yer aldığı görülür.

Bunun karşısında ise emek gücünü istihdam eden sınıf olarak burjuvazi yer alır. Yine TÜİK verilerine göre bunun toplamdaki oranı %5 kadardır.

Çelişki bu kadar net: Bir tarafta yalnızca emek gücünü satarak geçinen %75’lik çoğunluk, öte yanda buradan para kazanan, servet yığan %5’lik azınlık.

Öte yandan işçi sınıfı kimliğine ilişkin olarak yapılan itiraz %75’lik bölmenin kendi içinde homojen olmadığı, dolayısıyla bir sınıf kimliği sergileyemeyeceği noktasını da içeriyor ise, buna hak vermek gerekir.

Gerçekten de bu büyük cüsse farklı katmanları içerir. İçinde profesyonel meslekler denilen (hekimler, avukatlar, mühendisler gibi) grup da yer alır, Marks’ın döneminden beri işçi denildiğinde solcunun aklına ilk gelen sanayi işçisi de, niteliksiz el emeğiyle geçinmekte olanlar da (temizlik işçisi gibi).

Bunların eğitim düzeyleri, gelirleri, beklentileri arasında çok önemli farklar olduğu, kimilerinin yüksek gelirleriyle birikim yapabildikleri, geleceğe yönelik hayaller kurabildikleri (ki bugün için en çarpıcı olanı ülkeyi terk etme hayalidir) de doğrudur.

Böyle olsa bile, emeğini satarak geçinmekte olan yüksek eğitimli profesyonellerdeki statü yitimi çok ciddi derecededir ve bu kesim açık biçimde kaderinin diğer ücretlilerle aynı seviyeye yaklaştığını deneyimlemektedir. Ve örneğin işsizliğin en yüksek olduğu grup da üniversite mezunlarıdır.

Bütün bunlar nesnel sınıf konumundan, sınıf kimliğinin ortaya çıkması bakımından harmanlayıcı etkiler yaratır.

Üstelik nesnel sınıf konumundan sınıfın oluşumunu sağlayacak tek etken ekonomik faktörler değildir. Ülkenin gündemini işgal eden siyasal gelişmeleri anmak gerekir. Hatta kimi dönemlerde bunlar sınıf oluşumunu sağlayacak esas faktör olarak bile devreye girebilir. Örneğin bir savaş durumu, çalışma yasalarında bütün ücretlileri etkileyecek düzenlemeler, vb işçi sınıfının bütün katmanlarının konumunu aşağıya çekerek, kaderlerini değiştirenin karşılarındaki sermaye sınıfı olduğu algısının pekişmesine yol açabilir.

Dolayısıyla işçi sınıfı katmanları arasındaki eğitim, gelir farklılıklarından kaynaklanan bakışımsızlığın zahiri olduğu, katmanların tamamının emek güçlerini satmak ortak paydası üzerinden, iktisadi, mali, siyasi gelişmelerden doğrudan etkilendikleri kabul edilmelidir.

Üstelik bu katmanlar içinde oran olarak esas çoğunlukta olan da daha altta yer alanlardır. Dolayısıyla salt buraya yoğunlaşmak bile ön açıcı olabilir.

Şuna dikkat etmek gerekir: İşçi sınıfının oluşumunda mutlaka dışarıdan ideolojik-siyasi içerikli bir müdahaleye gerek vardır. Bu müdahale sınıfın değişik katmanları arasındaki bakışımsızlığı giderecek en önemli faktördür.

O nedenle sınıf nerede diye başı boş dolaşmak yerine sınıfı oluşturmak üzerine odaklanmak gerekir.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 18.04.2020- 18:44


Bir işçi sınıfı yazısı - Metin Çulhaoğlu

Önce bir gözlemimizi aktaracağız.

Ardından, Türkiye’de sosyalist düşünceye sızdığını düşündüğümüz “eski kapitalizme” dönüş beklentisine ve bununla ilişkili örtük bir “reformizme” değineceğiz.

Gözlemimiz şu: Türkiye’de ortodoks sosyalist (Marksist) kesim, post-Marksist eleştirileri yanıtlarken aslında hiç gerekmediği halde kimi eski ezberlerde ısrar etmiştir.

Bu eski ezberlerin büyük bir bölümü işçi sınıfıyla ilgilidir.

Uzatmamak için işçi sınıfının “yok olmadığı”, tersine nicel olarak arttığı, emek sömürüsünün katlanarak sürdüğü gibi gerçekleri geçip işin “ezber bozma” kısmına gelelim:

İşçi sınıfının yapısında meydana gelen değişiklikler, bu sınıfın belirli bir kesimini, örneğin sanayi proletaryasını özel bir yere koyan yaklaşımların altını boşaltmıştır… Bunun yanı sıra, yaşanan çok yönlü değişimler, bir dönemin fetiş mekânı “fabrikanın” önemini azaltmıştır… İşçinin çalıştığı sektörün, işkolunun, üretim sürecinde bilfiil yer alıp almamasının ve benzer faktörlerin, sınıfın canlılığı, uyanıklığı ve direngenliği gibi özelliklerle zorunlu bir ilişki içinde olmadığı ortaya çıkmıştır.

Sonra, özünde Marksizm dışı olsa bile ideolojik motif niyetine kullanılabilecek “emek en yüce değerdir” gibi sözlerin ve “üretimden gelen güç” gibi aşıların işçi sınıfında bir özgüven yarattığını söylemek mümkün görünmemektedir.

*

Türkiye’de işçi sınıfının konumu açısından 60’lı yıllardan 70’li yıllara bir “rol değişimi” yaşandığı söylenebilir.

İşçi sınıfı 60’lı yıllarda özgüven biriktirmeye başlarken aydınlar, öğrenciler ve orta sınıftan ilerici-demokrat kesimler bu özgüven inşasına söylemleri ve eylemleriyle katkıda bulunmuştur. 70’li yıllar ise sınıf özgüveninin tepe yaptığı, bu kez işçi sınıfının toplumun diğer kesimlerine güven aşıladığı dönem olmuştur.

Doğrudan kendi tanıklığımızdır:

70’li yıllarda Cem Karaca bir konserinde “Tamirci Çırağı''nı söylerken “İşçisin sen işçi kal!” sözlerinde coşkuyla ayağa kalkanlar, yumruklarını sallayarak en içten biçimde eşlik edenler işçilerdi:

“İşçisin sen işçi kal!”

Karaca’ya eşlik edenler sınıfsal konumlarına güveniyorlardı; ülkede pek çok şeyi etkileyebileceklerini biliyorlardı; özgüvenleri vardı ve öyle (işçi) kalmaya kararlıydılar…

*

Yukarıdaki durumu açıklarken, ülkede 70’li yıllarda geçerli olan birikim modeline, dönemin ekonomik politikalarına, Ecevit dalgasının yansımalarına, DİSK’in etkisine ve başka etmenlere atıfta bulunabiliriz ve yanlış da olmaz.

Ancak, asıl görülmesi gereken nokta başkadır: Bugün işçi sınıfının yeniden özgüven kazanması gerekiyor; ama az önce sıralanan, 70’li yıllara ait   “özgüven etmenlerinin” yeniden ortaya çıkması hiç mümkün görünmüyor…  

Örneğin hangilerinin?

Örneğin kapitalizmin yeniden “refah devleti” modeline dönmesi… Türkiye’nin “üretim ekonomisine” (!) geçmesi… Patronların daha fazla vermeye razı olması… Sendikaların güçlenip toplu sözleşmelerde karşı tarafı tir tir titretmesi… Ülkede değişen ekonomiyle yeniden öne çıkan sanayi proletaryasının sınıfın diğer kesimlerine ağabeylik etmesi…

Sonra?

Sonra, 1960’lı ve 70’li yılların Fransız ve İtalyan KP’lerine benzeyen bir işçi sınıfı partisinin böyle bir Türkiye’de aynı ortamdan güç bulan sosyal demokrasiyle “ortak program” zeminini yoklaması (“sosyal faşist” denmeyeceği varsayımıyla)…

Geçmiş olsun…

Yani geçip gitmiştir; tekrarı, Türkiye dâhil hiçbir yerde mümkün değildir.

*

Sorunun doğrudan ve tam yanıtı olmasa bile anahtarı, bir kez daha Marx’tadır.

Anahtar, Kapital’in 1. cildinde “Bir Göreli Artık Nüfusun Gittikçe Artan Ölçüde Üretimi ya da Yedek Sanayi Ordusu” diye başlayan bölümdür (Marx, a.g.e. çevirenler: Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, Yordam Kitap 2010, ss. 619-626).

Burada ayrıntılarına girmemiz mümkün değil; ama göreli artık nüfusun “akıcı”, “saklı” ve “durgun” varoluş biçimleriyle birlikte “en dipteki tortunun” günümüzdeki somut karşılıkları, araştırılması gereken ciddi bir konudur.

“Göreli artık nüfus” kapitalizmin doğasında vardır ve hep olacaktır. Ancak, kronik ve geniş çapta işsizlikle birlikte, otomasyonun, kimi mesleklerin ortadan kalkmasının, yarı zamanlı çalışmanın, esnek istihdamın, küçülmenin ve hepsinin üzerine küresel bir olgu olarak göçmenliğin/mülteciliğin, Marx’ın sıraladığı kategorilerin hepsini köklü biçimde etkilediği de bir gerçektir.

Etki, hem kategorilerin kendi içlerindeki niceliğin değişmesiyle hem de kategoriler arasındaki geçişkenliğin artması ve hızlanmasıyla ortaya çıkmaktadır.

“Toplumsal proletarya” diyebileceğimiz bu çok geniş nüfusun bugün öne çıkan bir kesimi, bir öncüsü, “eşitler arasında birincisi” yoktur; özgüvense, sanayi proleteri, işsizi ve “en dipteki tortuya” doğru itileni hep birlikte ve ancak bir hareketin yaratılmasıyla kazanılacaktır.  

Sosyalistler, “işçi sınıfı devrimcisiyiz” diyenler elbette sınıf hareketi yaratamazlar; ancak, ülkede böyle bir niceliğin olduğunu, bu niceliğe ulaşma yollarının denenmesi gerektiğini bilmeliler.

Yoksa atı alan Üsküdar’ı geçer, biz de sendikalı ve iş güvenceli “modern sanayi proletaryasıyla” birlikte bir savunma mevzii inşa etme çabalarına koyuluruz.

https://ilerihaber.org/yazar/bir-isci-sinifi-yazisi-111877.html




Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 03.05.2020- 06:39


Neden İşçi Sınıfı? - ERHAN NALÇACI

'Bugün işçi sınıfının tek devrimci sınıf olduğu genellikle tartışılmadan kabul ediliyor. Şu veya bu şekilde sosyalist devrimci olmayan siyasetler sosyalizme mesafe koyarken bu konuyu bulanıklaştırmayı tercih ediyorlar.'

 
Resim Ekleme

Marx’ın döneminde devrimci sınıfı aramak

Bugün işçi sınıfının tek devrimci sınıf olduğu genellikle tartışılmadan kabul ediliyor. Şu veya bu şekilde sosyalist devrimci olmayan siyasetler sosyalizme mesafe koyarken bu konuyu bulanıklaştırmayı tercih ediyorlar. Bazen sosyalizmin neden olmayacağına ilişkin gerekçeler üretmeye çalışırken, çok zayıf bir tez olan “günümüzde işçi sınıfının kalmadığını” geveleyebiliyorlar.

Ancak Marx ve Engels’in gençliğinde devrimci sınıfı bulmak hiç de kolay bir iş değildi. Bize bugün çok kolay gelen yanıt o zamanki siyasi ortam ve sınıf mücadeleleri içinde ancak Marx ve Engels’in çözebildiği bir bulmaca olacaktı: Hangi sınıf devrimin öncülüğünü üstlenecek?

Onların çocukluğu “Büyük Sanayi Devriminin” sonlarına denk gelmişti. Daha sonra Engels tarafından “Sanayi Devrimi” adı konulan süreç 1760-1830 yılları arasını 1, dokuma tezgâhları icat edilmiş, makineleşmeye 1875’de buhar makinası güç vermişti. Fabrikalarda çalışmak üzere köylerinden kopan/koparılan emekçiler sanayi merkezlerine yığılarak işçileşmeye başlamıştı.

Emekçi sınıflardan kaynaklanan eşitlikçi fikirler daha Fransız Devrimi esnasında boy göstermişti. Babeuf’ün (1760-1797) “Eşitler Konspirasyonu” bir darbe aracılığıyla “hakiki cumhuriyetçi diktatörlüğü” kurmayı amaçlıyordu. Hitap ettiği sınıf “Baldırı Çıplaklar”, yani kalfalar, zanaatkârlar, işsizler ve yoksul köylülerdi. 2

Sınıftaki belirsizlik genellikle eylemin hedefini, eğer devrimse amaç, yöntem ve programını da bulanıklaştırıyordu.

1815’te İngiltere’yi kasıp kavuran “Makine Kırıcıları Hareketi” buna örnek olarak verilebilir: Madem eskisine göre yaşamı cehenneme çeviren makinelerdi, o zaman onları yok edelim!3

Marx on dokuz, Engels on yedi yaşındayken, 1837’de İngiltere’de başlayan Çartist hareket güçlü bir sınıfsal temele dayanıyordu, ancak talepleri hiçbir zaman burjuva ufkunu aşamayacaktı. Parlamentoda temsil, gizli oy, adaylık için mülkiyet sınırının kaldırılması…

1831 ve 1834’de Lyon’da tekstil işçileri ayaklandılar. İşçi sınıfı kendisini göstermeye başlamıştı, sınıf devrimin öncülüğüne adaylığını koyuyordu ama kendine ait devrimci bir programa sahip değildi.

Cesur yürekli Louis Aguste Blanqui (1805-1881) ve yoldaşları Fransa’da proletarya diktatörlüğünü sağlamak için 1839’da bir darbe girişiminde bulundular ve başarısız oldular. Onların proletaryadan anladıkları, sanayi işçileri ile köylüler ve kentli zanaatkârlardı. 4

1848’den sonra bir süre Marx’ın ayağına dolanacak, militan ve hatip terzi Wilhem Weitling (1809-1864) de devrimin peşindeydi ve ona göre devrimin öncüsü soyguncular da dahil olmak üzere lümpen proletaryaydı. 5

Bu arayış içinde, Marx ve Engels’in 1840’ların başında kısa bir süre için tedirgin bir saygıyla yaklaştıkları Fransız bir kuramcıdan bahsetmemiz gerekir: Pierre-Josephe Proudhon (1809-1865). Makale boyunca kişilerin doğum ve ölüm yıllarını özellikle verilmesinin nedeni, bu kişilerin Marx ve Engels’in çağdaşı olduklarını ve aynı dönemde aynı problemle uğraştıklarını göstermek içindir.

Proudhon mülkiyetin ekonomi politiğini yapıyordu, ancak önerdiği şey büyük mülkiyetin yerini herkesin sahip olduğu küçük mülkiyetin almasıydı. Bugün ortalıkta ben Prudoncuyum, diye gezen kimse kalmadı ama küçük mülkiyetin insanların kafalarında tuttukları yaygın bir özlem olduğunu biliyoruz. O yıllarda Prudonculuk özellikle Fransa’da devrimcilerin arasında çok yaygın ve saygın bir kuramdı.

Marx 1947’de yazdığı Felsefenin Sefaleti’nde bu küçük mülkiyetçi devrimciliği ve kuramı lime lime edecekti. Marx bu kitabıyla ilgili bir mektubunda şöyle yazmıştı:

“Kutsal bir kişiymiş, bir papaymış gibi zavallı günahkârları aforoz ediyor ve küçük-burjuvazinin ve aile ocağının o zavallı ataerkil ve aşıkhane kuruntularının zafer türkülerini çağırıyor. Ve bu, bir rastlantı değildir. M. Proudhon, tepeden tırnağa, küçük-burjuvazinin filozofu ve iktisatçısıdır." 6

Ancak o dönemde asıl sorun da budur. Bunu en azından Türkiye’de 1990’ları yaşayanlar biraz olsun gözlerinde canlandırabilir, küçük-burjuvazinin radikal kesimleri gerçekten de devrimcidir ve barikatlar kurulduğunda hemen arkasında yerlerini alırlar. Siyasi programları ise çoğunlukla anayasa önünde eşitlik ve cumhuriyetin kurulması ile sınırlıdır. Başka bir deyiş ile bildiğiniz demokrasi mücadelesi yürütmektedirler.

Çünkü 1940’ların ilk yarısında Avrupa’da kocaman bir devrim sorunu masada durmaktaydı. Napolyon’un 1815’te Waterloo’daki yenilgisinden sonra Fransa’da Bourbon Hanedanı tekrar iktidara gelmiş, 1815’te toplanan Viyana Kongresi feodalizmin zaferini ilan etmiş, düzenin restorasyonuna dönük bir baskı rejimi inşa edilmişti. Rusya, Prusya ve Avusturya aristokrasisi bir kara bulut gibi Avrupa’nın üzerine çökmüştü. Almanya’nın 35 devlete parçalanmışlığı bu koşullarda öylece kalmıştı.7

Avrupa’da büyük bir özgürlük, ulusların bütünleşmesi ve cumhuriyete geçiş sorunu vardı. İşte bu zorluklar içinde devrimci sınıf aranmaktaydı.

Marx ve Engels işçi sınıfını devrimin biricik öncüsü ve insanlığın kurtarıcısı olarak tanıyor

Bu zor koşullarda, 1940’ların ilk yarısında bazı olaylar silsilesi Marx ve Engels’in işçi sınıfını evrensel ve devrimin biricik öncüsü olarak tanımlamalarına ve dolayısıyla Marksizmi işçi sınıfının bir devrim kılavuzu olarak kurmalarına yardımcı oldu.

Bunların ilki, Engels’in modern işçi sınıfının ilk oluştuğu yer olan İngiltere’de 1842’den itibaren sınıfın durumunu yakından inceleme şansı bulmasıdır. 1844’de yazdığı ve 1845’te basılan İngiltere’de işçi Sınıfının Durumu kitabı işçi sınıfının mükemmel bir tanımını yapar. 8

Marx’ı ise çok önemli bir deneyim beklemektedir. Almanya’nın sanayice en gelişmiş bölgesi olan Ren’de burjuvazinin çıkardığı muhalif gazete Ren Gazetesi’nde (Rheinische Zeitung) 1842’de çalışmaya başlar. Bu, Marx’ın halen burjuva demokrasisine inandığı liberal dönemidir, henüz ortada işçi sınıfının rolü ve komünist fikirler yoktur. Ancak gazete Marx’ın giderek daha çok yönetimine girer, özellikle Ren bölgesindeki feodal ayrıcalıklara, çıkartılan yasalara karşı sert bir muhalefet yapmaya başlar ve burjuva devriminin sözcüsü haline gelerek bütün Almanya’da okunur hale gelir.9

Prusya Devleti Ren Gazetesi’nin giderek keskinleşen devrimci demokrat çizgisinden rahatsız olur, yoğun sansür uygulamasının dışında gazeteyi yasaklamaya başlar. Ancak gazetenin hisse sahibi burjuvaları radikal siyasi çizgiyi Prusya Devletine karşı savunacak durumda ve kararlılıkta değildir. Marx editörlükten istifa eder ve kısa bir süre sonra gazete kapanır. Marx Alman burjuvazisinin uzlaşmacı eğiliminin bir devrimi sırtlamaktan uzak olduğunu bu olayla fark eder.10

Gerçekten “özgür” bir Almanya için Fransa’da olduğu gibi burjuva devrimini üstlenecek bir burjuva sınıfının olmadığı anlaşılır. Alman burjuvazisi hızlıca sermaye biriktirmiş, işçi sınıfının Avrupa’da sergilediği radikalizmden ürkmeye başlamıştır. Büyük toprak sahibi soylu sınıflarla uzlaşma ve Almanya’nın birliğini kitle hareketlerinden çok, güçlü bir devletle çözme eğilimi ağır basmaktadır.

Tam bu esnada Silezyalı işçilerin ayaklanması başlar. Bugün Polonya’da bulunan Silezya bölgesi 19. yüzyılda Prusya sınırları içinde kalmıştı. Beş bin dokuma işçisinin ve ailesinin yaşadığı büyük yoksulluk İngiliz dokumasının rekabeti nedeniyle bir açlığa dönüşmüştü. 4 Haziran 1844’de işçiler ayaklandılar, patronların malikânelerini, bürolarını, atölyelerini bastılar ve iki gün içinde yakıp yıktılar. Ayaklanma ancak Prusya ordusunun müdahalesi ve birçok işçinin katledilmesi ile bastırılabildi. Alman şair Heinrich Heine ünlü Dokumacılar şiirini Silezya ayaklanmasından hemen sonra yazdı.11 Gerçi dokumacılar modern proletarya olarak kabul edilmese de Almanya’nın köylülerden ve burjuvaziden bağımsız ilk işçi ayaklanmasıydı. O zaman Almanya’da yarattığı etkiyi anlamak için Türkiye’deki 15-16 Haziran 1970 işçi eylemleriyle karşılaştırmak gerekir. Bu eylemler en azından kafası açık kişiler için devrimci öznenin hangi sınıf olduğuna ilişkin tartışmayı bitiriyordu. Ayrıca Almanya’da Silezya ayaklanmasından sonra, Haziran ve Temmuz aylarında birçok yerde grev dalgası yükseldi. 12

Marx ve Engels’in birlikte çalışmaya başladıkları yıl olan 1844’de işçi sınıfını bu koşullarda keşfettiler.

İlk Marksist klasiklerde işçi sınıfı tek devrimci sınıf olarak beliriyor

Tarih birden çok hızlanır. Marx ve Engels’in ortak eseri olan ve 1844’te basılan Kutsal Aile’de Marksizmin oluşmaya başladığı ve işçi sınıfının tek, evrensel devrimci sınıf olarak tanımlandığı görülür. Burjuva mülkiyet ilişkilerinin zorunlu olarak ürettiği işçi sınıfı tek mülksüz ve modern üretimin içinde olan sınıf olarak kendi ile birlikte burjuvaziyi de ortadan kaldıracaktır.

“Proletarya ve zenginlik, karşıt şeylerdir. Karşıt şeyler olarak bir bütünlük oluştururlar. Her ikisi de özel mülkiyet dünyasının oluşumlarıdır…

Özel mülkiyet olarak, zenginlik olarak özel mülkiyet, kendi öz varoluşunu sürdürmek zorundadır; ve bundan ötürü kendi karşıtının, proletaryanın varoluşunu da sürdürmek zorundadır…

Tersine, proletarya, proletarya olarak, kendi kendini kaldırmak ve böylece bağımlı bulunduğu, onu proletarya durumuna getiren karşıtını, yani özel mülkiyeti de kaldırmak zorundadır…

Bu çelişkinin bağrında, demek ki özel mülkiyet sahibi tutucu partidir, proletarya ise yıkıcı parti. Çelişkiyi koruyup sürdüren etkinlik birinciden, yıkıp yok eden etki ise ikinciden kaynaklanır…

Eğer proletarya utkuyu kazanırsa, bu hiç de toplumun mutlak yanı durumuna geldiği anlamını taşımaz, çünkü o bu utkuyu ancak hem kendi kendini hem karşıtını kaldırarak kazanabilir. Öyleyse onu içeren karşıtı olan özel mülkiyet kadar proletarya da ortadan kalkacaktır…

Proletaryanın o sert, ama güçlendirici emek okulundan geçmesi boşuna değildir. Söz konusu olan şu ya da bu proleterin ya da hatta tüm proletaryanın bir an için hangi ereği tasarladığını bilmek değildir. Söz konusu olan proletaryanın ne olduğunu ve bu varlık uyarınca tarihsel olarak neyi yapmak zorunda kalacağını bilmektir." 13

Bir kez devrimci sınıf olarak işçi sınıfı saptanınca Marksizm hızla gelişir, bir mücadele aracı olur. 1947’de daha önce bahsedilen Felsefenin Sefaleti’nde işçi sınıfının devrimci görevi bir kez daha tanımlanır.

“…, proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, bir sınıfın öteki sınıfa karşı savaşımıdır, öyle bir savaşım ki, en yüksek ifadesine götürüldüğünde toptan bir devrim olur. Gerçekten de, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulmuş bir toplumun nihai olarak vahşi çelişki ile, bedenin bedenle çarpışması ile son bulmasında şaşılacak bir şey var mı?" 14

1848’de işçi sınıfı partisi için yazılan ve işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız ilk siyasi programını sunan Komünist Manifesto’da ise çok daha berrak bir anlatım görülür.

“Proletarya siyasal egemenliğini, sermayenin tümünü burjuvaziden adım adım koparıp almak için, üretim aletlerinin tümünü devletin elinde, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek için ve üretici güçler kitlesini olabildiğince artırmak için kullanacaktır."15

Ve işçi sınıfı sadece ulusal bir sınıf değil, uluslararası bir sınıftır da.

“Proletarya önce, siyasal egemenliği ele geçirmek, “ulusa yön everen sınıf” konumuna yükselmek, ulus ölçeğinde yapılanmak zorundayken- hiçbir şekilde burjuvazinin anladığı anlamda olmasa da-henüz ulusaldır…

Hiç değilse uygar ülkelerin birleşik eylemi, proletaryanın kurtuluşunun ilk koşullarından biridir.

Bir bireyin bir başkası tarafından sömürülmesi ortadan kaldırıldığı ölçüde, bir ulusun bir başka ulus tarafından sömürülmesi de ortadan kalkar."16

İşçi sınıfının günümüzde tek devrimci sınıf olduğunun tarih içinde sınanması
İşçi sınıfının 19. yüzyılda Marksizmin odağına yerleşmek üzere nasıl biricik ve evrensel devrimci sınıf olarak oluştuğunu kısaca gözden geçirdik. Şimdi günümüze kadar bu düşüncenin nasıl sınandığına bakabiliriz.

1-İşçi sınıfı devrimleri ve sosyalizmin kuruluşu:
Daha manifestonun yazıldığı yıl işçi sınıfı 1848 Devrimleri içinde belirleyici bir rol oynamıştır. Haziran 1848’de işçi sınıfı burjuvaziye karşı ayaklanmış ve yenilmiş, Marx Fransa’da Sınıf Savaşımları kitabında bu iki temel sınıfın karşı karşıya gelişini şöyle tanımlamıştır.

“İşçilerin artık başka çareleri yoktu: ya açlıktan ölmeleri ya da savaşa girmeleri gerekiyordu. 22 Haziran günü, korkunç bir ayaklanmayla karşılık verdiler buna, bu ayaklanmada, modern toplumu ikiye bölen iki sınıf arasında ilk büyük çarpışma verildi. Bu, burjuva düzenin sürdürülmesi ya da ortadan kaldırılması için kavgaydı. Cumhuriyeti gizleyen perde yırtılıyordu." 17

1871 Paris Komünü’nde işçi sınıfı bir kez daha ortaya çıkmış, Marx bu önemli deneyimi Fransa’da İç Savaş 18 kitabında değerlendirmiştir. 1848 ve 1871 işçi sınıfının devrimci bir sınıf olarak yükseldiğini gösterse de hiçbiri Ekim Devrimi kadar kıymetli değildir. Önceki her iki deneyimde de ayaklanan işçiler ve örgütler arasında Marksizmi bir eylem kılavuzu olarak kullananlar çok seyrektir. Oysa işçi sınıfı eylemi kendi kuramı ve örgütü ile birlikte var olursa, kendi tarihsel programını ve sorumluluğunu gerçekleştirmeye yaklaşır.

Ekim Devrimi bu anlamıyla Marksizmin eşsiz bir sınanması anlamına gelmiştir. Ekim Devrimi Marksizmi kılavuz olarak kullanan, yıllardır devrimini arayan ve sınıf içinde örgütlenen işçi sınıfının öncü partisi tarafından gerçekleştirilmiştir. Sosyalizmin kuruluşu da işçi sınıfının biricik devrimci sınıf olduğunu göstermiştir. İşçi sınıfı önceki devleti yıkarak kendi devletini kurmuş, aristokrasi ve sermaye sınıflarını mülksüzleştirmiş, toplumsal mülkiyet sağlanmış, insanın insan tarafından sömürülmesi sonlandırılmış, üretici güçlerde büyük bir sıçrama yaşanmış, tüm emekçilere yayılan bir aydınlanma dönemi başlatılmıştır, tıpkı Marksizmin öngördüğü gibi. Ayrıca ulusların birbirini sömürmediği ama dayanışma içinde bulunduğu bir tarihsel deneyime tanıklık edilmiştir.

2-Yoksul köylülüğe dayanan devrimlerde tersinden bir sınama sağlamıştır
Köylü ayaklanmaları genellikle hem antik çağlarda hem de Ortaçağ’da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak 20. yüzyılda işçi sınıfı siyaseti ve kuramının getirdiği örgütlülük ve bütünleştiricilik sayesinde devrimlerin zafere ulaştığı söylenebilir. Çin Devrimi Çin Komünist Partisi’nin büyük köylü kitlelerini silahlandırması ve yönetmesi ile başarıya ulaşmıştır.

Buna karşılık Çin Devrimi’nin zaferden sadece 28 yıl sonra kapitalist reformlara yönelmesi işçi sınıfının biricik devrimci sınıf olduğunun tersinden sınanması olarak kabul edilebilir.

3- Bugün işçi sınıfı dünyanın en büyük nüfus bölmesini oluşturuyor
Bugün ulusların içinde ve genel olarak dünyada işçi sınıfı nüfusun en büyük bölmesini oluşturuyor. Marx ve Engels’in yaşadığı çağda nüfusun ezici çoğunluğu köylü sınıflarına aitti. Kısa bir süre önce dünya nüfusunun kentlerde yaşayan kısmı kırsal kesimde yaşayan nüfusu geçti. Bugün 4 milyardan fazla insan kentlerde yaşarken kırsal kesimde yaşayanların sayısı 3 milyar civarında bulunuyor. 19 Kentlerde ise küçük burjuvazi büyük bir hızla eridi ve işçi sınıfının içine karıştı. Marx’ın öngördüğü gibi üretim araç ve nesnelerinin mülkiyetinden yoksun işçi sınıfı giderek büyüyerek de tek devrimci sınıf olduğunu gösterdi, diğer bütün sınıflar işçi sınıfı karşısında eridiler. Burjuvazi ise küçük ve asalak bir sınıf olarak dünya nüfusunun giderek çok daha küçük bir kısmını oluşturuyor.

Gününüzde işçi sınıfının tabakalarını ayırmaya ve bölmeye dönük çabalar var. 1989 karşı devriminden sonra tüm dünyada işçi sınıfına dönük saldırı onları geçen yüzyılda kazandıkları haklardan mahrum bıraktı. Sınıfın bugün önemli bir kısmı güvencesiz ve örgütsüz olarak çalışıyor. Bu kesimleri “prekarya” adı altına toplamaya çalışmak anlamsız bir çabadır. Daha yüksek gelirliler ve eğitimli ücretliler, henüz kazanımlarını yitirmemiş kesimler ve güvencesiz çalıştırılan tabakalar ile işçi sınıfı bir bütündür. Bu bütünlüğü sağlayacak olan işçi sınıfının partisidir. Yoksa Marx ve Engels’in zamanında da sınıf bir sınıf olduğunun bilincinde değildi. İşçi sınıfının siyasi öncüsü bütün tabakaların içinde çalışacak, onlara tek bir sınıf olduğunu anlatacak ve devrimci programının etrafında örgütlemeye çalışacaktır. Zaten işçi sınıfı kuramı ve partisiyle devrimci bir sınıf haline gelir.

Ayrıca emperyalist düzenin krizi işçi sınıfının bir kısmını daha yüksek tüketim alışkanlıkları ile düzene bağladığı “orta sınıfları” dağıtmakta, sermaye sınıfı ideolojik, siyasi bir dayanağından yoksun kalmaktadır.

4-İşçi sınıfı partileri dünyanın her yerinde
Marx ve Engels’in işçi sınıfını başlıca devrimci sınıf olarak tanımlamasından 175 yıl sonra, işçi sınıfının biricik devrimci sınıf olduğunun sağlamasını yapan bir diğer unsur ise işçi sınıfının siyasi öncülerinin dünyanın her yerinde ulusal düzeyde kurulmuş ve çalışıyor olmasıdır. 20. yüzyılın başında birçok ulusta köylü partileri bulunuyordu ve kendilerine ait bir programları vardı. Bugün ise bu partiler büyük ölçüde siyaset sahnesinden silindiler. Köylü sınıfları ya burjuva ya işçi sınıfı partilerinin etkisinde bulunuyor. Küçük burjuvaziye ait örgütler de etkilerini kaybedeli çok oldu. Sadece burjuva ideolojisinin emekçi sınıflar arasında yaygınlık kazanmasında bu sınıfın geriletici rolü sürüyor. Lümpen proleterlerin ise hiç partisi olmadı!

Sovyetler Birliği’nin bir karşı-devrimle çözülüşünden bu yana süren gericilik döneminde devrimci işçi sınıfı siyaseti, tıpkı 1794’te Jakobenlerin devrilmesinden 1848’e, 1848 devrimlerinden 1871 Paris Komünü’ne ve Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne kadar geçen onlarca yıllık sürelerde olduğu gibi bir süreliğine geri çekildi. Buna rağmen dünyanın çeşitli yerlerinde komünist partileri, siyasi olarak etkinler, tek tük de olsa iktidardalar, bazı ülkelerde parlamentodalar, bazılarında yerel bölgelerde yönetimdeler.

Ama asıl olarak, emperyalizmin bu derin bunalımında devrimi arayan çok sayıda parti bulunuyor.

1.Riazanov D., K. Marx ve F. Engels, Hayat ve Eserlerine Giriş, Çev: R. Zarakolu, 5. Baskı, Belge Yayınları, 2011, s.18.
2.Fernbach D., Siyasal Marx, Çev: M. Akad, Yenihayat Kütüphanesi, İstanbul, 2004, ss.32-33.
3.Riazanov, age., s.19.
4.Fernbach, age, s.33.
5.proletaryaydı.
6.Marx K., Marx’tan Paris’teki P. V. Annekov’a. Felsefenin Sefaleti. Çev: A. Kardam, Sol Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 1992.
7.kalmıştı.
8.yapar.
9.SSCB Bilimler Akademisi Kolektifi (P. N. Fedoseyev ve ark.), Karl Marx Biyografi, 2. Baskı, Çev: E. Kürkçü, Sorun Yayınları, İstanbul, 1995, s.38-39.
10.Riazanov, age, s.47.
11.https://goo.gl/JBsEUC, Erişim tarihi: 15.07.2018.
12.SSCB Bilimler Akademisi Kolektifi, age., s.70.
13.bilmektir.”
14.Marx K., Felsefenin Sefaleti. Çev: A. Kardam, Sol Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 1992, ss. 158-159.
15.Marx K. ve Engels F., Komünist Manifesto, Çev: G. D. Görsev, Yazılama, İstanbul, 2015, s. 28.
16.Marx ve Engels, 2015, age, s.27.
17.Marx K., Fransa’da Sınıf Savaşımları, 1848-1850, Çev. S. Belli, Sol Yayınları, 5. Baskı, Ankara, 2006, s. 57.
18.Marx K., Fransa’da İç Savaş. Çev. K. Somer, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara, 1991.
19.Ritchie, H. ve Roser, M., "Urbanization", 2020. Erişim tarihi: 16.02.2020 'https://ourworldindata.org/urbanization

https://sol.org.tr/gelenek/neden-isci-sinifi-3320



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 06.06.2020- 11:03


Bir işçi sınıfı yazısı daha - Metin Çulhaoğlu

“Kişisel” denebilecek bir açıklamayla başlayalım:

Burada, güncel siyasal değerlendirmelerin yanı sıra “teorik” sayılan kimi konulara da giriyoruz. Böyle konuların fazla ilgi çekmeyeceğini bilerek bunu yapıyoruz. Bile bile yapmamızın iki nedeni var. Birincisi: Okura aşırı “teorik” görünen konuların bile pratiğe değen bir yanı mutlaka vardır; bu yan bugün olmasa bile yarın belirginleşecek, kendini dayatacaktır.

Birincisi, buradan hareket ediyoruz…

İkincisi: Nazım’ın hapishaneden Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta değindiği gibi, mücadelede daha eski olanların “nesillerini idame ettirme” gibi bir uğraşı da vardır. “Neslin idamesi” ille de çokluk gerektirmez; birtakım tartışmalar yarına bir avuç insan tarafından taşınsa bile maksat hâsıl olmuş demektir…

***

Bu yazının “teorik” gündemi ise şu: Proletaryayı, kendi nesnel oluşumu ve varlığıyla madun (tabi, altta), yoksun (ille de yoksul değil), sömürülmenin yanı sıra baskı altında, yabancılaşmanın tam ortasında bir sınıf olarak mı görelim, yoksa ona kudret, muktedirlik ve azamet mi atfedelim?

İkisinin birbirini mutlak anlamda dışlamadığının farkındayız; bir “ağırlık” meselesinden söz ediyoruz.

Sosyalist-komünist hareketin son 70-80 yıl içindeki yaklaşımı yukarıdakilerden ikincisine ağırlık tanımıştır. Örneğin Türkiye’ye baktığımızda proletarya sosyalistler tarafından “hayatı yaratan” (maddi zenginlikler tamam da, hayat?) sınıf olarak selamlanır; “en yüce değerin” (emek) taşıyıcısısayıldığı gibi bir de “üretimden gelen gücü” olduğu söylenir…

Buna karşılık Marx’ın erken yazılarında, örneğin 1844 Elyazmalarında proletarya pek böyle resmedilmez; insanlığın düştüğü içinden çıkılması güç bir olumsuzluğun, bir musibetin (“predicament”) tam merkezindeki sınıf olarak görülür…

Proletarya kendini kurtardığında insanlığı da kurtaracak olan sınıftır. Ama ona bu konumu sağlayan, kadir-i mutlak olması, hayatı bizzat kendisinin yaratması değil, kapitalizmin tümüne ilişkin her tür olumsuzluğu kendi tikel konumunda topluyor olmasıdır.

Marx’ın daha sonra ulaştığı “değerin emek teorisine” rağmen böyledir.

***

Ayrım çok mu önemli?

Ancak bir yere kadar…

Öteden beri söyleriz; Marksizm’in, iktidara yönelik bir siyasal hareket haline gelmesinde bir tür “üstüne giyinme” gündemi vardır ve ideoloji bu giyinmenin en önemli araçlarından biridir. Marx’ta hiç olmayan “sosyalist ideoloji” ve “ideolojik mücadele” gibi kavramların Lenin’de olmasının nedeni de budur.

Ve olmasında hiçbir sakınca yoktur; ama bir yere kadar: “İdeolojileştirme” operasyonunda başvurulan her şey Marksizm’in “kendisi” sayılmayacak... Daha açık bir örnek verecek olursak, isteyen “emek en yüce değerdir” desin; ama bunun Marksizm olduğunu, Marksizm’in böyle dediğini iddia etmesin…

“Üretimden gelen güç” mü? “Kapitalist, işçi olmadan, işçinin kapitalist olmadan yaşayabileceğinden daha uzun süre yaşayabilir.” (Marx, 1844 Elyazmaları, Toplu Eserler, c.3, s. 235). Demek bu gücü de bir yerden sonra fazla abartmamak gerekiyor.

***

Değineceğimiz diğer nokta ise ilkinden daha önemlidir ve pratik uzantıları daha açıktır.

Burada soru, yazıda sözü edilen yaklaşımlardan hangisinin “reformist” politikalara daha yatkın olduğuyla ilgilidir. Tartışmaya açık olmak üzere kendi görüşümüzü kısaca dile getirelim: İşçi sınıfının gücüne ve kudretine yapılan atıflar, özellikle sendikaların ve sendikal hareketin güçlü olduğu dönemlerde, işçi sınıfının bölüşümde daha fazla pay almasına yönelik, bu anlamda “reformist” politikaların söylemi olagelmiştir.

Altını çizelim: Yanlıştı, yapılmamalıydıdemiyoruz; işçi sınıfının gücüne ve kudretine yapılan atıfların, devrimcilikten çok reformculukla bağlantıları olabileceğine işaret ediyoruz.

İşçi sınıfının durumundaki iyileşmelerin, buna yönelik (olursa) reformların mutlaka “durdurucu” etkisi olur diye bir kural elbette yoktur; yeter ki bu süreçte başvurulacağı kesin olan işçi sınıfı yüceltmeleri kendi başına “devrimcilik” sayılmasın…

***

Önümüzdeki dönem?

Türkiye’nin geleceğinde, örneğin 1970’li yıllara özgü nispeten yüksek sendikalaşma oranları, nispeten güçlü bir sendikal hareket ve gene aynı döneme özgü “ücret sendikacılığı” imkânları/fırsatları kesinlikle olmayacaktır.   Hangi siyasal iktidar olursa olsun, “restorasyonun” hangi türü gerçekleşirse gerçekleşsin, Türkiye kapitalizminin bunlara olanak tanıyacak bir yeniden yapılanmaya ve birikim modeline geçmesi mümkün görünmemektedir.

Siyasal “üstyapıda” ne olursa olsun sınıfın durumunda gerçek bir iyileşme mümkün görünmüyorsa bu yazıda ele alınan konu bağlamında bir “tercih” gündemde olacaktır: Sınıf aynı sınıf da biz hangi yönünü, neresini, hangi özelliklerini başat sayacağız?

https://ilerihaber.org/yazar/bir-isci-sinifi-yazisi-daha-113742.html



Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Benzer konu yok
Etiketler   İşçi,   sınıfı
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS