SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 5 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2]   3   4   5   >   son» 
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
solcu
[ kemal ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.01.2014
İleti Sayısı: 1.709
Konum: Ankara
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: solcu
Cevap Tarihi: 15.10.2014- 21:30


Alıntı Çizelgesi: dayanışma yazmış

Benim görüşüm demokratik yollardan iktidarın ele geçirebilmesinin olanaklı olduğu. Bu görüşe nasıl vardın? Bu konuda kısa da olsa bir açıklama yapabilir misin?



Bu konu tartışılmıştı. Bir şey de çıkmamıştı. Bence bu konuda da önyargılarımız var. Sovyetler Birliği'ndeki sistemin pek de iyi olmadığı konusunda düşüncelere sahibiz. Bence önemli olan bunların çok somut olarak ortaya konulması ve öyle tartışılması.

Proleterya diktatörlüğü bu konuda olumlu bir çağrışım yapmıyor. Adı üstünde diktatörlük:) Bir parti devleti ele geçiriyor ve istediğini yapıyor. Daha fazla parti olursa istediğini yapamaz. Öyle ise Sovyetler'deki yanlışı 21.yüzyıl sosyalizminde yapmamalıyız. Bana göre sosyalizm konusundaki önyargılar böyle düşünüldüğü için ortaya çıkıyor.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
yura
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 08.02.2014
İleti Sayısı: 816
Konum: Bolu
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: yura
Cevap Tarihi: 15.10.2014- 21:43


sovyetlerde herşeyin yolunda gittiğini söyleyebilmek zor değil mi? mutlaka çok iyi şeyler de yapılmıştır, ama yıkılmışsa arkadaşın yaklaşımına yanlış denilebilir mi?



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
VforVendetta
[ VforVendetta ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 10.11.2013
İleti Sayısı: 67
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: VforVendetta
Cevap Tarihi: 15.10.2014- 23:24


Alıntı Çizelgesi: dayanışma yazmış

Benim görüşüm demokratik yollardan iktidarın ele geçirebilmesinin olanaklı olduğu. Bu görüşe nasıl vardın? Bu konuda kısa da olsa bir açıklama yapabilir misin?



aslında ip ucunu verdim başlangıç yazımda.Biraz daha açıyım. Örgütlü mücadele, halka inme solun söylemleri iken bu yolu izleyenler dinci partiler olup başarılı oluyorsa, cumhurbaşkanlığına kadar çıkıyorsa bu kadar sömürünün olduğu bir ortamda sosyalistler neden olamasın? Sorun solun çok bölük pörçük olması ve kimlik meselelerinin emek hareketinin önüne geçmesi, neoliberalizmin tuzağına düşüyor bence sol. Emek-sermaye çelişkisi temelinde politikalar üretilip buna uygun program hazırlansa ve halka mahalle mahalle dolaşıp anlatılsa bence başarılı olunabilir.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
VforVendetta
[ VforVendetta ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 10.11.2013
İleti Sayısı: 67
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: VforVendetta
Cevap Tarihi: 15.10.2014- 23:30


Alıntı Çizelgesi: yura yazmış

demokratik yollar derken genel seçimi mi kastediyorsunuz.



şu an için başka bir yöntem gelmiyor aklıma:-)



BU TESPİTLERE ŞAPKA ÇIKARTIRIM
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
VforVendetta
[ VforVendetta ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 10.11.2013
İleti Sayısı: 67
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: VforVendetta
Cevap Tarihi: 16.10.2014- 00:28


Alıntı Çizelgesi: Alisan yazmış

Reel Sosyalizmin cöküsüyle ilgili bir tez;

May 13 07 11:28 AM
Tags : :
Fabrika Dergisinin Aralık 2005 62. sayısında Sinan Dervişoğlu imzasıyla yayınlanan yazı, sosyalizmin çöküşüne ilişkin dürüst ve açık sözlü bir marksist eleştiri-özeleştiri ve analiz örneği.

Sosyalizmin Çöküşü:
Yeni Bir Yorum, Yeni Bir Çözüm

Sinan Dervişoğlu

Giriş: Travmayı Aşmak

Doğu Avrupa'da sosyalist rejimlerin çöktüğü 1989 ve SSCB'nin Yeltsin darbesi ertesinde lağvedildiği 1990'dan bu yana 15 yıl geçmiş olmasına karşın, Türkiye'de konuya yönelik sağlıklı bir açıklama çabasına rastlamak mümkün değildir. Olay sol içinde her gündeme geldiğinde, sosyalizmin çöktüğü gerçeği her zaman şu olgularla birlikte anılmaktadır: Ortaya çıkan tek kutuplu dünyanın ne kadar kötü olduğu, oralarda halkın sosyalizm dönemindeki yaşamı özlediği, global kapitalizmin insanlığın hiçbir sorununu çözemeyip bunları derinleştirdiği...vs.

Aslında burada karşı karşıya olduğumuz tipik bir psikolojik bastırma (refoulement) mekanizmasıdır. Can sıkıcı bir gerçekle yüzleşmekten kaçınan Türkiye solcusu, bilincinin ya da bilinçaltının seçtiği başka gerçeklere sığınmaktadır. Bu teselli mahiyetindeki ifadelerin hepsi doğrudur. Ancak bunlar, şu sorulara cevap vermemektedir: Kapitalizm adlı bu çürümüş yapı hala varlığını sürdürürken, insanlığın en taze ve olumlu yönlerine hitap eden sosyalizm niye yıkıldı? Bu halklar geçmişe özlem duyuyorlarsa, onun yıkılması karşısında niçin kıllarını dahi kımıldatmadılar ya da niye hala ona geri dönmek için gözle görülür bir çaba içinde değiller? Kurmak ve yaşatmak uğruna insanlığın yarısının, yaşam da dahil, en değerli şeylerini ortaya koyduğu ve bunları gözünü kırpmadan yitirdiği bir idealin, bu denli utanç verici görüntüler (fuhuş, mafyalaşma, faşizan milliyetçilik...) eşliğinde çökmesi, doğal olarak manevi bir ıstırap kaynağıdır ve bu ıstırap, günlük (aslında sıradan) gerçeklere sarılarak bastırılmaya çalışılmaktadır.

Ancak bu bastırmanın giderek bir travmaya dönüştüğünü görmek gerekir. Çöküntüde yaşanan felaketi görmek istemeyen solcularımız, bu tür görüntülerin olmadığı (ya da bilinmediği) sosyalizmin geçmişine sarılmakta, onu idealize etmekte ve sonuçta mazide, anılarla yaşamaktadır. Bu, geleceği kurma iddiasındaki bir siyasi akım için en büyük tehlikedir; zira geçmişteki devrimci değerlere sahip çıkmak ancak geleceğe uzanabilmek, ileriye bir köprü kurabilmek için anlamlıdır. Değil geleceği, bugünü dahi yorumlamayan; "nasıl oldu" sorusuna cevap aramayan bir sol profilin maziye sarılması, fiilen kendi manevi huzurevini kendi elleriyle kurması ve içine kapanması demektir. Bilinen gerçektir: En temiz ve şık huzurevi bile, aslında mezarlığın bekleme odasıdır. Sol hareketimiz, bu tür hazin bir geleceği düşündüren sinyalleri giderek daha fazla vermektedir. Son iki 1 Mayıs'ta hemen hemen tüm gruplar, dünya çapındaki devrimci önderlerin ve ülkemizdeki devrim şehitlerinin resimleriyle ve onların anılarına referansta bulunan sloganlarla yürümüş, katılımcıları oldukça heyecanlandıran bu ortamda, halkı ilgilendiren güncel politikaya ilişkin hiçbir akılda kalıcı slogan ya da tavır ortaya konamamıştır.

Bu tehlikeli durum, solun geleneksel politik kısırlığının yanı sıra, bir yönüyle de yukarıda işaret ettiğimiz "mazide yaşama" sendromuyla yakından alakalıdır. Bu travmayı da, onu başlatan bu "bastırma" sendromunu da aşmanın yolu, acının, ıstırabın üzerine gitmek ve onun köklerini sorgulamaktır. Böyle bir yaklaşım, doğal olarak yalnızca bir teorik derinliği değil, aynı zamanda ideolojik-politik bir kararlılığı, hiçbir tabu ya da karizmanın önünde geri adım atmama, hepsini sorgulamaya hazır olma cesaretini de gerekli kılmaktadır.

20. yüzyıldaki sosyalizm deneyi, bir zaferin ve bir başarısızlığın tarihidir. Başarı, insanlık tarihinde ilk defa ezilen sınıfların siyasi iktidarı ele geçirmesi, toplumsal yaşamın tüm alanlarını emekçilerin umut ve beklentileri yönünde topyekün dönüştürmeye yönelmesi ile ortaya çıkan büyük tarihsel atılımdır. Bu atılımdan yalnızca devrim yapan toplumlar değil, kapitalizm altında yaşayan toplumlar da çok şey kazanmış; sosyalizmi kuran halklar eğitim, sağlık, sanat, bilim ve sporda, bugün dahi özlemi çekilen büyük kazanımları yaratırken, kapitalist toplumların emekçileri de kendini stratejik olarak bir sosyal devlete dönüştürmek zorunda kalan kapitalizmden anlamlı tavizler koparmayı başarabilmiştir. Bu açıdan, sosyal devlet veya refah toplumu gibi kavramların kapitalizmin içsel dinamiğinin bir sonucu değil, bizzat sosyalist sistemin varlığının dayattığı bir zorunluluk olduğu çöküşe doğru ve çöküşten sonra ortaya çıkmış, sosyal devletin kazanımları tüm metropollerde geri alınmaya başlamıştır. Yaşadığımız dünyadaki tek kutupluluğun üçüncü dünyada yol açtığı yıkımı da bu resme eklersek, sosyalizmin çöküşünün yarattığı boşluğun yalnız eski sosyalist ülke halklarında değil, kapitalist metropollerde ve üçüncü dünyada da dolaylı ve dolaysız hissedildiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla, sosyalizm deneyinin gerçek başarısı ve insanlığa kattığı değerin gerçek boyutu, tamı tamına şu anda hissedilen ve özlenen bu boşlugun boyutlarıdır.

Deneyimdeki başarısızlık, öz itibariyle, sosyalizm adına kurulan iktidarların başlangıç iddialarından giderek uzaklaşması; özellikle toplumsal katılım, siyasi özgürlükler, ekonomik refah alanında mevcut olan ve giderek koşullarla açıklanabilir olmaktan çıkan yetersizliğin bu rejimlerin kitleler nezdindeki meşruiyetini kemirmesidir. Sonuçta halkın bir kesiminin desteğini alan kimi siyasi seçkinler sosyalizmden açıkça vazgeçmeye ve kapitalizme yönelmeye karar verdiklerinde, sosyalizmin olumlu yönlerinden yararlanan milyonlarca emekçi kılını dahi kımıldatmamış, ya da kımıldatamamıştır.

Çöküşün dinamiklerini 1917'den başlayarak ele alacak olan yazımızda, özellikle sol ortamda çöküşe yönelik sözlü ya da yazılı savunulan mevcut yaklaşımları eleştirecek ve yeni bir yaklaşımı ortaya koyacağız.


"Biz Çökeceğini Tahmin Etmiştik.."


Hiçbir kişi ya da örgüt, (burjuva ya da marksist) yukarıdaki sözleri yüzü kızarmadan söyleyemez. Burjuvalardan başlayalım. CIA'in milyonlarca dolar yatırarak kurduğu araştırma merkezleri, ünlü "think tank"ler, 1990'a doğru kelimenin tam anlamıyla dökülmüş; Prestroyka'nın düzgün yürümediği ve ülkede bir krizin başladığı defalarca belirtilmekle beraber, KP iktidarının bu kadar basit bir şekilde yıkılacağını hiçbir şekilde öngörememiştir. Yeltsin darbesine doğru Batı'nın bütün büyük dergileri, SSCB'de çıkacak bir karışıklığın (nükleer silahlar dolayısıyla) yol açacağı kaos ve tehdit üzerine kafa yorarken, Yanayev darbesinin ardından Yeltsin'in basit bir meydan okumayla (tankın üzerine çıkarak) sosyalizmi tek kurşun atmadan yıkabilmesi Batı'daki herkes, ama herkes için sarsıcı olmuştur. O dönemlerde SSCB'nin yıkılabileceği öngörüsünde bulunan tek bilinen burjuva ideologu , ünlü kontr-gerilla teorisyeni Z. Brzezinski'dir. Gorbaçov'un Sovyet Anayasa'sından Partinin önderliğini kaldırmasının ardından Yakından Sovyetler Birliği de kalmayabilir diyen Brezinski'nin bu tavrı, daha çok 1960'lardan beri antikomünizmin ideologu olarak dile getirdiği "wishful thinking" ya da dilek-temenni'nin uzantısı (veya duran bir saatin günde iki defa doğruyu göstermesi) olarak görülmelidir.

Gelelim marksistlere: SSCB yanlısı komünistler, son dakikaya kadar kötü gidişi durduracak bir çıkışın mümkün olacağını düşünmüş, hepsi olmasa da bir kısmı Yanayev darbesini naif bir biçimde bu açıdan bir kurtuluş saymıştır. Arkasında Kızıl Ordu ve KGB'nin olduğu bu darbenin bu kadar kof çıkması, bugün dahi muhtemelen birçoğunun kafasında açıklanabilmiş değildir (ihanet teorilerini aşağıda ele alacağız). SSCB'yi eleştiren marksistlerin durumu ise bir başka içler acısıdır. Gorbaçov'un mevcut sisteme başta getirdiği cesur eleştiriler, bu kesimin bir kısmında umut, bir kısmında kuşkuyla karşılanmış; ama sonuçtaki aymazlık her iki kesim için de aynı olmuştur. Ünlü troçkist Tarık Ali, Gorbaçov iktidarını Stalinizme son verecek bir tür yukarıdan devrim saymış, bu düşüncelerini aynı adlı kitabında dile getirmiştir. (Revolution From Above). Türkiye'de kaşarlanmış anti-sovyetik Perinçek çevresi, haftalık dergileri 2000'e Doğru da Pravda'nın Türkiye muhabiri Andrey Stefanov ile ile röportaj yapmış, Sovyetler'in geçmişteki hataları için bir tür pardon dediklerini umutlu bir dille ifade etmiştir. (1)

Buna karşılık SSCB'ye muhalif olanlardan kimi troçkistler, Gorbaçov'a dudak bükerken Stalinizmi yıkacak işçi hareketi diye Dayanışmayı desteklemiş (Ernest Mandel Dayanışmanın anti-komünist mensuplarıyla yaptığı görüşmeleri gururla anlatmış), Türkiye'de de bizim troçkistler, kısa bir süre sonra maskeleri düşecek olan Azeri ve Ermeni Halk Cephe'lerini, bürokrasiye karşı emekçi inisiyatifi diye alkışlamıştır. (2) Doğu Avrupa rejimleri ardı ardına yıkılırken, yerli AEP yanlılarından Garbis Altunoğlu çöken revizyonizmin yanında Arnavutluk, sosyalizmin kalesi olarak dimdik ayaktadır tespitini yapmış; kısa süre sonra ne yazık ki, Arnavutluk da aynı yıkım kervanına katılmıştır.

"Biz demiştik", elbette ki çöküş için bir açıklama değildir. Bu konuya başta değinmemizin amacı, kimsenin fiyakasını bozmak ya da muhtemel böbürlenmelerin önüne geçmek değil, yanlış tahminlerin ardında yatan çok önemli bir gerçeğe dikkat çekmektir: Yalnız burjuva teoriler değil, marksist teori de (tüm varyantlarıyla) Sovyet gerçeğini anlamak ve yorumlamakta yetersiz kalmıştır. Yaşanan topyekün aymazlığın ardındaki temel olgu budur. Buna daha ileride yine geri döneceğiz.

ya da Asr-ı Saadet Yaklaşımları


Sol içinde Sovyet tarihine yönelik eleştirel yaklaşımlar, geleneksel olarak, doğru bir bir yolda yürüyen ve belli bir noktadan sonra bu yolu terkederek yanlışa ilerleyen bir ülke imajı üzerinde yükselmektedir. Bu lineer tarih yaklaşımlarının sahipleri, sadece sapılan noktanın tespiti konusunda farklılık göstermektedir. Hala 1970'leri yaşayan kimi komünistler, Gorbaçov'un ihanetinden bahsederek Brejnev döneminin sonuna kadar olan döneme sahip çıkmaktadır. (Eski) AEP'nin taraftarları ve kimi maocular bu noktayı Stalin'in ölümüne; troçkistler Lenin'in ölümüne, kendini konseyci olarak ifade edenler ise Kronstadt'ın ezilmesine kadar geri götürmektedir. Bu yaklaşımlara göre, söz konusu kırılma noktasına kadar meşru bir sosyalist uygulama varken, o noktadan sonra sosyalizmin dışına kayılmıştır. Gerçi bu yaklaşımların (anti Gorbaçov'cu olanı hariç) hepsi, SSCB'de kapitalizmin ya da bürokratik diktatörlüğün kuruluşunu çok daha önceden ilan ettiği için 1990'da olanın ne olduğunu, neyin yıkıldığını ifade etmekte zorlanmaktadır. Ancak, maalesef bizim sosyalist polemiklerimizin tarihi, insanlara sayısız esneklik ve "kıvırtma" olanağı sunduğu için, 1990 için "yıllar önceki çöküşün resmileşmesi" tespiti yapılabilir ve yapılmaktadır.

Bu noktaya fazla takılmadan, söz konusu "raydan çıkma" ve asr-ı saadet yaklaşımlarının genel çıkmazını belirtelim. Birincisi, Sovyet tarihinde bir değil birden fazla kırılma noktası vardır; ve bunların her biri ayrıntılı bir analizi hak etmektedir: Diğer sol partilerin (Menşevik ve SR'ler) kapatılması, parti içi gruplaşmalara son verilmesi, dünya devrimi vizyonunun bırakılması, NEP, 1927 kollektivizasyonu, parti içi mücadele ve Moskova Duruşmaları, Kominternin kapanması, 20. Kongre, son olarak Glasnost. Bunlardan birine veya birkaçına odaklanıp, üstelik bu noktaları bir liderin ölümüyle birleştirip, kalanları bir tarafa itmek, tarihin aşırı basitleştirilmiş ve kaçınılmaz olarak eksik bir yorumunu beraberinde getirecektir. Şunu görmek gerekir: Bu yaklaşımlarda sapılan ve üstü çizilmiş dönemlerin hepsinde sosyalizm adına ciddi kazanımlar ve başarılar hala vardır, ancak bu seçici yaklaşımlar bunları açıklamamakta ve görmezden gelmektedir. Stalin dönemini eleştiren troçkistlerin, aynı dönemde gerçekleşen muazzam sınai ve kültürel atılım ve gene aynı dönemde Alman faşizmine karşı kazanılan büyük zafer karşısında yutkunmaktan başka yapacakları bir şey yoktur. Stalin sonrasını emperyalizmle işbirliğive kapitalizm olarak niteleyenlerin, Küba halkının kurtuluşuna Kruşçev'in, kahraman Vietnam halkının kurtuluşuna da Brejnev'in sağladığı katkıya dudak bükmek ya da bu olgulara kulak tıkamaktan başka çaresi yoktur. Keza Gorbaçov'u sosyalizmin mezar kazıcısı gibi lanse edenlerin, SSCB tarihindeki kara dosyalar ve pratikteki yürümeyen şeyler üzerine fikir yürütme ve tartışma alışkanlığını, kendi kendimize düşünmeyi bile yasakladığımız fikirleri açıkça tartışma cesaretini Sovyet ve dünya komünistlerinin onun döneminde kazandığını ne çabuk unuttukları merak konusudur.

İkinci olarak, bu mantık tersten de işleyebilir ve aynı doğrulukta sonuçlara götürebilir. Asr-ı saadet olarak lanse edilen dönemlerin hiçbiri politik açıdan tam anlamıyla temiz değildir. Suçu Gorbaçov'un sırtına yıkanlar, bizzat Brejnev döneminde yaşanan ve aşağıda örnekleri verilecek bürokratik yozlaşmayı görmezlikten gelemezler. Aynı şekilde hatayı Kruşçev'e yıkıp Stalin dönemine toz kondurmayanlar, sosyalizmin temel değeri olan emekçilerin siyasal katılımının ve işçi demokrasisinin Stalin döneminde ne denli ağır darbeler aldığını inkar edemezler. Son olarak Lenin dönemini asr-ı saadet ilan edenler, uluslararası komünist hareketin SSCB reel politikasına kurban edildiği (bkz. Mustafa Suphi'ler), gene bu hareket içinde haksız tasfiyelerin gerçekleştiği (Paul Levi ve Karl Korsch'n atılması) ve faydacı günübirlik şiarların (işçi hükümetleri sloganı) atıldığı ilk dönemin bu dönem olduğu gerçeğiyle yüz yüze gelmek zorundadır. Menüden yemek seçme dönemi bitmiştir. Her dönem, hataları ve sevaplarıyla tek ve aynı tarihin, bizim tarihimizin bir parçasıdır ve eleştirel bir analizin kapsamını bu tarihin tümüne yayarken, siyasi değerlerimiz açısından da gene bu tarihin tümüne sahip çıkmak zorundayız.

Tümüne sahip çıkma tavrını gerekli kılan unsur, devrimci duygusallık değil, teorik tutarlılık ve kapsayıcılık arzusudur. Tarihin pozitif dönemini bir noktaya kadar getirip, ondan sonrasına ya kulak tıkamak ya da en azından yapılanları topyekün olumsuzluğun uzantısı ya da tezahürü gibi görmek, bizi iki noktada yanlışa sürüklemektedir: Birincisi, 1917'den 1990'a kadar yaşanan dönemeçlerde mevcut bulunan son derece değerli siyasi tecrübelerin bir kısmının ("kötü" döneme ait olanların) bilgisinden, bunlardan çıkarılabilecek derslerden kendi kendimizi mahrum etmiş oluyoruz. İkincisi ve daha önemlisi ise, sürecin bütününe, o sürecin sadece bir döneminin penceresinden, yani bir alt kümesine ait yorum ve yargıları başa koyarak yaklaşıyor; sorunu ve çelişkileri ister istemez basitleştiriyor, sürecin tüm zenginliğini ve karmaşıklığını kapsayacak bir yaklaşımı daha baştan elimizin tersiyle itmiş oluyoruz.

Bir dönemin değerlerini başa koyarak yapılan kestirme tespitler ("Dünya devrimi reddedildiği için böyle oldu" ya da "Sebep barış içinde bir arada yaşama politikasıdır" gibi..) marksist teorinin (bir ya da diğer varyantının) mevcut yapısı ve seviyesiyle de uyum içindedir ve bize kendi kabuğumuz içinde mutlu bir hayat vaadetmektedir.. Buna karşılık tarihimizin bütünün labirentlerinden yapılacak bir gezinti, özellikle kırılma noktalarındaki tüm olguların gözden geçirilmesi ve yorumlanması mevcut teorinin de çerçevesini zorlayacak ve bizi daha ileri bir devrimci teorik çerçevenin arayışına itecektir. Yapılması gereken de budur.


"İhanet" ve "Karşı Devrim" Tezleri


Bu çerçevedeki yaklaşımlar Brejnev döneminin bir durum tespitiyle başlayıp Gorbaçov döneminde olayların seyrinin aktarımıyla devam etmekte ve darbenin sonuçlarıyla bitmektedir. Yaklaşım kısaca şudur: Brejnev döneminin sonunda SSCB, ABD'ye kafa tutacak kadar güçlü bir ülkeydi ve içeride, tek tük sorunlar olsa bile yüksek bir hayat seviyesine erişmiş ve komünizme geçişin hesaplarını yapan bir konumdaydı. Gorbaçov döneminde, önce "yenilenme" adına tüm siyasi değerler sorgulanmaya, sinsice tahrip edilmeye başlandı ve ekonomi de raydan çıkartılarak ülke bir kaosa sürüklendi. 1989 Yanayev darbesi de boşa çıkınca Yeltsin bir karşı-devrim gerçekleştirdi ve sosyalizme ait tümkazanımlar geri alındı.

Bu yaklaşımın eleştirisine sondan, "karşı-devrim" tespitinden başlayalım. Sosyalist devrimin kazamınları olan bedava eğitimin ya da sağlık hizmetinin geri alınması, halkın yeniden yoksulluğa itilmesi anlamında; yani sosyo-ekonomik açıdan bir karşı-devrimden söz etmek doğru ve anlamlıdır. Ancak politik anlamda bir karşı-devrimden, yani yönetici siyasi ekibin başka bir örgütlü siyasi güç tarafından şiddet yoluyla tasfiye edilmesi anlamında bir karşı-devrim iddiası anlamsız ve gülünçtür; zira şu soruyu gündeme getirmektedir: Bu karşı-devrim (dünyada kimsenin haberi olmadan !) nerede ve nasıl oldu? Ortada sadece "sosyalizmi koruma" adına harcıalem (aslında komedi seviyesinde amatör ve beceriksizce hazırlanmış) bir darbe girişimi vardır.(3) "Sovyet düzenini koruma" adına ortaya çıkan bu darbeciler, tankların üzerine çıkan ve tepinen Yeltsin yanlısı serserilere değil ateş açmak, birer tokat dahi atamamış (sosyalizmi nasıl koruyacaklarsa (!)), bu basiretsizlikten cesaret alan Yeltsin, o noktada artık SSCB diye bir güç fiilen kalmadığı için ABD ve Avrupa'dan aldığı destekle darbeye meydan okuyarak bu girişimi püskürtmüştür. Bütün "karşı-devrim" budur.

Peki SBKP'nin 15 milyon üyesi nerededir? Her sene "Barış ve Sosyalizm Sorunlar" ya da "Sosyalizm: Teori ve Pratik" gibi dergilerde üye sayısı, bileşimi (% 40'ı işçi , %25'i kolhoz köylüsü olan!), üyelerinin eğitim seviyesi rakamlarla verilen ve övülen SBKP nerededir? Stalin döneminde büyük bir coşkuyla ve rekor bir hızla kurulan, savaşta yıkılsa bile sonradan aynı azimle ve Sovyet halklarının büyük fedakarlığıyla yeniden yapılan fabrikaların yeni yetme mafyalar tarafından yağmalanması karşısında değil 15 milyon, 15 bin partili (yani partinin binde biri !) dahi direniş göstermiş midir? Savaştaki cesaretine, barıştaki hünerine şiirler yazılan kahraman Sovyet kadınlarının yığınlar halinde fuhuşa sürüklenmesine, savaş gazilerinin sokaklarda dilenmesine, kan ve ateşle kazanılan madalyaların sokaklarda gazoz kapağı gibi satılmasına karşı kim, nasıl direnmiştir? Değil bir tek cumhuriyette, değil bir tek şehirde, bir tek kasabada dahi "kapitalizme geçit vermeyeceğiz" babında bir direniş, Paris Komünü tarzında bir şeref golü, ya da yeni zenginlere ve onların köpeklerine karşı örgütlü bir saldırı gerçekleşebilmiş midir? "Karşıdevrim" yaptığı söylenen Yeltsin, kimleri katlederek, kimleri tutuklatarak, hangi bölgelerde yığınsal terör ve baskı uygulayarak gelmiş, kimlerle savaşmıştır? Cevap, 20 yüzyılın en büyük utancını özetlemektedir: HİÇ KİMSEYLE !..

"Karşı-devrim" tezini savunanların yüzleşmeleri gereken gerçek şudur: Yaşanan yıkımın büyüklüğüyle karşılaştırıldığında, gerçekleşen çatışma bir "hiç" seviyesindedir ve esas olarak egemen bürokrasi içinde bir omuzlaşmadan öte bir şey değildir. Sonuçta o koca ülke, tek bir kurşun dahi atılmadan kapitalizme teslim edilmiştir. Bu açıdan siyasal bir karşı-devrimden bahsetmek abestir, dahası gülünçtür. Bu resimde 15 milyon partilinin yeri de bellidir. Bunların bir kısmı (özellikle devlet kademesinde görevli olanlar) partililere yakışan "öncü bir rol" üstlenmiş ve ülkede başlayan yağmanın başını çekmiştir! Diğerleri, yani sosyalizme hala bağlı olanlar ise korkakça ve pasif bir biçimde olanı biteni seyretmiştir. Bugün Ekim Devrimi yıldönümlerinde meydanları kızıl bayraklarla dolduran Rus komünistleri bizlerde umut ve sempati uyandırmaktadır; ancak (Putin'in deyimiyle) 20. yüzyılın en büyük trajedisi'ne yol açan faktörlerden birinin de onların ölümcül pasiflikleri olduğu ve buna ilişkin tarih önünde hesap vermeleri gerektiği de unutulmamalıdır.

Bu, bizi "ihanet ve karşıdevrim" mantığının ön kabullerine götürmektedir. Brejnev dönemini bir ara "sosyalist muhafazakârlık" ya da "sosyalist statükonun korunma" dönemi olarak nitelendiren tespitler buz üzerinde yazı misali eriyip gitmektedir. Yeltsin başa geçtiğinde, kapitalizme geçmeye bu kadar teşne olan bir devlet bürokrasisinin başta olması, son birkaç ayın işi olmadığı gibi 3 yıllık Gorbaçov döneminin işi de değildir (sonuçta Gorbaçov'un kadrolarda değil geniş, orta çaplı bir temizlik dahi yapmadığı bilinmektedir). Bu çürümenin izleri takip edildiğinde oldukça geriye gidilmekte, ve bu hazin yolculukta Brejnev dönemi de boydan boya geçilmektedir. Aşağıdaki örnekler göz önüne alındığında bu dönemde sosyalizm anlamında neyin "muhafaza" edildiği soru işaretidir:

- Özbekistan KP sekreteri Raşidov, Brejnev döneminden başlayarak Andropov döneminin başlangıcına kadar devleti soymuş, SSCB'nin pamuk ambarı olan Özbekistan'da rekolteyi olduğundan yüksek gösterip merkezden hak edilenden daha fazla para alan Raşidov, bu fazlalığı da kendisinden kolhoz müdürlerine kadar uzanan mafyası içinde düzenli olarak paylaşmıştır. Var gösterilen toplam hayali pamuk 4,5 milyon ton, devlete verilen zarar 6 milyar rubledir!.. (4)

- Rostov bölgesinde 1984'de bir mağazadaki yolsuzluğun ihbar edilmesiyle başlayan soruşturma, fabrikalar, hastaneler ve çocuk yuvaları dahil devletin bölgeye yolladığı tüm gıda ve giyim istihkakını çalarak karaborsadan satan bir şebekeyi açığa çıkarmış, bölge parti sekreterinden (ki bu ticarette 250.000 ruble kazanmıştır) mağaza tezgahtarına kadar uzanan bir şebeke yakalanmıştır. Bu haberin gazeteye çıkması üzerine gelen okuyucu mektuplarındaki ortak cümle şu olmuştur: "Siz gelin de bizim oraya bakın. Bu anlattığınız devede kulak !"(5)

- Yöneticiler arasında "hediye" alış verişi o dönemin karakteristiği olmuş, yukarda adı geçen Raşidov Brejnev'e kendisinin som altın bir büstünü, o dönem Azerbaycan KP sekreteri olan Aliyev de 15 Sovyet cumhuriyetinin kardeşliğini "simgeleyen" 15 pırlanta taşlı bir yüzüğü gene Brejnev'e hediye etmiştir!. (6)

Örnekler, özellikle son yıllarda bunlara eklenen yeni itiraf ve ifşaatlarla daha da zenginleştirilebilir. Ancak burada (özellikle kimi örneklerde) göze çarpan basit bir "sosyalist uygulamadan sapma" ya da "yetkiyi kötüye kullanma"nın çok ötesindedir. Özbekistan örneği, bir birlik cumhuriyeti seviyesinde organize olmuş ve başında parti sekreteri bulunan bir hırsızlık örgütünün varlığını göstermektedir ve sıradan bir arıza değildir. Bu olguyu Özbekistan'ın mahalli - milli özellikleriyle açıklamak gibi anlamsız bir yaklaşımda değilsek, Birlik'in tüm cumhuriyetlerinde bu olgunun (bu çapta olmasa bile) mevcut olduğunu düşünmek için yeterli sebep vardır. Resim, Gorbaçov öncesi dönem için de parlak değildir ve çürümenin, yozlaşmanın devlet cihazı içinde sanıldığından çok daha yaygın olduğunu açıkça göstermektedir. Ortada bir karşı-devrim olabilmesi için devrime sahip çıkan organize bir gücün varlığı şarttır. Bu gücün devlet içinde olmadığı kesindir; zira bir ur gibi büyüyen bu mafyanın yanında, hırsızlığa bulaşmayanlar da çürümeden payını almakta; sinik bir pasifizme doğru itilmektedir. Bu yapı içinde komünizme gerçekten inananların kim olduğu, güçlerinin ne olduğu ve kim tarafından temsil edildiği sorunu bugün bile ancak "yarı-arkeolojik" bir araştırmayla öğrenilebilecek bir meçhuldür. Sonuçta, 1986 sonrası süreci yönetmede Gorbaçov'un ciddi günahları olsa bile, tek kurşun atmadan ya da yemeden ülkeyi kapitalizme teslim eden bir bürokrasinin tüm vebalini, üstelik olmamış bir karşı-devrim adına Gorbaçov'a yıkmanın anlamsızlığı ortadadır.


"Kapitalizmde üretici güçler gelişiyordu
o yüzden"
ya da Komünistlerin şu Marx'tan çektiği (!)


Bir diğer yaklaşım ise SSCB'deki çöküşü Marx'a dönerek açıklamaktır. Sosyalizmin geri bir ülkede kurulduğu, kapitalizmin gelişmesini hala sürdürdüğü ve gelişme potansiyelini yitirmediği bir ülkede gerçekleştiği, bu anlamda zamansız olduğu, bu potansiyel yitirilmeden sosyalizmin kurulamayacağı, yaşanan çöküşün bir anlamda Marx'ın "Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı" eserinin meşhur önsözünde ortaya konan tarihsel materyalist yaklaşımın bir doğrulaması olduğu iddia edilmektedir. Bu yaklaşıma göre yaşananlar, bir anlamda 1917'de Gramsci'nin Ekim Devrimi'ni (kimilerine göre iradeci bir mantıkla) "Kapital'e rağmen devrim" diye nitelendirmesine karşı tarihin yaptığı bir nazire, ya da bir tür "Kapital'in intikamıdır." Bu açıklamanın bir alt uzantısı da Sovyet deneyiminin sosyalizm görüntüsü altında esas olarak bir kalkınma atılımı olduğu, bu anlamda Lenin ve Stalin'in Deli Petro'larla başlayan Rus modernleşmesinin devamcısı ve sonuçlandırıcısından başka bir şey olmadığı yönündedir.

Çöküş sonrasında komünist hareketin saflarında da filizlenen bu yaklaşımın teorik planda eleştirisine geçmeden birkaç gözlemimizi aktaralım. Bu "açıklama" siyasal açıdan oldukça dört ayak üzerine düşmektedir, ve fazlasıyla da pişkindir. Dört ayak üzerine düşmektedir, zira mevcut 70 yıllık komünist pratik toptan reddedilmekte; ama hala marksist teoriye sadık kalınabilmektedir. (Lenin'e karşı Marx, "Ne Yapmalı" ya karşı "Kapital"). Fazlasıyla da pişkindir; zira 70 yıl boyunca Bolşevikler ve devamcıları aşağı yukarı her türlü yaklaşımı deneyerek ve akıl almaz fedakarlıklar yaparak bir eseri ayakta tutmaya ve yükseltmeye çalışmış, ve (muhtemelen bu yaklaşımın sahipleri de dahil) tüm dünya komünistleri buna destek olmuştur; ancak eser sonunda yıkılınca "hatayı nerelerde yaptık?" sorusunu sormak ve eleştiri oklarını cesurca kendimize yöneltmek gerekirken, "zaten Marks'a göre bile yürümezdi" diyerek çevik bir hareketle kendini resmin dışına atmanın tek anlamı, bizi bekleyen ağır teorik görevden kaçmak ve vicdanı hafifletmektir.

Gelelim işin özüne: Kapitalizmde üretici güçlerinin gelişiyor olması 1917 ve sonrasında Lenin'in ve Bolşeviklerin eserini anlamsız kılıyorsa, aynı olgu bugün de tüm komünist, hatta tüm anti-kapitalistlerin mücadelesini anlamsız kılsa gerekir; zira kapitalizm hala ve büyük bir hızla üretici güçleri geliştirmektedir! 1950 sonrasında teknolojide tüm büyük sıçramalar (uzay ve nükleer alan hariç) kapitalizm kökenlidir: Transistor devrimi, ana bilgisayarlar, kişisel bilgisayarlar, internet... Tüketimi körüklemek, imha silahlarını mükemmelleştirmek ve insan yaşamını denetim altına almak için kapitalizm teknolojiyi baş döndürücü bir hızla geliştirmektedir ve bu tempo, hiç de duracağa benzememektedir. Bir dönemler siyasi "tevatür", daha doğrusu birer şehir efsanesi olan iddialar (CIA, Kızıl Meydandaki bir adamın rozetinin fotoğrafını bile çekebiliyormuş türünden) bugün vaka-i âdiye olmuş; Google ile herkes dünyadaki herhangi bir mahalledeki evleri kendi bilgisayarında görüntüleyebilir hale gelmiştir. Bu teknoloji halka açılabildiğine göre, egemenlerin arka planda ne tür denetim teknolojilerini ellerinde tuttuklarını insanın düşünmek bile istemeyeceği açıktır. "Refah" adına teknolojinin kullanımı kapitalizmin elinde çılgınlık boyutlarına varmakta; IBM'e ısmarlanan "akıllı ev" projeleriyle TV karşısında oturup elindeki kumandayla sadece TV'yi değil tüm evi kontrol eden, en basit şeyler (örneğin oğlunun o akşam nereye gittiği) evde kendisine sesle hatırlatılan ideal bir "homo americanus" (yani pratikte aptal ve obez bir insan tipi) evrenselleştirilmeye çalışılmaktadır. Ancak bu tür sapkınlıklar bir tarafa bırakılsa bile, dürüstçe söylemek gerekir ki ilaç sanayiinden otomotive, gıdadan metalürjiye, her geçen gün bir dizi yenilik kapitalizm marifetiyle insanlığın gündemine getirilmektedir.

Dolayısıyla, doğru soruyu tekrar soralım: Kapitalizmde üretici güçlerin hala gelişiyor olması sosyalizmi anlamsız ya da zamansız kılıyorsa (çünkü Lenin ve Bolşeviklere söylenen budur), üretici güçlerin o zamana göre çok daha hızla geliştiği günümüzde, sürdürülen sosyalist, hatta daha genel olarak anti-kapitalist mücadelenin bir anlam var mıdır, ya da zamanı mıdır? Kapitalizmi yıkmayı hedefleyen bu mücadele şu anda da anlamlı ve gerekliyse Bolşeviklerin günahı nedir? Değilse, bu mücadelenin anlamlı olacağı, yani kapitalizmin artık üretici güçleri geliştiremeyeceği, dolayısıyla insanlığa kapitalizme karşı bir alternatif sunma şansımızın olacağı o an, o büyük an ne zaman gelecektir? Bu yaklaşımın sahiplerinden yegane ricamız bu mücadelenin anlamlı olacağı o zamanı bize bildirmeleridir. Bu değerli bilgiyle saatlerimizi kurar, ve o büyük güne kadar devrimci politika gibi anlamsız işleri bırakıp daha anlamlı işlerle uğraşır hale gelebiliriz (mesela teknolojiyi geliştirebiliriz; böylece tarihsel süreç de hızlanmış olur (!))

Bu noktada, sık sık söylenildiği gibi, marksist teorinin çarpıtılmasıyla değil, bizzat bu teorinin bağrında yer alan ve teorinin bütünselliği kavranmadığı takdirde kolaylıkla bizi savurabilecek bir yanılgıyla olan çatışmamızı dile getiriyoruz. O da üretici güçler kavramı etrafında, marksizm adına geçmişte ve hala rahatlıkla yaratılabilmiş illüzyondur. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkının klişe haline gelmiş önsözünde tarihin üretici güçler   üretim ilişkileri ikilisinin gelişme ve çatışması etrafında bir kurgusunu yapar. Üretici güçler geliştikçe, mevcut üretim ilişkileri onların gelişmesine engel hale gelir; bu da toplumsal çatışmaların ve dönüşümlerin temel dinamiğini oluşturur. Başka bir yerde Yel değirmeni size feodal toplumu, buharlı makine kapitalizmi verir demektedir. Bir fikri, yani üretim araçlarının toplumsal yapı üzerindeki etkisini, basitçe ve şematik olarak anlatmayı amaçlayan bu ifadeler, devrimci teorinin bütünü içinde ele alınıp değerlendirilmezse, sosyalizmle uzaktan yakından ilgisi olmayan noktalara varmak kaçınılmazdır. Bu ifadeler tek başlarına ele alındığında oluşan anlayış, tarihsel gelişimde ana belirleyici unsurun üretici güçlerin gelişimi, yani teknik gelişmeler olduğu; bir anlamda teknolojinin tarihi yazan kalem niteliği taşıdığı gibi, ekonomizmin bile ötesinde teknisist bir saçmalığa varılır. İnsanlık tarihinin gelişimi bu kadar basit değildir; zira aynı Marx başka bir yerde de, bunlardan daha az önemli olmamak kaydıyla şunu demektedir: İnsanlık tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Bu formülün işaret ettiği gerçek, Katkının önsözünde dile gelen gerçekle yer yer örtüşmektedir; ancak onunla özdeş değildir ve ondan bağımsız bir olguya parmak basmaktadır. Köleler efendilerine, ya da serfler feodal senyöre karşı üretici güçleri bir türlü geliştirmediği için değil, baskı altında ve aç oldukları için isyan ettiler. Her üretim biçiminin ardında bir teknik icat arama hastalığı, buhar makinesinden bu yana fersah fersah atılım yapan teknolojinin niçin hala aynı üretim biçimi olan kapitalizmde yerinde saydığını açıklamaktan da acizdir.

O zaman, eski temel bilgileri yeniden hatırlatma pahasına şu soruyu soralım: Üretici güçler   üretim ilişkileri çatışmasının kapitalizmde yeri nedir? Bu çok açıktır: Bu çelişki, üretim ilişkilerinin toplumsal niteliği ile üretici güçlerin özel niteliği arasındaki çelişkidir; burada ifade edilen fikir sözel (verbal) bir çelişkinin çok ötesindedir. Yani kapitalist üretim milyonlarca insanı kapsayacak derecede toplumsallaşmıştır; ancak bu ilişkilerin bağrındaki üretici güçler hala az sayıda insan tarafından kendi kişisel (ya da grupsal) kâr güdüleri doğrultusunda yönetilmektedir. Kapitalizmin irrasyonelliği buradadır ve ekonominin yönetimine onbinlerce bilgisayar, bir o kadar da uzman hasredilse bile bu mantıkdışılık yok olmamakta; sonuçları itibariyle daha da büyümektedir.

Burada, eski bilgileri ezberden okuma babında da olsa, yaptığımız açıklamanın neyi içermediğine, yani kapitalizm altında üretici güçler ve üretim ilişkileri çelişkisinin ne olmadığına değinmek istiyoruz. Bu çelişki, mevcut kapitalist ilişkilerin yeni teknolojik gelişmelere köstek vurması, bir gün kapitalizmin tekniği geliştirme yeteneğinin (havası giden lastik misali) tükenmesi, kapitalist teknolojinin (şu ya da bu sebeple) yerinde sayması, demode olması ve yeni icatları sahiplenen sosyalistlerin bu üstünlükleri dolayısıyla iktidarı almaya namzet hale gelmeleri değildir. Mesele şayet böyle kavranıyorsa, sosyalizm adına hiçbir şey kavranmamış demektir. Sorun, insanlığın yararına olan teknolojik buluşları kapitalizmin engellemesi değil (zira kapitalizm bunları var oldukça ve sonuna kadar destekleyecektir), bu buluşları kâr amacıyla kullanmasıdır. Kâr getirmeyen araştırmaların yapılmaması da söz konusu değildir; zira kapitalizm en ilgisiz gözüken konularda bile ileride yararlı olabileceği düşüncesiyle araştırmaları teşvik edecek kadar vizyon sahibi olmuştur. Örneğin AIDS veya kanserin ilacının bulunması için milyonlarca doları yatıran gene kapitalistlerdir; ancak tüm insanlığı böylesine yakından ilgilendiren iki konuda elde edilecek teknolojik çözümler gene birkaç şirketin astronomik kâr elde etmesi için kullanılacaktır. Yani burada teknolojik gelişmeyi engelleme türünden bir çelişki yoktur (ve olmayacaktır), ancak mülkiyetin özelliği   ekonominin toplumsallığı arasındaki çelişki daha da dramatik bir şekilde kendini göstermektedir.

Bu tespit bizi iki sonuca götürmektedir. Birincisi, kapitalizmin yıkılışı, yukarda belirtilen teknisist yorumların beklediğinin aksine, asla burjuvazinin bir tür teknolojik iktidarsızlıka düşmesiyle değil, aksine bu konuda oldukça yüksek olan üretkenliğinin daha da keskin ve bariz hale getirdiği insanlık dramına, emekçilerin, çalışan insanlığın bilinçli ve örgütlü müdahalesiyle gerçekleşecektir. Başka bir deyişle kapitalizmin beli teknoloji ve ekonominin duvarları arasında değil, ancak siyaset minderinde kırılabilir ve kırılacaktır; bu anlamda da yukarda formüle ettiğimiz temel çelişkinin sürdüğü günümüzde anti-kapitalist devrimci mücadele ne kadar haklı ve güncelse, aynı çelişkinin varolduğu 1917'de de iktidarı ele geçiren Bolşeviklerin çıkışı ve müdahalesi de o denli haklı ve günceldir.

İkincisi ise sosyalizme ilişkindir. Aynı ekonomist / teknisist şemaya göre sosyalizmin üretici güçleri çok daha hızlı geliştireceği beklentisi, geçmişte reel sosyalizmi kaynaklarını oldukça zorlayan bir yarışa sokmuş; ABD ile rekabet saplantısı, ekonomide kuyrukların sürdüğü bir dönemde uzay yarışına milyarlarca dolar akıtılmasına, asla kullanılmayacak nükleer silahlara akıl almaz paralar yatırılmasına yol açmıştır. Geçmiş ya da gelecek, herhangi bir sosyalizmin bugünkü kapitalist tüketim endüstrisinin gelişme hızına erişmesi mümkün de değildir, gerekli de. Sosyalizm, teknolojiyi çılgın bir hızla geliştirmesiyle değil, onun ürünlerini tümüyle insanlık yararına kullanmasıyla kendini ayırdedebilir. Diğer, ve bundan daha önemsiz olmayan ayırdedici yönü ise, toplumsal ve siyasi ilişkilerde, yöneten-yönetilen ilişkisinde, emeğe karşı tavırda, siyasi katılımda ve onun ön koşulu olan siyasi hak ve özgürlüklerde yaratacağı farklılık, hakim kılacağı değerlerdir. Geçmiş sosyalist deney, bu alanı güdük ve kapitalist ülkelerin dahi gerisinde bırakmış; rekabeti ekonomik-teknolojik alana kilitleyerek kazanamayacağı bir yarışa girmiş, nefesi kesildiğinde ve siyasal yaşam krize girdiğinde de, elinde kapitalizme olan üstünlüğünü kanıtlayacak pek fazla kazanım kalmamıştır.

Bütün bunların ışığında, üretici güçleri geliştirmeyi tarihsel olarak bir ilericilik sayan klasik marksist yaklaşımın ne denli geçerli, ya da ne denli Avrupa-merkezci, aydınlanmacı ve pozitivist olduğu bir bütün olarak ayrıca ele alınıp tartışılmalıdır. Bu aşamada bizim açımızdan net olan, bu gelişmenin kapitalizm altında sönmesini beklemenin bir hayal, Bolşevikleri (ya da Bulgarları, ya da Kübalıları ...) iktidarı zamansız ele geçirmekle suçlamanın da apolitik bir saçmalık olduğudur.

Bu noktada, aynı yaklaşım altında yer alan diğer bir tespitle de hesaplaşmanın yararlı ve öğretici olacağını düşünüyoruz.


Lenin ve Stalin = (Çağdaş) Birer Büyük Petro mu?


İddia malumdur: Bolşevikler 1917'de sosyalizm ve sınıfsız toplumu kurmak üzere iktidarı ele aldılar. Bugüne bakıldığında Rusya'da ve diğer eski sosyalist ülkelerde, sosyalizm adına fazla bir kurum ya da mekanizma mevcut değildir. Buna karşılık, çöküşün yarattığı sarsıntının etkileri bir yana, güçlü birer ekonomik altyapı, gelişkin ve eğitilmiş bir işgücü bırakmıştır. Sosyalizm deneyini bir kara kutu olarak alıp girdilerini ve çıktılarını incelediğimizde, pratikte bu kara kutunun esas itibariyle eşitlikçi ideolojik söylemlerin ardında, bir tür çağdaşlaşma ve modernizasyon hamlesinden ibaret olduğu söylenmektedir. Bu anlamda da, örneğin Rusya özelinde, Lenin ve Stalin, Korkunç İvan'la başlayan, Büyük Petro ve Katerina ile devam eden güçlü bir Rusya yaratma hedefinin sürdürücülerinden başka bir şey olmamışlardır.

Yaşanan sosyalizm döneminde varolan ve insanlık için çok büyük değer taşıyan deneyleri göz ardı eden, onları steril bir kalkınma söylemi içinde kaybedip sıfırlayan bu yaklaşımı ele alırken, önce çağdaşlaşma ve modernizasyon kavramlarını tartışmak gerekir. Bu iki kavram marksizme değil, burjuva sosyolojisine, özel olarak da Anglosakson sosyolojisine ait kavramlardır. Çok genel olarak ekonomide büyüme, özellikle sanayileşme, siyasette yeniden yapılanma ve temsili kurumların oluşması, ve halkın genel kültürel düzeyinde yükselişi ifade eden bu kavramlar, bu halleriyle oldukça muğlaktır; daha özgül ve tanımlayıcı olmaya başladıkları noktada da, ideolojik yön taşımaları kaçınılmazdır. Örneğin modernleşmeyi ele alırsak, bu, söz konusu ülkenin modern olduğu kesin olan bir modele yaklaşması demektir. Bu model nedir? ya da modern olmanın toplumsal kriterleri nelerdir? soruları gündeme gelir gelmez, sınıfsal / siyasal tercih belirleyici olmaktadır. Bu anlamda bir tane genel-geçer ve mutlak ;modernizasyon değil, sınıfsal bakış açısı kadar modernizasyon modeli vardır. Dünyayı yöneten globalist akbabalar için bir ülkenin modernliği, serbest ticarete geçit veren bir ekonomi, yoz globalist değerlerin prim yaptığı bir kültürel yaşam, ve politikacıların kendilerine hizmet için yarıştığı bir siyaset sahnesi demektir ve bırakalım sosyalizmi, onurlu bir küçük-burjuva milliyetçisi tavır bile o ülkeyi bu kriterlere göre geri ve çağdışı yapmaya yeterlidir. 1923'de Türkiye'de yürürlüğe konulan küçük-burjuva milliyetçi (Kemalist) modernizasyon anlayışı ise, ekonomide Türk müteşebbislerinin egemen olduğu (bunu için işçilerin ve solun susturulduğu), siyasette temsili mekanizmaları geliştirmekle beraber çok sesliliğin pek muteber olmadığı, ideolojide ise pozitivist-batıcı söylemlerin topluma egemen kılınmaya çalışıldığı bir modeldi.

Dolayısıyla öncelikler ve toplumsal tercihler değiştikçe kimin modern, kimin çağdışı olduğuna ilişkin tartışma çok rahat bir kör döğüşü halini alabilir. Örneğin kişi başına düşen özel araba sayısı sizin için bir kriterse, dünyanın en modern ülkesi ABD'dir. Ancak evsiz yetişkinlerin ve çocukların nüfus içindeki oranı temel bir kriterse, ABD bir Üçüncü Dünya ülkesidir! Kültürel planda modernlik için, ülke içindeki bağımsız TV kanalı sayısı bir kriterse ABD ve Avrupa ülkeleri gene tartışmasız en modern ülkelerdir. Ancak kriter olarak ailelerde aktif olarak sanatla (müzik, resim..) ilgilenme oranı alınırsa, bugün bir Çek Cumhuriyeti, hatta bir Azerbaycan bile ABD'den kat kat daha moderndir.

Bu açıdan, Lenin ve Stalin'in (ve diğer komünist önderlerin) yaptığının diğerleri gibi bir modernizasyon olduğunu söylemek abestir; zira açıktır ki diğerler arasında da genel-geçer ve evrensel modernizasyon modeli pratikte yoktur; böyle bir modeli varsaymak ve empoze etmek de bir Anglosakson saçmalığıdır. O zaman, "Sovyet modernizasyonu" nereye oturmaktadır? Bu, komünistlerin nispeten geri bir ülke veya ülkelerde iktidara geçtiklerinde, sosyalist ve giderek sınıfsız bir toplum kurmak için giriştikleri ekonomik, siyasal ve kültürel atılımın ta kendisidir ve doğal olarak da proleter bir sınıfsal yön, hatta bir öz taşıdığı için diğer modernizayonlardan yalnız farklı olmakla kalmamakta, kimi noktalarda onlarla taban tabana zıt bir konum sergilemektedir.

Sovyet "modernizasyonu"nda olup da diğer "modernizasyon"larda asla bulunamayacak değerler arasında ilk akla gelenler şunlardır:

1) Alt, emekçi tabakalardan siyasete ve kültüre olan büyük akış: Bir kömür işçisinden başbakan (Kruşçev), bir tekstil işçisinden dünyanın ilk kadın astronotu (V.Tereşkova), bir terzi çocuğunu dünyanın en büyük kompozitörlerinden biri (Haçaturyan), yoksul bir köylü çocuğunu 20.yüzyılın en büyük komutanlarından biri (Jukov) yapmak, bir tesadüf değil, Sovyet iktidarlarının bilinçli tercihinin; emekçileri toplumsal yaşamın hakimi yapma emellerinin direkt neticesi olmuştur. Bu arayışın ürünü olan muazzam bir toplumsal dinamizm, sosyalizme inanmayan, dolayısıyla onu içerdiği yaratıcı gücü kavrayamayan burjuva sosyologlara, açıklamak için yeterince ot yolduran bir konudur. Ne Japon, ne Türk "modernleşme"lerinde değil böyle bir sonucun, böyle bir arayışın dahi izine rastlamak mümkün değildir.

2) Kadına verilen önem: Kadınlar kurtulmadan insanlığın kurtuluşu mümkün değildir şeklindeki marksist düstur, eski sosyalist ülkeleri, kadınların toplumsal yaşamda en faal ve muktedir olduğu ülkeler haline getirmiştir. Bir Türk modernizasyonu Büyük Kurtarıcının burjuva ve monden kadınlarla baloda dansettiği resmi neredeyse bir modernlik ikonası haline getirirken, Sovyet modernizasyonu siyasette, ekonomide, sanatta ve bilimde insanlık tarihinin şimdiye kadar görmediği yükseklikte bir kadın katılımı sağlayabilmiş olmanın onurunu taşımaktadır. Kadının toplumsal yaşama katılımı şayet bir modernlik kriteriyse, kapitalist dünya şu haliyle bile bizim eski halimize nazaran hala ortaçağı yaşamaktadır!

3) Kültüre verilen önem: Yeni komünist insanı yaratma çabasının, eski sosyalizm deneyinde yer yer topluma bir gömlek giydirme ve bir tür toplumsal mühendislik faaliyetine dönüştüğü iddia edilmektedir ve doğrudur. Ancak gene de bu çaba, yetersiz perspektifine rağmen oldukça değerli birikimler yaratmıştır, sanata ve bilime duyulan ilgi bunların başında gelmektedir. Batı burjuvazisi bağrından çıkardığı klasik kültürü dahi terk ederken, bir klasik müziğin doğum yeri Avusturya'da dahi bu müziği dinleyenlerin sayısı hızla düşerken, insanlığın yüz akı olan bu değerli eserlere sahip çıkmanın onuru eski sosyalist ülkelere ait olmuştur. Klasik müziğe, resme, edebiyata, bunların ürünlerine yönelik tüketimin en yaygın olduğu ülkeler, eski sosyalist ülkeler olup hiçbir modern burjuva toplumu bu seviyenin bugün dahi pek yanına yanaşamamaktadır. Öte yandan sanatla aktif ilgilenmede de yüksek bir noktaya gelmiş, Stalin'in başlattığı ekonomik atılım döneminde kar ve çamur içindeki köylerde yaşayanlar kemanla, piyanoyla, kütüphaneyle tanışmışlardır. Diğer burjuva kökenli modernizasyonlarda kültürel atılımda temel güdü ekonomiyi yönetecek teknik kadroları yetiştirmek iken, eski sosyalizm deneyinde (bilimin ve teknolojinin yanı sıra) hiçbir ekonomik üretkenliği olamayan sanata bu kadar önem verilmesi, tamamıyla "yeni ve mükemmel komünist insanı yaratma" arayışının ürünü olmuştur. Bu da, bizim modernizasyonun saman alevi gibi parlayıp sönen "Köy Enstitüleri" deneyi, ya da ABD ve Avrupayı bir kangren gibi saran yoz pop kültür göz önüne alındığında, Sovyet "modernizasyonu"nun ayırdedici bir özelliğidir.

Örnekler artabilir (çocuklara verilen değer, çalışanların eğitim seviyesinin yüksekliği..); ancak bu kadarı dahi diğerleri gibi bir modernizasyon balonunu patlatmaya yeter. Ortada varolan herhangi bir kalkınma değil, dünyanın üçte birinde sosyalizm ve sınıfsız toplum için yapılan muazzam bir toplumsal atılımdır ve yukarıda sayılan ayırdedici özellikler çöküşten sonra bile bu ülkeleri ziyaret eden kapitalist ülke vatandaşlarına meğer sandığımızdan farklıymış dedirtmekte ve saygı uyandırmaktadır. Başarılamamış sosyalizmi kalkınmayla özdeşleştiren, başarılmış olan insanlığın ilklerinin geleceğe bıraktığı mirasın değerini göremeyen bu tür mahçup ve ezik yaklaşımları aştığımızda, Lenin'in ve Stalin'in (ve Dimitrov'un, ve Mao';nun, ve Tito'nun !) mahalli kalkınmacılar olarak değil, tüm hatalarına rağmen insanlığa yeni bir çağın başlangıcını müjdeleyen önderler olarak yeniden keşfedileceğini düşünmemiz için çok sebep vardır.

Öte yandan şu soruyu soralım: Geçmiş sosyalizmin yukarıda birkaçını zikrettiğimiz bu başarıları, insanlığa yeni ve kalıcı bir medeniyeti, sınıfsız toplumu getirmek için yeterli midir? Cevap, elbette ki hayır dır. Bütün bu güzelliklerin yanısıra, birşeyler eksik kalmıştır ve bu eksikler yaşanılan çöküşe neden olmuştur. Bu başarıları, sosyalizmin insanlığa neler kazandıracağını gösteren birer kanıt olarak ilerde gündeme getirmek üzere hafızamıza kazıyalım ve gene aynı soruyu soralım: Neden?


"Teoriden Sapıldı ve İstisnalar Kural Haline Geldi"

Bu yaklaşım, çöküşün gerçekleştiği sıralarda Türkiye Solu'nun birlik tartışmaları sürdürdüğü Kuruçeşme Toplantılarında sık sık dile getirilmiştir, ve şöyle özetlenebilir: Bolşevikler, zaman ve mekandan kaynaklanan ağır koşullar altında kendi benimsedikleri teoriden taviz verdiler ve bunları her zaman "koşulların gerektirmesi" ile açıkladılar. Sık sık teorinin söylediğinden sapmak koşullarla açıklanan bir alışkanlık ve bir politik refleks haline geldi. Yaşanan savrulmaları hiçbir zaman toparlamaya çalışmadılar ve sonunda, başta öngörülen hedeflerin bir kısmında (özellikle demokratik haklar ve emekçi katılımı ile ilgili olanlarda) sosyalizme yabancı noktalara varıldı.

Bu açıklama, mevcut açıklamalar arasında nispeten en düzgün olanıdır ve doğru ve kapsayıcı bir açıklamanın içinde kullanılabilir; ancak ciddi bir tadilattan geçirmek kaydıyla. Tadilat yapılması gerek nokta ise "teori" konusudur. Gerçekten de bu açıklamada, mevcut haliyle marksist teori, bir referans noktası, ya da çizgisidir; ve pratiğin sağlıklı olup olmadığı bu teorik çizgiden uzaklaşma ya da ona yakınlaşma ile ölçülmektedir. Problem ise şuradadır: Mevcut teorinin bizzat kendisi, böyle şaşmaz bir referans olarak telakki edilecek kadar doğru, tutarlı ve yetkin midir? Pratikte, politika yapanların bu teoriye riayet etmemeleri, onların oportünist bir çizgi izledikleri anlamına gelebileceği gibi, tam tersine bizzat bu teorinin hayatın gerçeklerine karşılık düşmediği anlamına da gelemez mi? Meseleye bu açıdan bakıldığında tek değişkenli bir modelden (şaşmaz teori şaşan pratikçiler) çok değişkenli bir modele (doğruluğu sorgulanabilir teori doğruluğu sorgulanabilir politika) geçilmekte ve konu gerçek karmaşıklığı ile karşımıza çıkmaktadır.

Bolşeviklerin teoriden saptığı birkaç momenti ele alalım. Bir örnek, devletin kuruluşuna ilişkindir. Lenin, devlet konusunda ilk önemli marksist metinlerden biri olan Devlet ve İhtilalde, hemen ve derhal Komün tipi bir devlet kurulmasını önerir, ve bu devlette hiç bir memur maaşının, kalifiye bir işçi maaşını geçmemesi gerektiğini belirtir. İlk sapılan ilkelerden biri bu olmuş; Sovyet iktidarı burjuva uzmanları kazanabilmek için bu prensibi bir kenara itmiştir. Ücret farklılaşmasının kapısının böylesine aralanmasıyla başlayan süreç, 70 yılın sonunda villalar, daçalar, özel yarış pistlerine kadar varmıştır. Burada hata nerededir? Sorun, Bolşeviklerin yeterince püriten davranmayıp pragmatizme kaymaları mıdır? Bu ilk akla gelen ve verilebilecek en basit cevaptır; ancak püritanizm pragmatizm ikileminin açıklayıcılığı, bu kadar geniş çaplı sorunları kucaklayabilecek kadar derin değildir, ve daha anlamlı başka bir soruyu sormamızı engellemektedir: Lenin'in öngördüğü devlet modeli, en azından bu noktada, ne ölçüde hayatın gerçeklerine uymaktadır? Kalkınma, sanayileşme, büyüme gibi sorunları ve hedefleri olan bir sosyalist devlet, açıktır ki "Devlet ve İhtilal"de bahsedilen devletten çok daha karmaşıktır; ve çok değişik profilde ve kafa yapısında insanın gönüllü katkısını sağlamak durumundadır. Bu tarzda bir ücret üst sınırı, insanlardaki yaratıcı potansiyellerin açığa çıkmasını engelleyeceği için pratikte işlevsizdir, ve dolayısıyla da yanlıştır. Yapılması gereken, Lenin'in yaklaşımının özüne sadık kalarak yeni bir teorik formülasyona gitmek, teoriyi geliştirmek, azami ücret prensibini devletin tümüne değil, belki onun içinde (giderek büyümesi beklenen) bir çekirdeğe (komünistler?, idari yetkililer?..) tatbik ederek hem kalkınmanın, hem de sınıfsız topluma geçmenin ihtiyaçlarını adresleyen yeni bir devlet modelinin teorik çerçevesini oluşturmaktı. Yapılmayan budur. Dolayısıyla sorun, teoriden sapmaktan çok, mecburen aksini yaptığınız teorinin yerine daha doğru, geniş kapsamlı ve tutarlı bir model kurmamak, referans alınan teoriyi geliştirmemektir. Sonuçta bir an için (can havliyle) pratikte bir doğru bir iş yapsanız bile, yeni bir teorik pusulanın yokluğu sizi kaygan zeminlere sürükleyecektir.

Bir diğer örnek "Dünya Devrimi" beklentisidir. 1920'lerin başına kadar, Stalin dahil tüm Bolşevik önderler Marx zamanından beri kabul gören bir hedefin, Dünya (aslında Avrupa) Devriminin beklentisi içindeydiler. Temel yaklaşım, Avrupa Devrimi olmazsa, fakir ve geri bir ülke olan Rusya'da sosyalist bir iktidarın tutunamayacağı yönünde idi. Ancak Stalin 1927'de, önce Buharin'le birlikte, sonra da tek başına Avrupa'ya ihtiyacımız yok; bunu tek başına yapabiliriz diyerek "tek ülkede sosyalizm"i benimseyince, Troçki, Zinovyev ve Kamenev tarafından enternasyonalizmden sapmakla suçlandı. (bu, halen de Troçkistlerin temel suçlamasıdır) Stalin'in girdiği yolda kendi kararlılığıyla elde ettiği başarılar ne denli büyükse, bu yaklaşımın Rusya'yı biraz içine kapadığı, dünyadaki devrimci zaferlere olan beklentinin düşerek devlet diplomasisini öne çıkardığı da bir gerçektir. Ancak Troçkistler dahil kimsenin ciddi bir şekilde cevaplamadığı soru şudur: Avrupa Devrimi niye olmadı? Buna Troçkistlerin verdiği cevap ";Stalincilerin ihmali ve ihaneti yüzünden"şeklindedir ve 1934 Fransa, 1936 İspanya'ya yönelik Komintern politikalarının eleştirisine dayanmaktadır. Bizlerin geleneksel çizgimizin cevabı da "sosyal-demokratların ihaneti yüzünden" olup, Lenin'in 1914'de yaptığı işçi aristokrasisinin yol açtığı yozlaşma tespitini temel almaktadır. Bunların ikisi de cevap değil, geçiştirmedir. Ne Troçkistlerin, ne de bizlerin açıklamaları hiçbir şeyi "açıklamamakta",şu çok önemli soruları cevapsız bırakmaktadır: Niçin devrimci marksizm, kapitalizmin en gelişmiş olduğu iki ülkede, ABD ve İngiltere'de hiçbir zaman kök tutamadı? Niçin 1917 Ekim Devrimini büyük coşkuyla karşılayan ve destek olan Avrupalı işçilerin büyük çoğunluğu, Stalin'in başa geçmesinden de çok önce , Komintern'i değil sosyal-demokratları izlemeye devam ettiler? 1914'de sosyal demokrasinin yozlaşmasını ve onun sonucunda gerçekleşen ihaneti, "yüksek ücret alan işçiler"le açıklamak ne derece anlamlıdır? Bu ve benzeri sorular, aslında aşağıda ele alacağımız temel bir zaafa, marksizmin Batı'lı kapitalist toplumların gerçeğini anlamada ve dönüştürmede yetersiz kaldığı gerçeğine işaret etmektedir ve Bolşevikleri "Dünya Devrimi" hedefinden sapmakla suçlamak da, bu hedefi "demek ki ütopyaymış"deyip bilinçaltına gömmek de aynı noktada, temel bir zaafın üzerine gitmeyerek geçiştirme noktasında buluşmaktadır.

"Teoriden sapmanın kural haline gelmesi" yaklaşımının bir diğer eksiği, teoriden sapılmayan, tam tersine ona sadık kalınan noktaları sorgulamamasıdır. Dikkatle bakıldığında görülecektir ki, sosyalizmi yozlaştıran yaklaşımlardan bir kısmı, teoriye sımsıkı sarıldığımız kimi pratikler olmuştur. Lenin'in parti anlayışını ele alalım: Baskıcı kapitalizm koşullarında, devrimci mücadeleyi sürdürmek için düşünülmüş olan ve kanımızca günümüzde de bu tür bir mücadele için hala geçerliliğini sürdüren bir araç olarak leninist partiyi, yani yukardan aşağıya güçlü bir hiyerarşisi ve sıkı bir disiplini olan, yatay birimlerin birbirleriyle temas kurmadıkları, merkeziyetçiliğin bir stil olarak benimsendiği bir organizasyonu Bolşevikler dünyaya önermiş; iktidara geçtikten sonra da Lenin'in teorikleştirdiği bu modele sadık kalmışlardır. Ancak bu noktada "teoriden sapmamak" sosyalizme bir şey kazandırmamış, aksine kaybettirmiştir. Merkezi otoritenin giderek zayıflaması beklenilen bir proje olan sosyalizmde, toplumdaki en güçlü siyasi kurum olan partinin merkeziyetçiliği bürokrasiyi hep diri tutmuş,(7) "basit bir aşçı kadının dahi siyasetle ilgilenmesi" beklenen bir toplumda her zaman bir tür siyasi elitizmi temsil etmiş, bu haliyle de temel bir hedef olan "siyasi gücün kamulaştırılması"nın önünde hep bir engel teşkil etmiştir. Burada sorun, Lenin'in devrimci mücadeleye son derece değerli bir katkısı olan parti öğretisini toptan reddetmek değil, onun sınıfsız toplum idealiyle çelişen yönlerini tespit edip, yeni koşullara (devrim sonrası) ve yeni hedeflere (siyasi gücün giderek halka transfer edildiği bir sınıfsız toplum) göre yeniden şekillendirecek bütünsel bir çerçeveyi tanımlamak ve hayata geçirebilmektir. Bunun için gerekli öngörüyü gösteremeyen Bolşevikler baskı ve iç savaş koşullarına göre şekillenmiş bir organizasyonu, hiç sorgulamadan sosyalizmin inşasında da olduğu gibi kullanmışlardır.

Dolayısıyla, tek değişkenli modelden çok değişkenli bir modele; yalnızca pratiği değil, teoriyi de sorgulamanın gerekli olduğu bir modele geçmek, ve hem yaşanan çöküşü, hem de bundan çıkış yollarını bu modele göre açıklamak ve tanımlamak zorunlu hale gelmektedir.





Yazıyı baştan sona okudum ve atlanmadan okunması gereken tespitler bulunmakta. Sosyalizmi anlarken onu dogmalaştırmak yerine onun günümüz koşullarında nasıl bir değere sahip olduğunu, sistemin uygulanırken yapılan yanlışları ve teorideki eksikleri sanki kuantumdaki çoklu evren modeline benzer bir yaklaşımla anlatmış(biraz abartıyor olabilirim)Benim demek istediğim tam da bunlardı. Sosyalizm, geçirdiği çöküşle başka bir anlatımla yıkımla yüzleşmeden geleceğe bir köprü kurması imkansız görünmekte.Bu yüzleşme olmazsa John Lennon'ın imagine şarkısındaki dreamers(hayalperestler) olarak kalınıp kapitalizme cephe almak dışında bir şey yapamayan, program geliştiremeyen güdük bir sol anlayış sürüp gidecek, bundan da maalesef dünyadaki kaymak tabaka daha da zenginleşip azgınlaşarak nasiplenecektir.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 16.10.2014- 08:13


Dolayısıyla, tek değişkenli modelden çok değişkenli bir modele; yalnızca pratiği değil, teoriyi de sorgulamanın gerekli olduğu bir modele geçmek, ve hem yaşanan çöküşü, hem de bundan çıkış yollarını bu modele göre açıklamak ve tanımlamak zorunlu hale gelmektedir.

Yazar uzun yazısını bu ifadelerle bitirmiş. Burada çöküşün nedenleri anlatılmamış. Çöküşün nedenleri olarak yapılan eleştirilerin yanlış olduğunu bile söylemiş. Teori ve pratiği sorgulamak derken, hiç olmazsa kendisine göre teorinin ve pratiğin neresinde hatalar olduğunu söyleyebilirdi. Bana göre yazı çöküşü anlatabilecek hiç bir şey söylemiyor.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 16.10.2014- 21:20


Alıntı Çizelgesi: VforVendetta yazmış

Sosyalizm deyince genel olarak herkesin aklına soğuk savaş döneminde kendini Marksist olarak niteleyen reel sosyalizm uygulayıcılarının uygulamaları geliyor. Stalin rusyası, Çinde Mao uygulması, Kübada Castro yönetimi. Bu yönetimlerin hiçbirinin Marx ve Engelsin öngördüğü sistemler olduğunu düşünmüyorum. Sonuç ortada.



Önce buradan başlamak gerekiyor Sn. VforVendetta, önce buradan başlamak gerekiyor! Çin tartışmalı da olsa SSCB ve Küba için hala ''sosyalizm'' ifadesini kullanıyoruz. Burada hiç bir yanlışlık da yok. Bu konuya daha detaylı gireriz, ama ben şu konuyu gerçekten çok merak etmekteyim. Kendini solcu olarak niteleyen kişiler, sol sempatizanlar, bu sizin kurduğunuz cümlelere benzer cümleleri çok kullanıyorlar. Yazıyaz forum'dan bu yana, bir çok kişi geldi geçti ve buna benzer cümleler kurdu. Çoğu samimiydi. Solcu olduklarını, sosyalist olduklarını ifade ediyorlardı. Ama bir sorun vardı ve tartışmaya girmekten de çoğu kez kaçınıyorlardı. Belki bu tür ifadeler genellikle ''sert'' cümlelerle karşılık bulduğundan olabilir. Bu konuda bizlerin de yanlışları olmuş olabilir. Umarım siz, böyle bir davranış göstermezsiniz ve karşılıklı düşünce alış verişiyle bu konu belli bir aydınlığa kavuşabilir.

Benzer önemde bir konu daha var: ''Daha güzel 21.yüzyıl sosyalizmi'' konunun tartışılabilmesi için önce sosyalist-komünist olmak da gerekiyor. Şu anlamda; bu konu kendini sosyalist olarak tanımlayanlarla farklı tartışılır, solcu-sosyalist olmayanlarla farklı... Tartışma başlangıcında bu konunun da açıklığa kavuşması gerekiyor, karşılıklı düşünce alış verişinin daha sağlıklı bir zeminde sürmesi açısından...

Ve son bir konu, ''sosyalistim'' diyenlerin, sosyalizmden ne anladıklarının, kendini nasıl bir sosyalist olarak tanımladıkları da önemli. Malum, özellikle AKP döneminde Erdoğan'a bile ''gerçek sosyalist'' nitelemesinde bulunuldu. Ne kadar dönek varsa onlar da sosyalist, ne kadar liberal varsa çoğu sosyalist olduklarını söylüyor. Şimdilerde ''demokratik modernite'' diyenler de sosyalist olduklarını Marks ve Lenin'i aştıklarını iddia ediyor. Kısaca bu konuda da bir kargaşa hüküm sürüyor. Bu konuya da bir açıklık getirildiğinde, açmış olduğunuz konu sağlam bir zeminde tartışılabilir.

Çok basit bir giriş yapayım; bilimsel sosyalizmi savunanların sosyalistliği çok basit olarak kapitalizm-özel mülkiyet-sömürü-artıdeğer karşıtlığında şekillenir ve bu kişiler ( sosyalistler) nihai olarak komünizm dediğimiz sınıfsız-devletsiz enternasyonal toplumu savunurlar. Eğer ''sosyalistim'' dendiğinde bu dar kapsamlı tanıma karşı çıkılmıyorsa, sosyalizmin ne olduğu, ne olması gerektiği çok anlaşılabilir biçimde konuşulabilir demektir.




Bu ileti en son melnur tarafından 16.10.2014- 21:51 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 16.10.2014- 22:57


Sn.VforVendetta; sizinle şu yukarıda söylemeye çalıştığım asgari ilkelerde anlaştığımızı varsayarak devam edeceksek, öncelikle sosyalizmin ne olması gerektiğinin anlaşılması, SSCB'ye, Küba'ya bakmakla değil, komünizmin ne olduğuna, daha doğrusu, sosyalizme komünizmden bakmakla mümkün olacağını söylemek gerek. Evet, sosyalizmin anlaşılması ona komünizmden bakmakla mümkündür. Çünkü sosyalizm kapitalizm ile komünizm arasındaki geçiş süreci-toplumunun adıdır.   Sosyalizm kapitalizm ile komünizm arasındaki geçiş süreci ise, onun ne-nasıl olması gerektiren formasyon da komünizmdir. Bir başka deyişle sınıflı ve devletli bir toplum olan kapitalizmden, sınıfsız ve devletsiz bir toplumsal düzen olan olan komünizme geçişin adı ise, sosyalizm, kapitalizmin bütün ''olumsuzluklarını'' komünizmin bütün ''olumlu durumuna'' dönüştürecek niteliklere sahip olmalıdır. Demek ki, nasıl bir sosyalizm sorusunun yanıtı burada yatıyor. Adına ister 21.yüzyıl sosyalizmi deyin, isterseniz başka bir şey, bilimsel sosyalizmden söz ediyorsak, sosyalist toplum dediğimiz süreç bu değişimi gerçekleştirmek durumundadır ve bu yönde yapılanmalıdır.

Komünizm sınıfların ortadan kalktığı bir toplumdur. Komünizmde sınıflar, sınıfları ortaya çıkaran koşullar, yönetici yönetilen ve kent-kır çelişkisi ortadan kalktığı için bildiğimiz anlamda devlet de yoktur. Üretici güçlerin gelişmişliği nedeniyle komünist insanda çalışma zorunluluğu da yoktur. İnsanlar zorunluluk olmamasına rağmen üretmenin yaşamak için gereklilik olduğunun bilincine varmışlardır. Bu yüzden komünizm yeni bir toplumdur ve komünizmdeki insan da yeni bir insan tipidir.

Bu konuda komünizmi bu şekilde tanımlayabilmek yeterlidir ve konuyla ilişkilendireceksek bu tanım ışığında sosyalizm, kapitalizmden gelen toplumsal yapıyı, komünizm dediğimiz toplumsal yapıya, yani yeni bir topluma ve yine kapitalizmden gelen insan tipini komünist insan tipine dönüştürmek zorundadır ve sosyalizm bu dönüşümü sağlayacak önlem ve devrimlerin gerçekleştirildiği süreçtir. Aynı şekilde sınıfların ortadan kaldırılması, sınıfları ortaya çıkartan koşulların düzlemesi de bu süreçte gerçekleştirilir. İşte, sosyalizmin nasıl olması gerektiği bu dönüşümlerle doğrudan bağlantılıdır. Bu birinci önemli konu. Bu konu gözardı edilerek sosyalizmin nasıl olması gerektiği konusu tartışılamaz ve anlaşılamaz.
Demek ki, ''nasıl bir sosyalizm?'' sorusunun yanıtı, sömürüyü ve sınıfları ortadan kaldırmaya çalışan, kent-kır ve yöneten yönetilen çelişkisini ortadan kaldırmaya çalışan, insanın aracısız kendi kendini yönetmesini (öğrenmesini) sağlayan bir süreç olmalıdır.

Burada önemli olan bir konu daha var: Bilimsel sosyalizm komünizme varmanın yolunun temel çıktılarını da bize vermektedir. Yani sosyalizmin anlaşılması ve ne olması gerektiğinin ortaya konulması hem yukarıda anlatılmaya çalışılanlar ışığında konuya yaklaşmakla ve hem de bu konuda bilimsel sosyalizmin bu konudaki temel çıktılarını bilmek ve onları içselleştirmekle mümkündür. Bunlar da, proletarya diktatörlüğü ( tartışmasız komünizme kadar sürecektir), özel mülkiyetin kaldırılarak kamu mülkiyetine geçilmesi, merkezi planlamanın gerçekleştirilmesidir. Bir şey daha ekleyeyim, devrimi gerçekleştiren öncü partinin öncülüğünün bu süreçte ( şu ya da bu şekilde) sürdürülme zorunluluğunun bulunmasıdır.

Sosyalizmin ne-nasıl olması gerektiği bu konular içselleşmeden ortaya koyulamaz.
Bu konular içselleşmeden reel sosyalizme yönelik sağlıklı değerlendirmeler de yapılamaz.

Bu konuda söyleyeceklerim şimdilik bu kadar.




Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 5 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2]   3   4   5   >   son» 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör NASIL ÖRGÜTLENMELİ? umut 0 3429 22.07.2014- 00:31
Konu Klasör Yeni dönem, yeni ihtiyaçlar ve TİP’in stratejisi;EŞİKTEKİ SOSYALİZM melnur 2 322 30.06.2023- 05:46
Etiketler   NASIL,   BİR,   SOSYALİZM,   OLMALI
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS