SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Sosyalizm mi Demokratik Özerklik mi? – Fırat Bayram           (gösterim sayısı: 5.217)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
solcu
[ kemal ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.01.2014
İleti Sayısı: 1.709
Konum: Ankara
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: solcu
Konu Tarihi: 23.09.2014- 19:18


Sosyalizm mi Demokratik Özerklik mi? – Fırat Bayram


21 Eylül’de ozgur-gundem.com sitesinde Cengiz Baysoy imzasıyla “Sosyalizm kavramı Demokratik Özerklik kavramından geri bir kavramdır” başlığıyla (ve iddiasıyla) bir yazı yayımlandı. Yazının solda tepki çekmesi ve tartışma yaratması kaçınılmaz görünüyor. Nitekim birkaç ‘salvo’ geldi bile. Ben de bu konuya dair birkaç kelam etmek istiyorum. Zira solda mücadele birliğini sağlamaya dönük güncel girişimler varken, bu girişimi kendine rakip gören Kürt Hareketi’nin sosyalizme karşı kendi demokratik özerklik projesini savunan bir ideolojik mücadeleye girişmesini bekliyordum. Bu “demokratik özerklik” tartışmasının açılması kaçınılmazdı. Baysoy, yazısıyla tartışmayı açmış oldu. Bu tür bir tartışma, sosyalist soldaki birlik sürecinde kafaların netleşmesine ve birliğin daha sağlıklı bir içerik kazanmasına da vesile olabilir. Kuşkusuz kendini sosyalist olarak tanımlayan ve HDP içinde yer alan yapıların ne derece doğru bir karar aldıklarının muhasebesine girişmelerini de tetikleyecektir.

Önce Baysoy’un temel savunularını anlayalım. Temel iddiayı barındıran kısımları alıntılayalım:

“Sosyalizm kavramı ‘demokratik özerklik’ kavramından geri bir kavramdır. ‘Bizim gibi Komünistler’ bunu söylemekten asla geri durmayacaktır. Demokratik özeklik kavramı komünalist demokrasidir ve ‘sosyalizm’ kavramına değil ‘komün’, komünalizm ve ‘komünizm’ kavramına daha yakındır…

“Sosyalizm için kurucu olan ‘temsil’dir. Sosyalizm emekçiler adına bu mülkiyet hakkını bir temsil ilişkisi olan ‘devlet’e devreder. İşte sosyalizm kavramının kilitlendiği nokta burasıdır. Devlet mülkiyetini emeğin üretici güçler üzerindeki gücü olarak görmesidir…

“Sosyalizm kavramı emeği ücretli emek altında sınıflaştırmaktan çıkaramamış, tam tersine toplumsal birikim adına emeği ücretli emek altında sınıflaştırmaya devam ettirmiştir.”

Alıntılanan görüşlerden anlıyoruz ki yazar sosyalizmi ücretli emeği ve devleti ortadan kaldırmadığı için eleştiriyor, yıkılmasını buna bağlıyor ve çözümü de sosyalizm ile komünizm arasında kendi icat ettiği bir aşamaya atlamakta (komünalizm) görüyor. Buna göre bugünden devleti ve ücretlendirmeyi, dolayısıyla parayı ortadan kaldırmak mümkün! Yazar kendi ‘komünalizm’ tasavvuru ile Demokratik Özerkliğin aynı veya çok benzer bir şey olduğunu düşünüyor ve bu yüzden Demokratik Özerkliğin sosyalizmden daha ileri bir ‘kavrama’ tekabül ettiğini öne sürüyor.

Şimdi üretici güçler yeterince gelişmemişken devlet, para, ücret v.b. ortadan kaldırılabilir mi türünden bir tartışmaya girmek istemiyorum. Zira hem bu yazının sınırlarını aşar hem de bu tür yanıtlar zaten yazara bolca verilecektir diye tahmin ediyorum. Ben başka bir açıdan, belki yazarın da kendi bakış açısının içerisinden kabul edebileceği bir yerden eleştireceğim.

Ama önce anlamak gerekiyor. Yazının yayımlandığı siteden öğrendiğimize göre Baysoy, Otonom Dergisi’nin editörüdür ve ‘Otonomist Marksizm’ diye bilinen ve Negri’nin fikirlerini temel alan uluslararası hareketin ülkemizdeki bir fikirsel temsilcisi durumundadır. Üstte alıntıladığım görüşlerinde de Otonomist Marksizm’den tanıdık argümanlar bolca bulunuyor zaten.

HDP’de net bir teorik temele oturtulmakta zorlanan Demokratik Özerklik fikri sanırım bu çevre tarafından kendi Otonomist görüşlerinin benimsetilmesi için bir fırsat olarak algılandı. Demokratik Özerkliğin teorik temelinin Otonomist Marksizm olması için hamle yapmışlar gibi görünüyor. Bu hamleleri ne kadar başarılı olur, Kürt Hareketi tarafından ne kadar dikkate alınır ve Demokratik Özerklik ile Otonomizm arasındaki yakınlık hangi boyuta varır henüz bilmiyoruz. Ama bundan bağımsız olarak yazarın savunucusu olduğu temel görüşler üzerine düşünmekte fayda var.

“Otonomist Marksizm” akımının görüşlerini özetlemeye çalışayım: Komünizmin kurulabilmesi sınıf mücadelesi üzerinden giderek yapılamaz. Çünkü sınıf mücadelesi, ‘ücretli emek’ ile ‘sermaye (sınıfı)’ arasındaki diyalektik çelişkiyi yansıtır. Oysa sermaye tam da bu diyalektik ilişki içerisinde özgür emeği sınıflaştırarak ‘ücretli emek’ haline getirmektedir. Çünkü ücretli emek olmadan sermaye olmaz. Başka bir deyişle, emeğin ‘ücretli emek’ olarak sınıflaşması ve bu yönde bir sınıf kimliği edinmesi, sermayenin kendini yeniden üretmesini doğurur. Sınıf mücadelesi, ücretli emek olarak sınıflaştırılmaya bir itirazı olmayıp sadece bir sınıf olarak daha fazla hak istemeye odaklandığı için özünde reformisttir ve sermaye sınıfını yeniden üretmeye yaramaktadır. Sistemi antagonistik bir krize sokup toplumsal kurtuluşu getirecek esas vurgu ise emeğin ‘ücretli emek’ olarak sınıflaştırılmayı reddetmesidir. Baysoy’un, yazısında sosyalizmi ücretli emeği ortadan kaldırmadığı için eleştirmesi ve bunun yerine emeğin ‘elbirliğini’ savunması buna dayanmaktadır. Bu görüşe göre devletin, sınıfların, ücretin veya paranın ortadan kaldırılmasının ‘üretici güçlerin gelişimiyle’ ilgisi yoktur. Marksizm-Leninizm, komünizmi üretici güçlerin yeterli gelişimi gösterip bir bolluk toplumunun ortaya çıkmasının ardına ertelediği için ekonomik indirgemecilik ve erekselcilikle eleştirilir. Marksizm-Leninizm bu bakımdan hata yapmıştır zira zihnini sınıf mücadelesi fikrine kaptırmıştır. Sınıf mücadelesinin diyalektik (uzlaşır) çelişkisinin antagonistik (uzlaşmaz) karakter kazanacağı o politik ve ekonomik bunalım dönemi (‘devrimci durum’) gelene dek devrimi erteleyen bir teori üretmiştir. Oysa diyalektik işleyiş (veya sınıf mücadelesi) üzerinden gidildiğinde varılacak yer bir devlet kapitalizminden öte olamaz. Zira bu ‘devrim’ ücretli emeği (yani emeğin sınıflaştırılarak ücretli emek haline getirilmesini) ortadan kaldırmamış, sadece patronu değiştirmiştir (burjuva gitmiş bürokratik devlet gelmiştir). Yapılacak iş, sınıf mücadelesine değil sınıflaştırılmaktan çıkmaya odaklanmaktır. Sınıf mücadelesi ‘evrim döneminde’ reformları ve sosyal demokrasiyi, iktisadi krizin derinleştiği ‘devrim döneminde’ ise devlet kapitalizmini getirir. Oysa esas önemli olan ise temsiliyet ilişkilerini aşabilmektir. Sınıf mücadelesi üzerinden hareket edilirse sınıfsal hak kazanımı ve temsiliyet ilişkilerinde birtakım kazanımlar (sosyal haklar ve siyasal demokrasi) elde edilecek ama bir sınıf olarak kalmaktan kurtulunmuş olunmayacaktır.

Evet, Otonomizm’in görüşleri kısaca bu şekilde özetlenebilir. Bu fikirlerin ontoloji ve etik alanıyla da bağı güçlüdür. Etik alanıyla bağı güçlüdür (ve zaten Baysoy da yazısında ‘etik-politik’ vurgusu yapıyor) çünkü ihtiyaca dayalı, ücretin olmadığı bir paylaşımı bugünden gerçekleştirebilmek için toplumun her bireyinin sağlam bir etik duygusunun olması gerekir! Ontolojik vurgu da güçlüdür zira burada üretici güçlerin gelişiminin sınıfları ve sınıf mücadelesini belirlemesi, haliyle devrim konusunun da bu kapsamda ele alınmasını gerektiren “bildiğimiz Marksizm’e” toplu bir itiraz vardır. Otonomistler için Marks’ın 1848’den önceki görüşleri makbuldür. Çünkü Marks henüz mücadeleyi iktisadi belirlenimlere kapatmamıştır. Eğer komünizme, sınıflaştırılmaya itiraz ederek, yani emeği ‘ücretli emek’ olarak sınıflaşmaktan çıkmaya teşvik ederek (bu yönde bir ortak kurucu politik arzuyu üreterek) geçilebilirse o zaman devrim fikri iktisadi koşulların bağından kurtulmuş demektir. Otonomizm, Spinozacı bir ontolojiyle bağlantılıdır. Kendini gerçekleştirmeye dönük kurucu toplumsal arzu nosyonu temel önemdedir. Çünkü Spinoza’da hak, kullandığın kadarıyla vardır. Otonomizmin, materyalizmle değil ama diyalektikle ciddi sorunu vardır. Keza sınıf değil sınıftan kurtulma vurgusu önplanda olduğu için Negri ‘işçi sınıfı’ veya ‘halk’ vurgusundan ziyade ‘çokluk’ vurgusu yapmıştır. Buna göre sınıfsızlaşacak kitlelerin sadece ekonomik değil pek çok sorunları ve çözüm arzuları vardır ve mülksüzlerin politik öznellikleri çokludur. Haliyle ulusal bir sorun da komünalizm mücadelesinde politikleştirilebilmektedir.

Bunlar genel olarak dünya Otonomist Marksist hareketinin Negri’den, Spinoza’dan, Deleuze’den, hatta Nietzche ve Foucault’tan damıtarak oluşturduğu görüşlerdir. Açıkçası bu görüşlerin önemli kısmına katılıyor ve sayılan isimlerden öğrenilecek pek çok şey olduğu kanaatini taşıyorum. Üstte ‘o kadar iyi’ özetleyebilmemin sebebi budur. Bu yüzden Baysoy’a başka bir yerden (üretici güçlerin gelişimi veya sınıf mücadelesi vurgusundan değil, üstte özetlediğim genel kavrayış içerisinden) eleştiri getirmek istiyorum.

Komünizmi kuracak olan, kitlelerdir. Dışarıdaki gerçek insanlardır. Otonomistlerin deyimiyle ‘çokluktur’ diyelim. Otonomist Marksizm’in kavrayışı, ‘çokluğun’ uyumlu ve kardeşçe eylemesini temel almaktadır. Eğer çokluğun kitlesel uyumu o veya bu sebepten (ekonomik, cinsel, dinsel, ulusal v.b. herhangi bir sebepten) bozulursa, yani kardeşlik olmazsa emeğin kendini olumlama pratiği gündemden kalkar. Emeğin, dolayım ve temsiliyet ilişkilerini aşıp kendi yaşamını kurmak üzere doğrudan etkin olması ancak emeğin iç uyumuyla söz konusu olabilir. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik bir zincirin halkaları gibi birbiriyle ilişkilidir. Kardeşlik olmazsa özgürlük ve eşitlik de olmaz.

Peki, ülkemize ve bölgemize bir bakalım; emekçilerin kardeşliği söz konusu mudur? Sınırın öte yanında yoksullar mezhep farkından ötürü diğer yoksulların kafasını kesiyor. Kendi ülkemizdeki kamplaşma da had safhada. Sanki herkes birbirinden nefret ediyor. Böyle bir toplumsallık (ya da nefret) varken devlet ortadan kaldırılamaz. Dolayım ilişkileri, ancak kitleler doğrudan ilişkilerinde uyumlu ve kardeşçe olabilecekse ortadan kalkabilir. Ama yüz yüze geldiğinde veya otorite zafiyeti doğduğunda ortalık Suriye’ye dönecekse en başta sizin ‘çokluk’ dediğiniz kitleler devlet otoritesinin varlığını savunmaya başlayacaktır. Kapıya IŞİD dayandığında sizin ‘komünalizmde’ kimse kalmaz, insanlar güvenlik kaygısıyla yüz binler halinde göçüp kendilerini koruyacak bir devlet ararlar. Bir diğerinden korkuyor veya onu düşman görüyorsam onunla ancak çıkaracağımız temsilciler üzerinden ilişki kurabilirim. Güvenlik kaygısı yaşayan insan, çareyi aşkınsallıkta (kah devlette, kah hukukta, kah dinde) arayacaktır. İnanç, kültür, ulus ve kimlikten kaynaklanan ve ‘çokluğu’ birbirine düşmanlaştıran etkenler çözümlenmeden devletin ve temsiliyet ilişkilerinin aşılabileceği düşüncesi ham hayaldir.

Evet, Gezi İsyanı’nda Kürtler ile ulusalcılar kavga etmeden yan yana gelebilmiştir ama yetmez; elinde palayla saldıranlar ve onları onaylayan, ölen çocukların annelerini yuhalayan milyonlar da vardır. Elde palayla kelle kesen bir psikopatlık ortalıkta cirit atarken siz kalkıp da ‘komünalizm’ kuramazsınız. Devlet sadece emeği sınıflaştırıp ücretli emek haline getirme çabasından doğuyor değil. Sermayenin emeği sınıflaştırabilmesinde emeğin kardeşliği sağlayamamış olmasının da payı vardır. ‘Devlet nesnel koşullardan doğar’ derken insan pratiğinin de nesnel koşullara içkin olduğu unutulmamalıdır. Devletin varlığını savunmaya dönük argümanlar, sadece üretici güçlerin gelişimine ‘kafayı takmış olmaktan’ değil, emeğin kendini olumlayamamasına, bunu yapacak iç barışının bulunmamasına, kurucu bir politik arzuda ortaklaşamamaya, toplumsal bedenin temsiliyet ilişkileri ve aşkın bir hukuka dönük bir ihtiyacı tam da bu yüzden sürekli üretiyor olmasına ve bu ihtiyacın kurucu öznellik arzusunu bastıran başlıca etken olmasına da dayandırılabilir. İşte Demokratik Özerklik fikri bu noktada tükenmektedir.

Bazen devlet, emekçilerin iç barışının sağlanması ve ulusal, dinsel, cinsel vb. sorunların çözümlenmesinde olumlu işlevler de üstlenebilmektedir. İnsanın kendini gerçekleştirebilmesi için bunu yapmaya dönük bir arzu taşıması gerekir. Arzuladığı şey ancak diğer insanlarla aynı kurucu arzuda ortaklaşmakla olur. Ancak diğerleriyle ortaklaşılamıyor ve hatta diğerlerine karşı korku, kaygı, nefret, güvenlik yönelimleri doğuyorsa insanın kendini gerçekleştirme arzusu dağılır. Güvenlik amacıyla temsilci çıkarır ve tehdit olarak gördüğü diğerlerini de kendine uyduracak bir müşterek hukuk inşasını onaylar. Kendini gerçekleştirmeye dönük kurucu politik arzunun verili coğrafyadaki nüfusun ezici çoğunluğunda olması gerekir aksi halde ‘komünalizm’ yaşamaz. Gerekli çoğunluğu yitirdiği yer onun sınırı olur (Zapatistalar neden Meksika’nın diğer yerlerine genişleyemedi bir düşünün?). O halde evvela arzuyu üretin! Üretebilir misiniz? Bakın bakalım IŞİD’e katılan ve destek veren binlerce psikopata! İçinizde bir kurucu arzudan eser kalmayacaktır. Şahsen onlara dönük yegane kişisel arzum, tümünün ezilmesidir! Karşıtımı olumsuzlamak, kendimi olumlamamın önünde gidiyor evet; zira karşıtım elinde pala ve roketatarla bana doğru yaklaşıyor. O halde bu kavgada daha başarılı olmak ve kendimi korumak için aşkın bir iktidar üretmek durumundayım.

Baysoy, devleti sermayenin emeği sınıflaştırmak için ürettiği (sadece bunun için ürettiği ve sadece sermayenin ürettiği!) gibi kaba bir iddia üzerinden yazıyor. Sanki devlet ortadan kalksa tüm emekçiler kol kola girip ‘komünalizmi’ kuruverecek gibi naif bir yaklaşımdan hareket ediyor. Oysa devletin varlığına dönük bu tür tek yanlı yaklaşımlar yanıltıcıdır. Sosyalizmde devletin varlığı veya ücretli emeğin ortadan kalkmamış olması zaten onu komünizmden ayıran husustur. Bu hususlar, komünizme giden yolda bir araçtır, engel değil. Emeğin iç barışı sağlanmadan temsiliyet ilişkileri ortadan kalkamaz. Evvela aydınlanma, kadın özgürlüğü, planlama, bu plana sadakatle uyulmasını denetleyici kurumlar şebekesi v.b. söz konusu olmalıdır. Bunların amacı üretici güçleri (teknolojiyi) geliştirmek değil emeği olgunlaştırmaktır. Bırakınız ‘çokluğun’ ileri unsurları geri ve düşmanlık yayan yabancılaşmış unsurlarını temsiliyet ilişkilerini kullanarak dizginlesin ve aydınlatsın. Bazı kesimleri dizginlemeden bırak kendini gerçekleştirmeyi kelleyi dahi koruyamazsın. Burada esas mesele, öncü kesimlerin geri kesimleri ileriye çekme çabasında geri unsurların katılımı ve söz hakkını da gözetmesidir. (Otonomist arkadaşlar, iktisadi alana ilişkin değil özneye ilişkin bir şeyler söylediğime dikkat buyursun.)

Sözün özü: Baysoy’un ima ettiği gibi, sosyalizm yanlış bir fikir veya komünizme giden yoldan bir sapma değildir. Sosyalist iktidarın gerekliliğini hedef almak kimseye bir şey katmaz.   Gözetilmesi gereken, sosyalist iktidarın kitle katılımını, çoğulculuğu ve demokrasiyi de içermesidir. Yönetilenler iç sorunlarını çözüp kardeşleşemedikçe yönetim aygıtı var olacaktır. Sosyalist bir iktidarın amacı emeğin kendini olumlamak üzere yetkinleşmesi için bilinçlenmesidir. Evet, emeğin kendini olumlaması akıl ve beden/arzu arasındaki dualizmi aşmayı da gerektirir. Ama arzuda birlik sağlanamıyorsa aklın düzenleyici işlevine ihtiyaç doğar. Aklı aşkınlık düzleminden indirip içkinlik düzlemine sokabilmek için evvela sağlıklı bir toplumsal arzu üretimi gereklidir. Bu politik arzu, sınıfsız toplumun kurucu gücü olacaktır. Ama bu arzu yokken akla sövmek bizi sadece felakete götürecektir.

Reel sosyalizmdeki başarısızlık, topluma aşkın bir akıl olarak partiden (veya devletten) kaynaklanmaz, bu aklın bürokratikleşerek bedene (yönetilenlere) yabancılaşmasından kaynaklanır. Çözümü de sosyalizmde özgürlükleri, demokrasiyi, katılımcılığı savunmaktan geçer. Yöneten-yönetilen ayrımı varken yöneten tabakanın yabancılaşmaması için denetlenmesi, sınırlanması, hesap verebilir kılınması gerekir. Bu, sosyalist bir yönetim olsa bile! Çünkü özgürlük daima yönetilenlerin özgürlüğüdür. Fakat katılımcı bir iktidarın kurulum sürecindeki olumlu rolü ve gerekliliğini yadsımak yanlış olur. ‘Aşağısının’ katılımına dayanan bir iktidarı savunmak başka şeydir, iktidardan kaçışı savunmak başka şeydir. Reel sosyalizmde eleştirilecek çok önemli noktalar olduğu açıktır fakat reel sosyalizmi eleştirip anarşizmin çeşitli tonlarında keramet arayanlar, bugüne dek komünizm yolunda atılmış somut adımların hep siyasal iktidar sayesinde atıldığını, anarşistlerin ise sadece laf üretebildiklerini unutmamalıdır.




Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
solcu
[ kemal ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.01.2014
İleti Sayısı: 1.709
Konum: Ankara
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: solcu
Cevap Tarihi: 23.09.2014- 19:20


Sendika'da gördüm, başlık ilgimi çekti, açıkçası okuyamadım, çıkmam gerek.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 24.09.2014- 18:29


'Yaşasın Rojava, kahrolsun sosyalizm'
Aytek Soner Alpan


“Haftanın ilk günü yapılacak iş mi bu şimdi” denebilir ama ister istemez biraz teorik meselelere girmek gerekiyor. Zira, sosyalizmin acil bir gereklilik ve mümkün olduğunu söylediğimiz bu günlerde siyasal ve teorik boyutlarıyla bir sosyalizm tartışması ha açıldı ha açılacak gibi...

Bunun ilk işaretlerini Cemil Bayık vermişti. Ardından Taner Akçam, Taraf’taki köşesinde geçtiğimiz ay aynı noktadan devam etti. HDP’nin oluşum sürecinden bahsederken, Akçam, BDP’ye “eklemlenen” ve “vitrindeki” sosyalistlerin işe yaramazlığından dem vuruyor, bir proje olarak sosyalizmin “Batı’daki seçmen kitlesine vaat edebileceği herhangi bir şey yok” diyor ve bu anlamda Cemil Bayık’ın “marjinal” çıkışına kendince destek veriyordu (Taraf, 26 Ağustos 2014).

Arada sosyalizmin güncelliğini sorgulamaya açan ufak tefek çıkışlar da oldu...

Son olarak dün Özgür Gündem’in Forum köşesinde ‘Sosyalizm kavramı “demokratik özerklik” kavramından geri bir kavramdır’ başlıklı Cengiz Baysoy imzalı bir yazı yayımlandı. “Türkiye solu çürüyen sosyalizm deneyimleri ile hesaplaşamadı” gibi temcit pilavlarını başlangıç noktası olarak alıyor olsa da bu yazı üzerine kısaca bir şeyler söylemek gerekiyor.

Baysoy’un yazısının temel meselesini ve iddiasını şu oluşturuyor: “Rojava Devrimi”ne ve Kürt Siyasal Hareketi’ne (KSH) dönük sınıf temelli ve sosyalizm eksenli eleştiriler ile üretim ve özellikle mülkiyet ilişkileri üzerinden yapılacak sorgulama girişimleri yanlıştır. Yanlıştır zira, sosyalizm demokratik özerklikten geri bir kavram ve pratiktir.

Baysoy, bu tezini gerekçelendirmek için Marx’a başvuruyor ve diyor ki: Marx’ta ücretli emek ile sermaye arasında bir koşutluk vardır. Sermayenin ortadan kaldırılması ücretli emeğin reddidir. Dolayısıyla mülkiyet ilişkileri ile ücretli emeğin reddi arasında doğrudan ilişki mevcuttur. Oysa, sosyalizmde devlet mülkiyeti vardır ve ücretli emek varlığını sürdürmektedir. Sosyalizm liberal ekonominin değer teorisinden kopamamıştır. Ücretli emeğin tasfiyesi politik bir süreç değil, ekonomi politik bir erektir. Bu nedenlerle sosyalizm denen şey aslında bir devlet kapitalizmidir.

Özgünlük sıfır ama yine de yazmak gerekiyor...

Öncelikle şunu söylemekte fayda var: Marksizmi Marx’tan ibaret saymak ve aslında pek de sempati duyulmasa da Marx’ı marksistlerin karşısına dikmeye çalışmak çok eskiden beri girişilen bir ayak oyunu... Engels’e dahi benzer çalımlar atılmaya çalışıldıysa, varın gerisini siz düşünün... Lenin’in Kautsky tarafından üzerinde Marx yazılı kalın bir sopa ile dövülmeye çalışılması da yine benzer bir durumdu.

Söylenmesinde fayda olan bir diğer nokta ise şudur: Burada da perde arkasında devam eden kavga, esasen Lenin’le olan kavgadır. Zira, sosyalizm kavramının günümüzdeki içeriği ile “komünizmin alt aşaması” anlamında kullanımı Lenin’e aittir. Buna ek olarak, işçi-sınıfı devletinin kamulaştırma yoluyla kapitalist sınıfı mülksüzleştirmesi meselesini toplumsal mülkiyet olarak nitelendiren de yine Lenin’dir.

Devam edelim...

Baysoy’un “politik süreç” ve “ekonomi politik erek” ayrımına gelelim.

Baysoy, perde arkasında Lenin’i pataklamak için her ne kadar Marx’ı yardıma çağırsa da bu ayrım, esasen marksizmin iktisadî indirgemeci olduğu bu nedenle liberalizmle kardeş olduğu doğrultusundaki anarşist ve yeni-Malthusçu (Wallersteinci) tezlerin kırmasından başka bir şey değildir.

Oysa bu yaklaşım, defaten pek çok marksist tarafından gösterildiği üzere son derece temelsizdir.

Sosyalizmde ücretli emek meselesi daha öncesinde pek çok marksist tarafından ele alınmış bir tartışmadır. O nedenle bunu geçiyorum. Baysoy’un yaptığı gibi tek satırda geçiştirilecek bir sorun olmadığı için... Ancak sosyalizmin siyasal iktisadı üzerine bir iki söz söylemek de gerekiyor.

Sosyalizmin ve sosyalist iktisadın kuruluşu, tarihsel, toplumsal ve siyasal bir sorundur. Zira öncelikli olarak siyasal iktidarın alınması ile bir ilgilidir. Birinci nokta budur. İkincisi, sosyalist kuruluş kapitalist toplumun yasallıklarının ortadan kaldırıldığı bir süreçtir. Yani kapitalist yasallıkların ortadan kaldırılması, bugünden yarına gerçekleşmez ve sınıflar mücadelesinin konusudur. Sosyalizmin ve onun iktisadi temelinin kuruluşu ve komünizme geçiş bu nedenle özünde politik bir sorundur.

Buradaki temel sıkıntı, marksist “klasikleri” kendi indirgemeci gözlükleriyle okumuş olanların sınıf mücadelesi kavramsallaştımasını kapitalistlerle işçilerin fabrika avlusunda yağlı güreşe tutuşması olarak kavramasından kaynaklanmaktadır. Oysa sınıf mücadelesi kavramsallaştırması oldukça incelikli bir okumayı gerektirmektedir.

Marksizmde temel (altyapı), üstyapıyı ve dolayısıyla üstyapı içinden, Engels’in deyişiyle, kendisine en yakın öğe olan siyaseti belirler. Sınıflar mücadelesi, bu noktada devreye girer. Sınıflar mücadelesi, konusu itibariyle ve biçimsel olarak iktisadi alana uzansa da, bu kavramı iktisadi alanla sınırlamak mümkün değildir. Tersi, kapitalizmde ve kapitalizmin tasfiyesi sürecinde iktisadî alanla siyaset arasındaki ayrımın biçimsel olduğunun anlaşılamamasından doğan bir yanılgıdır. Bu yanılgı, temel-üstyapı ilişkisinin kavranamamasına neden olmaktadır. Bu ayrımın özsel olmasının önüne sınıflar mücadelesinin siyasî olması geçer. Sınıf mücadelesi, Marx’ın kullandığı metafor ile söyleyecek olursam, “tarihin motoru” başka boyutları ve sonuçları olmakla birlikte esas olarak siyaset ile iktisadi alan arasındaki süreklilik içinde “işlemektedir”. Sınıf mücadelesinin çok özel bir epizodu olan ve tarihsel ilerlemenin nirengi noktasını oluşturan devrimler bu nedenle esas olarak siyasal iktidar sorunu etrafında şekillenir. Özet olarak, sınıflar mücadelesi temel ile üstyapı ve özel olarak siyaset arasındaki ilişkilenmeyi sağlayan esas mekanizmadır.

Son olarak sosyalizmin siyasal iktisadı konusunda şunu söylemek gerekir: Sosyalist kuruluş süreci kapitalizmin kuru bir reddiyesi, basit anlamda “değil”i değildir. Stalin’in herhalde teorik anlamda en mühim katkısı olan ve sosyalist kuruluş sürecinin gerekliliklerini ve tarihsel dinamiklerini hesaba katılması gereğini vurgulayan ve bu süreci öncü iradenin müdahalelerine ve tercihlerine açık hale getiren ama aynı zamanda bunu nesnel gelişmelerle koşutlayan sosyalizmde “ekonominin uyumlu gelişmesi” vurgusu burada hatırlanmalıdır.

Bu tartışmaların tamamından kaçarak, Baysoy’un “ücret”e değil “elbirliği”ne dayalı, ekonomi politik değil etik-politik (!) olan ve kuru bir sosyalizm eleştirisine dayanan demokratik özerklik güzellemesinin altı bomboştur. Baysoy, bu boşluğu ne kadar “iletişimsellik”, “duygulanımsallık”, “komünalizm” gibi afilli kavramlarla dekore ederse etsin, durum budur.

Dolayısıyla,

1. Baysoy’un bir cümlede el çabukluğu ile geçiştirdiği meseleler marksizmde uzun tartışmaların konusudur. Baysoy, cesaretle bu tartışmalara girmeyecekse, hiç girmemelidir. Baysoy’un attığı “Tony Cliff yoldaş demokratik özerklik kavgamızda yaşıyor” sloganları yetmiyor ve yetmez.

2. Baysoy, Rojava deneyiminin “komünizm” ideali açısından önemini vurgulamak için eleştiri nesnesi olarak diğer eşitlikçi toplum tahayyüllerini değil, eşitsizliğin kaynağını seçmelidir. Sosyalizmin değersizleşmesi Rojava deneyiminin kıymetini kendiliğinden artırmaz.

3. Baysoy, argümanını nesnel verilerle desteklemelidir. Bu tartışmada tek bir nesnel veri yoktur. Rojava’da insanlığın evrensel kurtuluşu için atıldığı iddia edilen adımlar özenli bir teorik ve siyasal çerçeve içinde, soğukkanlı biçimde sunulmalıdır. Bu herkesin yararınadır. Bu söylenenler Rojava’da yaşananların tarihsel ve güncel kıymetinden bağımsızdır.

4. Baysoy, sosyalizmle ve onun güya var olan boşlukları ile kavga etmeden evvel kendi kavram setini netleştirmelidir. Demokratik özerklikten ne anladığını anlatmalıdır. “Sosyalizm çok kötü, demokratik özerlik pek şahane” ciddi tartışmalarda argüman olarak kabul edilmemektedir.

5. Bir fikir tartışmasına girerken, Baysoy, meydanın boş olmadığını bilmelidir. Türkiye’de sosyalizmi güçlü bir siyasal alternatif haline getirecek siyasal ve teorik birikim mevcuttur.




Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
yorum2006
[ yorumcu ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 15.08.2013
İleti Sayısı: 772
Konum: Gizli
Durum: Gizli
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

2 kere teşekkür edildi.
Cevap Yazan: yorum2006
Cevap Tarihi: 26.09.2014- 22:18


Sosyalist bilinçten yoksun, ağzı kalabalık etnik şovenistler şimdi de sosyalizmi böyle mi karalıyor? BU küçük burjuva şovenleri, sosyalizmin bir üretim tarzı, demokratik özerkliğin ise bir yönetim tarzı olduğunun bile farkında değiller, kendilerini tatmin için iki farklı kavramı kıyaslamaya kalkıyorlar. Mülkiyet kavramından da hiç söz yok tabii.




Bu ileti en son yorum2006 tarafından 26.09.2014- 22:19 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
proleter
[ tek yol devrim ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 16.08.2013
İleti Sayısı: 406
Konum: Yalova
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: proleter
Cevap Tarihi: 06.10.2014- 03:17


Cengiz Baysoy’un “cahil cesareti” üzerine… - K. Toprak


“Rojava Devrimi”nin sosyalizm ve sınıflar gerçeği ile ilişkisi üzerinden sorgulanması, Cengiz Baysoy’a göre “cahillik” anlamına geliyor. Kendince bu sorgulamayı, “Allah kimseyi cahil cesareti karşısında çaresiz bırakmasın!” diyerek küçümseme yoluna giren Baysoy, aslında yazısı boyunca Otonomist Marksistlerimiz’in Marx’tan aslında tek bir kelimeyi bile doğru anlamadıklarını ortaya seriyor. İşte bu “cahil” cesaretinin, devrimci politikadan değil, kavram karmaşasından beslenen teorik lafazanlığın hak ettiği “değeri” görmesi de özel bir önem taşıyor.

Üçüncü yol kapitalizme çıkar, tek yol sosyalizmdir!


SSCB dağıldıktan sonra, sözde sosyalizm/komünizm adına marksist-leninist ideolojiye saldırılar hız kesmeden devam etti. Bazen bu saldırılar öyle bir hal aldı ki, saldırganlar kapitalizm karşısında sosyalizm dışında bir alternatif bulunduğu gibi naif iddialarla ortaya çıktılar. Gün geldi, kendilerini sermaye sınıfının iki kesimi arasındaki çatışmaya yerleştirerek “üçüncü cephe” oluşturdular; gün geldi, sosyalizme açıktan saldırarak “üçüncü yol”cu oldular.

Bu “üçüncü yol”culardan biri, Cengiz Baysoy, 21 Eylül günü Özgür Gündem’de bu iddiasını ileri bir noktaya taşıyarak “Sosyalizm kavramı ‘demokratik özerklik’ kavramından geri bir kavramdır” başlığı ile bir yazı yayınladı. Yazı her ne kadar Özgür Gündem’de yayınlansa da, Cengiz Baysoy’un Kürt hareketi ile bir bağı bulunmuyor. Baysoy, aslında Otonom Yayıncılık’ın editörü, yani kendisine “Otonomist Marksistler” diyen anlayışın Türkiye’de önde gelen temsilcilerinden.

Kendilerine marksist diyen, ancak Marx’ı anlamayı bir türlü beceremeyen, anladığını sandığında da tahrif etmekten başka bir şey yapmayan Otonomcular’ın, sosyalizme yaptığı saldırıları aslında çok da ciddiye almak gerekmeyebilir. Zira bu çevre tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de uzun yıllardır liberalizmin bayrağını taşıyor. Ne var ki, bu sefer Cengiz Baysoy şahsında Otonomistler, kendi çarpık ideolojilerini Türkiye’de Kürt hareketinin gündeme taşıdığı “demokratik özerklik” tartışmalarının teorik cephaneliği haline getirmeye çalışıyorlar, anlaşıldığı kadarıyla. Yani, İmralı zindanında “Lenin’i aştığını iddia eden” Abdullah Öcalan’ın teorik arka planını gerekçelendirmeyi bir türlü başaramadığı, bilumum liberal yazardan aldığı aforizmalarla gelişkin bir “belediye sosyalizmi”nden öte bir anlam yükleyemediği “demokratik özerklik”, Negri’ci Otonomistlerimiz’in eliyle yüceltilmeye çalışılıyor. Yani, içinden geçtiğimiz bunalımlar, savaşlar ve devrimler döneminde kapitalizmin çözümsüzlüğü derinleşir, sosyalizmin zorunluluğu her gün daha fazla hissedilirken, sözde “sol” cepheden sosyalizme yeni bir saldırı dalgası başlatılıyor. Cengiz Baysoy’u olmasa da, yaptığı tartışmayı ciddiye almak bir yanıyla bu nedenle gerekiyor.

Bununla birlikte, Cengiz Baysoy’un kiminle tartıştığı da aslında belli değil. Baysoy, yazısı ile “sosyalizm”, “sınıf” gibi kendi deyimi ile “büyük abi” kavramları kullanarak Kürt hareketini eleştiren politik güçlerle mi tartışmaktadır, yoksa Karaburun Bilim Kongresi’nde yazar Barış Yıldırım ile Rojava üzerinden girdiği polemiğe mi yanıt üretmek istiyor anlayabilmiş değiliz. Kendisi muhatabını açıkça ifade etmediği gibi, yazısı boyunca girdiği kavram karmaşasında daldan dala atlayarak gevezeliği ile “cahilliğini” de örtmeye çalışıyor.

Diğer bir cepheden ise; Cengiz Baysoy haddini aşan bir fütursuzlukla sosyalizmin temel kavramlarına ve sosyalizm savunusuna saldırıyor. Otonomistler’in, tüm teorik gevezelikleri bir tarafa siyasal bir irade ortaya koymayı bir türlü beceremedikleri gerçeği bu tabloyu bir parça anlaşılır kılıyor. Ancak “Rojava Devrimi”nin sosyalizm ve sınıflar gerçeği ile ilişkisi üzerinden sorgulanması, Cengiz Baysoy’a göre “cahillik” anlamına geliyor. Kendince bu sorgulamayı, “Allah kimseyi cahil cesareti karşısında çaresiz bırakmasın!” diyerek küçümseme yoluna giren Baysoy, aslında yazısı boyunca Otonomist Marksistlerimiz’in Marx’tan aslında tek bir kelimeyi bile doğru anlamadıklarını ortaya seriyor. İşte bu “cahil” cesaretinin, devrimci politikadan değil, kavram karmaşasından beslenen teorik lafazanlığın hak ettiği “değeri” görmesi de özel bir önem taşıyor.

Marksistler her toplumsal/siyasal gelişmeye sınıfların penceresinden bakarlar
Az önce de ifade ettik. Cengiz Baysoy’un ne kiminle tartıştığı, ne de ne tartıştığı belli değil. Sosyalizmin temel kavramları üzerinden başlayan bir tartışma, onun kalemi ile önce Rojava’ya, oradan sosyalizmin çözülüşünün sorunlarına, oradan ise Ricardocu emek-değer teorisine kadar uzanıyor. Ancak, tüm bu tartışmalar boyunca kendilerinin marksist olduğunu iddia eden Otonomistler’in, Marksizm’in üzerinde inşa edildiği temel kuramlara ne kadar uzak ve yabancı oldukları da ortaya çıkıyor.

Baysoy’un kaleminde, “sınıf” kavramı zaten daha başlarken “büyük abi” bir kavram olarak aşağılanıyor, ekonomi-politiğin karşısına “etik-politik” gibi bir kavram ile çıkılıyor. Elbette bu kavram sosyalizme yönelik liberal saldırıları bilenler için yabancı bir kavram değil. Ne var ki bu kavramı kullananların kendilerinde ciddi bir kafa karışıklığı olduğu da açık. Nasıl, Abdullah Öcalan İmralı zindanında “Lenin’i aştığını” iddia ediyorsa, “etik-politik” kavramı ile olayları anlamlandırmaya çalışanların önemli bir bölümü de zaten Marx’ı aştığını iddia ediyor. Neyse ki, Otonomistlerimiz halen cahil cesaretlerini bu noktaya taşıyabilmiş değiller. Bırakalım Marx’ı aştıklarını iddia etmeyi, onlar kendilerinin hala marksist olduğunu iddia ediyorlar.

Kuşkusuz burada, Marksizm’in gerçekten ne olduğu gibi bir tartışmaya girecek değiliz. Ancak bununla birlikte Marx’ın hayatını adadığı çalışmalarının temel çerçevesini ve Marksizm’in üzerinden yükseldiği temel kavramları hatırlatmak da bir zorunluluk. Bu açıdan Marx’ın, kadim dostu Engels ile birlikte kaleme aldığı en önemli eseri olan “Komünist Manifesto”nun giriş cümlesini hatırlamak yeterlidir. Zira, “Bugüne kadar ki tüm toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir!” Yine, Marx’ın hayatını adadığı en önemli eseri olan Kapital’in içeriğini de sınıflar arası mülkiyet ilişkileri ve bu ilişkiler içerisinde ortaya çıkan sömürünün açıklanması oluşturmaktadır. Marx, hayatı boyunca kaleme aldığı tüm “politik” eserlerinde ele aldığı bu sorunlara bu eksen üzerinden yaklaşmış, her tartışmasında sınıflar gerçeğini özel bir tarzda gözetmiştir.

Sosyalizm ile komünizmi birbirinden mekanik bir şekilde ayıran Baysoy ise, sosyalizmi “Ricardocu emek-değer teorisinden kopamamak” ile eleştirmektedir. Burada sormak isteriz, Baysoy başta olmak üzere Otonomistlerimiz’in acaba Marx’ın, Ricardo başta olmak üzere kendinden önceki tüm burjuva iktisatçılarından nerede ayrıldığını açıklamaları mümkün müdür? Eğer bilmiyor iseler biz hatırlatalım; Marx’ı kendinden önceki tüm burjuva iktisatçılardan ayıran nokta üretim sürecindeki sömürü mekanizmalarını tanımlamasından başka bir şey değildir, bu ise doğrudan sınıflar arası ilişkilerin tanımlanması anlamına gelmektedir.

Tablo böyle iken, Otonomist “Marksistlerimiz” artık bir karar vermek zorundadır. Elbette, sınıf kavramını geride bırakmakta, “çokluk” gibi ne olduğu, ne ifade edildiği belirsiz kavramları kullanmakta özgürdürler. Burjuva liberaller gibi Lenin’in emperyalizm kavramını başka yerlere çekiştirerek “küreselleşme” değil ama “imparatorluk” kavramını da kullanabilirler. Ancak bir şeyi hatırlatmak isteriz ki, tüm bunları yaparken öncelikle üzerilerine giydirdikleri marksist sıfatını da terk etmek zorundalar. Bunu yaptıkları, yani değerlerimizi ve terimlerimizi taşıdıklarını ifade etmekten vazgeçtikleri koşullarda, istedikleri terimleri istedikleri yerde kullanmakta fazlası ile özgür olacaklarına teminat verebiliriz. Kaldı ki bu tablo bizi üzmez, tam tersine mutlu da eder. Zira sosyalizme (ya da kendi deyimleri ile komünizme) yapılan saldırılarda “gerçek komünistleri” rahatsız eden bir şey varsa, o da bu saldırıların sözde Marksizm ve komünizm adına gerçekleştirilmesidir. Yok eğer, “biz halimizden memnunuz!” diyorlarsa Marksizm’in eleştiri kırbacının sırtlarından eksik olmayacağı konusunda kendilerine garanti verebiliriz.

Rojava deneyiminden “demokratik özerkliğe” bakmak
Öyle görünüyor ki, bugüne kadar kendilerine politik bir kimlik yaratmayı başaramayan Otonomistler, gelinen aşamada kendilerine Kürt hareketinin teorisyenliği rolünü biçmiş görünüyorlar. Bunda Kürt hareketinin sol hareketin önemli bölümünü arkasından sürükleyen politik aktivizmi ile birlikte, Otonomistler’in ve Abdullah Öcalan’ın aynı liberal anarşizan kaynaklardan beslendiği gerçeğinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Ancak yine de ifade etmeliyiz ki, Cengiz Baysoy şahsında otonomistlerin kendilerine biçtikleri bu görev kendilerini kat be kat aşmaktadır.

Bununla birlikte Rojava deneyimi üzerinden sosyalizme saldıran Baysoy’un temel argümanı, “demokratik özerkliğin”, “komünalist bir demokrasi” içerdiği tespitine dayanmaktadır. “Demokratik özerkliğin” sözde devletleri reddeden söylemleri de bu tespitin arka planını oluşturmaktadır. Bunda Abdullah Öcalan’ın, devletlerin sınıfsal kimliği ve niteliği gerçeğinden özel olarak kaçınarak, ulusal sorun başta olmak üzere tüm sorunların kaynağını devletin varlığına indirgeyen yaklaşımı belirleyici olmaktadır.

Kuşkusuz, Rojava deneyimi her boyutuyla özel olarak irdelenmesi gereken bir deneyim durumundadır. Özellikle, emperyalist kapitalizmin bölgeye yönelik politikalarında temel belirleyenlerden biri durumuna gelen Rojava deneyimi, güncel politikalar ekseninde oldukça kritik bir önem de taşımaktadır. Ancak, güncel politikalar ekseninde taşıdığı tüm önem bir tarafa, marksistler için böylesi bir değerlendirme, yazarımızın hiç de hoşuna gitmeyecek şekilde sınıflar arasındaki ilişkiler ekseninde ele alınmak zorundadır.

Dolayısıyla, Kürt hareketinin abartılı aktarımları bir tarafa ne kadar demokratik bir işleyişe sahip olduğunu bilemediğimiz Rojava Özerk Yönetimi’nin sınıfsal karakteri temel bir tartışma konusudur. Ve Rojava “Devrimi”nin sahiplenicileri bu konuda en ufak bir söz dahi söyleyememektedir. Rojava üzerinden söylenemeyenler ise başka konularda yapılan tartışmalarda açığa çıkmaktadır. Abdullah Öcalan’ın “Kürt sorununu çözen bir Türkiye Ortadoğu’da şaha kalkar!” söylemleri ile legal Kürt siyasetinin sermayeyi Kürdistan’a davet etmek konusunda sergilediği ısrarlı tavır Rojava’daki pratiği hayata geçiren siyasal anlayışın sadece sermaye değil, devlet konusunda da nasıl bir yaklaşıma sahip olduğunu fazlası ile göstermektedir.

En az bunun kadar önemli olan bir diğer nokta ise, Rojava Özerk Yönetimi’nin çevresinde bulunan devletlerle ve emperyalist dünya sisteminin merkezinde bulunan devletlerle ilişki düzeyidir. Biliyoruz ki, Rojava Özerk Yönetimi halen, Suriye merkezi yönetimi ile doğrudan bir ilişki içerisindedir. Bununla birlikte Rojava’daki politik çizginin temsilcisi olan Kürt hareketinin politik olarak içinde salınım yaptığı asıl eksen emperyalist devletler arasındaki güç ilişkileri ve bu güç ilişkileri içerisinde kendisine bir yer edinebilme arayışıdır. Tablo böyle iken, Rojava deneyimi üzerinden “demokratik özerkliğin” devlet kavramını reddettiğini iddia etmek en hafif deyimi ile safdillik olarak ifade edilebilir. Tam da bu nedenle yazarın Kürt hareketinin devrimci değerlere saygısını yitirmediği iddiası da başka bir safdillik örneğidir.

Bu tartışma hiç de yazarın iddia ettiği gibi, Kürt hareketini proleter bir çizgiye sahip olmadığı için eleştirmek anlamına gelmemektedir. Kuşkusuz Türkiye sol hareketi içinde ulusalcı önyargılarını kıramamış, Kürt sorununa ve Kürt hareketine yaklaşırken de bu önyargıların üstünü örterek Kürt hareketine yönelik eleştirilerini bu eksene sıkıştıranlar da bulunuyor. Ancak gerçek marksist-leninistler, yani sınıf devrimcileri, Kürt hareketine yönelik temel eleştirilerini devrimci politikanın terk edilerek burjuva reformist bir çizginin harekete hâkim hale gelmesi temel gerçeği üzerinden yapıyorlar. Bunu ise ulusal hareketin doğası gereği kapsadığı farklı sınıflar arasındaki güç ilişkilerinden bağımsız ele almıyorlar.

Özcesi, Kürt hareketinin ve onunla doğrudan bağlantılı olarak “demokratik özerklik paradigmasının” temel eleştirisi devrimci değerlerin ve birikimin reddedilmesi üzerine oturmaktadır. Kaldı ki, ulusal hareketten proleter sosyalist bir çizgi beklenmiyor oluşu, ulusal sorunun da sınıflar üstü bir sorun olduğu anlamına gelmemektedir. Diğer tüm sorunlar gibi ulusal sorun da her koşul altında özünde bir sınıfsal sorun, bir yoksul köylülük ve emekçi yığınlar sorunudur. Adına ister “demokratik özerklik” ister başka bir şey deyin, bu sınıfsal gerçeğin üzerini örtmeye çalıştığınız her adımın sizi sürükleyeceği nokta emperyalist kapitalist dünya sistemi ve burjuva reformist ideolojik çizgidir.

Rojava deneyimi üzerinden yürütülen sosyalizm tartışmalarının asıl karşılığı ise aslında içinden geçtiğimiz günler içinde oldukça net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Yaklaşık on gündür IŞİD çetesinin Kobane üzerinden, Kürt halkına yönelik yürüttüğü saldırılar, sınıflar ve devlet gerçekliği içerisinde “demokratik özerkliğin” sınırlarını da ortaya sermektedir. “Demokratik Özerklik paradigması” sınıflar ve devlet arasındaki ilişkinin üzerini örterek tasfiyeci ve yozlaştırıcı bir karakter taşıdığı gibi, beslendiği asıl kaynak olan “ütopik sosyalizm”den de dersler çıkartmayı becerememiştir. Ütopik sosyalistlerin 1800’lü yılların ortalarında ve kuşkusuz farklı bir ölçekte ortaya koydukları pratik aslında bugünün “demokratik özerklik” tartışmalarına bakarken bir ayna işlevi görmektedir. Kurulu toplumsal düzeni kökünden değiştirmediğiniz her pratik sizleri hayal aleminde gezmeye ve gerisin geri kapitalist mülkiyet ilişkilerinin içine sürüklemeye mahkumdur. Kaldı ki, 1800’lü yılların “ütopik sosyalizmi” kendi içerisinde bir arayışın ve iyi niyetli bir çabanın ifadesidir. Sınırları çok geçmeden ortaya çıkan bu deneyim sadece teorik planda değil, Paris Komünü gibi deneyimlerle pratik olarak da çoktan aşılmış bulunmaktadır. Aradan neredeyse 150 yıl geçtikten ve sorunun özü tüm açıklığı ile teorik ve pratik olarak ortaya serildikten sonra benzer limanlara demir atmak, bu kez bir iyi niyetin değil açık bir tasfiyeciliğin ifadesidir.

Sosyalizm mi, komünizm mi?
Tüm bu tartışmalardan sonra nihayet yazarımızın asıl karın ağrısını oluşturan konuya gelmiş bulunuyoruz. Bu öyle bir karın ağrısıdır ki, reel sosyalizm deneyiminden öğrenmek ve eksikliklerini aşmak çabasından ziyade onu iğdiş ederek anlamsızlaştırmak çabasına dönüşmektedir.

“Dünyanın en güçlü kızıl ordusuna, en derin polis gücüne ve devletine sahiptik. Dünyanın üçte birini emperyalizmden koparmıştık. Fakat çözüldük, çürüdük ve çöktük. Bu hikâye sosyalizm kavramının hikâyesidir. Yaşadığımız dünyada bu kadar acı çekiliyorsa en önemli nedenlerinden biri bu hikâyedir” cümleleri ile koca bir tarihsel deneyimi aşağılayacak cüreti kendinde bulan Baysoy, bir de buna dünyanın içinde bulunduğu tablonun ve çekilen acıların faturasını sosyalizme kesme gafletini eklemektedir. İşte burası, yazarımız için cahil cesaretinin ve haddini bilmezliğin ulaştığı en son noktadır.

Kapitalizmin mutlak egemenliğini iddia eden burjuva ideologların bile ortaya attıkları iddiaları sorgulamak zorunda kaldığı bir dönemde sözde “komünizm” adına ortaya atılan bu savların açık ki elle tutulur bir yanı bulunmamaktadır.

Peki, bu basit ve mesnetsiz iddialar nasıl bir algının üzerine oturmaktadır? Yazarımızın temsil ettiği çizgiye göre, sosyalizm kitleler için bir özyönetim biçimi değil “temsili” bir yönetim biçimidir. Bu argümanın temel kaynağı ise bir kez daha halen devletin varlığında gizlidir.

Bu tartışma içinde hiç utanmadan bir de Marx’ı kendisine tanık gösterme gafletinde bulunan Baysoy, sosyalizm koşullarında ücretli emeğin reddedildiğini savunmakta, bu reddiye içerisinde devletin varlığının anlamsızlığını sorgulamaktadır. Yani Baysoy’a göre, reel sosyalizm deneyimi özgülünde “sosyalizm” kavramı burjuvaziyi bir sınıf olarak ortadan kaldırmasına rağmen mülkiyet hakkını devlete devrederek tarihsel bir yanılgı içerisine düşmektedir.

İşte bu nokta liberal anarşizmin kaynağıdır. Otonomistler’in Marx’ı zerre kadar anlamadıklarının bir başka kanıtını da burası oluşturmaktadır. Zira hem Marx, hem de marksist ideolojiyi gerçek devrimci içeriğine kavuşturan ve pratik bir deneyim ile birleştiren Lenin’in anarşizm ile yaptığı tartışmaların bu baylar için zerre kadar bir hükmü bulunmamaktadır. Gerçi, hem yazarımız hem de savunduğu çizgiyi farklı noktalardan sahiplenenler için Lenin çoktan “aşılmıştır”, dahası reel sosyalizm deneyiminin de gösterdiği gibi Lenin, dünyada çekilen acıların “biricik sorumlusudur!”.

Lenin’e ve Bolşevizm’e yönelen bu haddini bilmez saldırganlığı bir kenara koysak bile, az önce de ifade ettiğimiz gibi “aşamadıkları” Marx’ın kendisi de yaşamı boyunca bu anarşizan laf ebeliklerine hak ettikleri dersi defalarca kez vermiştir.

Yine de bir kez daha ve reel sosyalizm deneyimi ışığında ifade etmek gerekirse, “bilimsel sosyalizm” sınıfların bir bütün olarak ortadan kaldırılması temel ereğini taşıyan bir “toplumsal devrimi” öngörmektedir. Ancak “komünizme” yürüyen “toplumsal devrimin” “sosyalizm” aşamasında sınıfların ortadan kalktığı ham hayalinde bulunmak ancak yazarımız gibi ham kafalı liberallere özgü bir tespittir.

Gerçek şu ki, “toplumsal devrim” ekonomik, toplumsal ve siyasal nitelikleri olan çok boyutlu bir sorundur. Yine tarihsel deneyimin gösterdiği gibi, bu toplumsal devrim kendisini ilk olarak siyasal planda ifade etmekte, iktidarı ele geçiren devrimci sınıf, ulaşılacak olan “komünizm” hedefi ile birlikte kendisini de ortadan kaldıracağı bir toplumsal devrimin motor gücü olmaktadır. Komünizmi inşa etme misyonunu ve gücünü taşıyan işçi sınıfının, diğer bütün sınıflardan ayrılan temel farkı da zaten tam da burada, uygun koşullar içerisinde kendisini de ortadan kaldırma yeteneğinde yatmaktadır. Otonomizmin “çokluk” kavramının komünizmi nasıl inşa edeceği ise sadece bizler için değil, aslında bu anlayışın sahipleri için dahi halen belirsizliğini korumaktadır. Bunun da ötesinde bunun nasıl yapılabileceğini görmek hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.

Yani sosyalizm hiç de yazarımızın iddia ettiği gibi komünizmden farklı bir düşünce sistemi değil, tam tersine nihai hedefi sınıfsız, sömürüsüz toplum olan komünizmin bir ara geçiş halkasıdır. Komünizm mücadelesi ise son muzaffer zafere kadar sayısız yengi ve yenilgiler toplamıdır. Bu halkayı gözden kaçıran liberaller ise tüm güçleri ile “sosyalizme” ve aslında bununla birlikte kendilerinin de savunduklarını iddia ettikleri “komünizme” saldırmaktalar.

Son bir nokta olarak yazarımıza bir hatırlatma daha yapmak gerekiyor. Kimi “büyük abi” kavramlar tarihsel süreç içinde farklı kimlikleri temsil eder hale gelirler. Örneğin “sosyal demokrasi” kavramı bunlardan biridir. Tarihin belli bir döneminde komünistleri tanımlamak için kullanılan sosyal demokrat kavramı, bugün burjuvazinin belli bir kesimini temsil eder hale gelmiştir. Bizler, tam da bu nedenle 1800’lü yılların sonlarında “sosyal demokrasi” olarak kavramlaştırılan devrimci geleneği büyük bir ciddiyet ile sahiplenir ve özümseriz.

Peki siz? Sosyalizm ve komünizm arasına bu derece kavramsal bir uçurum koyarken, bugünün “sosyal demokrasisinin” biricik temsilcilerinden biri haline geldiğinizin farkında mısınız? Büyük bir riyakarlıkla halen kendinize “komünist” sıfatını layık görürken, taşıdığınız bu gerçek kimliği ifade edecek ve savunacak cesaretiniz bulunuyor mu?

Kızıl Bayrak



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Demokratik sosyalizm mi? melnur 21 12237 18.11.2022- 06:40
Konu Klasör demokratik sosyalizm nedir yura 14 20821 21.02.2014- 18:24
Konu Klasör Demokratik Sosyalizm Modelinde Siyasal Katılım... melnur 0 381 18.11.2022- 06:02
Konu Klasör Bayram gelmiş neyimize… dayanışma 2 3731 16.07.2015- 12:54
Konu Klasör ODTÜ'ye bayram baskını !!! şibusa 2 3749 20.10.2013- 08:54
Etiketler   Sosyalizm,   Demokratik,   Özerklik,   Fırat,   Bayram
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS