SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
GÖZLERDEKİ MERTEK Mİ SUÇLU MERTEĞİNİ SEVMEYE MAHKUM           (gösterim sayısı: 2.824)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
şibusa
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: şibusa
Konu Tarihi: 19.01.2014- 03:04


GÖZLERDEKİ MERTEK Mİ SUÇLU MERTEĞİNİ SEVMEYE MAHKUM OLANLAR MI?



Gülen tarikatının hedeflerinden birinin yargıya yönelik operasyon olduğu çoktan deşifre edilmişti; bu, herkesin tanıdığı ve muhtemelen herkesin “bırakın şu işkenceciyi! “ diyerek elinin tersiyle ittiği polis şefi Hanefi Avcı’nın iddiası idi ve akabinde zindanı boyladığını biliyoruz. Şimdi AKP yandaşlarının mülakat yaparak Hanefi Avcı’nın dediklerini, daha doğrusu yazdıklarını doğruladıklarını da görüyoruz!
Peki, ne diyordu?

“Özel yetkili mahkemeler bütünüyle cemaatin kontrolünde !”

Yani “devletin güvenliği” artık bir tarikattan soruluyor.

Yalnız uygulamada bazı sıkıntılar doğuyordu, son anayasa paketi ile o sıkıntılar da aşıldı!

Bu gün çok daha net ortaya çıkmıştır,11 yıldır ülkeyi bir koalisyon yönetiyor; bu koalisyonun görünen tarafını Türkiye Milli Talebe Federasyonu kökenli kadroların oluşturduğunu da görebiliyoruz; koalisyonun gizli ortağı ise Komünizmle Mücadele Dernekleri kökenli Fetullah Gülen tarikatıdır.

Hanefi Avcı’nın iddiasına göre poliste ve yargıda “imam”lardan, yani Gülen tarikatından emir alanlar vardı. Bu, bilinmeyen bir durum değil, yani devletin uzun zamandır imamlar eliyle yönetilmekte olduğu sır değil; ancak 11 yıldır, Gülen tarikatının yeni tip görevlileri eliyle, eski imamların bıraktığı yerden devam edilerek, Türkiye’ye yeni bir şekil verilmiştir.

Sözünü ettiğimiz imamlar,”derin imamlar”dır.

Herkesin hatırladığından kuşkum yok,1950 yılında iktidara getirilen Demokrat Parti’nin Türkiye’nin her tarafında “Komünizmle Mücadele Derneği” kurduğundan söz ediyorum; bu derneğin kurucuları ve üyeleri arasında Cemal Gürsel, Adnan Menderes, Celal Bayar, Süleyman Demirel ve Turgut Özal gibi toplumun İslamileştirmesinin müsebbipleri vardı. Saadet Partisinin bir önceki Genel Başkanı Recai Kutan Diyarbakır Komünizmle Mücadele Derneği Başkanlığını yapmıştı. Koalisyon ortaklarından Fethullah Gülen bu yıllarda Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneği’nin kurucuları arasındaydı. Derneğin önde gelen üyeleri, daha sonra İlim Yayma Cemiyeti'nin kuruluşuna da önayak oldular. Çıkışlarında, duruşlarında hep iflah olmaz bir antikomünizm vardır.

Neden peki?

Tarihin gösterdiği şu; Cumhuriyetin kuruluşundan beri İslami hareketin ana kanalı emperyalizmin işbirlikçiliği rolünü gönüllü olarak üstlendi. Varlığını bu rolü sayesinde sürdürebildi.

Bugün ve öteden beri İnönü’yü Hitler’e benzetenler, İkinci Dünya Savaşı yıllarında İnönü’nün Türkiye’den uzak tutmaya çabaladığı Nazilerin sempatizanıydılar ve hâlâ öyle olduklarını görebiliyoruz. Dolayısıyla bugün Türkiye’de bütün anti-faşist grupların düşman belletilmesi şaşırtıcı olmamalıdır. O günlerde Tan gazetesini, “Komünistlere ölüm!” sloganlarıyla kundaklayanlar işte onlardı ve onlar şimdi bunlardır!

Onlar ve bunlar, hepsi birden, otoriteye tapma hallerini “büyük üstat ”belledikleri Said-i Nursi’den miras almışlardı. Hepsi, iflah olmaz anti-komünistlerdi.

1960 darbesinden sonra sol yükselince, anti-komünizmi bırakmadılar ama Komünizmle Mücadele Derneklerinin yanına, Milli Türk Talebe Birliği iliştirildi.

Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, Gazeteci Fehmi Koru işte bu örgütten gelmektedirler.

Daha sonra bu örgütün içinden de “Ak Genç” çıktı. Şimdiki gençler biliyorlar mı bilmem ama o zaman en popüler sloganları şöyleydi: “TİP, tip tipsizler; Allahsız komünistler; Amerika gitsin Rusya mı gelsin? Şeriat, şeriat!” Yani TİP’e düşmandılar, komünizme düşmandılar; Rusya’ya düşman, Amerika’ya yandaştılar. Daha takıye yapacak zaman değildi, şeriat da istemekteydiler. İşte, dünkü ve bugünkü AKP kadrolarının büyük ağırlığını o MTTB-Ak-Genç üyeleri oluşturmaktadır.

Komünizmle Mücadele Dernekleri ile birlikte sola saldırıların faillerinden olan bu örgütün en önemli işlerinden biri 31 Mart olayından sonra yaşanan en büyük gerici ayaklanma olan ve iki TİP’linin ölümüne ve çok sayıda kişinin yaralanmasına neden olan “Kanlı Pazar”dı. Herhalde bunu da, gençler hatırlamazlar ama hepimiz hatırlıyor olmalıyız! Bu kalkışmanın en önemli yanı, Komünizmle Mücadele Dernekleri ve MTTB mensuplarının, gençleri ,”düşmanın Amerikan donanması değil, onu protesto eden işçiler ve öğrenciler olduğunu” söyleyerek, kışkırtmaları idi! Başrolde, daha sonra MHP’ye katılacak olan, öncesinde Adalet Partisinde milletvekilliği olan ve 12 Eylül’e giden yolda,1979 yılında bir suikaste kurban giden KMD’nin genel başkanı, İlhan Egemen Darendelioğlu vardı! Şimdi her yer Darendelioğlu’ları ile her yer Komünizmle Mücadele dinamikleri ile doludur ve parolalarındaki kodlar hâl⠓komünistler, antiemperyalistler ve antifaşistler düşman, Amerika yandaş, Şeriat isteriz şeriat “olmaya devam etmektedir!

12 Eylül öncesi de,12 Eylül rejiminin “Türk-İslam Sentezi” tabanlı faşist diktatörlüğünün kerte kerte konuşlandırılması sürecinde de ve bu gün hâlâ Amerika’nın izinden gidenler ve 12 Eylül faşist rejiminin sadık savunucuları olanlar bunlardır ve 12 Eylül öncesi devrimci gençler, İsrail’e karşı mücadele veren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne katılıp Siyonizm’e karşı savaş verirlerken, Türkiye’de devrimci avı sürdürenler bunlardı.

12 Eylül faşist darbesi devrimci avını bizzat ele alınca, bunlara da darbecileri gönülden desteklemek kalmıştı; böylece devlet eliyle büyütülmeye ve bu günlere hazırlanmaya devam ettiler.

İşte bu dinamiklerin en çok büyütülen ve öne çıkartılarak korunan, o kadar öyle ki, kendisi de bir tarikat mensubu olan Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu bir zamanda,12 Eylül rejiminin devleti tarafından irticai faaliyetleri nedeniyle aranırken, Özal tarafından Köşkte saklandığı yazılan ve şimdiye kadar bir yalanlama dahi gelmeyen Fetullah Gülen’in emrindeki ve AKP hükümetinin koalisyon ortağı Gülen tarikatıdır!

Şimdi pek allanıp pullanarak, demokrat gösterilen bu tarikat lideri, İzmir’de 12 Eylül’e yakın bir tarihte bir camide cemaate şöyle sesleniyordu: “Marx’ın bayrağı altında mitingler yapıyorlar ve bunlara müdahale eden çıkmıyor! Aslında bunlar askeri de karşılarına almışlardır."

Peki, ne oldu bu askere?

Askerlere ne olduğunu kısa zamanda gördük; bu tarikat lideri de görmüştü ve darbeciler, Marx’ın bayrağı altında toplananları, hapishanelere tıkıp işkence tezgâhlarına yatırdığında şu vaazı veriyordu:

“Ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”

Bugün tarikat liderinin dileğinin önemli oranda gerçekleştiği görülüyor; artık Marx’ın bayrağı altında mitingler yapanlar pek azdır. Ama İslamcı anti-komünizm hâlâ yürürlükte ve tüm hızıyla devlet olarak tahkim edilmektedir!

En sevdikleri komünistin” ölü bir komünist” olduğunu, Lenin’in mozolesini ziyaret etme pişkinliği bir yana, gazetecilere, “Lenin’i ölü olarak görmek çok güzel." Deme ölçüsüzlüğünü gösteren AKP’nin demirbaşı, Bülent Arınç’tan da biliyoruz!

İşte, dokunmayın, önlemeyin, destekleyin, bir şans verin vb. deyyu çırpınarak ve en sonu “yetmez ama evet” kepazeliği ile daha fazla “demokrasi” getirecekleri vaaz ve vaat edilen bu dinci anti-komünistlerin geldiği yerdeki “demokrasi” görünümlü şeriata dayalı faşist diktatörlük, bu dinci anti-komünist tarikat liderinin özlemi olan istihalelerin son kertesinin son kapısıdır; bundan sonrası Şam’da kayısıdır ama dananın kuyruğu da tam bu noktada kopmuş, ne Şam’a, ne istihalelerin son kertesine geçit ve açık kapı kalmıştır!
Açmaya çalıştıklarını görebiliyoruz!

Ve hâlâ başkalarının düşüncelerine, yani sola ait olmayan ucube düşüncelere biat etmiş olmalarının yansıması olarak Türkiye siyasal tarihinin belki de en ucube sloganını üreten “yetmez ama evet” çi ucubeler, hem kör ve hem de sağırı oynamaya ama pabuç gibi dillerini o ucube düşünceleri taşıyan başlarından sarkıtmaya devam etmektedirler.

Şimdi körlük ve sağırlığın toplumsal bir hastalık olarak kitleselleşmesinin, genel olarak emperyalizmin, özel olarak ABD-AB emperyalizminin ve onlarla entegre olmayı, onlardan beslenmeyi hedef alan tekellerin düzeninin çürümüşlüğünden, kokuşmuşluğundan akan pisliklerin yarattığı bir sonuç olduğunu hepimiz biliyoruz.
Bunu Öcalan’ın da bildiğinden yine hepimiz eminiz ama yine de sola ait olmayan ucube düşüncelerin esiri olmak yanında, yenilerini üretmekten geri durmadığı da ortadadır fakat görmemek, duymamak en temel politikadır!

”PKK’yi, yasal bir statüye alarak da ehlileştirme”,yoluyla tasfiye etmek istenmesinden söz eden; Hatta “Talabani’nin, ’Marxizm-Leninizm’den vazgeçip, silahları bırakma ile PKK, sosyal-demokrat bir parti olarak faaliyetlerini Ankara’da serbest yapabilir.’ diyerek Ankara’ya çağırdığından ve ‘Bir masa etrafında bu hususları görüşebilirsiniz’ dediğinden ve bunu şiddetle reddettiklerinden.” Söz eden;

Dahası, “Kürdistan devrimi büyük bir devrimdir, yeni bir Ekim Devrimi’dir. Yeni bir Ekim Devrimi, emperyalizm için, kapitalizm için çok tehlikelidir. Bu tehlikeyi önlemek için, bu işbirlikçilere bu devrimi bastırma görevi verilmiştir. O açıdan Kürdistan’daki işbirlikçiliğe karşı çok dikkatli olunmalıdır. Yine solculuk adı altında bu tip işbirlikçilere alet olanlara, ’Dikkatli olun, solculuk adına bu davranış hiç mi hiç kabul edilemez’ dediğinden söz eden Öcalan, şimdi “Savaş bir cehennem ise barış bir cennet” diyerek, Savaşın gerçekten demokratik bir barışla sona ermesinin, sermaye devrilmeden imkânsız olduğu gerçeğini görmezden geliyor ve görmezden gelinmesini buyuruyor!

Öcalan, ölçüsüzce, ikiyüzlü lafazanların parlak sözler ve vaatlerle, 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı faşist diktatörlüğü koşullarında demokratik bir barışın mümkün olabileceğine halkı inandırmalarına sosyalistlerin meydanı boş bırakacağını, burjuva politikacıların milletlerin özgürlüğünden dem vurarak halkı aldatmalarına göz yumacağını sanıyor!

Bir dizi devrim olmadıkça ve her ülkede o ülkenin egemen sınıflarına ve onların düzenlerini yönetenlere karşı devrimci bir mücadele yürütülmedikçe demokratik bir barışa benzer hiç bir şeyin söz konusu olamayacağını sosyalistlerin çok iyi bildiğini unutuyor!

Diğer yandan, Sosyalistler elbette milletler arasındaki savaşları barbarlık ve vahşet olarak mahkûm etmişlerdir. Ancak, sosyalistlerin savaş karşısındaki tutumları burjuva pasifistlerin ve anarşistlerin tutumlarından temelde ayrılırlar; savaşlarla bir ülke içindeki sınıf mücadelesi arasında kaçınılmaz bir bağ olduğunu görürler; sınıflar ortadan kaldırılmadıkça ve sosyalizm kurulmadıkça savaşın ortadan kaldırılamayacağı konusunda tereddütleri yoktur.

Sosyalistlerin, İç savaşları, yani ezilen bir sınıfın hâkim sınıflara karşı, kölelerin köle sahiplerine karşı, serflerin toprak sahiplerine karşı ve ücretli işçilerin burjuvaziye karşı savaşlarını tamamen meşru, ilerici ve gerekli saydıklarını da biliyoruz!

Ve daha da önemlisi, henüz aksine görüş belirtilmemiştir, savaşın, siyasetin başka yollarla, şiddet yolu ile devamı olduğunu da biliyor ve artık bütün çıplaklığıyla görüyoruz!

Dolayısıyla bu düsturu, Türkiye’nin ve Kürtlerin de parçalı olarak içinde bulunduğu bu geniş coğrafyada süren savaşa uyguladığımızda, ABD-AB emperyalizminin ve işbirlikçi ülkelerin yönetimlerinin, egemen sınıflarının, öteden beri ve hâlâ başka milletleri ezen ve işçi sınıfı hareketini baskı altında tutan bir politika izledikleri ve artık bu politikayı şiddet yoluyla dayattıkları çok net olarak görülecektir!
Bunu görmeyenlerin, görmek istemeyenlerin, politik kör veya şaşı olanların, ama daha çok körlüğe mahkûm olanların, yani emperyalist politikalara boyun eğenlerin varacağı yer kaçınılmaz olarak, 12 Eylül rejiminin şeriata dayalı faşist diktatörlüğü koşullarında demokratik bir barış hayali kurmak ve yaymak olacaktır! Olmuştur demek istiyorum!

Daha da açık ifadeyle, sınıf mücadelesinden ve sosyalist devrim düşüncesinden çoktan uzaklaşmış olan küçük burjuva demokratların, kafalarında kapitalist düzende özgür ve eşit milletler arasında barış içinde rekabeti öngören bir ütopyaya savrulmaları kaçınılmaz olmaktadır!

Lenin, 5 Haziran 1920 tarihinde Kominternin ikinci kongresi için hazırladığı   “milletler ve sömürgeler üzerine tezler”in ilk taslaklarında şöyle yazıyordu:

“Genel olarak eşitlik, özel olarak milli eşitlik sorununun soyut ya da biçimsel konuluşu, tabiatı gereği, burjuva demokrasisi niteliği taşır. Ferdin genel olarak eşitliği kılıfı altında burjuva demokrasisi, mülk sahibinin ve proleterin, sömürenle sömürülenin biçimsel ya da hukuki eşitliğini ilan eder ve böylelikle ezilen sınıfları göz göre göre aldatır.
Burjuva, bütün insanların mutlak surette eşit olduklarını ileri sürerek meta üretimindeki ilişkilerin bir yansıması olan eşitlik fikrini, sınıfların ortadan kaldırılmasına karşı kendi yürüttüğü mücadelede bir silaha dönüştürür. (0ysa) eşitlik dileğinin gerçek anlamı, sınıfların ortadan kaldırılması dileği olmasındadır.”

İşte bu temel düsturdan bihaber olan küçük burjuva demokratlar, sosyalistlerden, ezen ulusun egemenleri ile binbir bağ içinde olan ve daha da zenginleşmek için onlarla birlikte olmak isteyen, hatta onlarla birlikte ezdiği ve sömürdüğü halkını daha çok ezmek ve sömürmek isteyen ezilen ulusun egemenlerini sırf Kürt oldukları için sevmelerini isteyebiliyorlar ve sevmiyorlar diye Kürt düşmanı yaftasını yapıştırabiliyorlar!

Evet, burjuvazinin halkla birlikte, emeğiyle yaşayan herkesle birlikte özgürlük için savaştığı, milletlerin tam özgürlükleri ve eşit haklarından yana olduğu zamanlar olmuştur; ancak bu, çok geride kalmıştır!

Artık, milletlerin gerçek özgürlüğü ve bütün milletlerin işçilerinin birliği davasını yalnızca işçi sınıfı savunmaktadır; ayrı ayrı milletlerin barış içinde birlikte yaşayabilmeleri, ya da, eğer daha çok işlerine geliyorsa, ayrılarak ayrı devletler kurmaları için, işçi sınıfı tarafından desteklenen tam bir demokrasi şarttır.

Lenin’in bu tezleri oldukça öğreticidir; tabii yararlanmak için önce bir, akıl taşımak, iki, başkasına ait düşüncelere biat etmemek gerekiyor!

Tezlerin bir maddesi ve şıkları, doksanlı yılların başında ”Benim Kürtlüğüm Bedirhanlara, Barzanilere hiç benzemez… Benim Kürtlüğüm aşiret bağlarından kopmuş Kürtlerin kürtçülüğüdür… Bizimki ağa, şeyh ve devlet kategorisinden ayrıdır…” diyen Öcalan’ın zihnini oldukça açacak cinsten!

Lenin, “Feodal ya da pederşahi ve pederşahi-köylü ilişkilerin hâkim olduğu daha geri ülkelerde ve milletlerde şu hususları göz önünde tutmak özellikle önemlidir” dedikten sonra, öncelikle şu vurguyu yapıyor:

“Bütün komünist partileri bu ülkelerdeki burjuva demokratik kurtuluş hareketine yardımcı olmalıdırlar. En faal yardımı yerine getirme görevi de, geri kalmış milletin bir sömürge olarak ya da mali bakımdan bağımlı olduğu ülkenin işçilerinin omuzlarındadır.”

Çok doğru, en faal görev ezen ulusun işçilerinin omuzlarındadır ancak Lenin şöyle devam ediyor:

“Geri kalmış ülkelerde papazlarla ve diğer sözü geçen gerici, orta çağ kalıntısı unsurlarla mücadele etmek zorunludur;

Avrupa ve Amerikan emperyalizmine karşı, kurtuluş hareketini, hanların, toprak ağalarının, mollaların vb. durumunu pekiştirme çabasıyla bağdaştırmaya çalışan Panislamizm ve benzeri akımlarla mücadele zorunludur;

Geri kalmış ülkelerde toprak ağalarına, büyük toprak mülkiyetine ve feodalizmin her türlü belirtilerine, kalıntılarına karşı köylü hareketini özellikle desteklemek… gereklidir;

Geri kalmış ülkelerde burjuva demokratik kurtuluş akımlarına komünist bir renk verme çabalarıyla kesin olarak mücadele etmek zorunludur.”

Peki, gelelim ABD emperyalizmine; ABD emperyalizmi, bu bölgedeki milletleri ezme ve işçi sınıfının, emekçilerinin üzerinde baskı kurma politikasından vazgeçmiş midir?

Elbette hayır ve üstüne üstlük bu politikasını kalıcı kılmak ve sonsuza kadar sürdürmek için elinden geleni yapmakta ve yeni projeler üreterek bu bölgedeki ülkelerin yönetimlerine ve halklarına dayatmaktadır!

BOP-BİP projesinden, yani “ABD emperyalizminin kırk yıldır güttüğü “Büyük Kürdistan “politikasından söz ediyorum ki artık sağır sultan duymuştur ve üstelik son derece bariz olarak bu projenin ilerletilmesindeki tıkanmalar görülmektedir!

Ve işte şimdi artık daha net görülüyor ki Öcalan(daha doğrusu Öcalan’ın önderliği) bu tıkanmanın kilidini açacak en önemli anahtardır!

Bu projenin şiddet yoluyla bu bölgeye dayatıldığı, haritalar üzerinde oynandığı, buna göre Afganistan’dan başlayarak, Irak, Libya ve Suriye üzerinden ilerletilmeye çalışıldığı ve bu sürecin en başından itibaren AKP nin ABD ile bu proje çerçevesinde eş başkanlık ilişkisi kurduğu, kendilerinin defalarca yaptıkları ilanları ile tescillendiği ve şimdi gelinen yer ve ABD emperyalizmi ile eş-başkanlığının durumları, dışarda Suriye, içerde Gezi Direnişi olguları hepimizin malumudur!

Hepsi bir arada beş yaşında çocukların bile idrak etmekte zorluk çekmeyeceği, ”ya devrimci Mücadele, ya emperyalizme kölelik, başka yol yok ” düsturuna kapanan gözler, küçük-burjuva barışçı kapitalizm ütopyasına ve Kürtler için adalet düşüncesine sonuna kadar açılmaktadır.

Bu körlük ve aynı anda cingözlük, ayrılma hakkından çoktan vazgeçmiş bir ulusal kurtuluş “savaşçısı” için son derece manidar bir durumdur!

“Savaş bir cehennem ise barış bir cennet” imiş; çok güzel, öyleyse, yani Öcalan’ın istediği buysa, Amerika’nın ve 12 Eylül rejiminin istediği bir göz, Allah verdi iki göz olmuyor mu?

“ Pax Americana” için bir göz yetiyordu, şimdi Öcalan ikinci göz olmuştur ki herhalde ABD emperyalizmi allahına şükrediyordur!
Peki, barış nedir; bunu Öcalan biliyor mudur?

Başlı başına bir amaç mı? Her koşulda geçerli bir yöntem mi? Yoksa tutkuya dönüşmüş bir amacın tek aracı mı?

Hiçbiri değil; barış ne tek başına dik durabilen bir amaç, ne her koşulda geçerli olan bir yöntem, ne de kutsal bir amacın vazgeçilmez aracıdır!

Öte yandan, Pax Americana da bir barıştır; ancak reddedilmeye mahkûm bir barıştır; öyleyse cehennemle korkutup, barışa razı etmek Pax Americana ’ya razı etmektir!

Oysa barış, Amerikan “barış”ının her yolla yenilmesi, ortadan kaldırılması ile mümkündür; işte ancak böyle bir barış, cehennemin içinden cenneti bulup çıkarabilir.

Çünkü Amerikan “barış”ı, sömürüyü, eşitsizliği, insanın yükselişini durdurmayı, bütün insanlığı edilgenleştirmeyi anlatmaktadır; Barış ise, sömürüyü, eşitsizliği, insanı edilgenleştirmeye çalışan bir mekanizmaya karşı savaşı anlatmaktadır.

Yani barış bir savaştır; sömürüye ve eşitsizliğe karşı bir savaştır! Barış, bu savaşın zaferi ile varılan bir sonuçtur, yani bir vargıdır! Yani barış, sömürüsüz ve eşitlikçi bir toplumun doğal niteliklerinden biri olduğu için, sömürüsüz ve eşitlikçi bir toplum yapısı dışında barışın gerçekleşmesi düşünülemez; sömürü ve eşitsizlik ile insanın gelişmesini durduran boyunduruklara karşı zaferle sonuçlanan bir savaşı içermeyen “barış”, sömürü ve eşitsizliğe teslim olmak demektir.

Bununla birlikte, barış mücadelesinin, sömürüsüz ve eşitlikçi bir toplum ile dünya için genel mücadeleye önemli bir katkısı olduğu muhakkak; köktenci bir bilincin yayılmasına yardımcı oluyor; sömürüyü ve eşitsizliği gerçekleştiren şiddetin, yani barışın yolunu tıkayan yapının, mümkün olan her yolla ortadan kaldırılmadıkça, barışın gerçekleşmesinin imkânsızlığını gösteriyor!

Demek ki barış mücadelesi, barışa teslim olmayı reddetmeyi gerektiriyor; dolayısıyla sömürüsüz ve eşitlikçi bir toplumun en dolaysız vargısı olan barış’a tutkuyla bağlanmayı içeriyor.

İşte burada Öcalan kör ve sağır durmayı ama sözde sömürüsüz ve eşitlikçi bir dünya adına, buna taban tabana zıt bir Amerikan barışı için müzakere masasında kalmayı anlatan bir dille volta atmayı poltika sayıyor!

Aslında Öcalan ne kör ne sağırdır ama belli ki American barışına mahkûmdur! Bu nedenle darbe ateşini de, yakanları da, demokrasiyi de, başka yerde ve başkasının lütfettiği çerçevede arıyor ve görüyor; haliyle darbe ateşi ile ülkeyi yangın yerine çevirenlerin masasından demokrasi çıkacağı hayallerini yayıyor!

Öcalan, arabayı atların önüne koşarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyor; darbecilerin ve çıkardıkları yangının adresini şaşırtması yetmezmiş gibi, bunu teşhir etmeden, önlemeden, mahkûm etmeden, ya da üzerine gitmeden, darbe ateşi ile ülkeyi yangın yerine çevirmek isteyenlerin masasından “demokrasi” ve “barış” çıkacağını ısrarla ve çaresizce kabul ettirmeye çalışıyor!

Savaşın gerçekten demokratik bir barışla sona ermesinin, sermaye devrilmeden imkânsız olduğu gerçeğini görmezden geliyor.

Öcalan, Fransa’da gerçekleştirilen katliamın faillerinin ve azmettirenlerinin adresini de başka yerde arıyor; körlüğü ve sağırlığı belli ki burada da mahkûmiyeti içindedir!

Hep başka yerlere bakmayı, başkalarının seslerini duymayı ve çoktandır belli olan düşmanı başka yerde aramayı poltika sayıyor ki bu politikaları, Öcalan’ın kendi ifadesiyle, ne tarih ne de Kürt halkı ve Türk halkı affedecektir ve bu poltikalar eninde sonunda tarihten silineceklerdir!

Oysa doğru yere bakmaktan ölümüne korkan ve kimse bakmasın diye üzerini örten, Amerika ve İsrail adına bir “Büyük Kürdistan” isteyenlerin, PKK içindeki “sol” olarak tanımladıkları kadrolarla ilgili telaşları gözden kaçmıyor! Görmemeye mahkûm olduklarını artık daha net görebiliyoruz ki görmek istemedikleri “Kürtlerde sol temizlik”tir; göremezler çünkü çoktan soldan uzak düşmüşlerdir! Soldan uzak düşenlerin,”sol temizlik “karşısında başka yere bakmaları şaşırtıcı olmuyor!

“Bu vahşi katliamın hesabını katillerinden mutlaka soracağımızı belirtmek isterim.” derken, “bu katliamı tamamıyla süreci hedefleyen bir darbe olarak” niteleyen Öcalan’ın Kürt halkı nezdinde inandırıcılığının kalmadığını düşünmek yanlış olmaz!

Son gelişmeler ışığında, BDP’nin demagoji rekorları kıran ve en küçük bir rüzgarda bile rüzgarın yönünde eğilen Eş başkanı Demirtaş bey’ in bile “teyit ettiklerini” söylediği Paris katliamının failinin kasete kaydettiği itiraflarını ve bu itirafta adı geçen kurumun Öcalan’ın pek kutsadığı “Çözüm süreci” nin önemli aktörlerinden biri olduğunu göz önüne alırsak, düşüncemizin yanlış olmadığı kendiliğinden anlaşılır!

Ve Öcalan’ın taşların üstünde kralın çıplaklığında duran darbeleri ve darbecileri görmezden gelip, hâlâ her taşın altında görülen ve gösterilen darbe-darbeci hortlakları ile bu gerçekliği örtmeye çalışması, uzun hapislik yaşamının etkilerinin tahmin edilenden daha tahrip edici olduğunu göstermektedir!

Evet, cehennem hep savaşmıdır tartışılır ama cehenneme giden yolların iyi niyet taşları ile döşeli olduğu tartışma götürmez; hem de ABD emperyalizminin “iyi niyetinden “iyi niyet” beğenenlerin, emperyalist politikalara köprü kurmak için döşedikleri “iyi niyet” taşlarının, cehennemi cennet olarak göstermede son derece önemli bir aktör olduğunu kimse yadsıyamaz!

Körler ve sağırların birbirlerini ağırladığı ortamlarda, gerçeklerin sesinin ve renginin duyulmasının ve görülmesinin mümkün olmadığını biliyorum, hatta görüyorum; ancak gerçeklerin sesi ve rengi o kadar gür ve koyudur ki bu, gerçeklerden midesi bulanarak birbirlerini ağırlama ayinleri ile gerçeklerin üzerini örtmeye çalışanların tuzaklarının görülmesinde son derece aydınlatıcı ufuklar açıyor!
Bu ortamlarda çıkarılan seslerin, kopartılan fırtınaların, Türkiye’de ve dünyada, egemen sınıfların ve düzenlerinin geldiği bu günkü noktada, yani emperyalizmin, tekellerin çürümüş, kokuşmuş düzeninde, ezilen ve sömürülen kitlelerin bu çürümüşlüğe, kokuşmuşluğa isyan eden seslerini boğma eğilimi taşıyan bir sessizliğe davet ettiği net olarak görülüyor!

Hep bir Pax-Americana davetidir! Emperyalizme ve tekellere bir cennet misli olan Amerikan barışının, Türkiye’nin Kürt, Türk bütün yoksul emekçi halklarına daha da kızgın bir cehennem yaratacağını bile bile cennet-cehennem edebiyatı yapılıyor; Cehennemle korkutup, Amerikan barışına razı etmeye çalışılıyor!

Körler ve sağırlar diyalogu, sessizliğin sesi ile bu sese kucak açan dilsizliğin ittifakına bir fetiş ton vermeye devam ederek Amerikan barışına davet için tellallık yapıyor.

Bu sessizliğin sesinde duyurulan tektir; “sessizliğe biat etmezseniz öcü gelir; darbeci zihniyet gelirse ham yapar!”

Peki, darbe kimin için ve kime karşı yapılır?

Darbe ezilenlere sömürülenlere karşı ve ortada sömürü düzenine karşı bir tehdit söz konusu iken yapılmaz mı? Öyleyse darbe egemen sınıfların düzenlerindeki korku yaratan tıkanıklıkları aşmak için, korkudan kurtulma operasyonudur!

Her fırsatta devlete ve ulus-devlete hücum etmek için kör ve sağır ayinleri ile birbirlerini ağırlayanlar, emperyalizmi de tekelleri de görmezler; bunları görmeyince körlük kalıcı oluyor; tekelci aşamada seçim ile darbenin birbiri ile özdeş olduğu görülemiyor; böyle olunca da dürbünle dolaşsalar darbenin kaynağını göremiyorlar!

Oysa bu daha 1848 devrimleri sonrasında Marx tarafından, tarih aracıyla edindiği bilgilerin ışığında, Hegel’e gönderme yaparak tarihe kaydedilen ders misli bir gerçekliktir!

“Hegel, dünya tarihinin büyük olaylarının ve karakterlerinin, iki kez ortaya çıktıklarına işaret ediyordu. Birinci kez trajedi, ikinci kez fars olduğunu eklemeyi unutuyordu. Danton’un yerine Caussidiere, Robespierre’in yerine Louis Blanc,1793-95 yıllarının Montagne’inin yerine 1848-51 yıllarının Montagne’i, amca Napolyon yerine yeğen Bonapart çıkıyor. Ve biz, aynı karikatürü,18 Brumaire’in ikinci baskısını çevreleyen olaylar içinde de görebiliyoruz.”

Peki, acıklı bir güldürü resmi veren bizim karikatürlerimizi görebiliyor muyuz? Göstermek boynumuzun borcudur!

Herkese Marx’ın Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’ini okumayı öneririm, son derece ufuk açıcı olduğu görülecektir! Dahası, Marx’ı politika sanatı ve biliminden uzak bir filozof olarak görenlerin ne denli yanıldıkları görülecektir!

Bu eserinde başka bir cümlesinde Marx şöyle yazıyor:

“Durumunun gerektirdiği çelişkilerin baskısı altında, bir yandan Napoléon'un yerini dolduracak kişi olarak, tıpkı bir hokkabaz gibi, kamuoyunun gözünü kendi üzerinde tutmak zorunluluğu altında, sürekli şaşkınlık yaratarak, yani her gün minyatür bir Coup d’etat (hükümet darbesi) yapmak zorunluluğu altında, Bonapart, bütün burjuva ekonomisinin altını üstüne getiriyor, 1848 Devrimi için yıkılamaz görünen her şeyi yıkıyor; kimilerini devrime boyun eğmiş, kimilerini de devrim tutkulusu duruma getiriyor, düzen adına anarşinin kendisini yaratıyor ve aynı zamanda, bayağılaştırarak, hem tiksindirici ve hem de komik yaparak, devlet makinasının üzerindeki haleyi çekip atıyor.”

Louis Bonapart,1848 devrimi bastırıldıktan sonra, seçimle geldiği devlet başkanlığı koltuğunda,1851 yılında bir darbe ile ve amcası büyük Napolyon’a öykünerek, imparatorluğunu ilan ediyor. Büyük Napolyon, küçük burjuvaların ve özellikle köylülüğün lideridir; yeğen Bonapart, kendisini küçük burjuvaların lideri sanıyor ve onları kırarak büyük sermayenin gelişmesine ve egemenliğine kapıları açıyor.

Bu hatırlatma bizim karikatürlerimizi hatırlamaya yetiyor! Öyleyse hatırladıklarımızı hatırlatmak boynumuzun borcudur!

Menderesi Başbakanlık koltuğuna oturtan 14 Mayıs 1950 seçimi ile 12 Eylül 1980 darbesi arasındaki benzerlikler sanıldığından çoktur. İkisi de, aynı siyasal işlevleri yerine getirmeyi amaçlıyor; hem 14 Mayıs, hem de 12 Eylül büyük korkuların ürünüdür; 14 Mayıs, toprak ağalığının ortak olduğu burjuva rejimin kendisini tehdit altında görmesini anlatıyor;12 Eylül ise, yerleşik kapitalist düzenin, çok büyük bir korku içinde olduğunu gösteriyor! Eylül darbesinde, mülkiyetlerinin tehdit altında olduğunu görerek ürkmüş olan tekelcilerin artık kurtulmak istedikleri korkularını emekçi kitlelere yayma isteği temel renk olarak ortaya çıkıyor ve korkanlar korkularından kurtulmak için bir korku makinası üretiyor.

Demek ki, hem 1950 seçiminde ve hem de 1980 darbesinde harekete geçiren Türkiye’deki mülk sahiplerinin kurtulmak istediği korkusudur; 1950 ve 1980 tarihleri, Türkiye’nin ürkmüş ve korkmuş olan egemen sınıflarının kendi güvencelerini ABD emperyalizmine daha fazla bağlanmada bulma çözümlerini gösteriyor.

Mayıs 1950 bir yanıyla Kemalist restorasyonu sağlarken, diğer yanıyla da Mülk sahibi sınıfların kendi güvencelerini ABD ve dünya emperyalizminin saldırgan örgütü NATO içinde bulmalarını sağlıyor. NATO’ya giriş protokolü ile 1951 TKP tevkifatlarının ve SSCB ile yaşanan siyasal gerginliklerin aynı tarih aralığında çakışması tesadüf değildir. NATO’ya girilirken Türkiye’de sosyalistler tutuklanıyor, anti-komünizm tavan yapıyor ve kurumsallaşarak devlet politikası oluyor!

12 Eylül faşist darbesi, yalnızca Türkiye’de mülk sahiplerinin değil, aynı zamanda emperyalistlerin de korkularından kurtulmalarının çabaları oluyor. ABD, 12 Eylül darbesi ile hem İran ve hem de Afganistan devrimlerine cevap hazırlamış oluyor. Türkiye, 12 Eylül darbesi ile hızla ve daha fazla NATO’nun kucağına kayıyor!

1950 ile 1980 tarihleri, dünyada Amerikan emperyalizminin yayılmasının arttığı ve ABD’nin gücünün sınırlarını genişlettiği dönemlerdir; iki tarih de uluslararası güçler dengesi açısından kesin bir benzerliğe işaret ediyor.

Siyasal aktörler planında da benzerlik var ve çok daha açıktır; Mayıs 1950’de İsmet İnönü yerine, İnönünün iktisat müsteşarı olan Celal Bayar başkanlığında yeni bir ekip geliyor; Eylül 1980 yılında Demirel görevden uzaklaştırılırken, başbakanlık koltuğu Demirel’in iktisat müsteşarı Özal’a açılıyor.

1950 Yılında Kemalist restorasyon yeni bir aşamaya giriyor ve Menderes iktidarı ile toprak ağalarının da ortak olduğu burjuva düzenin, Kemalizm ile yaşayabilir kılınması pratik olarak sınanmak isteniyor!

1950-1960 yılları arasında Türkiye, Kemalizmin en yaygın, en yüksek iktidarına yol alıyor. Bir taraftan Kemalin heykelleri yıkılırken, diğer taraftan Kemalizm Türkiye topraklarına tümüyle yerleşiyor. Asıl olanın Kemalizm olmadığı, burjuva düzenin yaşayabilirliğinin garanti altına alınması olduğu apaçık kendini gösteriyor!

1980 Eylül’ü ise, Kemalizmin net bir karikatürü ile tekelci rejimi şiddetle kurumlaştırma dönemini başlatıyor.1980 darbesinin uyguladığı ve yaydığı şiddet,1950’dekinden çok daha büyük ve kitlesel oluyor; bunun, çelişkilerin ve devrimci düşüncenin yaygınlaşmış olmasından kaynaklandığını söyleyebiliyoruz.
Devrimcilere zulüm, ABD’ye sığınma ve dünya sosyalist sistemine düşmanlık, hem 1950 ve hem de 1980 dönemlerinin ortak çizgisi oluyor!

Ortaya net bir gerçeklik çıkıyor; İnönü ile Celal Bayar, Demirel ile Özal bir ve aynıdır; ayrılıkları görünmüyor; İnönü ile Bayar’ın ve Demirel ile Özal’ın arasında, temel çizgi sürekliliktir ve kitlelerin bu sürekliliği görmediğini sanmak solun yanılgısı oluyor; ya da sol kitlelere bu çizginin zıt olduğunu görmeye ve göstermeye o zamandan beri mahkum görünüyor!

CHP aynı CHP’dir ve 1950’de Menderesin ve Demokrat Parti’nin önünü açmada, Eylülist reformlara katkısı bir yana, 2002 de AKP ve RTE’nin önünü açmada sahip olduğu “devlet ve demokrasi terbiyesi” nin yüksek olduğunu net olarak gösteriyor!

CHP’nin siyasi rakiplerine olan aşkının, burjuva düzenin yerleşmesi, tekellerin düzeninin kalıcılaşması için olduğu görülüyor!

Mayıs 1950 yılındaki değişikliği, burjuva bilim adamlarınca ve TKP-TİP belgelerinde bir burjuva demokratik devrim olarak görüldü; İnönü -Bayar değişikliği Kemalist yazarlarca bir karşı-devrim olarak görüldü ve bu THKP(C)-THKO yazılarına da yansıdı! Yani bu değişiklik bir yandan demokratik devrim olarak görülüp, diğer taraftan karşıdevrim olarak görülerek, burjuva düzenin Kemalist restorasyonla yerleşmesi çabalarının üzeri kapatılmış oldu!
Demek ki ağaçlara bakıp ormanı görmemek öteden beri solun yanılgısı oluyor ve bu, tarihin çarpıtılmasına bir otomatiklik kazandırıyor!

Devrimcilerin bütün önderlerinin zindana atıldığı, grev hakkının tanınmadığı, suç sayıldığı bir düzende demokrasi aramak ve bulmak, herhangi bir devrimci hareket için en başta kendisine saygısızlıktır ama daha fazlası var, bunun ötesinde burjuva demokrasisine aşırı bir hoşgörüyü ve önemsemeyi gösteriyor!

Oysa 1950 yılında devam eden halkın Kemalizm’le tımar edildiği burjuva rejimdir ve daha önce başlayan Kemalist restorasyon döneminin yeni yönetici kadrolarla sürmesini anlatıyor.

Neticede,1950 ylında seçimle gelenler,1960 yılında süngüyle gidiyorlar;1969 yılında seçimle gelenler, 1971 de Mart darbesi ile uzaklaştırılıyorlar; 1977 yılında seçimle parlamentoya girenler,12 Eylül faşist darbesi ile parlamentoyu boşaltıyorlar!

Öyleyse bir açıklığa yaklaşıyoruz ve her iki tarihin de sosyalistlere, ilerici ve devrimcilere, burjuva demokrasisini ve liderlerini yeniden tanımlamak ve anlatmak için gerçekleştirilmiş oluyor! 1950 yıllarının ikinci yarısından itibaren İnönü, bir demokrat lider olarak yeniden ortaya çıkarak, Türkiye ilericilerinin burjuvaziye bağlanmasının kolay ve garantili yöntemi bulunmuş oluyor!

Eylül darbesinden sonra aynı yöntem yeniden uygulanıyor ve Cumhuriyet gazetesinin sayfaları tanıtım alanı oluyor; önce Özal, ardından Demirel ve sonra Erdal İnönünün resimleri demokrasi şampiyonu profilinde çiziliyor! Ve Demirel’in şampiyonluğu hâlâ devam etmektedir!

Başka benzerlikler de var; 1950 yıllarında TKP yargılamaları sürerken zaman sağı temsil eden Millet Partisi mensupları da mahkemeye veriliyor; Eylül darbesi de, devrimci ve ilericilerle birlikte faşistleri de mahkemeye vermeye özen gösteriyor ve hatta aynı oranda olmasa da, faşist kadroları da asmaktan geri durmuyor!
Ancak mülk sahiplerinin rejiminin kendisini sürdürmesi kalıcı olmuyor, sürekliliği korumak hep zorlaşıyor ve Türkiye, giderek daha açık bir azınlık yönetimine yöneliyor; böylece azınlık yönetimleri, artan ölçüde ve hızla “demokratik” kurumları soysuzlaştırmak, yok hükmüne sokmak zorunda kalıyor!

Tekelci rejim, inanılmaz bir hızla yayılarak, kollarını “demokratik” ya da Eylül sonrası moda olan deyimle “STK” lara uzatıyor ve müşfik kollarına alarak devletleştiriyor; böylece Demirel’i ve/veya
Erdal İnönü’yü “demokrat” sayanların topu birden, tekelci rejimin ahtapot kollarında teselli ile birazcık da havuç buluyor!

Böylece açıklığı genişletmiş oluyorum; sınıflı toplumlarda politika sanatı, en iyi örneklerini klasik kapitalizm döneminde veriyor; klasik kapitalizmde çok sayıda kapitalistin karşılıklı ekonomik ve politik mücadelesi söz konusu oluyor; üstün politikacı, burjuvazinin kendi içinde bile çok sesliliğin olduğu sıralarda ortaya çıkabiliyor.

Tekelci aşamada politika sahnesi, yeteneksiz ve gereksiz politikacılara açılıyor, üstün politikacılara kapanıyor! Parlamento ise artık fuzuli bir dekordur! Bunun en iyi örneklerini Eylülist rejimin, hem sağdaki, hem de soldaki “demokrasi” şampiyonu, birbirinden alık politikacıları veriyor! Tekelci aşamada ülkeyi yönetmek için yetenekli olmak gerekmiyor, aksine yeteneksiz olmak gerek şarttır, bu net olarak görülüyor; çünkü tekelci aşamada ve emperyalizm çağında, ülkeleri tekeller yönetiyor!

Ve sonuçta, Türkiye’nin politika sahnesine demokrasi şampiyonu Demirel bile fazla geliyor; fazla geldiğini net olarak görüyoruz! Dolayısıyla Türkiye’nin politika sahnesi, illüzyonist ama yönetim becerisi olmayan politikacıları ağırlıyor.

Böylece darbenin gerekli olmadığı zaman seçim yapılıyor; seçimin yetmediği zamanlarda darbe geliyor ve bu çok kolay oluyor!

İşte açıklık budur; ancak biz açmazsak her zaman kapalı kalıyor!
Bu nedenle kavganın, açıklığı açmak isteyenlerle kapatmak isteyenler arasında sürmesi kaçınılmaz oluyor!

Ve artık Öcalan’ın da açıklıkları kapatmaya mahkum olduğunu görmek bu açıklığı daha da açıyor! Açıklığa tuğla koymaktır!

Yaptığımız budur ve bundan sonrası da var ki en büyük açıklığa kapı açıyor!

Bu kapı,12 Eylül öncesinden kalan ve daha o zaman dönmüş ve başka yükselen dalgalar arayan sahte sol gömlekli kadroların, Eylül darbesi ile birlikte yerleştirilen ve çok uzun süren Eylülist rejim ile dolayısıyla tekellerle uyuşmanın zekatı olarak sol alanlarda ve sol renkte görünerek dolaşmasını ve kerte kerte mürteci olmasına açılıyor ki ol zaman görmemek, duymamak, bu açıklığın kapatıcısı olan bu “sol” gömlekli tekelist, Eylülist, yeni-mürteci sahtekârların marifetiyle poltika oluyor; o kadar öyle ki bu açıklığı göremeyenler bir yana, bu açıklığı gören azımsanmayacak düzeyde bir ahmaklar ordusu, bu açıklığın üstünü kapatmanın devrimci bir görev olduğuna, dolayısıyla gönüllü şövalyesi olmanın kutsal olduğuna inanıyor, ülkenin her yanında, çapsız, yeteneksiz, illüzyonist sahtekarlardan oluşan “demokrasi” tiyatroları kurarak, açıklığın görülme ihtimaline karşı ve örtmeyi kolaylaştırmak için, bütün toplumu edilgen izleyiciler sürüsü yapmayı en maharetli politika sayıyorlar!

Sürüleştirme icraatlarına, Demirellerin ve Ecevitlerin seçim yasağını oylayan referandumda “evet” diyerek “demokrasi “ geleceği illüzyonunu sahnelemekle başlıyorlar; bundan öncesi korkudur ve kitleselleşmiş halde Türkiye’nin üzerinde sallanması var ve bir Pax 12 Eylül dönemi yaşanıyor ki silah zoruyla “sulh” demek oluyor,
başka ifadeyle, daha sonra TKP’nin son genel sekreterinin ifadesiyle toplumun devlet ile “yönetiştirilmesi” demek oluyor amma ve lakin harcı korkudur!

İşte 12 Eylül anayasasının yüzde 92’lik bir ezici çoğunlukla kabul edilerek, Eylülist rejime onay verilmesi, bu Eylülist barışın “demokratik” yansımasıdır!

Ve Eylülist reformlar dönemi başlıyor, hâlâ devam ettiğini görebiliyoruz! Hepsi, 12 Eylül rejimini varacağı yere yani bugünkü şeriata dayalı faşist osmanik diktatörlüğe ulaştırmak içindir!

İlk reform, yeni seçim yasası üzerinedir ve aynı oyun aynı süreklilik içinde sahnededir; Özal ile Erdal İnönü, en demokrat halleri ile hem rakip, hem de ittifak halinde, temsili demokrasiyi rafa kaldırmayı hedefleyen seçim yasasının mutfağındadır ve en güzel çorbayı pişirdikleri yollu övünerek halka birimizi beğenmezseniz değiştirip, diğerimizi seçersiniz, neticede “demokrasi” var bu en demokratik hakkınızdır, yollu “demokrasi terbiyesi” almış olmanın erdemleri anlatılıyor! Böylece iki parti arasında sık sık değişebilen bir hükümet sistemi güvence altına alınmış oluyor!

Böylece hükümet etmek için hem üçte bir oy yetiyor, hem de birkaç puanlık oy kayması hükümet değişikliğini garanti altına alabiliyor; ancak Eylülist rejimin Eylülist medyası gerek şarttır!

Bundan sonrası özel kurumların devletleşmesi reformudur ki devlete bağlanması demek istiyorum. Yani özel kurumların devlet daireleri haline getirilmesi, en gelişkin olarak tiyatro alanında yaşanıyor!

Bunun için güdülmek istenen eşeğin önüne sevdiği ottan koyma veya güdülmeyecek eşeğin önüne ot bile koymama düsturunu hatırlıyoruz; ol zaman bu, havuç ve sopa metaforu ile anlatılıyordu!

Büyük tekellerin reklam ve halkla ilişkiler firma ve şahısları ile ilişkileri modeli tamamlıyor!

Üniversitelerin tüm otoritelerinin kaldırılması ama üniversite kariyerinin, büyükelçiliğin, emekli generalliğin, yazarların, romancıların vb. bir otorite taşıyıcısı haline getirilmesi bu modelin yaygınlaştırılması oluyor ve hepsi birden devlet ile toplumun yönetişimi sağlanmış oluyor!

Bu günkü medya bülbülü, yönetişimci otoritelerin bu dönemde yetiştiklerini söylemek abartılı olmaz ki Altangillerden, Çandargillere,Oralgillerden,Belgegillere ve benzerlerine kadar hepsi hâlâ iş başında, Eylülist rejimin vardığı son durağında rahat ve huzur içinde konuşlanmasını tamamlaması için çırpınmaktadırlar!

Böylece Eylülist rejime ki hâlâ sürdüğünü biliyor ve görüyoruz ama bilmemeyi ve görmemeyi poltika sayanlar çoktur, gerekli olan, ”demokrasi” illüzyonunu tamamlayan politik muhalefet, sendikal muhalefet, aydın muhalefeti, sosyalist-komünist muhalefet, bu yönetişim frekansı içinde ahenk bularak ve kök salarak rejimin ahtapot kollarına yerleşiyor.

Artık hepsi birden tekellerin,12 Eylül rejiminin, ”demokrasi” görünümlü yönetişim büroları ve tekellerin kendi bürolarında alınan kararların dağıtımının yapıldığı kanallardır!

Ancak bunlar yetmiyor ve Türkiye Avrupalılaştırılmak ve Avrupa birliğinin bir parçası haline getirilmek üzere üstyapı kurumlarını değiştirmeye başlıyor; bu trafik içinde, Eylülist darbe ile ve Eylülist rejimin darbe misli reformları ile ezilen ve güçsüzleşen Türkiye solu kendine güvenini büsbütün kaybederek Avrupa’dan gelecek demokrasiye ve demokrasi komiserlerine mahkum ediliyor! Bu gün, Avrupa’nın Türkiye’ye girişi demek olan bu uyumlaştıran değişikliklerin ve Avrupa demokrasisine mahkumiyetin hâlâ canlı tutulduğunu görebiliyoruz.

Böylece Türkiye’nin Avrupa tekellerine peşkeş çekilmesine öteden beri karşı çıkan Türkiye’nin Eylül darbesi ile ve Eylülist reformların dönüştürücü etkisi ile vurgun yemiş solu, içerde bir destek bulamayınca, Avrupa parlamentolarının içindeki desteğe beş bağlamak zorunda kalıyor; bu ise, Türkiye’de demokrasiciliği solun temel poltikası haline getiriyor. Vurgun yemiş sol için “demokrasi “ cilik, önemli bir terapi işlevi görüyor!

Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da, solun bir bölümünün tövbe ederek, sosyalizm yolundan ayrılması ve “barış ve demokrasi” programını siyasal bir hedef sayması kolaylaşıyor ve bu kolaylık Türkiye’nin Avrupa’ya kapılanmasını dolayısıyla Avrupa’nın Türkiye’ye girmesini kolaylaştırıyor!

Gel zaman git zaman, Eylülist rejim, kaçınılmaz çözümsüzlüğüne yaklaşıyor ve bu çözümsüzlük, Türkiye’yi bir şirket misli yöneten ve şirketleşmesinin zirvesinde yaşayan ANAP ‘ta bir pay kavgası olarak yansıyor; ANAP’ın Türkiye’yi yönetemediği iyice ayyuka çıkıyor ve ANAP’ın kaçınılmaz sonu başlıyor; arada festivaller, demokrasi kurultayları eşliğinde çalınan davullarla uzlaşmacı aydın havasının bestelenmesi, Amerika’nın ve Avrupa’nın ve elbette NATO’nun kucaklarına alışmak ve boğazımıza kadar CIA’li bir Amerikanlaşma batağına batmak ile ANAP şirketinin paylaşılması var!

Ancak açıklıklar da var ama görmemek, duymamak ve hatta teorik olarak bile duyumsamamak bu günlere uzanan bir temel politikadır; Marx’ın demokratlar için öne sürdükleri, yani “demokratların bayağı yaratıklar olduğu” önermesi pratik olarak doğrulanıyor ve son tahlilde kapitalizmin gelişmesiyle birlikte demokratlara devrimci bir yerin kalmadığı pratik olarak doğrulanıyor! Ancak eşitsiz gelişme yasasının geçerli olduğu koşullarda demokratlarla işbirliği Marxizmin özüne daha yatkın oluyor; burada demokratlarla işbirliği arayabilmek için gerek şart, proletaryanın dışında devrimci kalıntıların var olmasıdır!

Bu noktada devrimci kalıntıların her zaman ve her koşulda köylülük olmasının gerekmediğinin kabul edilmesi gerekiyor; öğrenciler, küçük memurlar, teknisyenler, henüz proleterleşmemiş yeni ve geçici işçiler demokrat kategorisine sokulabilir!

Ancak burada demokratlarla işbirliği aramak ve varsa demokrat adımları tamamlamak ile demokrat olmaya çalışmayı birbirine karıştırmamak gerekiyor! Birincisi sosyalist iktidar mücadelesi içindedir ve ikincisi bu mücadeleden uzaklaşarak demokrasiyi savunmayı anlatıyor ki tam bir yozlaşmadır!

Demokrasiyi savunmak burjuva düzeni savunmaktır; tersinden bakarsak, burjuva devleti ve devleti reddederken, demokrasi savunuculuğunu kutsallaştırmak ahmaklık değilse, burjuva düzenden ümidi kesmemiş olmaktır ki devleti reddetmek bu ümidi örtülemek içindir!

Sosyalistler ile demokratlar arasındaki derin çizginin,ancak ve ancak eşitsiz gelişme yasasının geçerli olduğu yer ve zamanda devrimci olmakla kapanabileceği ve kapandığı, Türkiyenin devrimci hareketinin büyük bir dejenerasyon yaşadığı bir zamanda, eşitsiz gelişme yasasının etkilerine maruz kalmış bir coğrafyadan sosyalistlere yakın bir çizgide devrimci-demokratların fışkırması ile pratik olarak görülüyor!

Bu pratik bile, bu gün hâlâ açıklıkları açmak ile kapatmak arasındaki kavganın önemini kavramaya yetiyor!

Devam edebilir miyim? Bu günün açıklığına varmam ve bu açıklığı sağlayan açıklıkları göstermem gerekiyor!

Öyleyse Bayar-Menderes rejiminin statükoyu sağlamlaştırmak için Said-i Nursi’yi ki bu gün Kürt cephesinde ve Öcalan’ın politikasında da önemli yer kaplıyor, harekete geçirdiğini hatırlatarak devam ediyorum; böylece Cumhuriyet öncesi Kürdist politikalarıyla da tanınan Said’in öne çıkartılışı, Kürdizm ile İslamizm arasında köprü kurmayı kolaylaştırıyor! Kolaylaştırdığını görüyoruz!

Eylülist rejim birkaç doz ileri gidiyor ve Nurculuk yanında diğer bütün tarikatların ve en çok da Gülen tarikatının önünü açıyor, koruyor, büyütüyor ve devlet içinde yer edinmesine kapıları sonuna kadar açıyor; yapılan hâlâ tekelci düzenin sağlamlaştırılmasına ve kalıcılaştırılmasına yönelik restorasyon çalışması ve tekeller için dolayısıyla ABD emperyalizmi için en tam ifadesiyle makul ve yeterli olacak olan yönetim için hazırlık ve sondaj çalışmasıdır ki artık bulunmuş olduğunu ve hatta eskimiş olduğunu bile biliyoruz ve görüyoruz!

Hepsinin, Eylülist sessizliğin, başka ifadeyle topluma dayatılan Eylülist “barış”ın, en tam ifadesiyle statükonun korunması ve sağlamlaşması için sürdürülen çalışma ile kazanılmış mevzilerden geri adım atmamanın garantisi için olduğu apaçık görülmektedir; kısaca tıpkı Pax-Romana misli, Pax-Eylülizm sürüdürülebilir kılınmaktadır!
Burada duruyorum ve en başa dönüyorum, Öcalan, her taşın altında ve hem de darbecilerden kurtulunduğu müjdesinin verildiği ve yönetim koltuğunda darbecileri temizlemek ve demokrasi getirmekle övünenlerin oturduğu bir zamanda, darbecileri ve Kemalistleri görüyor, oysa buraya kadar aktardıklarım net olarak gösteriyor ki 12 Eylül rejiminin yönetiminde oturanlar Kemalistler değildir ve kendilerini kendileri yaratmadılar, Eylülist rejimin ve yönetimindeki yüksek Kemalist kadroların, en başta yüksek komutanların aradıkları ve buldukları, bundan iyisi Şam’da kayısı misli gördükleri AKP, bir devlet politikası ve Türkiye emekçi halkının tepesine inen ve artık apaçık görülen ve üstelik suçu 11 yıldır yollarında birlikte yürüdüğü Türkiye’yi birlikte yönettiği Tarikata yüklese de, ”bir kumpas ile darbe yapıldığını” bizzat kendilerinin itiraf ettiği bir devlet darbesidir ve her yerde “darbe ateşi” misli sanrılar içinde olan Öcalan, işte 12 Eylül rejiminin son durağındaki, yoksul emekçi halkların tepesine inen bu devlet darbesi ile yani şeriata dayalı faşist diktatörlük ile ittifakından Kürt yoksul emekçi halkına bir kurtuluş çıkacağı yanılsamasını resmi Kürt politikası olarak sürdürmekte kararlı olduğunu göstererek, ne denli körleştiğini ,daha doğrusu körlüğe ve körlüğü yaymaya mahkum olduğunu göstermektedir.

Bugün herkesin iyi bakması ve baktığı yerlerde olup bitenleri akılla ve aklındakilerle görmesi gerekir!

Böyle bakılırsa, dün, 12 Eylül rejiminin ve emperyalizme bağımlılığının devamlılığı içinde, bu devamlılığı garantilemenin gereği olarak, Türkiye’nin işçilerinin, emekçilerinin, yoksul köylülerinin, geleceksiz gençlerinin,ölsün diye beklenen yaşlılarının, erkeğin kölesi yapılmak istenen kadınlarının tepesine indirilecek son darbesi misli, Türkiye’nin yönetici kadroları ve örgütü olarak hazırlanan,12 Eylül rejiminin reform dehlizlerine açılan en önemli kapı olan barajlı seçim sisteminin kolaylaştırıcılığında ve muhteşem ülkücü Bahçeli’nin, Ecevit’i hastaneye kapatarak başarılamayan darbeyi, istifa ederek gerçekleştirmesi ve hepsini birden tasfiye eden %10 barajlı seçim darbesi ile üçte bir azınlıkla üçte iki çoğunluğun çantaya konması sağlanarak ve dahi en “muhalif” partinin, en “muhalif” liderinin, Baykal’ın demek istiyorum, marifetiyle seçim yasağı da kaldırılarak, neticede yüksek komutanların, yüksek patronların ve pek “muhalif” politika yapan Baykal’ın elbirliği ile, pek bir heyecanla iktidar koltuğuna oturttukları ve 11 yıldır, kendisine rağmen ayakta tutularak, 12 Eylül rejiminin öngörülen durağına kadar ateşten alınması gereken kestaneleri alması için önü açık, elleri kuvvetli tutulan AKP ve çekirdek kadrolarını, en başta Recep Tayyip Erdoğan’ı ve kestaneleri ateşten alırken yoldaşlık ve ortaklık yapan, fetvaları ile Eylülist “barış”ın edilgenleştirici atmosferine tuğla koyan Gülen tarikatını, şimdi girdikleri yönetememe çıkmazından çekip, alıp kurtarmak isteyenlerin, dünkü devlet durumu içinde hassasiyet gösteren bu aynı aktörler olduğunu ve artık buna Öcalan’ın da katıldığını görmek zor olmayacaktır!

Daha önemlisi, her sıkışmada, her taşın altında, örnek olsun “Gezi Direnişi” olarak tarihe kaydedilen Taksim direnişinde bile, “darbe ateşi “ gören Öcalan’ın ve Öcalan’dan daha fazla Öcalanist ’lerin, müritleri de diyebiliriz, hâlâ Kürt ve Türk emekçi halklarının tepesinde asılı duran 12 Eylül faşist rejiminin en devletli darbesini görmediğini, daha doğrusu görmemeye mahkum olduğunu görmek son derece kolaylaşacaktır!

Fikret Uzun




http://fikretuzunyazilari.blogspot.com/



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Sol sağa mahkum olmaz/Kemal Okuyan melnur 0 3367 05.12.2013- 18:24
Konu Klasör Cumhuriyetçiler kavim siyasetine mahkum değil denizcan 0 3124 25.09.2014- 17:30
Etiketler   GÖZLERDEKİ,   MERTEK,   ,   SUÇLU,   MERTEĞİNİ,   SEVMEYE,   MAHKUM
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS