SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Komünizm insanlığa ne vaat ediyor?-Can Soyer           (gösterim sayısı: 3.595)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
denizcan
[ devrimci ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.12.2013
İleti Sayısı: 2.431
Konum: Trabzon
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: denizcan
Konu Tarihi: 19.11.2014- 11:46


Komünizm insanlığa ne vaat ediyor?-Can Soyer  

Son iki yazımızda yeni bir komünist uygarlık ihtiyacını değişik boyutlarıyla ele almaya çalıştık. Böylesi bir tartışmanın akla getirdiklerinden biri de, komünizmin insanın doğasına ya da insanın doğasının komünizme uygun olup olmadığıdır. Bu ikisi arasında bir uyumsuzluk bulunduğu, dolayısıyla komünizmin insanın doğasına aykırı olduğunu söyleyen felsefi, psikiyatrik, sosyolojik ya da biyolojik görüşlerin varlığı da biliniyordur.

Ancak “komünizm insanın doğasına uygun mudur” sorusu, tam da yanıtlanması gerekeni sorunun kurucu unsuru haline getirmekte, yani insanın bir “öz”ü olup olmadığını soruşturmak yerine onu varsayarak yola çıkmaktadır. Bu nedenle, komünizmin insanın doğasına uygunluğu sorusunun, esasında bir soru değil, basbayağı bir (olumsuz) yanıt olduğu da söylenebilir.

Oysa, tarihsel ve toplumsal gelişimin dışında, her türlü etki ve belirlenimden muaf, insanın biyolojik varlığının ötesinde toplumsal varlığını da biçimlendiren bir “öz”, eski çağlardan bu yana idealist felsefi kurguların temel taşını oluşturmuştur.   Marksizm gibi, komünizmi hedefleyen bir kuramın, bu nedenle insan doğası türünden bir soyutlamayı kabul etmesi mümkün değildir. Marx’ın birçok kereler vurguladığı gibi, insanın doğası, eğer böyle bir şey varsa, ancak ve sadece onun tarihsel ve toplumsal gelişiminde izlenebilir. Eğer insana bir öz atfedilecekse, bu, insanın biyolojik varlığının dışında, insanı da kapsayan toplumsallık türünde aranmalıdır.

İnsanın özünün, paradoksal görünse de, insanın dışına yerleştirilmesi, Marx’ın diyalektiğinin en esaslı görünümünü ve bütüncül perspektifini göstermektedir. Ancak önemi bununla sınırlı değildir; Marx, bu sayede, sadece Aristoteles’ten bu yana batı felsefesinin en bilinen mottolarından biri olan “insan politik hayvandır” tezini tekrar etmiş olmuyor, aynı zamanda insanı özgül bir canlı türü olarak doğadan soyutlayıp özerkleştiriyor da. Çünkü doğadan ve diğer canlılardan özerkleşen insan, tanımlanmak için artık toplumsal ve tarihsel ölçütlere ihtiyaç duyar hale geliyor. Başka türlü ifade edersek, böylelikle insan, kendi biyolojik varlığının ötesine taşan, tanımlanmak için de beden sınırlarının dışına çıkmayı dayatan özgül bir canlı türüne dönüşüyor.

Peki bu işlemi, yani insanı doğadan ve diğer canlı türlerinden özerkleştirmeyi mümkün kılan nedir? İnsan ile diğer canlı türlerini ayıran çizgi nereden geçmektedir? İnsan, nerede başlamaktadır?

Bu soruya marksistlerin verdiği yanıt, insanın, doğayı kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla değiştirmeye, yani üretim eylemine başladığı anda diğer canlı türlerinden ayrıldığıdır. Burada üretimin niteliği ve tekniği ikincil bir tartışma konusudur ve tarihsel gelişme sürecinin içerisinde açıklanmaktadır. Ancak, içinde yaşadığı doğal çevreye müdahale eden, bu çevrede kendi ihtiyaçları doğrultusunda değişimler yaratan, doğa ile kurduğu bağımlılık ilişkisini kendi lehine dönüştürmeye başlayan insan, tanım gereği, diğer canlı türlerinden niteliksel olarak ayrılmaktadır. İşte, insanın doğasını ya da özünü, tam da burada, insanın başladığı noktada, insanı diğer canlı türlerinden ayıran tanımda aramak gerekmektedir.

Oysa bir kere insanın doğasının onun tarihsel ve toplumsal varlığından bağımsız düşünülemeyeceğini, bu varlığın temelinde ise insanı doğadan özerkleştiren üretim eyleminin olduğunu söylediğimizde, bu eylemin yönünü de tarif etmemiz gerekiyor. Zaten böylesi bir “yön” bir kere ortaya konduğunda, insanın doğası ile komünizm düşüncesi arasındaki bağlantı da açığa çıkmış oluyor.

Bu açıdan baktığımızda, insanı doğadan ayıran üretim eyleminin, esasen insanın özgürleşmesi sürecini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Doğa karşısında çaresiz, besin ve barınma gibi temel fizyolojik ihtiyaçları için doğaya bağımlı olan insan türü, üretim eylemi ve bunun sağladığı pratik faydalar sayesinde, giderek doğadan özerkleşmiş, doğaya mahkum olmaktan çıkmış, doğa karşısındaki çaresizliğini yenmeye başlamıştır. Basit bir örnekle, vaktinde beslenmek için doğanın kendisine sunduğu gıdayı beklemek zorunda olan insan, ekicilik ya da hayvancılık konusunda yetkinleştikçe, besininin kontrolünü giderek kendi eline almaya, ihtiyaç duyduğu gıdayı doğadan kaynaklanan “talih” değil de, kendi üretim eyleminin faydası olarak edinmeye başlamıştır. Ve bu sürecin mantığı, ilk tohumların toprağa ekildiği arkaik çağlardan uzayda gezinen araçları izlediğimiz günümüze kadar varlığını sürdürmektedir. İnsan, akıl ve teknikle birleştirilmiş üretim eylemi ile birlikte, doğadan ve doğanın dayattığı sınırlardan her adımda biraz daha özgürleşmekte, özgürleşmeyi aramaktadır.

Tarihte ilerleme olgusuna karşı çıkanların, esasen bu derin mantığa karşı çıktığını geçerken belirtelim, ancak bizim için önemli olan bu özgürleşme sürecinin boyutlarıdır. İnsanın üretim eylemi aracılığıyla doğadan özerkleşmesi, aynı zamanda sınıflı toplumların da oluşması sürecini tetiklemiştir. İnsan, doğadan özgürleşmesinin bedelini, toplumsal ilişkilerin eşitsizliğiyle, diğer bir deyişle doğaya değil de diğer insanlara boyun eğmek zorunda kalışıyla ödemiştir. Belki artık besinini sağlamak için doğanın lütfuna bağımlı değildir, fakat şimdi de karnını doyurabilmek için çalışmak, emeğini başkalarına satmak zorundadır. Doğanın dayattığı koşulları alt edebilen insanın karşısına, bundan böyle toplumsal yapının koşulları çıkmıştır. İnsan, insanın gelişimi ve özgürleşmesi, şimdi doğa tarafından değil, toplumsal ilişkilerin eşitsiz ve sömürücü yapısı tarafından sınırlanmaktadır. İnsan, ilerleyebilmek için özgürlüğünü, şimdilik, feda etmiştir.

İşte böylece, insan doğası hakkındaki bu uzun soruşturmayı Marx’a ve komünizm düşüncesine bağlayan uğrağa gelmiş bulunuyoruz. Marx’ın insanın toplumsal ve tarihsel varlığına dair kavrayışının, klasik aristotelesçi düşünceden daha derin olduğunu yukarıda söylemiştik. Bu derinliği sağlayan en önemli unsur, insanı, sadece koşullar tarafından biçimlendirilen bir varlık olarak görmeyip, insanın koşullar üzerindeki etkisini de açığa çıkarmaya çalışmasıdır. Bu nedenle, çok bilinen sözündeki gibi, “eğer insan koşullar tarafından biçimlendiriliyorsa, koşulların insani olarak biçimlendirilmesi gerekir” demektedir. Bu söz, bir yandan insanı kuşatan toplumsal ve tarihsel belirlenimlere işaret ederken, bir yandan da insanın etkin varoluşuna, koşullara müdahale edip dönüştürebilme kapasitesine, yani insan özgürleşmesinin pratik niteliğine vurgu yapmaktadır.

İnsan, nasıl bir zamanlar doğanın kendisine koyduğu sınırlardan kurtulmak ve özgürleşmek için harekete geçmiş ise, şimdi de sınıflı toplumun kendisine dayattığı sınırları ortadan kaldırmak için mücadele etmelidir. İlk adımda doğaya olan bağımlılığın niteliği gereği üretim eylemine ihtiyaç duyan insanlık, bu defa toplumsal bağımlılığın niteliği gereği siyasal eyleme ihtiyaç duymaktadır. İnsanın özgürleşmesi, gelişiminin önüne dikilen her türlü engel ve sınırdan kurtulması, toplumsal koşulların radikal biçimde dönüştürülmesiyle, toplumsal ilişkilerin insanın özgürleşme hedefiyle uyumlu hale getirilmesiyle mümkündür artık. Çünkü şimdi insan, doğanın değil, toplumsal yapının eşitsiz karakterinin esareti altındadır.

Komünizm düşüncesi, en başta, insanlığın özgürleşmesinin önüne dikilen bu engelleri işaret ettiği ve onların ortadan kaldırılmasını önüne koyduğu için radikaldir zaten. Marx, insanlığın kapitalizmle birlikte eriştiği üretkenlik aşamasında, örneğin dünyanın her yerindeki topluluklara yetecek ölçüde besin üretmenin mümkün olduğunu görmüş ve “peki gerçeklik buysa, neden hala milyonlarca insan açlıkla savaşıyor” diye sormuştur. Yanıt ise, doğaya karşı olan esaretini yıkıp herkese yiyecek üretebilecek düzeye kadar gelebilen insanlığın, bu kez eşitsiz toplumsal ilişkilerin esareti altına girdiği, kapitalist üretim tarzının insanın bu gelişme potansiyelini hayata geçirmesini engellediği, sınırladığı yönündedir.

Ve bu esaret, öyle çok da tarihsel ya da teorik bir soyutlama falan değildir. Kapitalizmin, insanın özgürleşmesinin önüne koyduğu engeller, her gün somut olarak da deneyimlenmektedir. Bilimin ulaştığı nokta hesaba katıldığında, basit bir aşının yokluğu yüzünden ölmek zorunda olan insan, aslında doğaya değil, toplumsal koşulların eşitsizliğine boyun eğmektedir örneğin.

O yüzden, kapitalizm yıkılmalıdır. Sadece eşitsizlik ve sömürü üreten karakteri vicdanları sızlatıyor olduğu için, insanın en temel ihtiyacını, özgürleşme aranışını engelliyor olduğu için yıkılmalı ve insanın gelişiminin ve özgürleşmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Kapitalizm yıkılmalı ve üretim, paylaşım, toplumsal ilişkilerin bütünü insanın denetimi altına alınmalıdır. İnsanlık, kendisini de biçimlendiren koşulları biçimlendirmeli, insanileştirmelidir.

Eğer komünizm bu haliyle, yani insanın özgürleşmesini hedefleyen ve bu özgürleşmenin önündeki engellerin kaldırılmasını amaçlayan bir düşünsel ufuk olarak anlaşılırsa, komünizm ile insan doğası arasındaki çelişki de ortadan kalkar. Bu açıdan bakıldığında, komünizmin insan doğasına aykırı olması şöyle dursun, insanın tarihsel ve toplumsal doğasının ancak komünizmle birlikte gerçekleşebileceği açığa çıkar.

Demek ki, insanın doğasına uygun olmayan komünizm değil, kapitalizmdir.

Komünizm, insanlığa basitçe refah ya da rahatlık değil, bizzat insani varoluşun kendisini, sınırlarından kurtulmuş insanın özgürleşme pratiğini vaat etmektedir.

Komünizm, insanlığa yeniden insan olabilmenin yolunu göstermektedir.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
bedrettin
[ ..... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 30.08.2013
İleti Sayısı: 907
Konum: Trabzon
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: bedrettin
Cevap Tarihi: 20.11.2014- 17:10


İnsan doğasını bütün insanlardaki değişmeyen ortak özellik olarak anlayacaksak, insan doğası insanın yemek, içmek, giyinmek, barınmak, kendini huzurlu hissetmek gibi özelliklerde aramak lazım. Böyle anladığımızda kapitalizm mi, yoksa komünizm mi insan doğasına uygundur sorusunun cevabı da ortaya çıkmış oluyor. O da komünizmdir.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
munzur
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 19.12.2013
İleti Sayısı: 1.075
Konum: Gizli
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: munzur
Cevap Tarihi: 20.11.2014- 18:20


İnsanın insanı sömürdüğü bir sistem için insan doğasına uygundur demek, sömürünün ortadan kaldırıldığı insanın insanca yaşayacağı bir sisteme insan doğasına aykırıdır demek, insanlığını kaybetmişlerin savunacağı bir iddiadır. Kapitalizmden yana olanların savunacakları hiç bir şey kalmadı, kala kala ellerinde sadece bu yalanlar kaldı.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
bedrettin
[ ..... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 30.08.2013
İleti Sayısı: 907
Konum: Trabzon
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: bedrettin
Cevap Tarihi: 21.11.2014- 15:03


Alıntı Çizelgesi: munzur yazmış

İnsanın insanı sömürdüğü bir sistem için insan doğasına uygundur demek, sömürünün ortadan kaldırıldığı insanın insanca yaşayacağı bir sisteme insan doğasına aykırıdır demek, insanlığını kaybetmişlerin savunacağı bir iddiadır. Kapitalizmden yana olanların savunacakları hiç bir şey kalmadı, kala kala ellerinde sadece bu yalanlar kaldı.



Bu yalanları söylemeye mecburlar, başka türlü bu sistemi ayakta tutabilmenin imkanı kalmadı.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
denizcan
[ devrimci ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.12.2013
İleti Sayısı: 2.431
Konum: Trabzon
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: denizcan
Cevap Tarihi: 22.11.2014- 16:32


Bir yeniden kuruluş ihtiyacı-Can Soyer  

Bir süredir sosyalist hareketin gündemindeki tartışma başlıklarından biri de yeniden kuruluş ihtiyacı. Özellikle Haziran Direnişi ile birlikte ve ardından açılan dönemde, sosyalist hareketin Türkiye’de saptadığı olanaklar, bu türden bir yeniden kuruluş tartışmasının en önemli nedenlerinden biri. Ancak sadece bundan ibaret değil elbette. Esnek bir bakışla, sosyalist hareketin yeniden kuruluş ihtiyacının kendisini hissettirmeye başlamasını birkaç yıl daha geriye yerleştirebiliriz.
 
Nihayetinde, Haziran Direnişi, bir süredir kendisini hissettiren ihtiyacın artık inkar edilemez bir aciliyet kazandığı uğrak oldu. Haziran’da mevcut birikimini sınayan sosyalist hareket, bir yandan eksik ve boşluklarını görürken, bir yandan da gerekli hazırlıkları yerine getirdiği koşullarda neler yapabileceğini keşfetti. Nitekim, Haziran’ın hemen ertesinden başlayarak, sosyalist örgütler içerisinde başlayan tartışmalar ve bu tartışmaların sonuçları, yeniden kuruluş ihtiyacına verilen yanıtları yansıttı.
 
Bu açıdan bakarsak, yeniden kuruluş ihtiyacının, bir ya da birkaç sosyalist örgüte münhasır olmadığını, sosyalist hareketin bütününü kapsadığını ve ilgilendirdiğini söylemek gerekmektedir. Türkiye sosyalist hareketinin bir bütün olarak yeniden kuruluşa ihtiyaç duyduğu, bu yeniden kuruluşun esas hedefinin de ülkedeki toplumsal ve siyasal mücadelelerin gereklerini karşılayabilecek bir birikime ve güce erişmek olduğu, bir süredir açıkça ortadadır.
 
Bu ihtiyacın nesnel kaynakları da var elbette. Türkiye’de sosyalist hareketin mevcut ve yerleşik konumlanışı, ülkenin son 30 yıllık kesitine uyarlanmıştır. Genellikle 12 Eylül’le başlayan, ancak hemen öncesini de kapsaması gerektiğini söyleyebileceğimiz bu dönem, sosyalist hareketin ve sosyalizm düşüncesinin hızla etkisizleşerek gerilediği, buna karşılık kapitalizmin dünya çapında ideolojik bir saldırıya giriştiği bir dönemdir.
 
Kendisi gerileyen, aynı zamanda atak ve sert bir saldırıyla karşı karşıya kalan sosyalist hareket, kendisini esas olarak bu iki başlıktaki konumlanışıyla kurmuş oldu. Yani bu dönemin konumlanışındaki temel belirleyen, bir yandan gerilemeye bir set çekmekle, diğer yandan da şiddetlenen saldırıları püskürtebilmekle tanımlanan bir savunma tarzıydı. Sosyalist hareketlerin, bir bütün olarak ele alındığında, bu dönemi atlatabildiğini söylemek mümkündür. Sosyalizmi bugün hala ayakta tutan ve şimdi bir yeniden kuruluş sürecinin eşiğine kadar ilerletebilen, dolayısıyla tarihsel kıymeti tartışma konusu dahi yapılamayacak olan da sözünü ettiğimiz bu savunma konumlanışıdır.
 
Ancak bu dönem kapanmıştır. Ve bunu kapatan, sosyalist hareketin kendi öz gücü ya da etkinliği olmamıştır. Kapitalizmin dünya çapında yürüttüğü ideolojik saldırı giderek zayıflamış, mevcut liberal siyasal ve toplumsal “konsensüs” çatırdamaya başlamıştır. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da kapitalizmin yönetememe krizi ipuçlarını göstermektedir. Daha önemlisi ise, yine yalnızca Türkiye’ye özgü olmayan bir biçimde, halk hareketlerinin sıklığı ve şiddeti gözle görünür biçimde artmaktadır. Dolayısıyla, sosyalizmin kendisini uyarlamış olduğu siyasal ve toplumsal konjonktür geride kalmaktadır.

O halde, sosyalist hareketin kendisini açılan yeni dönemin özelliklerine uyarlaması, siyasal ve toplumsal atmosferin ihtiyaçları doğrultusunda konumlanması, kısacası bir yeniden kuruluş sürecinden geçmesi kaçınılmazdır.
 
Bu noktada, tartışma çok geniş bir yüzeye yayılmaktadır. Bu yeniden kuruluşun hangi başlıklarda, ne tür hedeflerle, nasıl bir tarzla gerçekleştirileceği, dahası böylesi bir yeniden kuruluş sürecinin kendisini hangi pratik biçimlerde görünür kılması gerektiği, her biri uzun ve kolektif tartışma deneyimlerini gerektiren bir içerik taşımaktadır. O yüzden, şimdilik birkaç temel saptamada bulunmak ve tartışmayı daha geniş bir platforma havale etmekle yetinelim.
 
Öncelikle, sözünü ettiğimiz yeniden kuruluşun bir tür restorasyon ya da tıpkıbasım olarak düşünülmesinden uzaklaşmak gerekmektedir. Bugün ihtiyacı hissedilen türden bir yeniden kuruluş, daha derin ve kapsayıcı, daha yaygın ve dönüştürücü, daha baskın ve harekete geçirici bir içerik taşımak zorundadır. Dolayısıyla, yeniden kuruluşla kast edilen, mevcut yapıyı ya da konumlanışı yeni bir üslupla, yeni teknikle, yeni bir işlevle kurmaktır. Kısacası, yeniden kuruluş, yineleyerek değil, yenileyerek kurmak anlamına gelmektedir.
 
Bu tarzdaki bir yeniden kuruluşa ise, kaçınılmaz olarak, iki paralel hamlenin eşlik etmesi gerekmektedir.
 
Bunlardan ilki, sosyalist hareketi, sosyalizm düşüncesini, işçi sınıfının ve emekçi halkın iktidar mücadelesini karakterize eden özellikleri açığa çıkartmak, sosyalizmin evrensel ve özgül birikimini bir omurga olarak yerleştirmek ve ülkemizin bereketli topraklarına tutunmuş kökleri sağlamlaştırmaktır. Bu, bir başka terminolojiyle ifade edersek, sosyalist hareketin bugüne kadar yarattığı birikimi içerip aşmak anlamına gelmektedir. Ve felsefede olduğu kadar, siyasette de içerilmeyen unsurun aşılamayacağı; kapsanamayan unsurun dönüştürülemeyeceği; parçası olunmayan bütünlüğün bütününün ele geçirilemeyeceği açıktır. Dolayısıyla, sosyalist hareketin içerip aşarken, içerdiği birikime burun kıvırma şansı bulunmamaktadır.
 
İkinci hamle ise, açılmakta olan dönemin özelliklerinin saptanması ve eldeki birikimin bu dönemin ihtiyaçlarını karşılamakta nasıl işlevlendirileceğinin ortaya konmasıdır. Bu, yukarıda içerip aşmak diyerek özetlediğimiz biçimde, bir süreklilik boyutu da taşımaktadır; ancak hem içerik hem de hedef açısından radikal bir tarzı gerektirmektedir. Diğer bir deyişle, sosyalist hareket yeni bir dönemin açılmakta olduğunu, artık yeni bir zeminde konumlanması gerektiğini ve yeniden kuruşla birlikte bu yeni zemine yerleşmiş olacağını bilince çıkarıp, eski zeminden ve onun kalıcılaştırdığı her tür alışkanlıktan kopmalıdır. Çünkü yeniden kuruluş ve yeni bir konumlanış, psikolojik bir algı ya da tutum değişikliği değil, nesnel bir zemin değişikliğini ifade etmektedir. Bu anlamda, yeniden kuruluşla birlikte, sosyalist hareket Türkiye’nin siyasal ve toplumsal haritasında yeni bir konuma oturacak, önümüzdeki dönemin sosyalist mücadele pratiğine bu yeni konumlanış rengini ve üslubunu verecektir.
 
İşin ciddiyeti de aciliyeti de buradan kaynaklanmaktadır.



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Ve insanlık Güneş Sistemi'ni terk ediyor melnur 0 3732 16.08.2013- 19:29
Konu Klasör Sosyalistler halka ne vaat ediyor? denizcan 0 3059 05.05.2015- 19:53
Konu Klasör Komünizm ve din melnur 0 1691 25.02.2019- 17:11
Konu Klasör Sol komünizm: Zor günler, zor satırlar... melnur 0 1581 07.07.2020- 08:01
Konu Klasör ‘Komünizm için Mücadele: Yüz yıllık Politik Miras' toplantısı başladı melnur 1 2732 17.02.2019- 03:06
Etiketler   Komünizm,   insanlığa,   vaat,   ediyor-Can,   Soyer
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS