SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
AKP, Siyasal İslam ve Tarih Anlayışı           (gösterim sayısı: 4.029)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
denizcan
[ devrimci ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.12.2013
İleti Sayısı: 2.431
Konum: Trabzon
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: denizcan
Konu Tarihi: 29.01.2015- 20:44


AKP, Siyasal İslam ve Tarih Anlayışı – Taner Timur


İlk çağlardan itibaren, tarihi yazanlar, ender istisnalar dışında, tarihi yapanlardan farklı kimseler oldular.   Rönesans’a, hatta Aydınlanma çağına kadar tarihi kralların, hanların, sultanların vb yaptığı kabul ediliyor ve yapılanları da “vakanüvis”, “kronik yazarı”, ya da “annalist” gibi adlar altında bilge kâtipler yazıyordu. Ne var ki Heredot’la başlayan bu tarih anlayışı eski Yunan’da bile “bilim” sayılmamış, Aristoteles’in Ortaçağ’a da egemen olacak eleştirilerine yol açmıştır. Siyaset biliminin kurucusu sayılan Rönesans düşünürü Machiavelli bile, halka ya da “kahraman”lara değil, tarihi yaptığı varsayılan “Prens”e öğütler veriyordu. Oysa siyaseti ve özeli ön plana çıkaran bu anlayışın ürünleri geçmişi anlamamızda hayli sınırlı bir rol oynuyorlar. Üniversite ve benzeri kurumlar kanalıyla resmi ideolojileri oluşturan bu anlayış, Aydınlanma çağında, insan ve toplum bilimlerindeki devrimle sarsıldı ve yerini sessiz yığınları da hesaba katan çoğulcu görüşlere bıraktı. Buna mecbur da olmuştu, çünkü kul ve köle statüsünde gördüğü halk yığınları bilinçlenmeye başlamış ve efendilerine meydan okuyan yeni bir sınıf ortaya çıkmıştı. Bu sınıf kişisel bağlara dayanan feodal ilişkileri ve dinci bağnazlığı tasfiye eden devrimci burjuvazi idi.

Zihin dünyasında “Aydınlanma” olarak yaşanan bu dönüşümün gerçek niteliğini tarihi maddeciliğin kurucuları ortaya koydular. Geleneksel tarih-yazıcılığını eleştirirken, “Tarihte belirleyici faktörleri, en önemli siyasal edimlerin teşkil ettiği fikri”, diyordu Engels, “tarih-yazıcılığı fikri kadar eskidir ve bu da halkların evriminde, gürültülü sahnelerin arka planında sessizce cereyan eden ve toplumları ilerleten şeylerden bizlere çok az şey kalmış olmasının başlıca nedenidir.   Bu fikir geçmişte tarih anlayışına egemen oldu ve ancak Fransa’da Restorasyon döneminin burjuva tarihçileri tarafından sarsıldı”. Bunlar, tarihi analizi sınıf kavgası temeline oturtan ve tarihi maddeciliğin doğmasında rol oynayan A. Thierry, F. Mignet, F. Guizot gibi tarihçilerdi.

Engels bu satırları, Tarihi maddeciliğin kuruluşundan hayli sonra,   1878’de, Anti-Dühring’te yazmıştı. Oysa o tarihte bile Alman Üniversitesi’nde, Engels’in deyimiyle “bütün bu gelişimden haberi olmayan” Profesör Dühring hüküm sürüyordu. Çünkü burjuvazi iktidardaydı ve her egemen sınıf gibi, hegemonyasını “ebed-müddet” kılmak için her türlü zorbalığı yapıyordu. Bismark Dühring’e dahi tahammül edemeyecek ve onu bile “radikal” bularak üniversiteden uzaklaştıracaktır.

***

Peki bu tarihlerde Osmanlı Devleti’nde neler oluyordu?

Bu tarihlerde Osmanlı Devleti de çalkantılar içindeydi. Gerçekten de Bismark, Lassale ve Dühring’le uğraşırken Sultan Abdülhamid de Mithat Paşa’yla uğraşıyor ve düşman gördüğü bu reformist siyasetçiyi yurt dışına sürüyordu. Üstelik iş bununla da kalmadı; çünkü devrimler gibi karşı devrimler de kendi çocuklarını yiyorlar ve müstebit sultan için Mithat Paşa’dan sonra sıra kendi çocuklarına gelmişti. Bunlardan Mizancı Murat Efendi sürülmeyi beklemedi ve kendiliğinden yurt dışına kaçtı. Kabahati Mektebi Mülkiye’deki tarih derslerinde Fransız Devrimi’ni överek anlatmış olmasıydı ve bunun sonuçlarından korkmuştu. Haksız da değildi, zaten çok geçmeden tarih dersi programdan çıkarıldı. Yıllar sonra Halit Ziya Uşaklıgil, o dönemin tarih anlayışını anılarında şöyle özetleyecektir: “En çok korkulan ‘Tarih’ti. Düşüncenin uyanmasına asıl hizmet edecek olan, ders edinme alanında bir aydınlık yaratabilecek bulunan bu ‘Tarih’ belası, yönetimin rahatını kaçıran bir karabasandı… Hele o zamanlar Tarih-i Umumi denilen dünya tarihi, perdesinin ucu bile kaldırılmayacak, yalnız bir deliğinden karanlıkta seyredilebilecek bir sahneydi.. Örneğin dünyayı baştanbaşa değiştirecek yeni ilkeler, değişik görüşler getiren ‘Fransız Büyük İhtilali’ değil okul kitaplarında, Türk’ün hiçbir yazısında daha meydana gelmiş bir olay değildi.” (Kırk Yıl; 1987, s. 547). İşte bugün özlemle anılan, yeniden yaşatılmak istenen Abdülhamit rejiminin tarih anlayışı buydu.



***

Konumuz tarih anlatmak değil; bu yüzden buraya bir nokta koyalım ve günümüze gelelim. Bugün nasıl bir “tarih anlayışı” ile ve bunu besleyen ne gibi bir “tarihi blok”la karşı karşıyayız? Hangi nedenlerle Abdülhamid’in yüceltildiği ve bir çeşit “tarihle yüzleşme” aldatmacası içinde gerçek “ıslahatçı”nın “Ulu Hakan” olduğu düşüncesinin zihinlere çakıldığı bugünlere geldik?

Gerçekten de düşünce hayatımızda AKP iktidarı ile birlikte ve giderek artan bir şekilde “Yeni-Osmanlıcı” bir koro hegemonya kurmaya çalışıyor. Koroyu R. T. Erdoğan yönetiyor ve şefin kendisi türküleri seslendirmeye katılmasa da, verdiği işaretlerle toplulukta bir uyum yaratmayı başarıyor. Şef, bu konuda üstadı Necip Fazıl Kısakürek’i izleyerek, her türlü gerçeğin kaynağının İslam’ın kutsal kaynaklarında bulunduğunu söylüyor ve Mürşidi kadar açık olmasa da, işaret diliyle, yakın tarihimizde Abdülhamid ve Vahdeddin dışında bir ışık tanımadığını ilan ediyor.

Aslında açıkça görülüyor ki R. T. Erdoğan için akademik tarihçilik, vitrini süsleyen törenler dışında fazla bir önem taşımamakta ve Şef’in kişisel formasyonu,   yaşam tecrübesi ile kolayca özdeşleştiği halk kesimlerini sürükleyecek dili başarıyla kullanmasında yeterli olmaktadır. Örneğin Cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra, Erdoğan’ın, esnaf ve sanatkârlara hitap ederken nasıl duygulandığını anımsayalım. Geçtiğimiz Kasım ayında, iktidarının temel dayanağına seslenirken, “Bizim medeniyetimizde”, diyordu RTE, “milli ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkâr gerektiğinde askerdir, alperendir; gerektiğinde vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır; gerektiğinde asayişi tesis eden polistir; gerektiğinde adaleti sağlayan hâkimdir, hakemdir; gerektiğinde de şefkatli kardeştir”. Bu cümlelerde, Erdoğan’ın, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna ve Ahi örgütlerine kadar uzanan sınıfsal bağları ile, popülist söylemini besleyen “tarih anlayışı”nı buluyoruz. İktidar yıllarında giderek katı bir Sünni ortodoksiye dönüşen bu anlayış, sembolik ifadesini de, üçüncü Boğaz köprüsüne verilen Yavuz Sultan Selim adında buldu.

Ne var ki Türkiye, seçim kazanmada önemli bir etken olsalar da, esnaf ve sanatkârlardan ibaret değildir ve bir iktidar partisi ideolojik kavgasında egemen tarihçilik ile de yüzleşmek ve kendi tarih anlayışını bu bağlamda ortaya koymak zorundadır. Oysa durum burada daha da karmaşık hale geliyor ve Şef’in işaretleri ile koronun sesleri arasında uyum sorunu ortaya çıkıyor. Bu durumda yanıtlamamız gereken soru da şu şekli alıyor:   Bugün Türkiye’de tartışma konusu olan tarih anlayışı hangi kanallardan besleniyor. Sanırım   bu konuda farklı ufuklardan gelen üç eğilimin eklektik bir tarzda buluşmalarından söz edebiliriz.




Bu ileti en son denizcan tarafından 29.01.2015- 20:44 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
denizcan
[ devrimci ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 24.12.2013
İleti Sayısı: 2.431
Konum: Trabzon
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: denizcan
Cevap Tarihi: 29.01.2015- 20:46


1) Türkiye’de çok yaygın bir “zaman” ve “tarih” anlayışının kökenleri, aslında bu ülkeyi aşan bir İslami öğretinin ortak mirasında yatmaktadır. Geçmişi itibariyle İslam dünyasının bir parçası olan Türkiye’de kolektif belleği biçimlendiren en önemli faktör, bilinçli ya da bilinçsiz şekillerde, İslam’ın temel kaynakları oldu. Bu konuda Kur’an ile Tevrat ve İncil arasındaki temel ayrılık, tarih anlayışlarında da başlangıçtan itibaren bir farklılaşmaya yol açmıştı. Musevi-Hıristiyan öğretiyi içeren kitaplar bir “kutsal tarih”i anlatırken, “Allah’ın yaratılmamış (yani tarih-dışı) sözü” statüsündeki Kuran, müminlere, farklı tarihi dönemlere tarih-üstü göndermeler yapan ayetleriyle, çeşitli dini, ahlaki ve siyasi emirler veriyordu. Kuşkusuz pratikte daha onuncu yüzyıldan itibaren Mesudi, Tabari gibi Arap tarihçileriyle Batı’da egemen olan tarihçilik anlayışı İslam dünyasında da yaşanmıştı. Ne var ki daha 8. yüzyılda Kur’anı tarihselleştiren Mutezile akımının feci akıbeti göz önünde bulundurulursa, egemen görüşün bir İslam tarih felsefesinin gelişmesine koyduğu engeller de ortadaydı. Ünlü İslamolog Louis Massignon, “Bir Müslüman ilahiyatçı için”, diyordu, “zaman, devamlı bir akış değildir; nasıl mekân noktalardan oluşuyorsa, zaman da ‘an’lardan oluşan bir burç, bir ‘samanyolu’dur”. (Parole Donnée, 1962, s. 319). Bu “an”lar İslam cemaatine, emredici bir tarzda, daima tarih-üstü emirleri hatırlatır ve bu emirlere uymayanlar da sapık materyalistler (dehriyyun) olarak telakki edilir. Gerçekten de İslam tarihinde ne zaman dini duygular yoğunlaşıp, fundamantalist eğilimler ağır bassa,   bu anlayış mutlak hegemonyasını kurmuş ve tarihi dondurmuştur. Üstelik bu eğilim, modern çağlarda, seküler zihniyetleri de belli ölçülerde biçimlendirmiştir. Öyle ki yakın tarihimizden bile buna örnekler verebiliriz. Altmış yıl kadar önce, A. Menderes, “hafızayı beşer nisyan ile maluldür” (insan belleği unutkandır) derken, ya da Demirel, 1970’lerde “dün dündür, bugün bugündür” diye konuşurken böyle “an”lardan oluşan bir tarih anlayışını yansıtmıyorlar mıydı? Günümüzde ise, R. T. Erdoğan, giderek saplantıya dönüşen bir ısrarla, bu tarz bir fundamantalizmi çok daha tutarlı ve sistemli bir şekilde ifade ediyor. Amerika’yı keşfeden Müslüman gezgin; Selçuk ve Osmanlı Mimarisi tutkusu; Yavuz Selim Köprüsü; Rabia simgesi;   Küba’ya cami vb.. bütün bunlar böyle bir bütünlüğe işaret eden “an”ları oluşturuyor.

2) Erdoğan’cı dünya görüşünün bir de toplumsal ayağı bulunuyor. Onu da şöyle özetleyebiliriz; Gerek iktidara gelirken, gerekse iktidar yıllarında tabanını genişletirken AKP’nin en büyük silahı “toplumsal mağduriyet” söylemi oldu.   Buna göre “mağdur olma” ve ezilme olgusu, varsılların yoksullar üzerindeki sınıf hegemonyasının ürünü değildi; “laikçi” baskılar altında bunalan, dinini bir hayat tarzı olarak yaşayamayan herkes mağdurdu. Yarı aç yarı tok insanların yanı sıra, milyarlarca dolarlık bir imparatorluk sahibi Gülenciler de bu mağdurlar arasında yer alıyordu. Kısaca Türkiye’de sınıf kavgası laikçi “Beyaz Türk” seçkinlerle geriye kalan mağdurlar ordusu arasında cereyan ediyordu.

Ne var ki bu söylem tek başına AKP’yi iktidarda tutmak için yeterli olamazdı. AB’ye tam üye olmayı umduğumuz yıllarda, bu söyleme, “demokrasi” adına liberal aydınların desteği de eklenmeliydi ve eklendi. Fırsat kaçırılmamalıydı; geleceğimiz ancak AB içinde, “Kopenhag Kriterleri” çerçevesinde garanti altına alınabilirdi.

AKP’ye bir destek de, beklenmedik şekilde, bir kısım utangaç sosyalistten geldi. Sosyalizmden umudu kesen, fakat nedense bunu ilan etmek gereği de duymayan kimi aydınlar bu arada “mağduriyet” söylemine “sol” bir görünüm kazandırma çabasına giriştiler. Üstelik bu konuda hazır bir reçete de vardı. İdris Küçükömer yıllar önce siyasette sol ve sağı, uygulanan politikaya göre değil de, oyların dağılımına göre tanımlayan bir tez ortaya atmıştı. Buna göre halk çoğunluğunun oylarını alan AKP sol bir partiydi. Bu bağlamda Erdoğan’la Brezilya Başkanı Lula arasında paralellik kuranlar bile oldu.

İslamcılar, liberaller ve popülist “solcular”: cephe tamamdı. AKP oylarını bu yapay ittifak sayesinde % 58’e kadar taşıdı. Ne var ki daha sonra bu cephe dağılsa bile kazançlı çıkan AKP’nin siyasal İslamı oldu. Ve bu zafer, dinci değerlerin “laikçi beyaz Türkler”e karşı giderek daha pervasız bir şekilde seferber edilmesi ile tamamlandı. Öyle ki Cumhuriyet’in 100. yıldönümüne on yıl kala, “türban özgürlüğü”nün   on yaşındaki kız yaşındaki kızlara kadar yayılması dahi bu ülkede bir gürültü koparmadı. Aslında gelecekte değil, geçmişte yatan “altın çağ”a doğru bir adım daha atılmıştı. İlhamını Selçuk mimarisinden alan Ak-Saray da bu yürüyüşün simgesi oldu.

3) Bütün bu gelişmelere elbette ki akademik tarihçilik de kayıtsız kalamazdı. Onun da bir “hesaplaşma” yapması, kanonik Osmanlı referanslarını tekrar ön plana çıkarması gerekiyordu. Kaldı ki çoktandır bu alanda zemin de hazırlanmıştı ve toplum kuramında Küçükömer’in oynadığı rol, bu alanda da Şerif Mardin’e düşmüştü. Saygın profesör, yıllarca, yakın tarihimizde “modernleşme” olarak nitelenen bütün atılımların aslında dini bütün insanlar tarafından İslam’la kucak kucağa gerçekleştirilmiş olduğunu yazmamış mıydı? İşte Davutoğlu’nun “stratejik derinliği”ne biraz da “tarihi derinlik” aşılamaya çalışan bir dergide Şükrü Hanioğlu’nun anlatmaya çalıştığı şey de buydu. Derin Tarih dergisinde (Aralık 2014), “tarihçiliğimiz”, diyordu Hanioğlu, “Osmanlı anayasacı hareketinin ilk örgütlü savunucusu olan Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin temelde İslam’la modern hukuk yaklaşımlarını bağdaştırmaya çalıştığına uzun süre dikkat etmemiş ve onu basit bir modernleştirmeciliğe indirgemiştir”. Oysa yıllar önce, Şerif Mardin, “ufuk açıcı bir çalışma” ile (The Genesis of Young Ottoman Thought, 1962) bu eksikliği vurgulamış ve “Yeni Osmanlı hareketinin İslami boyutu bir kenara bırakılarak anlaşılmasının mümkün olmadığını ortaya koymuştu”.

Biliyoruz ki Prof. Mardin bununla da kalmamış, modernleşme anlayışımızdaki “basitliği” gidermek için daha sonra zincirin başka bir halkasını da incelemiş ve bizlere Said Nursi’yi bir mütefekkir olarak nasıl görmemiz gerektiğini de anlatmıştır. Ve şimdi de eski Forum’cu düşünür, bu zemin üzerinde, belki Küçükömer gibi biraz da kendine rağmen, giderek İhvan’cılaşan bir dünya görüşünün araçlarından biri haline getirilmeye çalışılıyor.

Tarihi İslam, popülist toplum kuramı, İslamcı modernleşme… böylece, görebildiğim kadarıyla, AKP’nin Erdoğan şefliğinde oluşan ve biraz da nebula niteliği taşıyan tarih ve toplum anlayışının üç ayağını sergilemiş bulunuyorum. Ortadoğu’da çağın akıntısına kürek çeken birçok hareket gibi, bu akımın da başarıya ulaşacağını beklemek hayli zor görünüyor. Fakat gelecek daha çok da bu ülkedeki tüm demokratların ortak kavgasına bağlı değil mi?

Bu yazı Evrensel Kültür Dergisi’nin Ocak 2015 sayısında yayınlanmıştır.






Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
yorum2006
[ yorumcu ]

Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 15.08.2013
İleti Sayısı: 772
Konum: Gizli
Durum: Gizli
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

2 kere teşekkür edildi.
Cevap Yazan: yorum2006
Cevap Tarihi: 31.01.2015- 04:55


AKP kendine özgü ve sahtekarlık üzerine kurulu bir tarih anlayışı ortaya atıyor aslında. Göstermek istediği Osmanlı da, gerçek Osmanlı değildir. Tabii ki tarihe kişileri temel alarak bakmak burjuva yaklaşımıdır, ancak bu burjuva yaklaşımında bile kendi içinde bir objektiflik olur. Osmanlı tarihi yalnızca Fatih, Yavuz, Kanuni ve Osmanlı'nın sonundaki Abdülhamit ve Vahdettin'den ibaret değildir. Bunların gerçek yüzleriyle gösterilmediği bir yana, bunların dışındaki padişahlardan hiç söz eden yok. Özellikle son dönemlerden, bunların hayran olduğu yeniçeriler tarafından devrilenlerden hiç söz eden yok. Örneğin, III. Ahmet, III. Selim, I. Abdülhamit, III. Mustafa, Avcı Mehmet, I Mahmut, II. Mahmut, Abdülmecit v.b. Osmanlı padişahı değil mi? Genç Osman değil mi? Bunlar kim, ne yapmışlar, neden yapmışlar? Saklıyorlar, çünkü Türkiye'de aydınlanma çağına geçiş ihtiyacını, tabii ki toplumsal dayatma ile, Osmanlı'nın bazı son dönem padişahları ve devlet adamları da görmüştür. Yüzeysel de olsa, bazı uygulamalar da yapmışlardır. Bunlardan söz eden yok. Herşeyi saklıyorlar, suskunlukla geçiştiriyorlar. Bunların yere göğe koyamadığı despot Abdülhamit bile pek çok yönüyle, Türkiye'de "aydınlanma" ile özdeş tutulan "Batı"ya yönelik birisidir. Geçenlerde torunu Abdülhamit'in içki içtiğini, Rom içmeyi sevdiğini bile söyledi, havuz medyası sansürledi. Avrupa klasik müziğini de seviyor ve dinliyor. Bunları söylemiyorlar. Yalnız bu kadar da değil. Abdülhamit'in ticaret burjuvazisi ile içli dışlı olduğunu, çalıp çırptığı paraları Osmanlı'da kapitalizmin sembolü olan çoğu "gayrimüslim" hatta "Yahudi" ve esas önemlisi emperyalist Avrupa finans-kapitali ile ortak olan Galata bankerleriyle çalıştırdığını da söylemiyorlar. Yani Osmanlı'da kapitalizmin ortaya çıkışı ve gelişmesini, ülkeye emperyalizmin giriş sürecini de saklıyorlar. Ayrıca bu dönemin siyasal olayları da gizleniyor. Tamam, tarihi kişilere bağlamak yanlıştır ama, sonuçta bu kişiler de toplumsal ve ekonomik düzenin zorlamasıyla başa geliyor. Yani düzen kendine uygun kişiyi başa geçiriyor. Bu bağlamda kişilere bakarak tarihi anlamaya çalışmak için bile kişinin nasıl geldiğini, nasıl gittiğini ve dönemindeki tüm yapılanları bir bütün olarak görmek ve anlamak gerekir. Bu da yapılmıyor, boş bir hamaset var. Emperyalizm, Orta Doğu'da İslamiyeti kullanmak için bu adamları piyasaya sürdü, her türlü İslamcısı ve gericisi de, nostaljik takılan Osmanlısı da, olaya sınıfsal bakamayan sahte solcusu da bunların yanında saf tuttu. Ancak bunların görmek istediği ve gösterdiği Osmanlı gerçek Osmanlı değil ki. Bu nedenle tarihi kişilere bağlayan tarihçilerin yazdıklarından bile eser yok ortada. Örneğin vakanüvislerin tüm yazdıklarını okuyarak, özellikle satır aralarından, dönemin düzeni hakkında çok ama çok şey ortaya çıkarılabilir. Bunu yapan var mı? Yok.




Bu ileti en son yorum2006 tarafından 31.01.2015- 05:03 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Marksist Tarih Anlayışı melnur 0 3 05.02.2021- 01:50
Konu Klasör Siyasal İslam- Batıcılık ortaklığı ve İdris Hoca’nın yanılgısı melnur 0 1808 21.05.2019- 08:47
Konu Klasör ANALİZ | Demirtaş’ın yeni çizgisi: Kürt-İslam sentezi... melnur 1 129 07.02.2024- 09:21
Konu Klasör İslam düşüncesi bir solcunun gözünden yazıldı: Çöküşün sebebi Gazali değil.. melnur 0 1135 02.12.2019- 18:20
Konu Klasör Devrimci örgüt anlayışı üzerine tartışma Köroğlu 1 2088 23.03.2020- 20:13
Etiketler   AKP,   Siyasal,   İslam,   Tarih,   Anlayışı
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS