SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
12 Eylül ve Faşizm...           (gösterim sayısı: 5.429)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: umut
Konu Tarihi: 13.09.2014- 10:40


12 Eylül ve Faşizm – Yaşar Ayaşlı

Türkiye halklarının başına gelen en büyük felaketlerden biri 1980 darbesidir. Buna rağmen 12 Eylül çoğu kez birkaç resim ve istatistikî veriyle anıştırılıp geçilmekte, yüzlerce, on binlerce insanın canına ve kanına kastetmiş olması olsun, ta o zamanlar kurulmuş düz sahada top koşturan bir başka belayı başımıza musallat etmesi olsun giderek kanıksanmakta, hatta belleklerden silinmektedir. Yıllar geçtikçe daha az lanetlenmesi ve faşist darbe diyenlerin gittikçe azalması bir işaret sayılabilir. Konuya vakıf olanlar dahi sanki alelade bir askeri müdahaleymiş gibi davranabiliyorlar. Liberal-muhafazakâr manipülatörlerin darbelerin en belalısının 28 Şubat olduğunu kendi cenahlarına yutturmayı başarmaları bu sayede olabilmektedir.

Türkiye’de faşizm kadar yerli yersiz kullanılan bir başka kavram daha yoktur herhalde. Bu kargaşanın müsebbibi muktedirler olsa denecek şey olmaz, ama ne yazık ki başı en hassas olması gereken sosyalistler çekiyorlar. Kendi önümüzü kendimiz karartıyoruz.

Ana akım sol 12 Mart ve 12 Eylül’e askeri darbe demekle yetinmekte, faşizmi ağzına almamakta ısrar etmektedir. Bu, Türkiye’nin faşizmle hiç tanışmadığı, egemen sınıfların tercihlerini burjuva parlamentarizminden yana kullandıkları, sıkıştıkları ara dönemlerdeyse arızaları darbeyle düzelttikleri anlamına geliyor.

Bunların karşısındaysa, ters görüştekiler mevzilenmişlerdir. Onlara göre baştan beri faşizmle yönetiliyoruz. Devlet, bürokrasi, CHP dâhil bütün egemen sınıf partileri bu kapsamdadır.

12 Eylül: Türk Faşizminin Zirvesi

12 Mart ve 12 Eylül’e faşist diyenlerin neredeyse tamamı silleyi bizzat yiyenler, yani ateş hattındaki örgütler ve çevreleridir. Hatta militanlık derecesi azaldıkça faşist demeyenler çoğalmaktadır. Kavganın biraz uzağında kalmış olanlar, sol kökenli akademisyenler, aydınlar ve köşe yazarları bu kavramı “devletimiz”e yakıştıramıyorlar, çok azı dışındakilerse hiç kullanmıyorlar.

Olan biteni dışarıdan kavramak daha zor, ama bunu sosyal pratiğin içinde olmamakla da açıklayamayız. 12 Eylül’e faşizm kondurmayanları buna götüren belki en önemli şey, referans olarak iki dünya savaşı arasındaki klasik faşizmi kıstas almalarıdır. 1945’ten önce ve sonra faşizmin kendi döneminin etkisi altında biçimlenebileceği hesaba katılmıyor. Böyle olunca da ünlü modaya kapılıp, utangaç şekilde de olsa “faşizmin sonu”nun geldiği ilan ediliyor. Ama tabii kapitalizm var oldukça, faşizmin de var olacağı unutulmak kaydıyla.

Nitekim küçük burjuva, entelektüel-liberal analizlerin hemen hepsinde iktidar olabilmiş faşizm örnekleri 1945’te biter. Sonraki yıllardaki faşist hareket adeta marjinal ya da muhalefette kalmış ve hiçbiri iktidar olamamış neo-faşist gruplara indirgenir. Bu, dönemler, ülkeler ve koşullarla birlikte faşist diktatörlüklerin de şekil değişebileceklerini görmemekten ileri geliyor. Halbuki faşizm sadece ülkelerin tarihsel, ulusal ve sosyoekonomik durumlarına göre değil, krizin boyutuna, sınıf çelişkilerinin şiddetine, uluslararası koşullara göre de değişmektedir.

1950’ler sonrasında, yani devrimin fırtına merkezleri Latin Amerika, Asya ve Afrika ülkelerine kaydıktan sonra faşist rejimler en çok buralarda görülmeye başlanmıştır. Bunların çoğu darbeler sonucu kurulmuş askeri faşist diktatörlüklerdir. Yeni dönemin tipik biçimini oluşturan bu diktatörlüklere Yunanistan, Arjantin, Bolivya, Guatemala, Şili, Türkiye (vs.) verilebilir. İran’da Şah Pehlevi, Endonezya’da Suharto, ırkçı Güney Afrika Cumhuriyeti, Siyonist İsrail gibi rejimler ise daha farklı karakteristiklere gösterirler. Dolayısıyla, 20. yüzyılın ikinci yarısında oluşmuş askeri diktatörlükler (ya da karma rejimlerin) klasik tip faşizm şemasına tıpatıp uymuyorlar diye bu kapsamdan çıkarılamazlar.

Bunların klasik faşizmle farklılıkları yok değildir, ama ortak yanları daha çoktur. Mesela derin ekonomik-siyasi istikrarsızlık, devrim tehdidi veya bu yönde hızlı bir gelişme, burjuva fraksiyonları arası şiddetli anlaşmazlıklar, çıplak ve dizginsiz terör, antikomünizm ve ırkçılık vs… Klasik faşizm türünün iz bırakan örnekleri arasında sayılan Franko faşizmi, askeri darbeyle iktidara gelmiştir ve ordu, Katolik kilisesi ve Falanj’ın desteğiyle ayakta kalabilecektir. Bulgaristan’da Tsankov (1923), Portekiz’de Salazar (1926) da askeri darbe sonucu iktidara geldiler. Bunlardan ilki ve sonuncusu klasik dönemden, yani II. Dünya Savaşından sonra da ayakta kaldılar. Demek ki, darbe yoluyla “yukarıdan aşağıya” kurulan faşizm türü iki dünya savaşı arası dönemde de vardı. Nitekim, yaşanmış örneklerden hareket eden Dimitrov, geniş kitle temeli olmayan (Hitler ve Mussolini tipi faşizmden farklı olarak) ve orduya dayanarak gelip devlet eliyle temelini genişletmeye çalışan bu faşizm türüne ta o zamandan işaret etmişti. Ama entelektüel ve liberal kesimler bunu umursamayıp, askeri diktatörlükle faşizmi yan yana getirmekten kaçındılar.

12 Eylül’e gelince faşizme geçişi gerektiren bütün koşullar mevcuttu: Sermaye birikim modelinde tıkanma ve kapitalizmin bütünsel krizi, eski yöntemlerle yönetememek, iç savaşa ramak kalmış çatışmalar… 12 Eylül generalleri de tıpkı klasik faşist iktidarlar gibi parlamentoyu ve siyasal partileri kapatmış, yargı ve yasamayı merkezileştirilmiş yürütmeye tabi kılmış, işçi hareketini ve devrimci-ilerici güçleri acımasızca ezmiş, devrim tehlikesini alevlenmeden söndürmüş ve siyasi-ekonomik istikrarı sağlayarak burjuvaziyi geçici de olsa çıkmazlarından çekip çıkarmıştır. Bu nedenle 12 Eylül basit, gelip geçici bir askeri darbe değildir. Eğer Almanya ve İtalya’daki gibi finans kapitalin maniple edebildiği faşist bir kitle hareketi yok deniyorsa, o da vardı. Aralarındaki çelişkilere rağmen sivil faşist hareketin başını çeken MHP kendinden menkul, devletten bağımsız bir yapılanma değildi, resmî güçler (devlet) tarafından ilk andan itibaren açık ya da dolaylı olarak desteklendi. Burjuvazi ve askerler, sivil faşist hareketi kullanabildikleri kadar kullandılar; yönetime el koyunca da ayak bağı olarak görüp saf dışı ettiler. Benzer yöntemleri Nazilerin de uyguladıkları biliniyor.

Sürekli   mi, Süreksiz mi?

Madalyonun öteki yüzündeyse Osmanlı’dan beri faşizm koşullarında yaşadığımızı, gelişmeler ne yönde olursa olsun bunun değişmeyeceğini iddia eden “sürekli faşizm” teorisi bulunuyor. Faşizm, büyük sermayeden ve sınıf mücadelesinden koparılıyor ve sanki “yarı feodal, yarı sömürge” geri toplumsal yapının kopmaz bir parçasıymış gibi algılanıyor. Daha doğrusu, faşizm, (en genelde devlet biçimi) belirli koşullar ve sınıflar arası güçler ilişkisine göre belirlenebilir bir şey değil de, mevcut ekonomik-sosyal yapıyla birlikte sistem değişinceye dek var olacak bir şey olarak görünüyor. Sanki gerici “kerim devlet” anlayışının anti tezi, ya da “ceberut devlet” tespiti atılıyor, yerine “daimi faşizm” geçiriliyor.

Emperyalizm çağında belirli etkenlerin ve gelişmelerin sonucunda gündeme gelen bir devlet biçimi ile, sosyoekonomik yapıyı karıştırmak doğru değildir. “Bütün sömürge, yarı sömürge ülkeler faşisttir” gibi toptancı yaklaşımlar, faşizmin sıradan bir olay olmadığı, kendine mahsus koşulları ve belirtileri olduğu gerçeğini göz ardı eder ve evrensel bir kadere dönüştürür. Bu, alternatifi devrimde gösterdiği için “sol” görünür ama gerçekte öyle değildir. Çünkü faşizm devrime kadar katlanılması gereken bir devlet biçimi olarak algılanmış olur.

Faşist devlet, sadece şiddet uyguladığı, demokratik özgürlükleri yasakladığı için faşist değildir. Faşizm ekonomik ve siyasi kriz, devrim tehdidi gibi belirli durumlarda burjuvazinin son çare olarak sarıldığı sınırsız ve çıplak bir diktatörlüktür.

Öte yandan, “Sürekli Faşizm” teorisinin tersine çevirmek de doğru değildir. Türkiye’yi faşizmle tanışmamış bir ülke gibi göstermek, liberal-sosyal demokrat, suya sabuna dokunmayan akademik “tınılı” bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımda da faşizm belirli bir tarihsel dönemde (1920-1945), birkaç ülkeye musallat olmuş istisnai ve gelmiş geçmiş bir durum gibi gösterilir. Böyleleri, geniş bir küçük burjuva kitlesinin faşist hareketine dayanmayan, aşağıdan yukarıya iktidar olmamış bir faşizmi kabul etmezler. Sanki tersi bir yol izlenemez, yani önce devlet ele geçirilip, sonra kitle tabanı edinilemez… Bu yüzden, darbe ile faşizm hiçbir şekilde yan yana getirilmez. Darbeler, askeri diktatörlük veya Bonapartizmle ilişkilendirilmekle yetinilir.

Kimi liberallere, İslamcılara ve Kürt milliyetçilerin göre ise Türkiye’ye özgü faşizm MHP’nin yanı sıra Kemalizm ve CHP’dir. Ne ki Kemalizm’i faşizmle özdeşleştirmek basit ve toptancı bir yaklaşımdır. Türkiye tarihi dönemlerden bağışık değildir. CHP’nin önceki ve sonraki dönemlerini ayrı ayrı ele almak gerekir. Ne kadar sosyal demokrat olduğu sorgulanabilir. Fakat özellikle 1970’ler sonrası CHP’yi faşist olarak değerlendirmek zorlama olur. Çünkü komünistlere ve yurtseverlere karşı aşırı şiddet içeren bir söyleminden, bu mahiyette sloganlarından, görsel sembollerinden ve eylemlerinden söz edilemez. Finans kapitalin itibarsız yedeği olarak bir kenarda tutulmaktadır.

https://sendika63.org/2014/09/12-eylul-ve-fasizm-yasar-ayasli-214685/




Bu ileti en son melnur tarafından 24.09.2020- 20:40 tarihinde, toplamda 2 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 13.09.2014- 10:41


Bir 12 Eylül klasiği: Soyarak arama-Yaşar Ayaşlı


Siyasi tutuklu ve hükümlüler, hatta avukatlar cezaevlerine giriş-çıkışlarda çırılçıplak soyularak aranıyorlar. Geçenlerde Haziran Direnişi tutuklusu Elif Kaya İzmir Şakran Cezaevi’nde avukatıyla görüşmeye çıkarken bu şekilde arandı. Üstelik, onurlu davranıp direndiği için 2 aylık görüş yasağı cezasına çarptırıldı.

Soyarak arama yalnızca iğrenç ve insanlık dışı bir uygulama değil, iktidarın ne kadar ikiyüzlü olduğunu gösteren bir örnek: Hem kadınların gözleri dışında her yerini kapatan kara çarşafla örtünmesini alkışla, başlarını saçlarının tek bir teli görünmeyecek şekilde türban ve başörtüsüyle kapatmalarını iste ve türban yasağını yüzyılın mağduriyeti diye yıllarca siyasi istismar konusu yap; hem de iktidara geldiğinden beri karakollarda veya cezaevlerinde insanları kadın-erkek demeden gardiyanlarına çırılçıplak soydur ve bunun adına da arama de.

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dersek meseleyi hafife almış oluruz. Bir yandan tesettür bayrağı sallayıp sureti haktan görünüp, öte yandan da muhaliflerini soymak faşist bir çarpıklıktır.   Yandaşlarına demokrasi, muhaliflerine en ağırından diktatörlük uygulayanlar yalnız faşistler, despotlardır.

Nerede soyarak arama yapılıyorsa orada ya bizzat faşizm, ya da onun bir mirasçısı vardır.   Zaten patenti AKP’ye ait değildir. Türkiye zindanlarında soyarak aramayı ilk ve en yaygın uygulayan faşist Kenan Evren cuntası olmuştur.

12 Eylül faşizmi askeri ve sivil cezaevlerinde devrimcileri yıllarca, hatta on yıllarca soyarak aradı. Kenan Evren’in askerleri kadın ve erkek devrimci tutsakları mahkemeye, avukata, görüşe (vs.) gidiş gelişlerde sapıkça bir hoyratlıkla soyar, öyle ararlardı. 10-15 jandarma (ya da gardiyan) tutsağın etrafında çember oluşturur, avlarını ortaya kıstırırlardı. Amirleri “soyun” dediğinde tutsak soyunursa kölece itaatinin karşılığı olarak hırpalanmazdı. Ama soyunmayı reddeder, slogan atar, giysilerinin çıkarttırmamaya çalışırsa cop, yumruk ve tekme zoruyla yere yatırılırdı. Anadan üryan soyup önce ağzını açıp içine bakar, sonra da anal bölgeyi kontrol ederlerdi. Doğru dürüst bir sonuç alamadıkları halde bunu yıllarca sürdürdüler.

Sözde not ya da sakıncalı bir şey taşınıyor mu diye yapılıyordu bu. Ama o yıllarda cezaevlerine giyecek, yiyecek, kitap gibi şeyler sokulmadığı, kantin alışverişi bile yasak olduğu için koğuş aramalarında bile elleri boş dönerlerdi. Zaten tek tip elbise direnişi nedeniyle mahkemeye don-atletle gidilip geliniyordu. O zamanki, “Arama bahane, amaç işkence” sloganıyla da ifade edildiği gibi, maksat arama değildi. Öyle olsa kuralına uygun arama da işlerini görürdü.

Soyarak arama faşizmin devrimcilere uyguladığı bir aşağılama, küçük düşürme, kişiliksizleştirme yöntemidir. Tek başına ve savunmasız olmandan yararlanarak seni manen ezmek ister,   çaresiz bir böcek gibi yerlerde sürüklerler. Özellikle kadınlara elle ve gözle sarkıntılık ederek tacizde bulunurlar. Bu yüzden ahlaki, fiziksel ve psikolojik boyutları olan çok yönlü bir işkence yöntemidir.   Bu özelliği nedeniyle faşist rejimlerin hemen hepsinde görülür. Cunta bu yöntemi muhtemelen o yıllarda İngilizlerin çok yaygın uyguladıkları Kuzey İrlanda cezaevlerinden ithal etti.

Selefleri Özal gibi, hala 12 Eylül’ün hukuki-siyasi mirasıyla ülke yöneten AKP iktidarı soyarak aramayı da 12 Eylülcü seleflerinden devralmıştır. İktidara geldiklerinden beri kadınlarımızı, kızlarımızı, oğullarımızı, kardeşlerimizi dindarlıkla motive ettikleri gardiyanlarına soyarak aratıyorlar.   Kendilerine yönelen itirazlarıysa duymazdan geliyorlar.

Söz ahlaka, insaniyete, namusa, mahremiyete gelince mangalda kül bırakmazlar. Hiç kimse türbanlılara bir şey yapmadığı halde, “başörtülü bacılarımıza saldırdılar” diye yaygara koparırlar.

Pekâlâ, gün gelip devran döner, olur ya mahpus yolu kendilerine görünürse, aynı gardiyanlar eski alışkanlıkla kendi insanlarının kara çarşafından, tesettürünün ilmiğinden ya da cübbesinden ve kuşağından tutup anadan üryan soyarlar ve en mahrem yerlerine kadar bakarlarsa ne yapacaklar?

Devrimciler ahlaken ve işkenceye karşı oldukları için böyle bir şey yapmazlar. Ama gün gelir birileri Mısır’daki gibi bir darbe yapacak olursa vay hallerine! Ne demişler?

MEN DAKKA DUKKA!*


* Türkçe’ye ‘kötülük eden kötülük bulur,’ ‘eden bulur’ veya ‘çalma elin kapısını çalarlar kapını’ olarak çevrilebilir Arapça deyim.

https://sendika63.org/2013/09/bir-12-eylul-klasigi-soyarak-arama-yasar-ayasli-137738/




Bu ileti en son melnur tarafından 12.09.2020- 07:13 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
proleter
[ tek yol devrim ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 16.08.2013
İleti Sayısı: 406
Konum: Yalova
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: proleter
Cevap Tarihi: 13.09.2014- 21:09


12 Eylül rejimi sürüyor...

“Yeni Türkiye”nin kökünde 12 Eylül askeri faşist darbesinin yer aldığını, bugünkü iktidar güçlerinin bizzat 12 Eylül darbesinin ürünü olduklarını, dolayısıyla “yeni” tartışmalarının emekçileri aldatmaktan başka bir anlam ifade etmediğinin altını kalınca çizmek gerekiyor.
Resim Ekleme

34 yıl önce sermaye düzeninin çok yönlü ihtiyaçları çerçevesinde gerçekleştirilen 12 Eylül askeri faşist darbesi, etki ve sonuçlarını toplumsal yaşamın tüm alanlarında hala daha sürdürüyor. 70’li yıllarda derinleşen kapitalist krizin faturasını işçi sınıfı ve emekçilere ödetmek, bu temelde giderek yükselen kitle hareketlerini ve sosyal mücadeleleri dizginlemek amacıyla Brezilya, Şili, Arjantin, Yunanistan gibi dünyanın birçok ülkesinde benzer darbeler gerçekleştirdi. Emperyalist merkezlerde planlanan bu darbelerle işçi sınıfını ve emekçileri hedef alan kapsamlı neo-liberal yıkım saldırılarının önü düzlenmiş oldu.

Bugünün Türkiye’sine bakıldığında darbenin çok yönlü sonuçları açık bir şekilde görülebilir. İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşamlarını köleleştiren sosyal yıkım saldırıları, temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması, polis devleti uygulamaları, siyasal yaşama rengini veren dinci gericilik ve şovenizm, Kürt halkını hedef alan imha, inkar ve asimilasyon politikaları, gençliğe dayatılan koyu geleceksizlik vd... Hepsi de 12 Eylül askeri faşist darbesi sayesinde kendisine varlık zemini buldu.

Düzen siyasetinde “Yeni Türkiye” tartışmalarının siyasal gündemi meşgul ettiği şu günlerde, sözde “Yeni Türkiye”nin kökünde 12 Eylül askeri faşist darbesinin yer aldığını, bugünkü iktidar güçlerinin bizzat 12 Eylül darbesinin ürünü olduklarını, dolayısıyla “yeni” tartışmalarının emekçileri aldatmaktan başka bir anlam ifade etmediğinin altını kalınca çizmek gerekiyor.

12 Eylül’ün iki yüzü: Siyasi ve ekonomik programlar
12 Eylül darbesi, devrimci mücadelenin ve yükselen sınıf hareketinin baskı ve zorla ezilmesinden çok daha kapsamlı bir anlam taşıyor. Zira 12 Eylül, yalnızca yükselen mücadelenin önünün kesilmesi değil, bununla birlikte ülkenin geleceğinin sermaye düzeninin çok yönlü hedefleri çerçevesinde yeniden çizilmesi anlamına geliyor.

Öyle ki, emperyalistlerin doğrudan yönetiminde gerçekleştirilen darbenin ardından, siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal açıdan iç içe ve çok yönlü bir program hayata geçirilmeye başlandı. Bunun bir yanında sınıfa dönük sosyal yıkım saldırıları, yoksulluğun ve sefaletin derinleştirilmesi, sınıfın örgütlenmelerinin dağıtılması var. Sınıf hareketini felç etmeye yönelik uzun vadeye yayılmış sistematik saldırılar var. Bir yanında başta ilerici-devrimci güçler olmak üzere toplumsal mücadelenin tüm dinamiklerinin baskı ve zorbalıkla ezilmesi, yenilgi ortamında ilerici-sol güçleri düzenin icazet sınırlarına çekmeye yönelik çok daha incelikli politikalar var.

Diğer yanında ise toplumsal yaşamın yeniden şekillendirilmesi üzerine atılan adımlar var. Zira 12 Eylül öncesinde 'Aydınlar Ocağı' türünden gericilik yuvalarında teorisi yapılan “Türk-İslam sentezi”, askeri faşist darbe ile birlikte açıkça devletin resmi politikası haline getirildi. Eğitimden kültür-sanata, toplumsal yaşamın tümü bu resmi ideoloji ekseninde dönüşüme uğradı. Her türden burjuva gericiliği toplumsal yaşamın tüm alanları üzerinde bir ağırlığa dönüştürüldü.

Dinsel gericilik darbe ile beslendi

12 Eylül’de toplumsal mücadelenin tüm dinamikleri baskı ve zorla ezildi. Bununla birlikte 24 Ocak kararlarında somutlanan ekonomik program hayata geçirildi. Özellikle bu ikincisi, emekçi katmanlar için yokluğun ve yoksulluğun katmerleşmesi anlamına geliyordu. Yoksulluğun dipsiz kuyusu ve askeri faşist darbeyle gelen siyasal koşulların yarattığı çaresizlik, emekçi katmanlarda özgüven yıkımı, gerçeklerden ve ilerici değerlerden kopuş sonucunu doğurdu. Bu tablo, emekçi katmanların kaderciliğe, mistik inanca ve özellikle de dine yönelmesine neden oldu. Böyle olunca da dinsel gericilik, kendisine gelişip serpilmek için verimli bir alan buldu.

Buna 12 Eylül’ün hayata geçirdiği siyasal program eşlik etti. Dinsel gericilik tam da bu dönemde özel olarak palazlandırıldı. İlkokullarda zorunlu din eğitimine başlanması, kuran kurslarının yaygınlaştırılması, yeni imam hatiplerin açılması, dinsel gericiliğin devletin eğitim, kültür ve propaganda araçlarıyla topluma sistematik olarak pompalanması, Alevi köylerine bile camiler yapılması 12 Eylül’ün siyasi programının yaşamdaki karşılığı oldu. Böylesi özel bir program ve yönelimle devlet, arkasına Amerikan emperyalizmini ve egemen sınıfın desteğini alarak, dine ve dinsel gericiliğe geniş bir alan açtı.

'89 yılında Sovyetler Birliği’nde ve ardı sıra Doğu Bloku ülkelerinde yaşanan çöküşün de etkisiyle sosyalizmden ve ilerici düşünceden geri duruş ve kaçış, burjuva gericiliğine güç kazandırdı. Bunun Türkiye’deki izdüşümü ise bir yandan ilerici sol güçlerin büyük bir kesiminin devrimcilik iddialarını ve sosyalizmi bir kenara bırakmak olurken; düzen cephesinden şovenizmin ve genel planda dinsel gericiliğin güçlenmesine ek bir alan açtı.

Bütün bu gelişmeler, sermaye düzeni açısından emekçi katmanları sersemletmenin, bölmenin ve mücadeleden uzaklaştırmanın aracı oldu.

AKP’yi 12 Eylül ve emperyalizm yarattı
Böylesi bir toplumsal atmosfer içinde gelişip serpilen dinci akımlar, emperyalistler ve egemen sınıfların desteğiyle siyasal iktidarın sahibi oldular. Bugün dinci gericiliğin şefi konumundaki Tayyip Erdoğan ise daha o zamandan emperyalistler tarafından desteklendi ve bugüne hazırlandı. Erbakan çizgisinin belli milli duyarlılıklarının bulunması (batı düşmanlığına dayalı boş laf da olsa) ve Anadolu’nun geleneksel orta burjuva katmanlarının emperyalizmle nispeten sınırlı olan bağları, “Ilımlı İslam” projesine dayalı bir model ülke yaratılabilmesinde Tayyip Erdoğan’a özel bir görev yükledi. Tam da bu nedenle, Tayyip Erdoğan, daha İstanbul Belediye Başkanı iken Amerikan büyükelçileri ve bazı Amerikan kuruluşlarının özel ilgisine mazhar oldu.

O yıllarda Anadolu’nun geleneksel orta burjuvazisini temsil eden dinsel gericilik, AKP ile birlikte tekelci burjuvaziyi temsil eden bir parti kimliğine büründü. Gelinen yerde büyük burjuvazinin bir kanadının siyasal temsilciliği olma boyutuna ulaştı.

12 Eylül rejimi sürüyor
12 Eylül askeri faşist darbesi ile önü açılan ve bugün büyük burjuvazinin bir kesiminin siyasal temsilcisi, genelinin ise çıkarlarını temsil eden bir parti kimliğine bürünen dinsel gericilik, yaratmak istediği tüm yanılsamalara karşın 12 Eylül rejimini tasfiye etmedi. Tersine, 12 Eylül rejimine uygun olarak, emperyalizmin ve büyük burjuvazinin çıkarları doğrultusunda varlığını sürdürdü. Ortadoğu’da emperyalizmin temsilcisi, model ülkesi oldu.

Bugün 12 Eylül, AKP eliyle yürütülen ekonomik-sosyal ve siyasal politikaların tamamında varlığını sürdürüyor. Gericiliğin toplumsal yaşamın tüm alanlarında egemen hale getirilmesine yönelik adımlar atılması, her türlü ilerici çıkışın baskı ve zorbalıkla ezilmesi, en demokratik hakların bile ayaklar altına alınması, işçi sınıfına tam bir kölelik dayatılması 12 Eylül düzeninin hüküm sürdüğünü açıkça ortaya koyuyor.

12 Eylül’le hesaplaşmak için...
Cuntanın şefleri göstermelik yargılama oyunlarına konu oladursun, 12 Eylül rejiminin tüm icraatları bugün sermaye devleti tarafından sürdürülmektedir. Bu nedenle 12 Eylül’le hesaplaşmak, bugün dinci gerici iktidarda devamını bulan 12 Eylül düzeniyle hesaplaşmayı, her şeyden önce sermaye devletiyle açık bir mücadeleye girmeyi zorunlu kılmaktadır.

Burjuvazinin sınıf iktidarı devrilmeden ve devlet aygıtı parçalanmadan 12 Eylül’ün hesabını sormak mümkün değildir. 12 Eylül’den gerçek anlamda hesap sorabilmenin yolu, devrimci bir program etrafında kenetlenmiş işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleyi büyütmesinden, sosyalist işçi-emekçi iktidarının kurulmasından geçmektedir.

https://kizilbayrak45.net/ana-sayfa/kizil-bayrak-yazilari/guncel/12-eylul-rejimi-suruyor




Bu ileti en son melnur tarafından 12.09.2020- 07:19 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
dayanışma
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: dayanışma
Cevap Tarihi: 14.09.2014- 21:37


Ama olsun, acılar adam eder adamı*

Kederliyim… Geçmişte yapamadığımız ve değiştiremediğimiz şeyler yüzünden… Bu çocuklar masum başlarını kaygısızca koyamadan gittiler bu dünyadan. 12 Eylül’de her eve ateş düştü.


Ama olsun, acılar adam eder adamı*


Resim Ekleme

ERCAN KESAL

Evde kalsın bu gece
Çok küçüğüm… Gazozhaneden bir punduna getirip kaçmışım. Avanosgücü’nün gedikli oyuncuları maç yapıyorlar tozlu top sahasında, onları seyrediyorum. Hava çok sıcak. Bozkırın ortasında yapayalnızım. Daha ne yaşadım ki; ama içimde tarifsiz bir hüzün işte. Öylece bakıyorum, sahada koşturan adamlara. Akşamüzeri maç bitiyor, bizim topçular sahanın kenarında terli gövdelerine giydikleri elbiseleriyle biraz daha didiştikten sonra ayrılıyorlar. Eve gitmem lazım. Saruhan’a giden yolun hemen sağ tarafındaki sağlık ocağı binasının önünde bir kaç minibüs ve ayakta sigara içen adamlar. Uzak köylerden birinden cenaze getirmişler, otopsi için bekliyorlarmış. Gayri ihtiyari yanaşıp bakmaya başlıyorum. O kadar küçüğüm ki, kimse fark etmiyor beni, rahatça kayboluyorum sanki ayaklarının arasında. Sağlık ocağının eski mozaik merdivenlerinden süzülüp koridorda ilerliyorum sessizce. Koridorun sonundaki kapının arkasında bir şeyler var. Çok geçmeden, yaşlı bir hastabakıcı elindeki tepsiyle içerden çıkarak koridorda kayboluyor. Çıkarken kapı iyi kapanmamış, aralıktan ışık sızıyor. Yavaşça yaklaşıp aralıktan içeriye bakmaya başlıyorum. Odanın ortasındaki mermer masanın üzerinde biri yatıyor. Saçları uzun ve aşağıya doğru sarkmış, belli ki bir kadın bu. Gençten bir adam elinde bıçağa benzer bir aletle eğilip doğrularak bir şeyler kesiyor. Geçen hafta akan kulağım için babamla muayenehanesine gittiğim Dr. Ali Bey bu. Elinde piposu yok bu sefer. Ali Bey’in kestiği yerleri birisi pamukla mı siliyor, bilmiyorum. Korkuyorum ama merakım daha fazla. Arkamdan gelen ayak sesi biraz önce dışarı çıkan görevlinin. “Hadi, git burdan” diyor yavaşça. Kapının önüne çıkıp, sigara içen adamların yanında dikiliyorum. Hiç orada değilmişim gibi davranıyorlar bana. Biraz önceki görevli sesleniyor kapının önünden. Sigaralarını atıp birden hareketleniyorlar. Az sonra içerden çarşafa sarılmış bir cesetle çıkarıyorlar. Çarşafın kenarına kan bulaşmış. Soluk pembe bir harita var sanki baş tarafında. Cenazelerini koyarken minibüsün arkasına, birinin sesini duyuyorum: “Evde kalsın bu gece.”

Aynı cümle çok sonraları bir İstanbul akşamında yeniden çıktı karşıma. Rasih abinin, bizim hastanede uzunca bir süre yoğun bakımda yatan eşi, epey sonra gözünü açarak bir şeyler söylemiş. Anestezi uzmanı gülerek yanıma geldi, “rakı istiyor” dedi. Normal suya biraz anason katarak içine de bir pipet koyup gönderdik. “Çok mutlu olmuş”, öyle dedi Rasih abi. Kısa bir süre sonra da kaybettik kadını. Birkaç gün sonra taziye için evine ziyarete gittim. Anılar ve kitaplarla dolu salondaki berjer koltuklara karşılıklı oturarak sohbet ettik. Bir ara laf yeni kaybettiği eşine geldi. Rasih abi eşinin cenazesini bizden aldıktan sonra o gece evde kalmasını istemiş.
“Evde kalsın bu gece” dedim kendi kendime. “Her zamanki gibi yatağımıza yatırdım ve ellerinden tutarak son bir kez, yan yana huzur içinde uyudum” demişti.

1984’ün soğuk bir mart gününde ise, Diyarbakır Cezaevi’ndeki ölüm orucunda hayatını kaybeden Orhan Keskin’in babası, oğlunun insanlık dışı işkencelerden ve uzun ölüm oruçlarından arta kalan cansız bedenini teslim aldıktan sonra cenazeyi camiye bırakmaz hemen. “Yıllardır eve gelmiyordu. Bir gece de beraber kalalım oğlumla” demiş.
Kalbim ne olur unutma bunları…

Çarşaf ve bellek
Anamın gazoz şişelerini, pekmez leğenini ve ocakta yakmak için topladığı kılamadaları koyduğu depodan, öfkeyle çıktı abim. Beni arıyor. Bahçeden taze hıyar toplarken yan komşumuzun bizim tarafa sarkan zerdali ağacından, bahçe hakkı diyerek topladığım kayısıların çekirdeğini kırarken duydum sesini.

“Kostik kalmamış!.. Sen mi bitiriyorsun bunları?”

Kirli şişeleri yıkamak için kullandığımız kostik epeydir benim afiş asma faaliyetlerimde tutkal olarak kullanılıyordu. Demek ki biraz abartmışız.
Hiç bir şeyden haberim yokmuş gibi bakıyorum yüzüne abimin. Aklımda annemin azalan çarşafları. Acaba o da fark etmiş midir? Daha dikkatli olmalıyım..
1980’li yıllar. Anatomi çalışıyoruz. Yurdun okuma salonunda delikli tuğladan icat ettiğimiz ocağın üzerindeki çaydanlık bilmem kaçıncı kez demlenmiş. Anatomi atlasının üzerine saçlarımın döküldüğünü görüyorum, öylesine zorlu bi’ ders. Günlerdir uykusuzum. Doğanlar köyünün camiinden sabah ezanının sesi geliyor. Gidip biraz uzanıyorum. Ne kadar uyudum bilmiyorum.

Bizim arkadaşlardan biri dürtüyor,

-Bi kalkar mısın?
-Ne oldu, hayırdır?
-Çarşafını alacağım, pankart için çarşaf lazım, yetmedi elimizdeki…

80 yılının yazında İzmir’deydim. Memlekette arkadaşlarımın oturduğu kahveyi taramışlar, Orhan ölmüş, bir kaç da ağır yaralı var. Çekip gidiyorum Avanos’a. Dernekte toplanıyoruz. Pankart yazılacak. Çarşaf lazım!..
Her kuşağın zahmet ve acıyla biriktirdiği, elde ettiği bilgi, değer ve inanç ve ritüeller bir sonraki kuşağa aktarmak üzere saklanır, aktarılır. Bellek budur.

Avanos sağlık ocağındaki bahtsız kadının otopsisine aslında çocuk belleğimle ben de katılmıştım. Çok sonraları, mecburi hizmet yıllarımın uzak dağ köylerindeki çarşafa sarılı, niye öldüklerini hiç bilmediğim genç gövdelerin otopsilerinde ise hiç de yalnız değildim. Ali Bey vardı yanı başımda. Peki, 15 Mart 1981 de gözaltına alınıp dört gün sonra Emniyet’in 6. katından atladı diyerek cenazesi verilen Satılmış Şahin Dokuyucu’nun, otopsi raporunu yazan doktorun yanında kim vardı? Öyle ya, Dokuyucu’nun vücudundaki yaraların ve ölüm sebebinin düşmeye bağlı kalp ve damar yırtılmasından olduğu ifade edilerek takipsizlik kararı verilmişti.

Koku
Oğlunu uzun yıllar sonra hiç göremeden toprağa veren annenin, “keşke bir öpüp koklasaydım” yakınmasını okudum geçenlerde bir yerde.
Oğlumu koklayarak severim. O da benden öğrenmiş belli ki taklit ediyor. Geçenlerde yan yana otururken uzanıp kokladı beni.

“Baba, Avanos kokuyorsun!” dedi… “Nası yani”, deyip bir süre durumu kavramaya çalışırken, tekrar uzanıp sarıldı boynuma, “Ama yüzün İstanbul kokuyor tamam mı!..”

Terli ve yorgun bir günün ardından belli ki gövdem Avanos’u, boynuma sabahtan sıktığım parfüm de İstanbul’u hatırlatmıştı oğluma…

“Zaman geçiyor, dünya değişiyor ve hayatlarımız yeni ufuklara açılıyor günbegün.”

Artık temiz çarşaflar var hayatımızda. Bazen renkli, desenli ve mutlak ütülü…

“Ama bir şeyler kalıyor geçmişten, bir türlü kabuk bağlamayan ve inceden sızlayan bir yara gibi.”

Kederliyim… Geçmişte yapamadığımız ve değiştiremediğimiz şeyler yüzünden… Bu çocuklar masum başlarını kaygısızca koyamadan gittiler bu dünyadan. 12 Eylül’de her eve ateş düştü. 12 Eylül Türkiye’si, evlatlarının müebbet hapis cezası almasına şükreden ailelerin, oğlunun 32 yıl sonra teslim edilen yanmış kemiklerine sarılarak, “şükür bulundu” diye sevinç gözyaşları döken babaların, işkencelerde tüketilen yavrusunun gövdesi hiç olmazsa bir gece evde kalıyor diye şanslı addedilen insanların ülkesi oldu.

“Kokular resimler, sesler, duyduklarımız bizim yeniden hatırlamamızı sağlar ve tüm bunlar sadece bellek değil insanı insan yapan değerlerin de toplamıdır.”

Bizim oraların pek bilinen bir türküsü vardır, Cemalim türküsü. Kocası Cemal’i erkenden kaybeden Şerife Hanım, pusularda öldürülen kocasının ardından yakmış bu türküyü.
Madem sesler bizim yeniden hatırlamamızı sağlıyor ve bir kör kuyu gibi bekleyen belleğimizi canlandırıyor, o zaman her gece kafanızı koyduğunuzda temiz çarşaflarınıza; kardeşlerimin işkencelerde, darağaçlarında, ıssız dağ koyaklarında yok edilen masum gövdeleri düşsün aklınıza. Kulağınızda bizim oraların türküsüyle uyuyun:

“…bize nasip değil ecelnen ölmek…”

*Nadir Göktürk

Alıntılar: Nigar Pösteki, Leyla Neyzi

https://www.birgun.net/haber/ama-olsun-acilar-adam-eder-adami-68542




Bu ileti en son melnur tarafından 12.09.2020- 07:24 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
solcu
[ kemal ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.01.2014
İleti Sayısı: 1.709
Konum: Ankara
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: solcu
Cevap Tarihi: 15.09.2014- 21:11


Solun belleğindeki düğümler
Aytek Soner Alpan


Türkiye solunun belleğinde iki temel “düğüm” var: Bunlardan ilki 12 Eylül 1980, ikincisi 1989-1991 aralığı. Her iki düğüm de solun mücadelede etkisiz kaldığı karşı-devrimlerin başarıya ulaşmasına denk gelen tarihler ve bu tesadüf değil.

Sol, özyaşamöyküsünü 12 Eylül sonrasında (yani geçtiğimiz günlerde 35. senesine girdiğimiz dönemi kastediyorum) “Yenilgi Öğretmen”in sınıfında ezber ettiği hapislik yılları, işkenceler, mültecilik deneyimi üzerine kurmayı tercih etti.

Sol, yenilgisine âşık oldu...

1980 öncesinde mücadelede yitirdiklerimiz, faşist cuntanın elinde ya da cuntaya karşı mücadele ederken hayatlarını kaybeden yoldaşlarımız elbette önemliydi.

Sonra dönenler vardı. Mücadeleden uzaklaşanlar, mücadeleyi çeşitli sebeplerle bırakanlardan değil; karşı tarafa geçenlerden; karşı tarafın akıl hocası olmaya karar verenlerden bahsediyorum. Bunlarla hesaplaşmak da elbette önemliydi.

Ancak sol, burjuvazinin kâh zindanlarında kâh ideolojik dehlizlerinde kaybettiği yoldaşlarını anmaya kendini adadı. Sol, son 35 yılında düşenlerin ve dönenlerin yasını tutmaktan, hikâyesini anlatmaktan yeni yoldaşlar kazanmaya vakit ve enerji bulamadı. Güncellikten kopmuş bellek solu esir aldı. Geçmiş geleceğe enerji aktarmadıktan sonra enerji çalmaya başladı.

Sonra ne oldu? Sonra 1961-‘78 yılları arasında çeşitli aşamalardan geçmiş olan büyük ve devrimci mücadele belleklerden silindi. Bunun yerine, ‘78-‘80 arası neredeyse tamamen polisiye bir içerik kazanmış olan ve karşı-devrimin geliyorum dediği süreç emekçi halkın belleğine kazındı. Önce yükselen, sonra pusulası şaşan sonra da tümüyle kaybedilen bir devrimin kolektif bellekte bıraktığı izlerin yerini muzaffer bir karşı-devrimin hikayesi aldı.

Her 12 Eylül anmasında kelimesi kelimesine tekrar edilen içeriği ile söyleyecek olursak, “12 Eylül, solun üzerinden silindir gibi geçti.”

Bunun üzerine Sovyetler Birliği’nin karşı-devrime yenilmesi geldi.

1990’larda yoğunlaşan ama kökleri derinde bulunan komünizme, komünist partilere, işçi sınıfının öz-örgütlenmelerine dönük çok boyutlu bir bellek operasyonuna şahit oldu tüm insanlık.

19. yüzyıldan bu yana siyasal yaşamın asli öğeleri olan kitlesel sol partilerin yok oluşları ya da marjinalleşmeleri bu operasyonun asli öğelerindendi. Milyonlara varan üyeleri ve uluslararası planda iletişimleri ile bu örgütler işçi sınıfının kolektif belleğin oluşumu ve aktarımı noktasında hayati öneme sahiptiler. Siyasal olarak ortadan kalkmaları ya da önemsizleşmeleri toplumsal ve küresel düzlemde işçi sınıfının (ve tüm ezilenlerin) belleğinin parçalanması anlamına geliyordu.

İşin kolay kısmı bundan sonra geldi. Uzun zamandır yürürlükte olan bir işleme hız verildi.

20. yüzyılda insanlığın giriştiği en hülyalı girişim olan sosyalizmin inşasından geriye kalanlara karşı büyük bir savaş açıldı. Reel sosyalizmin hafızalarda kalan yerini Soljenitsin soslu “gulag” hikâyeleri aldı. İkinci Dünya Savaşı’nda partizanların başrol oyuncusu olduğu, faşizme karşı mücadele eksenli tarihyazımı hızla terkedilip yerine Holokost ve Yahudi kurbanları eksen alan tarihyazımı geçti. Uzayı fetheden, insanlığın ufkunu sonsuzluğa kadar genişleten bir ülkenin yerini hantal ve işlemez mekanizma almıştı belleklerde.

Dünyada sol, bu bellek operasyonunu etkili bir ideolojik mücadele ile karşılayamadı, bir karşı saldırı örgütleyemedi, hatta bu operasyonun parçası oldu. Bunun beraberinde işçi sınıfı belleğinin “piçleştirilmesi” geldi. Taşıyıcılarından, örgütleyicilerinden ve yeniden-üreticilerinden mahrum kalan bir belleğin yaşama şansı yoktu.

Türkiye solu ve Türkiye işçi sınıfı da bu operasyondan derinden etkilendi.

Türkiye’de sol, bu iki düğüm tarafından belirlenen kendi belleğine ve nostaljisine hapsoldu. Güncellik ile olan bağlarını kopardı. Sol, en iyi ihtimalle, kitleler nezdinde yenik bir destanın tanığından öteye gidemedi ve en başta kendi bellek düğümleri nedeniyle 1980 sonrasında Türkiye’de geleceği temsil edemedi.

Bütün bunları bugün yazmamızın bir sebebi var: Sol, hem kendi belleğine hem de toplumun belleğine bir düğüm daha atmak üzere. Bunun nedeni solun yine kendisini geçmişe hapsetme eğilimidir.

Sol, 2014 yılında olduğunun bilinciyle ve geniş kitlelerin belleğinde Haziran Direnişi’nin görkemli günlerinden geriye ne kaldığını iyi hesap ederek hareket etmelidir. Buna kuşkusuz somut durumun somut analizi eşlik etmek zorundadır. Somut durumun somut analizi 2014 yılının Eylül ayında, AKP’nin düşerken tutunduğu yerde konsolide olmaya başladığı nesnellikte olduğumuzu veri almalıdır.

Haziran Direnişi, unutulmamalı ve unutturulmamalıdır. Ancak, AKP’ye karşı hareketlenmiş kitleleri yeniden aktif bir mücadelenin parçası haline getirmenin yolu “halka halkın meziyetlerini anlatmak” değildir. Geniş kitlelere hızla yayılan “umutsuzluk” propagandist bir tarzla değil; bu umutsuzluğa eşlik eden aranışa yanıt bularak, onlara yeni bir gelecek vizyonu sunarak aşılabilir. Direniş hattı bu nedenle sosyalizme, sosyalist cumhuriyet çizgisine kurulmalıdır.

Solun ve emekçi halkın belleğine bir düğüm daha atmamak, eski düğümleri çözebilmek, nostaljiye hapsolmamak ve hepsinden önemlisi bu kez geçmişi değil, geleceği temsil edebilmek için...



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
dayanışma
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: dayanışma
Cevap Tarihi: 17.09.2014- 21:41


12 Eylül’ü bitirmek!

Aradan geçen bunca zamana karşın 12 Eylül niçin bu derece canlı ve de canımızı yakmaya devam ediyor?

TARIK ŞENGÜL

Aradan geçen bunca zamana karşın 12 Eylül niçin bu derece canlı ve de canımızı yakmaya devam ediyor? Bütün herşeyi bir yana bıraksak, 50 insanın idam edildiği bir dönemden söz ediyoruz; bu bile yeterli unutmamak için. Ancak biliyoruz ki, 12 Eylül’ün yarattığı hasar bu ve benzeri “insan maliyetlerinin” çok ötesinde. Bugün karşı karşıya olduğumuz bir çok sorun 12 Eylül dönemiyle yakından ilişkili. O yüzden bir kaç “zaman aşımına uğramış” generali cezalandırmanın çok ötesinde bir mesele 12 Eylül’ün üstesinden gelmek. Çünkü 12 Eylül geçmişte yaşayıp, bir türlü aşamadığımız bir travmadan fazlasını temsil ediyor.

Günümüzün popüler kavramını kullanacak olursak; 12 Eylül mevcut yapılar ve ilişkilerde kırılmalar yaratan, yeni yapıları ve ilişkileri eskisinin yerine koyan bir “olaydır” ve yarattığı dönüşüm üç ana eksen üzerinden özetlenebilir.

Siyasal alanda 12 Eylül’ün yarattığı en önemli değişim sol parti ve hareketlerle halk arasında kurulan güçlü bağın koparılması, ekonomik alanda iç pazara ve üretime dayanan bir ekonomi yerine piyasa merkezli, üretimden vazgeçen ve dışa açık bir ekonomik düzenin konulması, sosyo-kültürel alanda ise gecekondu alanları da dahil olmak üzere aydınlanmaya yaslanan yaşam biçimleri ve inançların yerine muhafazakarlığın dayatılmasıdır. 12 Eylül bu birbiriyle ilişkili üç ana mecrayı açmış, gerekli koşulları hazırlamış, sonrasında Türkiye bu üç ana aks üzerinden yürüyerek şekillenmiştir.

Bu yürüyüşte bugün gelinen noktada 12 Eylül düzeninin ana mirascısı AKP iktidarıdır. AKP piyasa mantığını ve muhafazakarlaşmayı en uç noktalarına taşırken, solun bağının koparıldığı halk kesimleriyle patronaj ilişkileri kurmuştur.

Tam da bu nedenle bir kaç generali yargılayarak Türkiye’nin 12 Eylül’ü aşacağını varsayarak AKP kayığına binenler kendilerinin de kabul etmeye başladığı bir dram yaşamışlardır.

12 Eylül düzenine gerçek bir meydan okuma aranacaksa, doğru adres Gezi başkaldırısıdır. Galiba bizleri bu derece heyecanlandırmasının temel nedeni de 12 Eylül’ü sona erdirecek yeni bir olay olma potansiyelini taşımasıdır. Çünkü Gezi kentler üzerinden 12 Eylül düzeninin üç temel gelişme ekseninde de meydan okudu; piyasacı neoliberal düzene ve muhafazakarlaştırma projesine baş kaldırırken, sol açısından toplumla tekrar kucaklaşma olanaklarına da işaret etti.

Gezi en azından bugün için bu hızla çürüyen düzeni sona erdirecek bir olay olamadı. Çünkü toplumsal alanda olan bu olayı siyasal alana taşıması beklenen güçler bu işlevi yerine getirmediler.

Sosyalist sol uzun süre siyasetin kıyısında ve toplumdan geniş ölçüde kopmuş olmanın yarattığı olumsuzlukları aşamadı.

Ancak Gezi’nin mesajı alınmış görünüyor; başlatılan güçbirliği çabaları bu teşhisin ve temsil arayışının bir sonucu.

Öte yandan kendisi 12 Eylül’ün mağduru olan CHP’nin de Gezi’yi iyi değerlendirdiği söylenemez. Yerel seçimlerde, Gezi süreci ve güçlerine yaslanmak yerine, 17 Aralık soruşturmaları ve Cemaat’i dikkate alan bir strateji izlendi. Olağanüstü Kurultay’da gösteriyor ki, piyasa düzeni ve muhafazakarlaşma CHP açısından karşısına değil, yanına alınması gereken değerler olarak görülüyor. Bu ikiliyi sorgulamadan halkla yeniden buluşmanın imkansızlığını bugüne kadar yaşanan seçim yenilgileri göstermiş olsa da, görmezden geliniyor.

Görünen o ki 12 Eylül düzeni bütün çürüme ve baskıcı eğilimlerine rağmen hala ayakta ve 12 Eylül eğer bir olaysa, her olay gibi aşılması yarattığı yapı ve ilişkileri değiştirecek bir başka olayla mümkün. Gezi başkaldırısının başından itibaren atılan “bu daha başlangıç” sloganı tam da bunu söylüyor.

Not: Dün yayınlaması gereken Tarık Şengül’ün köşe yazısını teknik nedenlerden dolayı bugün yayınlıyoruz. Okuyucularımızdan ve yazarımızdan özür dileriz.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
yorum2006
[ yorumcu ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 15.08.2013
İleti Sayısı: 772
Konum: Gizli
Durum: Gizli
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

2 kere teşekkür edildi.
Cevap Yazan: yorum2006
Cevap Tarihi: 18.09.2014- 18:34


Bugünkü dinci faşizmin mimarı Kenan Evren ve 12 Eylülcülerdir. Tabii akıl hocaları CİA'dır. Faşist askeri darbe yapmak kolay birşey değildir. Önce bunun alt yapısını hazırlamak gerekir. Türkiye'de 1975-80 arası yaşanan kontrgerilla terörü, faili meçhuller, katliamlar, provokasyonlar, 12 Eylül'ü getirmek için kamuoyu oluşturmak amacını taşıyordu. Tabii buna koşut olarak, zaten var olan ama zorlamalarla daha da derinleştirilen ekonomik kriz hakim sınıflar için pahalı bir çözümdür. Ayrıca askeri faşizm dönemleri bitince sol yeniden diriliyordu ve kitlelerle yeniden kucaklaşıyordu. Bu nedenle faşizmi, işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki baskıyı süreğen hale getirmek için sivil faşist bir düzenin bütün alt yapısını oluşturdular. İşçi sınıfının, emekçi halkın direnişini kırmak için de dini ve dinciliği faşist çerçevenin içine özel olarak oturttular.   AKP demek 12 Eylül faşizmi demektir. Bugünkü rejim, 12 Eylül tarafından projelendirilmiş ve sahneye çıkarılmış sivil faşizmdir.




Bu ileti en son yorum2006 tarafından 18.09.2014- 18:35 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 12.09.2020- 07:04


40. yılında 12 Eylül: Darbenin hedefinde kim vardı?

12 Eylül darbesinin üzerinden tam 40 yıl geçti. Bugün yine AKP'si, MHP'si ve TÜSİAD'ı çıkıp 'demokrasi masalları' anlatacak, darbenin asıl hedefi ise yine görmezden gelinecek. Oysa aradan geçen 40 yılın ardından çok açık bir gerçek var. 12 Eylül'de darbe Türkiye İşçi Sınıfı'na ve sola yönelmiş, patron düzenini kurtarmak için onların önünü açmıştı.
Resim Ekleme

12 Eylül faşist darbesinin üzerinden tam 40 yıl geçti.

Türkiye'de özellikle 60'larla birlikte büyüyen işçi hareketi ve sol, patron düzeni için giderek büyük bir tehdit haline gelmişti.

Patron düzeni bu tehdidi ortadan kaldırmak için harekete geçmiş, önce işçi sınıfını, örgütlü halkı hedef almıştı.

Bunun için önce art arta kanlı saldırılar geldi, ardından patronların talebiyle Turgut Özal'ın 24 Ocak kararları. Tabloyu ABD'nin "bizim çocuklar" dediği Kenan Evren ve arkadaşları tamamlandı.

Ülke tarihinin en karanlık süreçlerinden biri olan 12 Eylül işte bu üç parçanın bir araya gelmesiyle hayata geçirildi.

Bundan 40 yıl önce başlayan karanlık, günümüzde 12 Eylül'ün sürdürücüsü AKP ile devam ediyor.

O karanlığa karşı mücadele ise durmaksızın sürüyor...

Darbenin kanla hazırlanan senaryosu
12 Eylül darbesinin işaret fişeği işçi sınıfını ve solu hedef alan kanlı saldırılarla verildi.

1977’de Taksim’de yüzbinlerce emekçinin katıldığı coşkulu 1 Mayıs kutlaması bizzat devlet eliyle, kontgerillalar tarafından kana bulandı.

1978 yılının Aralık ayında Kahramanmaraş’ta solculara ve Alevi yurttaşlara karşı kanlı bir katliam düzenlendi. Katliamın arkasında MHP'li çeteler vardı.

Maraş'ı 1980 yılında Çorum’da katliam izledi. Yine MHP ve devlet eliyle hayata geçmişti bu katliam.

22 Temmuz 1980 yılında DİSK Başkanı Kemal Türkler’in öldürülmesi, diğer yüzlerce cinayetle birlikte darbe öncesinin mantığına bir örnekti.

Resim Ekleme

Darbenin patron ayağı: Özal sahnede
12 Eylül'ün en büyük destekçisi hiç kuşkusuz patron düzeniydi.

Örgütlü işçi sınıfı uzun yıllardır en büyük kabusları olmuş, hakkını arayan işçiler uykularını kaçırmıştı.

Bu kabusun bitmesi için kanla hazırlanan senaryoya da darbenin ekonomik programına da imza atmışlardı.

24 Ocak’ta Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki Milliyetçi Cephe hükümeti döneminde kabul edilen ve DPT müsteşarı Turgut Özal tarafından hazırlanan 24 Ocak kararları da darbenin ekonomik programı olarak 12 Eylül sonrasında, yani solun ve işçi sınıfının direncinin kırılmasının ardından tam anlamıyla uygulanabilmişti.

ABD'nin eski İstanbul Başkonsolosu Robert Houghton, 12 Eylül 1980'deki askeri darbeden iki hafta sonra yolladığı gizli diplomatik notta "iş dünyası"nın birçok üyesinin "terör ve belirsizlik ortamının" geçmiş olmasından dolayı "neredeyse havalara uçtuklarını" yazıyor.

'Onların çocukları' işbaşında
Darbenin düzen içi aktörleri kadar net bir diğer ortağı daha vardı.

Türkiye'de bir sosyalist devrimden korkan ABD, 12 Eylül darbecilerinin en büyük destekçilerindendi.

Dönemin ABD Başkanı Carter’a, Ankara’daki Amerikan diplomatik kaynaklarından geçilen “Bizim çocuklar başardı” cümlesi, Kenan Evren ve arkadaşlarından böyle bir darbenin dört gözle beklendiğinin bir kanıtı niteliğindeydi.

Emre amade bir patron: Koç...
Vehbi Koç’un darbenin ardından Kenan Evren’e gönderdiği mektup 12 Eylül’ün sınıfsal içeriği hakkında da net bir fikir veriyor:

“Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz ederek ve kuvvetlendirerek imkanlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır. İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinmeli, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.”

Resim Ekleme

Darbe kime karşı yapıldı?
12 Eylül darbesi “askerler tarafından sivillere karşı” yapılmadı. “Sağ-sol kavgasına son verelim” diye de. Darbenin siyasi-ekonomik-ideolojik bir programı vardı. Bu programın uygulanması için solun gücünün ciddi bir biçimde geriletilmesi gerekiyordu. Sol örgütlere ve sendikalara sınırsız operasyonlar, gözaltılar, işkenceler, hapis cezaları ve idamlar ülkeden solun silinmesi için yapılmıştı.

Darbenin bir diğer amacı da 12 Eylül öncesi oldukça güçlü olan mücadelesi sınıf sendikacılığının silinmesi amacını taşıyordu.

Yine darbenin ardından kurulan YÖK, üniversitelerden solcu akademisyenlerin ve öğrencilerin kazınması amacı taşıyordu. Darbe ile beraber sendika konfederasyonlarının tamamı kapatıldı ancak sonrasında gerçekleşenler yine darbenin mantığı hakkında fikir veriyor. Sağcı sendika konfederasyonu Hak-İş, kapatılmasından birkaç ay sonra 1981 yılında açılırken, yine devlet sendika konfederasyonu olarak bilinen Türk-İş, 1982 yılında Genel Kurul toplayacak duruma gelirken, dönemin DİSK’ine aşağıdakiler yapılıyordu:

17 Eylül’de gözaltı süresi doksan güne çıkarıldı. DİSK yöneticileri ve üyeleri uzun süre yargıç önüne çıkarılmadı.
Milli Güvenlik Konseyi, 18 Eylül’de yayınlanan 8 No’lu kararı ile DİSK’in taşınır ve taşınmaz mal varlıklarına el koyduğunu açıkladı.
11 Kasım’da DİSK üyesi sendikaların yönetimine sıkıyönetim komutanlarınca belirlenen kayyımlar atandı.
7 Aralık’tan itibaren 2364 sayılı Yasa ile tüm sendika üyelerini kapsayan Yüksek Hakem Kurulu uygulamasına geçildi. 12 Eylül’de gözaltına alınan altmış yedi DİSK yöneticisi tutuklandı.
Aralarında DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk’ün de bulunduğu 52 DİSK yöneticisi hakkında idam cezası istemiyle dava açılacağı basına açıklandı.
DİSK üyesi Deri-İş Sendikası Genel Başkanı Kenan Budak, 25 Temmuz’da polis tarafından kurulan bir pusuyla sokak ortasında öldürüldü.
DİSK Davası 24 Aralık’ta İstanbul Sıkıyönetim Mahke­mesi’nde başladı. Yüz altmış dosya birleştirildi, toplam sanık sayısı bin dört yüz yetmiş yedi, hakkında idam istenilenlerin sayısı yetmiş sekize çıkarıldı.

Resim Ekleme


12 Eylül'ün bilançosu
650 bin kişi gözaltına alındı.
1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
7 bin kişi için idam cezası istendi.
517 kişiye idam cezası verildi.
Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı)
İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.
71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı.
388 bin kişiye pasaport verilmedi.
30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı.
14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına gitti.
300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
171 kişinin “işkenceden öldüğü” belgelendi.
937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı.
23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildi.
400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
31 gazeteci cezaevine girdi.
300 gazeteci saldırıya uğradı.
3 gazeteci silahla öldürüldü.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
39 ton gazete ve dergi imha edildi.
Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
14 kişi açlık grevinde öldü.
16 kişi “kaçarken” vuruldu.
95 kişi “çatışmada” öldü.
73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi.
43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi.

https://sol.org.tr/haber/40-yilinda-12-eylul-darbenin-hedefinde-kim-vardi-14298



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 13.09.2021- 11:07


Metin Çulhaoğlu'nun yazısı dahil son iki yazıyı okudum. Çulhaoğlu net bir şeklde ifade ediyor; bugün 12 Eylül cuntasının faşist bir yönetim olduğu konusunda hiçbir farklı görüş bulunmamaktadır. Ama faşist darbeyi izleyen günlerde durum hiç de böyle değildi. Çok ayrıntıya girmek istemiyorum, merak edenler Metin Çulhaoğlu'nun yazısını okuyabilirler.

Şuraya gelmek istiyorum, bir ülkede faşizm, gizli ya da açık bir biçimde iktidarı ele geçirip icraatlarını sergilemeye başladığında sol-sosyalizm için güncel olan mücadele biçimi ne olmalıdır? Bu sorunun yanıtı tarihsel süreçte verilmiştir aslında. Demokrasi. Kavramları, süreçlerin çözümlemesinden yoksun ezberci anlayışları bir kenara bırakmak gerekiyor. ''Sınıfsal mücadele, aynı anlama gelmek üzere sosyalist mücadele her koşulda bir sosyalist mücadeledir. Bu yüzden demokrasi lafazanlığıyla liberal rüzgarların etkisine girmemek lazım'' şeklindeki ezberci gevezelikler ya cahiliğin dip yapmış halidir ve ya da AKP trollüğünün yeni biçimidir. Ve başkaca bir şey değildir. Tekrar ediyorum, ezberci zihniyetin günümüzdeki faşizm konusunda nednse ve birdenbire keskin sosyalist mücadeleyi ve keskin sosyalist devrim perspektifini hatırlaması gerçekten en basitinden bir inandırıcılığı bulunmamaktadır. Bir ''arkadaş'' tanıyorum, daha düne kadar kuyrukçuluğun doruklarında AKP karşıtı ne kadar sol-sosyalist parti ve örgüt varsa hepsini ''ulusalcı'', ''sosyal şoven'', ''neo-faşist'' vb. eleştirir durur, hakaretler savurur ve ''oylar HDP'ye'' derken sağdan soldan bulduğu uygun Lenin alıntılarıyla   liberal, AKP ve Kürt ulusalcılığının ittifakına 'soldan(!)destek vermeye çalışırdı. Çünkü enernasyonalist koministlik(!) böyle bir şeydi! Ne sistemli bir AKP karşıtlığı, ne ilkesel bir liberalzm eleştirisi bu zat-ı muhteremlerde bir türlü ortaya çıkmazdı. Bu ittfakın yapmaya çalıştıklarına karştlık içinde olanlara karşı düşmanca tavır aslında dolaylı ya da dolaysız bir AKP değirmenine su taşımaktı ve başkaca bir şey de değildi.

Sonra ne oldu?

AKP ihtiyacı kalmadığında önce liberalleri dışladı, sonra Kürt ulusalcılığıyla kurduğu ''demokrasi masası''nı bir tekmeyle devirdi. Artık bir dönem için ''ayaklar altına aldığı Metin Çulhaoğlu'nun yazısı dahil son iki yazıyı okudum. Çulhaoğlu net bir şeklde ifade ediyor; bugün 12 Eylül cuntasının faşist bir yönetim olduğu konusunda hiçbir farklı görüş bulunmamaktadır. Ama faşist darbeyi izleyen günlerde durum hiç de böyle değildi. Çok ayrıntıya girmek istemiyorum, merak edenler Metin Çulhaoğlu'nun yazısını okuyabilirler.

Şuraya gelmek istiyorum, bir ülkede faşizm, gizli ya da açık bir biçimde iktidarı ele geçirip icraatlarını sergilemeye başladığında sol-sosyalizm için güncel olan mücadele biçimi ne olmalıdır? Bu sorunun yanıtı tarihsel süreçte verilmiştir aslında. Demokrasi. Kavramları, süreçlerin çözümlemesinden yoksun ezberci anlayışları bir kenara bırakmak gerekiyor. ''Sınıfsal mücadele, aynı anlama gelmek üzere sosyalist mücadele her koşulda bir sosyalist mücadeledir. Bu yüzden demokrasi lafazanlığıyla liberal rüzgarların etkisine girmemek lazım'' şeklindeki ezberci gevezelikler ya cahiliğin dip yapmış halidir ve ya da AKP trollüğünün yeni biçimidir. Ve başkaca bir şey değildir. Tekrar ediyorum, ezberci zihniyetin günümüzdeki faşizm konusunda nedense ve birdenbire keskin sosyalist mücadeleyi ve keskin sosyalist devrim perspektifini hatırlaması aslında yine dolaylı bir AKP yandaşlığı ve AKP trollüğünden başka bir şey değildir.

İlginç değil mi, size de öyle gelmiyor mu?

Kürt ulusalcılığı liberaller ve AKP ile birlikte bir demokrasi mücadelesi verirken, HDPli olmak...(Dolaylı AKP yandaşlığı...)
O sürecin hem AKP ve hem de Kürt ulusalcılığında baskın olan eğilim tipik bir liberal yönelimdir. Liberaller sadece AKP üzerinde değil, Kürt hareketi üzerinde de etkindir ve belirleyici konumdadır. Sözde enternasyonalist komünist olan grupların bu harekete, bu ittifaka hiçbir karşıtlık içinde olmadan, hatta bu ittifakın doğal bir parçası durumundayken, yaptıkları, yapmaya çalıştıkları şey ne idi? ''Zaten sosyalist örgütlenmeler yerlerde sürünüyorken'' HDP'den yana tavır almak, HDP'nin AKP ile birlikteliği de göz önüne alındığında ne anlama geliyor ve neye yarar sağlıyordu? AKP'ye değil mi?

Dönem faşizmin adım adım iktidara yerleşmesi ve muktedir olmaya çalışması süreciyken bu süreçte, bu gidişata kendi siyasetleri gereği şu ya da bu şekilde karşı çıkanlara   Lenin'i de meze yaparak tavır alanlar aslında ne yapıyorlarlardı? Böyle bir tavır hangi siyasetin, hangi partinin çıkarına yürütülüyordu? Dinci faşizm ve AKP'nin değil mi?

Sonra ne oldu?

Dolmabahçe'de kurulan masa devrildi. Önce liberaller bu kulvardan dışlandı, sonra HDP karşısında ''ayaklar altına alınan her türlü milliyetçilik'' hatırlandı? Hatırlanmakla da kalınmadı, yeni bir demokrasi ittifakı kuruldu ve dinci faşizmin muktedirliğinin yanına MHP de eklendi. Bu kez bizim enternasyonalist komünistlerimiz, daha önce yaptıkları ve söylediklerini yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı. AKP karşıtlığında yerini alan liberallere doğrudan ve yine AKP karşıtlığında mücadeleyi seçen Kürt hareketine karşı ise dolaylı olarak bir tavır yine enternasyonal komünistlik(!) adına yeğlenir oldu. Peki bu sol(!) tavrın kimin ve neyin çıkarına olduğu belli değil mi? Karşımıza yine aynı tabela çıkmıyor mu? Ve o tabelada   AKP'nin ve dinci faşizmin çıkarları yazmıyor mu?

Bunu okumak o kadar zor mu?
''Cahil cühela takımı bu kadar 'inceliği' tasarlayabilir mi? diye sorulabilir.
İşte onun için sürekli yinelemek gereği hissediyorum:
Ya cehaletin dip yapmış hali, ya da başından beri bir AKP trollüğü...
Başka bir açıklaması olabilir mi?

Bu açıklamaların konuyla ilgisini şu şekilde kurabiliriz:. 12 Eylül bir faşist yönetimdir ve bugünün saray rejimi yani AKP-MHP ortaklığı da farklı bir işleyişe sahip değildir. Solun, sosyalistlerin bu süreçteki mücadelesi çok açıktır, çok nettir, suların bulandırılmasına izin verilmemeli. Demokrasi. Demokrasi mücadelesi... Sol, sosyalist mücadeleye aykırılık değildir bu tür okumalar. Çünkü Merdan Yanardağ'ın söylediiği gibi nasıl ki, laiklik karşıtlığına karşı mücadele bir sınıf mücadelesi anlamına geliyorsa, faşizme karşı toplumun en geniş dinamikleriyle birlikte demokrasi mücadelesi vermek de bir sınıfsal mücadeledir. NOKTA. Bu konu, bu süreç hiçbir farklı yoruma müsait de değildir. Kapitalist bir düzende demokrasi mücadelesini sosyalist mücadeleden soyutlamak isteyen şarlatanlığa, cehaletin en dip haline ve dahası AKP trollüğüne karşı çıkmak hem demokrasi mücadelesi ve hem de sınıfsal mücadelenin ta kendisidir. Başka türü bir yoruma da açık değildir.

Özetle 12 Eylül faşizmine karşı çıkmak o dönem için ne denli önemliyse, bugün için de durum farklı değildir ve saray rejimine karşı mücadele etmek de o denli önemli ve solcu-sosyalist olmanın bir gereğidir.

( Ve önemli bir not: Sosyalist siyasette şablonculuğa yer yoktur. Bugünün koşullarında saray rejiminin karşısında çok güçlü bir sosyalist güç olabilseydi ve o sosyalist gücün siyasal iktidarı alabilme potansiyeli olsaydı, tıpkı Şubat devrimi sonrasındaki koşullar gibi Lenin'in demokrasi yerine sosyalizmi öne çıkarması bir anlam taşırdı. Lenin'in o dönemde demokrasi ve sosyalist devrim konusunda söyledikleri ve kıyaslamaları o tür koşullara uygun bir stratejik tavırdır ve doğrudur. Ama bu günün koşullarını 1917 Ekim öncesi koşullarmış gibi yorumlayarak demokrasiyi tu kaka yapmak, bir daha yinelemek istemiyorum ama gerçekten AKP trollüğü saflarına savrulmaktan başka bir şey değildir diye yorumlayacağım ama, belki de bilinçli bir tercih var bu konuda ve bu durum baştan beri AKP'ciliği sol saflarda savunma olarak da nitelenebilir.)

12 Eylül karanlığı bitmedi.
12 eylül karanlığı saray rejimiyle sürüyor.

Ezberlerle hareket etmekten ve tavır almak yanlışlığından sıyrılalım...
Köylü kurnazlıklarına da dikkat edelim...
Ve aman dikkat, AKP trollüğü bu aralar epey yaygın; siz sol saflarda hem ajanlık ve hem de trollük rolünü üstlenmiş insanlar yok mu sanıyorsunuz, yoksa?

Metin Çulhaoğlu'nun söz konusu yazısı için: https://www.solpaylasim.com/k8206-12-eylul-ve-uc-tanik-.html





Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör 12 Eylül ve üç tanık... melnur 2 2316 13.09.2021- 11:05
Konu Klasör Eylül - SERDAL BAHÇE melnur 1 302 16.09.2023- 00:24
Konu Klasör 12 Eylül'ün 40.yılında Dev-Yol'un liderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu... melnur 1 1866 13.09.2020- 10:51
Konu Klasör ''Eylül sonundan itibaren ölümler artabilir!'' melnur 0 1291 29.08.2020- 03:59
Konu Klasör Sokaktaki faşizm... melnur 0 754 14.06.2022- 10:36
Etiketler   Eylül,   Faşizm.
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS