SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Evrim ve İnsan           (gösterim sayısı: 4.442)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 04.08.2013- 01:06


Bilgi edinmede, bilimsel yöntem dışında
izlenecek başka bir yol yoktur; bilimin
erişemediği bir şeyi bildiğimizi söylemek
bir safsata olmaktan ileri geçmez

Bertrand Russel


.Evrim

Evrim en genel tanımıyla evrende var olan her şeyin değişimi olarak nitelendirilir. Bu tanımlamaya göre evrim, hem ''cansız'' ve hem de ''canlı'' varlıkların daha yalın yapılardan daha karmaşık yapılara doğru belli bir örgütlenme ve düzen içinde değişimleridir. Bir yıldızın bireysel değişimleri de, bir nebulanın gezegen sistemleri oluşturması da ve canlı grupların özelliklerinde kuşaklar boyunca meydana gelen değişimler de evrim kategorisinde ele alınır.

Evren ve içerdiği canlı cansız her türlü madde sürekli değişiyor. Günümüzden on milyar yıl önce evrenin görünümü bugünkü gibi değildi. En azından güneş sistemi ortada yoktu Beş milyar yıl önce güneş sistemi gaz ve toz bulutu halindeydi. İki milyar yıl önce dünyamızda sadece tek hücreli organizmalar vardı. 550 milyon yıl önce yaşam sadece denizlerdeydi; karalarda bir tek ağaç, bir tek ot bile bulunmuyordu. Dinozorların hüküm sürdüğü 150 milyon yıl öncesinde ise insan dünyada yoktu. Üzerinde yaşadığımız mavi gezegen milyarlarca yıl içinde hem ''çevresinin'' değişip dönüşmesiyle ortaya çıktı ve hem de oluştuktan sonra bir yığın değişim ve dönüşümlere uğrayarak bu günlere geldi.

Her şey değişir. Her şey değişiyor. Hiç bir şey değişimin dışında değil. Kenarda köşede unutulan bir kitap, bir fotoğraf, üzerinde oturduğumuz koltuk, deniz dibindeki yosun, dağ başında açmış bir çiçek, bir ağaç, bir ağacın rüzgarda savrulan yaprakları, sonra kıtalar, denizler ve okyanuslar, dünyanın atmosferi, dünyanın kendisi, hepsi, her şey değişiyor. İnsanlar, toplumlar, sistemler; milyarlarca yıldır ısı ve ışık yayan ve sanki hiç değişmiyormuş gibi duran güneş; galaksimiz, galaksiler...-koca bir evren; durmadan değişiyor. Değişmeyen tek şey değişim.

Değişim maddenin en temel karakteristiğidir. Görünür evrenin bilebildiğimiz tarihini betimleyebilecek en doğru sözcüktür değişim. Değişim, yani evrim. Evrenin ve evrende var olan her şeyin tarihi hidrojen atomunun 14 milyar yıldır süregelen değişim ve dönüşümünden başka bir şey değildir. Evrim bu anlamda bir gerçekliğin betimlemesidir. Evrim gerçeğin kendisidir. Evrim gerçeğin adıdır. Evrim gerçektir.

Maddenin dış yapısındaki değişimler fiziksel, iç yapısındaki ise kimyasal değişim olarak nitelendirilir. Maddenin örgütlenmesi ve bu örgütlenme yoluyla kendini devam ettirebilmesini sağlayacak bir karmaşıklığa dönüşmesi ise biyolojik değişim olarak nitelendirilir. Maddenin değişimi bu anlamda temel bir yasadır. Gerçekte ise, maddenin değişim sürecinin fiziksel, kimyasal ve biyolojik olarak nitelendirilmesi kategorik bir anlatım biçimidir. Maddenin sürekli devinimi esastır ve madde bu devinim yoluyla bir formdan bir başka forma ulaşır. Her hareket (değişim) formu bir öncekinden farklıdır. Madde biyo-kimyasal süreçler sonunda adına canlı dediğimiz organizmayı da yaratır. Canlı, maddenin özgün bir formu olduğu gibi, adına yaşam ya da canlılık dediğimiz şey de, maddenin genel gelişiminin belirli bir aşamasında değişimin kendine özgü nitelikler kazanması ve çok daha karmaşık bir form olarak ortaya çıkmasından başka bir şey değildir.

Bugün gelinen noktada evrimin( değişimin=hareketin )gerçekliği noktasında bilim dünyasında hiçbir tartışma yoktur. Tartışmalar mekanizmalar üstünedir. Bu konudaki tartışma ve eleştiriler yanlış yorumlanmakta, evrim ile evrim kuramı çoğu kez birbirine karıştırılmaktadır. Evrim olgusal gerçekliğin adı, evrim kuramı ise bu olgusal gerçekliğe ilişkin yapılan açıklamanın adıdır. Bir başka deyişle evrim nesnel gerçekliğin adı, onun açıklaması da evrim kuramıdır.

.
''Evrim kuramı dünyada yaşamın nasıl değiştiğini açıklamaktadır. Bilimsel terim olarak teori (kuram), günlük kullanımdaki gibi ''sanma'' veya ''önsezi'' anlamında kullanılmamaktadır. Bilimsel kuramlar, doğal olaylar hakkında sınanabilir gözlemlerden ve hipotezlerden mantıksal çıkarımla oluşturulan açıklamalardır. Biyolojik evrim, yaşayan dünya ile ilgili çok sayıda gözlemden elde edilen en geçerli bilimsel açıklamalardır.

''Bilim insanları genellikle bir gözlemi tanımlamak için 'gerçek' sözcüğünü kullanırlar. Aynı zamanda bilimciler, gerçek sözcüğünü yeni araştırmalara ve örneklerin bulunmasına gereksinim bırakmayacak kadar çok sınanmış veya defalarca gözlenerek varlığından artık kuşku duyulmayan olgular için de kullanırlar. Bu anlamda evrimin oluşumu bir gerçektir.''(1)

İnsanlık tarihinin iki büyük kırılma noktası varsa bunlardan biri Galileo Galile, diğeri de Charles Darwin tarafından gerçekleştirilmiştir. Sigmund Freud bu konuda şöyle der: ''Zamanın akışı içinde insanlık, bilimin ellerinden gelen darbelerle iki kez, nahif öz sevgisinin incinmesinin acısını yaşamak zorunda kalmıştır. Birincisi, Dünya'nın evrenin merkezinde olmadığını akıl almaz büyüklükte bir dünyalar sistemi içinde bir nokta olduğunu anladığında. '' İkincisi, biyolojik araştırmalar özel yaratılmışlık ayrıcalığını elinden alıp soy kütüğünü hayvanlar alemine düşürdüğünde.''(2) Gerçekten de Galileo Galile ve Charles Darwin'in çalışmaları insanlık tarihinde yüzlerce yıl egemenlik kurmuş inanışları yerle bir etmiş, bilim ve felsefe alanında çok önemli devrimsel dönüşümler yaratmıştır.

Galile bir astronom olarak yetişmemesine rağmen özellikle Kopernik sistemine karşı ilgi duyuyor ve geliştirdiği bir teleskopla gökyüzünü inceliyordu. Bulguları sonucunda Batlamyus'un ''dünya merkezli evren'' dogmasının yanlışlığını ortaya koymuş ve bu yöndeki çalışmalarıyla dinci ulemaların öfkesini üzerine çekmişti. Şöyle söylüyordu: ''...Copernicus'ta beni en çok şaşırtan şey, aklı duyularına egemen kılmaları, inançlarını yüzeysel gözlemlerin değil aklın temeline oturtmalarıdır. ( Çünkü duyu verilerine bakılırsa dünya güneşin çevresinde değil, güneş dünyanın çevresinde dönmektedir.)'' (3)

Galile bağışlanmaz günahlar işliyordu.(!) Dinsel inanışın değişmez evren modelini yıkmakla kalmamış, geliştirdiği teleskopuyla Jüpiter'in dört uydusunu ortaya çıkarmış, Venüs gezegeninin de tıpkı ay gibi evreleri olduğunu saptamış, ay yüzeyinin dünya gibi dağlarla ve ovalarla kaplı olduğunu keşfetmişti. Bütün bu gözlemler ''Tanrısal Düzen'' diye bakılan gökyüzünün hiç de öyle olmadığını, dahası gökyüzünün hiç de kusursuz ve yetkin bir şey olmadığını ortaya koymuş oluyordu. Kilisenin tepkisi gecikmeden geldi. Önce, güneşin dünyanın çevresinde dönmeyen, merkezde sabit durduğu düşüncesi kutsal öğretiye aykırı ve yanlıştı. İkincisi ise dünyanın merkezde değil de, güneş çevresinde bir gezegen olduğu görüşü felsefe açısından saçma ve yanlış olduğu gibi teoloji açısından da inançlara aykırıydı. Galile hücreye atıldığında, engizisyona çıkarılacağı günü beklerken tövbe etmesi istenir. Yoksa sonu Bruno gibi olacaktır. Mahkemede eline verilen metni okur.

''Ben Galileo Galilei, geçmişteki tüm yanlış ve aykırı düşüncelerimden dolayı huzurunuzda kendimi lanetliyor, bir daha öyle saçmalıklara düşmeyeceğime, kutsal öğretiye aykırı hiçbir fikir taşımayacağıma yemin ederim.'' (4) Engizisyon Bruno'yu diri diri yaktıktan sonra 69 yaşındaki Galilei'yi evde göz hapsine alarak Tanrısal Düzeni'nin kutsallığını korumada üzerine düşen görevi yerine getirmiştir.(!) Tanrı, mabedinde din tüccarlarının çabaları sayesinde rahattır artık.(!)

Çok geçmedi; Tanrısal Düzen bu kez çok daha köklü bir biçimde İngiliz bilim adamı Charles Darwin tarafından darbe yedi. Darwin'in çalışmaları o zamana kadar dinsel dogmaların en tartışılmaz bir biçimde kabul ettiği bir inancı temellerinden değiştiriyordu. O zamana kadar dinci görüşün tanrısal yaratımın yetkin bir süreç olduğu inancı yaratılanların evrim geçirme gibi bir değişim geçirmesini gerekli kılmıyordu. Eğer bir değişiklik olması gerekiyorsa yaratıcı zaten bunu tufan yoluyla yapıyor tüm canlıları ortadan kaldırarak yenilerinin ortaya çıkmasını sağlıyordu. Darwin bu mistik koşullarda ortaya çıkmış ''Türlerin Kökeni'' adlı kitabının yayınlanmasının üstünden 150 yıl geçmiş olmasına karşın dincilerin ve dinsel düşünüşün etkisi altında bulunanların bir türlü ''affedemediği'' bir suç (!) işlemişti.

''Charles Darwin 1830'lu yılların başında çıktığı beş yıllık bilimsel amaçlı dünya gezisi sırasında Güney Amerika ve Pasifik adalarında yaptığı kapsamlı gözlemler sonucu, canlı türlerindeki göz kamaştırıcı zenginliğin yanında, aynı türden bireylerin oluşturduğu topluluklarda da büyük bir çeşitlilik olduğunu gördü. Bu çeşitliliğin canlının yaşadığı beslenme veya ortam koşullarında olumsuz bir değişme meydana geldiğinde ilgili türün bütün bireylerine hayatta kalmak için bir avantaj sağladığını saptadı. Böylece yaşama katkı sağlayan olumlu özelliklere ( gen kavramı o günlerde bilinmiyordu) sahip bireyler ayakta kalarak yeni döller ( yavrular) veriyor, bunlara sahip olmayanlarsa topluluktan ayıklanıp, eleniyorlardı. Bu yolla zaman içinde topluluk özelliklerinde meydana gelen bu küçük değişimlerin birikerek, uzun bir zaman sonra, yeni türlerin oluşabileceğini düşündü. Bu süreçlerde iş gören temel mekanizmayı da ''doğal seleksiyon'' ya da ''seçilim'' olarak tanımladı.'' (5)




Bu ileti en son melnur tarafından 23.11.2013- 22:41 tarihinde, toplamda 2 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 04.08.2013- 01:06


Darwin'in evrim kuramına yaptığı temel katkı budur. Yoksa Darwin'den önce de Buffon, Lamark ve diğer bazı doğa bilimcileri bugün anladığımız anlamda bir evrim düşüncesine benzer pek çok görüş ileri sürmüşlerdi. Hemen hemen hepsi doğada bir devinim ve değişim olduğunu dile getiriyorlar ancak bu değişimin mekanizmalarının ne olduğu konusunda temel bir öngörüde bulunamıyorlardı.

''Darwin'in tartışmaya açtığı konulardan biri de tüm canlıların ortak bir atadan evrimleştiği gerçeği idi. Fakat bu kendinden önceki doğa bilimcilerinin ortaya koydukları doğrusal evrim fikrinden farklıydı. Örneğin, evrimsel değişim Darwin tarafından, Aristo'dan Lamark'a kadar süregelen ve dünyamızdaki canlılığın gelişiminin basitten karmaşığa, ilkelden gelişmişliğe doğru ilerleyen bir mükemmelleşme süreci olarak anlaşılmıyordu. Yani canlıların tarihi süreç içindeki değişimi, bir ipin üzerine dizilmiş boncuklar benzeri düz bir dizge değildi. Darwin'e göre, şu anda dünyamızdaki tüm canlılar, kendi evrimsel gelişmelerinin en son aşamasında olan modern türlerin bireyleriydi. Bu nedenle Darwin canlı türlerini tanımlarken ilkel, basit veya gelişmemiş şeklinde ifadeler kullanmamıştı. Örneğin onun için bir toprak solucanı yaşadığı koşullara uyum yönünde başarıyla evrimleşmiş yetkin bir organizmaydı.

''Birbirlerine yakın türler ortak atayı paylaşıyorlardı. Örneğin insan ve şempanze bu konumda olan türlerdi. Yani insanlar kuyruksuz maymunlardan türememiş, sadece onlarla artık var olmayan ortak bir atayı paylaşıyorlardı. Yani evrimsel süreç, basitten gelişmişine her bir basamağına bir canlının yerleştiği düz bir merdiven değil, dallı budaklı bir ağaç şeklindeydi.''(6)

Darwin'in kuramı düşünce dünyasında da bir devrim yaratmış ve doğaüstü güçlerle bu yöndeki müdahaleleri de kesinlikle reddetmiştir. Bundan böyle soyu tükenmiş canlılara ait fosil kalıntılar, bir tanrı tarafından inancımızı sınamak için oraya yerleştirilmiş bulgular olarak görülmeyecekti. Nuh tufanını kanıtlamak için dağ taş, dere tepe dolaşan ''bilimciler'' de ciddiye alınmıyordu, artık. Bilim dinsel düşünüşü bütünüyle bilimsel çalışmalardan uzaklaştırmıştı. Darwin'e ve onun kuramına duyulan ve 150 yıldır hiç dinmeyen öfkenin de temel nedeni buydu.

Evrimin kanıtları:
Evrimin kanıtlanmadığına ilişkin pek çok iddia ile karşılaşırız. Gerçekte, dinsel baskının egemenliği altına giren düşünce sahiplerinin ve ve birtakım siyasi-dinci rant peşinde koşanların iddialarıdır bunlar. Bilim karşıtlığını dinsel düşünüşlerinin merkezine oturtan bilim dışı çevrelerin pompalamasıyla, ellerindeki ekonomik ve siyasi güçten de yararlanarak bir şekilde evrim=bilim düşmanlığı yapılır. Gerçekte ise bu görüşler, bilimsel hiçbir altyapıya sahip olunmadan ileri sürülen iddialardan başka şey değildir. Bilimde ispatın matematiksel bir izah olmayacağı, en sıradan bilim kitaplarının konusu haline gelmiştir. Bu tür bir yaklaşımı bilimsel bir görüntü içinde savunuyor görünmek de işin en acıklı yanıdır. Oysa bilim deney, gözlem ve bilimsel çıkarım temelinde oluşmuş bir anlama biçimi, bir düşünüş tarzıdır. Bu edinilmeden, dinsel bir düşünüş tarzı ile hem bilim yapılamaz ve hem de evrim ve bilim anlaşılamaz. Öncelikle samimi bir şekilde olguları anlama isteğinin ortaya çıkması, daha sonra bu isteğin bilimsel bir anlama çabasına ve düşünüş şekline dönüşmesi gereklidir. Bu olmayınca, olgulara dışardan, kendimizce bir anlam vermekten öteye gitmemiş oluyoruz.

İlk canlılık izlerine rastladığımız 3,8 milyar yıl öncesinden günümüze kadar gelen yaşamsal zenginlik ve çeşitliliği evrim kuramı dışında anlayabilmek mümkün değildir. Paleontolojik çalışmaların ortaya koyduğu gibi 3,5 milyar yıl önce ortaya çıkan mikrobiyolojik canlılıktan, sadece 150 bin yıl önce oluşan modern insana kadar süregelen biyolojik değişimler bilimsel yaklaşım dışında hiçbir şekilde anlamlandırılamaz. Her ne kadar, yaratılış inancı da, canlılığın bir defada ve değişmez olarak yaratıldığı inancından başlayarak, ''türler sadece alt türlere dönüşebilir'' şeklinde evrim geçirmiş olsa da olgusal gerçekliği açıklama konusunda hiçbir bilimsel ve ussal bir nitelik taşımaz. Canlılığın basitten karmaşığa yönelmesi ve zaman içinde çok daha karmaşık canlılığın ortaya çıkması Darwin ve Wallace'nin ortaya koydukları gibi ''değişerek türeme'' (doğal seçilim) yoluyla gerçekleşmektedir. Evrimin ortaya koyulan ilk mekanizması olan doğal seçilimden bu yana biyolojik değişimde etkili olan on'a yakın mekanizma saptanmıştır. Douglas J. Futuyma bunları ''...mutasyon, yeniden bileşim, gen alış verişi, yalıtım, rasgele genetik sürüklenme, doğal seçilimin birçok biçimi ve diğer etmenler'' (7) olarak özetler. Evrim bugün laboratuar çalışmalarıyla gözlenebilir hale gelmişken hala ''yoktur'' diye diretmek insan aklına ihanetten başka bir şey değildir.



.Fosil kayıtlar:

Canlılığın tarihi konusunda biricik bilgi kaynağı fosil kayıtlarıdır. Bu kayıtları doğru okuyabilmek ve yaşamın 3,5 milyar yıllık gelişimini doğru anlayabilmek için fosillerin nasıl oluştuğu ve bunların bilim insanları tarafından nasıl incelenerek yorumlandığı konusunun anlaşılması gerekmektedir. Herhangi bir canlı öldüğünde bunun yumuşak kısımlarının yok olacağı nerdeyse kesine yakındır. Hatta fosilleşmeye uygun koşullarda bir ölüm gerçekleşmediği takdirde canlının diş ve iskeleti gibi sert kısımları da yok olmaktan kurtulamazlar. Fosilleşebilmek için öncelikle ölümün doğru yerde olması gereklidir. Yeryüzündeki kayaçların ancak % 15'i fosil muhafaza etmeye uygundur. Daha sonra granitleşecek bir zeminde gerçekleşecek bir ölüm hiç bir şekilde fosil oluşturmaz. Ölen canlının hiç bir şekilde bir başka yırtıcıya av olmaması, ölümün hiç bir şekilde oksijen ile temas etmemesi gereken tortul kayaçlarda gerçekleşmesi, kıta oluşum ve dağ oluşum hareketleriyle fosilin fiziksel özelliklerinin bozulmaması ve milyonlarca yıl sonra da gizlendiği yerden insanlar tarafından ortaya çıkarılması gerekmektedir.

Zor bir süreçtir bu. Canlı varlıkların nerdeyse %99,9'unun fosilleşemeden yok olmaları, yeryüzünde yaşamış türlerin pek çoğunun arkasında hiç bir iz bırakmamalarına yol açmıştır. Bir tahmine göre bugüne değin 30 milyar tür yaşamıştır ve bunlardan sadece 250 000 civarında türün fosil kayıtları bulunmaktadır. Kısaca elimizdeki fosil kayıtlar dünyanın üretmiş olduğu bütün yaşam türlerinin küçük bir seçkisinden ibarettir. (8)

Fosil kayıtları dünyada yaşamış türlerin bu görkemli zenginliğini bire bir yansıtamasa ve yaşayan her türün fosil kayıtları bulunamasa da, bulunan örnekler canlılık tarihi açısından çok önemli bilgileri de bize vermektedir. Fosil kayıtlarının en önemli özelliği, ortaya çıkarılan örneklerden evrimin, zaman içinde basit yapılardan daha karmaşık yapılara yöneldiğinin tartışmaya yer vermeyecek şekilde ortaya koyabildiğidir. Bulunabilen yüz binlerce fosilden bir tanesi bile yanlış yer ve zamanda değildir. 300 milyon yıl öncesinde yaşamış bir tavşan fosili bütün bir kuramı yerle bir edecekken, gün ışığına çıkarılan yüz binlerce fosilden bir teki bile yanlış yer ve zaman aralığını işaret etmemektedir. Bozulmamış kaya katmanlarında bulunan fosillerden daha altta olanları daha eskiyi ve dolayısıyla daha yalını ortaya koyarken, daha üst katmanlarda bulunan fosiller ise daha yeniyi ve daha karmaşık olanı temsil etmektedir.

Fosil kayıtları bu anlamda sistematik değişimin kanıtlarını sağlar. Gelecekte yapılacak paleontolojik çalışmalarla bu büyük kanıt yığınından hiç bir geriye dönüşün olmayacağı kestirilebilir. Diğer bir deyişle, ne amfibiler balıklardan önce, ne de memeliler sürüngenlerden önce ortaya çıkacaktır. İlk prokaryot hücrelerden önce de karmaşık yaşam izlerine jeolojik kayıtlarda rastlanmayacaktır. Canlılığı listelemeye çalıştığımızda karşımıza çıkan tablo da bunu açıkça ortaya koyabilmektedir.




Bu ileti en son melnur tarafından 23.11.2013- 22:46 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 04.08.2013- 01:08


Yaşam biçimi -------------------------------- İlk ortaya çıkıştan bu yana geçen milyon yıl
.
Prokaryot hücreler---------------------------------------------3.500
Kompleks (ökaryotik) hücreler----------------------------------2.000
İlk çok hücrelihayvanlar------------------------------------------670
Kabuklu hayvanlar-----------------------------------------------540
Omurgalılar ( ilkelbalıklar)-----------------------------------------490
Amfibiler--------------------------------------------------------350
Sürüngenler-----------------------------------------------------310
Memeliler--------------------------------------------------------200
İnsansı olmayan primatlar------------------------------------------60
İlk insansı maymunlar----------------------------------------------25
İnsanın australpithecine ataları--------------------------------------5
Modern insanlar------------------------------------------------150 bin yıl (9)

Fosil kayıtları çizelgenin de gösterdiği gibi değişerek türemenin kanıtlarını hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde göstermektedir. Buna göre prokaryotlar ökaryotlardan, kanatsız böcekler kanatlı böceklerden, balıklar dört ayaklılardan, iki yaşamlılar ( amfibiyanlar) amniyotlardan, algler damarlı bitkilerden, eğreltiotları ve açık tohumlular çiçekli bitkilerden önce gelir. (10)Ortaya çıkarılan yüz binlerce fosilin gösterdiği sistematik gerçek, ( geri dönüşün olmayacağı) bundan sonra da ortaya çıkarılabilecek her fosilin artık bu sistematik dışına çıkamayacağıdır. Canlılığın hangi zamanda hangi aşamada olduğu ve hangi gelişmişlik ve karmaşıklık düzeyinde bulunduğu bu tablodan çok net bir şekilde çıkarılabilir.

Hiç kuşku yok ki, paleontolojik çalışmalar sonucu ortaya çıkarılan fosillerin zaman içindeki seyri de yine bu paleontolojik çalışmalar sonucu ortaya çıkarılmaktadır. Gerçekten de, fosil kayıtlar, zaman içinde değişen çevre koşulları türlerin özellikleri üzerinde nasıl bir değişime yol açtıkları da belirlenebilmektedir. Buna göre at fosilleri zaman içinde değişen çevre koşullarına uygun olarak beş parmaklı bir ayaktan, dört parmağın giderek gerilemesiyle tek parmaklı bir hale geldiğini açıkça ortaya koyabilmektedir. (11)

Ortak yapılar:

Paleontolojiden gelen kanıtlar karşılaştırmalı anatomi tarafından desteklenmektedir. Eğer ortak ata varsa, ortak atadan gelen canlılarda da benzer özelliklerin bulunması gerekmektedir. Örnek vermek gerekirse, insan, fare ve yarasanın iskelet sistemi bu canlıların farklı yaşam biçimleri ve yaşadıkları ortamın çeşitliliğine rağmen şaşılacak derecede benzerdir. Bu hayvanların kemik kemiğe benzeşmesi, kol ve bacaklar dahil vücudun her bölgesinde gözlenebilir. Genel yapı ve birbirleriyle olan ilişkilerde benzer, fakat farklı kemiklerden oluşan yapılarla bir insan yazı yazabilmekte, fare koşabilmekte, yarasa ise uçabilmektedir.(12) Bu tür yapılar eş kökenli (homolog) yapılar olarak adlandırılmaktadır ve ortak atadan türeyişle açıklanabilmektedir. Canlıların bu tür incelemesi sonucu ortaya çıkan homolog özellikler de paleontolojinin verdiği bilgilerle uyum içindedir.


Embriyoloji de evrime kanıtlar sağlar. Farklı türler içinde yetişkinler arasında büyük farklılıklar gözükse de embriyo yapılarının son derece benzer olduğu fark edilebilir. Alman embriyologu K.E.Von Baer'in söylediği gibi ''önümde iki minik embriyo dursa ve onların adlarını etiketlere yazmak zorunda olsam, bunların kertenkele embriyosu mu, yoksa kuş ya da memeli embriyosu mu olduklarını tanımam olanaksızdır Bu canlılarda baş ve gövdenin yapısı böylesine birbirinin aynıdır.'' (13) Örneğin memeli gelişiminin bir aşamasında balık embriyolarındakilere benzer solungaç yarıkları ortaya çıkar. Balığa benzer atalarımızdan türemiş olmamız durumunda bu çok normaldir, aksi durumda açıklanması mümkün değildir. Organizmanın çevresine uyarlanmasını sağlayan yetişkinlerin yapıları olduğundan, seçilim sonucunda büyük olasılıkla bunlar değişim geçirmektedir. Belki de gelişmekte olan kan damarlarının doğru yerlerde oluşmaları için kendilerine kılavuzluk edecek solungaç yarıklarına gerek vardır ve bu nedenle, işlevli solungaçları olmayan hayvanlarda bile bu yapılar korunur. (14)

Karşılaştırmalı anatomi ve embriyoloji evrimsel değişim sonucu biçim ve işlevlerini değiştirmekte olan organlar olgusunu ortaya koymaktadır. Uçan böceklerden sineklerde (Diptera), öbür böceklerin çoğundan farklı olarak iki çift yerine sadece bir çift kanat bulunmaktadır. Ama arka kanatlar göğsün her iki yanında bulunan küre şeklindeki denge organlarına dönüşmüşlerdir Bazı canlılar özgün organlarındaki kasların elektrik yükünü bir tür radar yayını gibi kullanmayı sağlayacak şekilde geliştirmişlerdir. Başka türlerde ise aynı elektrik yükü ölümcül bir koruma düzeneği haline dönüşmüştür. Bütün bu örneklerin gösterdiği de, bu çeşitlenmelerin sadece değişimler yoluyla gerçekleştirilebileceğidir. (15)

İnsanlarda olduğu gibi bazı hayvanlarda hiçbir işlevi olmayan organların bulunması da evrimin bir başka kanıtlarını oluşturur. Tavşan gibi bazı ot obur hayvanlarda daha büyük olan ve alınan besinin sindirilmesine yarayan apandisitin ( kör bağırsak), insan dahil bazı etobur hayvanlarda görülmesinin evrim dışında başka bir açıklaması yoktur. Kör bağırsak insanda ve etoburlarda işlevsizdir. Aynı şekilde tavşan, kedi ve pek çok memelide görülen ve ses dalgalarını yakalamak için dış kulağı harekete geçiren kaslara da insanda büyük oranda işlev kaybına uğramış bir halde rastlamaktayız.

Örnekleri arttırmak mümkündür. Uçamayan devekuşlarının kanatları, bunların uçabilen kuşlardan gelmekte olduklarının kanıtıdır. Bu kanıt, o kanatların kemik yapısından, tüylerin düzeninden ve hayvanın uçma işlevli kuyruğundan ve dahası beyinciğindeki kuşlara özgü yapıdan kolayca anlaşılabilmektedir. Yılanlarda bütünüyle körelmiş kol ve bacakların kemikçikleri, balina yüzgeçleri hep bu türden örneklerdir. Aynı şekilde yüz milyon yıldan beri canlı doğurgan olan memeli-keselilerin yavrularında hala, yumurtadan çıkan atalarının yavrularının yumurta kabuğunu kırmasına yarayan yumurta dişi görülebilir. Doğada buna benzer milyonlarca örnek vardır.

''Özel yaratılış'' denilen şey gerçek olsaydı, bu tür yapısal benzerlikler nasıl açıklanabilirdi? Evrim düşüncesi ise bir açıklama getirmektedir: Yapısal benzerlik gösteren canlıların ortak bir atadan geldiği, kimi organ ya da özelliklerin yeni türlerin bazılarında işlevsiz kalmaları nedeniyle köreldiği gibi.''(16)

Türlerin yayılışı ve Biyocoğrafya:

Canlıların coğrafi dağılımları da evrime önemli bir kanıt oluşturur. Evrim kuramına göre jeolojik açıdan farklı özellikler sergileyen bölgelerde, sözgelimi okyanus adalarında olması gereken canlılık o bölgeye en yakın kıtalardaki canlılığı yansıtmalıdır. Bu durum, bu tür yerlerde hem canlı türlerinde sınırlamalar getirmeli ve hem de yalıtılmış özellikleri nedeniyle burada gerçekleşen evrimin başka yerlerde rastlanmayan canlılar üretmesi sonucuna yol açmalıdır. Gerçekten de yapılan çalışmalar bu beklentileri çarpıcı biçimde doğrulamaktadır.

''Benzer iklim şartlarının görüldüğü kıtalarla ya da kıyı açıklarındaki adalarla kıyaslandığında okyanus adalarında gerçekten de, başlıca gruplardan görece pek az türün olduğu görülür. İnsanların müdahalesinden önce okyanus adalarında karşılaşılan tipte organizmalar başka yerlerde görülen organizmaları hiçbir şekilde temsil etmez. Örneğin sürüngenlere ve kuşlara genellikle rastlanır, kara memelileri ve ikiyaşayışlılar ise yoktur. Yeni Zelanda'da insanın gelişinden önce hiç kara memelisi yoktu, ama iki yarasa türü vardı. Bu da yarasaların geniş tuzlu su kütlelerini geçebilme yeteneklerinin sonucudur. İnsan müdahalesinden sonra pek çok türün sınırsızca yayılması, yerel şartların yerleşmeye uygun olabileceğini açıkça göstermektedir. Ama buralarda karşılaşılan başlıca hayvan ve bitki türleri arasında bile bazı grupların hiç temsil edilmediği, bazılarınınsa orantısız şekilde temsil edildiği görülür. Bu nedenle Galapagos adalarında yalnızca 20'nin üstünde kara kuşu türü vardır ve bunlardan 14'ü ispinozdur.''Başlangıçtaki kolonici kuş türü sayısının çok az olduğu ve bu türlerden birinin de günümüzdeki türlerin atası olan bir ispinoz türü olduğu bir durumda beklenecek sonuç tam da budur.'' (17) Benzer şekilde Galapagos adalarında görülen bitki türlerinin % 34'üne başka bir yerde rastlanmaz.

Türlerin kökenlerinin ne olduğuna ilişkin artık iyice açıklığa kavuşmuş olan düzenek, bir türün ancak bir coğrafi bölgede ve tarihsel süreç içinde bir kez evrimleşmiş olduğunu göstermektedir. Bu canlıların kökenleri daima bir tek bölge olmakla birlikte yakın bölgelere de yayılabilir. Sözgelimi tapir denilen canlı yanlıca Güney Amerika ve Karayipler'de bulunur; akciğerli balıklar ise Güney Amerika, Avustralya ve Güney Afrika'da yaşarlar. Bu canlılar kökenlerinin olduğu bölgede ortaya çıkmışlar, daha sonra buralardan komşu bölgelere yayılmışlar ve daha sonra da ara bölgelerde ortadan kalkmışlardır. Ortadan kalkmış canlıların izine de buralardaki paleontolojik çalışmalar sonucu elde edilen fosillerle ulaşılmaktadır. (18)




Bu ileti en son melnur tarafından 23.11.2013- 22:48 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 04.08.2013- 01:09


Giderek artan bilgi coğrafi yayılışın canlıların evrimine etkileri üzerine daha fazla kanıt toplanmasını mümkün hale getirmektedir. Sözgelimi bugün dünyada Drosophilla cinsinden yaklaşık iki bin tür sinek vardır ve bunların yaklaşık 14 bin türü sadece Hawai'de yaşamaktadır. Bini aşkın salyangoz ve diğer kara yumuşakçaları da yine Hawai adasından başka bir yerde bulunmaz. Dünyanın en ücra köşelerinde bile benzer türlerin bolluğunun biyolojik açıklaması, böylesi büyük çeşitliliğin o yalıtılmış ortamı geçmişte kolonize eden birkaç ortak atadan evrimleşmeleri sonucu olduğudur. Hawai Adaları anakaradan ve diğer adalardan çok uzaktır ve jeolojik açıdan geçmişte karayla bir ilişkide bulunduğuna ilişkin hiçbir kanıt da ortada yoktur. Dolayısıyla, Hawai Adaları'na ulaşabilen birkaç canlı türü bulabildiği uygun ekolojik koşullarda, kuşaklar boyunca evrim geçirmiş ve çeşitlenmişlerdir.(19)

Evrimin bunlar dışında pek çok kanıtı vardır. Bilimsel bilgi arttıkça, -yaratılışçıların söylediklerinin tam tersine- evrim kuramı daha da sağlamlaşmaktadır. Canlıların gelişim süreçlerinde ortaya çıkan benzerliklerden, moleküler biyolojiden gelen bilgilere kadar tüm bilimsel çalışmalar kuramın kendisini doğrulamaktadır. Bilim dünyasında bu tür gelişmeler olurken, yaratılış iddiaları da evrim geçirmektedir. En son kandaki hemoglobin, göz ve bakteri kamçısı örnekleriyle ''indirgenemezlik kompleksi'' iddiası ortaya atılmış, çok kısa bir zaman içinde verilen örnekler ve yapılan açıklamalar bu iddianın da ne kadar dayanaksız olduğunu ortaya koymuştur. Bugün için söylenecek bir başka gerçek ise, özellikle mikrobiyolojideki ilerlemeler yoluyla evrimin gözle görünebilir bir hale geldiğidir. Bir canlının tür değişimi, sürecin uzun bir zamana ihtiyaç göstermesi nedeniyle zor gözükse de, özellikle virüsler üzerinde yapılan denemeler ve laboratuar çalışmaları virüslerdeki tür farklılaşmasını gözlenebilir hale getirmiştir.

Ve insan...

İnsanın atasal primatlardan oluştuğu düşüncesi Darwin zamanında çok şiddetli tartışmalara yol açtıysa da, bugün bu konuda hiçbir bilimsel kuşku yoktur. Bilim adamlarının yaptığı çalışmalarla insan ailesine ait binlerce fosil örneği ortaya çıkarılmıştır. Bu fosillerin büyük kısmı modern insan Homo sapiens'e ait değildir. Bunların çoğunda radyometrik ölçümlerle doğru olarak yaş tayinleri yapılmıştır. Ortaya konan aile ağacının bir bölümü, maymun benzeri yaşam biçiminden modern insana geçişin, genel evrim çizelgesine uyumlu olduğunu kanıtlamaktadır. (20)


''Paleontologlar, 4 milyon yıldan daha eski kaya tabakalarında, yok olmuş çeşitli maymun örneklerini keşfetmişlerken, o döneme ait insan örneğine rastlamamışlardır. Australpitechus, ki en eski fosil buluntusu 4 milyon yıl öncesine tarihlenmektedir, bir cins olarak bazı bulgularıyla insan, bazı bulgularıyla ise maymunlara benzerlik göstermektedir. Beyin ölçüsüne göre maymunlardan daha ilerdedir. Uzun kolları, kısa bacakları, arka boydaki ayak parmakları ve kol bulguları, Australpitechus bireylerinin zamanlarının bir kısmını ağaçlarda geçirdiklerini göstermektedir. Ancak bu canlılar insan gibi toprak üzerinde dik olarak da yürürlerdi. Bipedal ( iki ayaklı) Australpitechus'un ayak izleri, yok olan hayvan türlerinin izleriyle birlikte taşlaşan, volkanik küller tarafından son derece iyi durumda bulunmuşlardır. Bizim Australpitechus atalarımızın çoğu iki ila yarım milyon yıl önce yok olurlarken, insan ağacının yan dallarından olan diğer türler ise bir milyon yıl daha varlıklarını daha gelişmiş insansıların ( hominid) yanı sıra sürdürmeye devam etmişlerdir.''(21)

İki, iki buçuk milyon yıl öncesinden başlayarak Homo adı verilen insan cinsinin ortaya çıkışıyla birlikte evrimsel süreç yepyeni bir dönemece girmiştir. Bu dönemlerden önce, Australpitechus'un bazı türlerinde doğada bulunan sopa, kemik, dis gibi kimi maddeleri değiştirerek kullanma becerisi görülse bile, habilislerle birlikte sürecin giderek hızlandığı, süreklilik kazandığı ve bu gelişmelerin uzantısında milyonlarca yıl süren niceliksel birikimlerin niteliksel bir değişim ve sıçramaya yol açtığı saptanmaktadır. Evrimde biyokültürel aşamanın habilislerle başladığı öne sürülebilir. Bu dönemde Homo cinsinde özellikle el ve beyindeki biyolojik değişimler devam etmiş ve hem de özellikle alet yapımının hızlanması ve biraz daha planlı yapılması konuşma ve düşünme etkinlikleri gibi toplumsal ilişkileri de değiştirmiş ve bu değişimlerin tümü birden modern insana doğru yol alan süreci ileri derecede hızlandırmıştır.

''Homo habilisler, alet kullanmaya başladıktan ve belli sürü-toplum ilişkileri içinde yaşamayı günlük pratiklerinin vazgeçilmez özelliği haline getirdikten sonra, ilk insan ( Homo) olma konumu kazanmışlardır. Amaçlı, önceden planlı çalışmayla varoluşlarının-insanlaşmalarının temelini atmaya başlamışlardır. Fakat bu dönemdeki çalışmayı, insanlaşma sürecinin daha sonraki evrelerindeki çalışmalardan ayırmanın gereği vardır. Kuşkusuz, başlangıçtaki dürtüsel nitelikteki bu çalışmalar giderek gelişmeye, değişmeye, karmaşıklaşmaya başlamıştır.'' (22)

''Habilis atalarımız yapmış oldukları aletleri bir kez kullanıp atmıyordu Yerleştikleri her yeni kamp bölgesine beraberlerinde alet ve silahlarını da taşıyordu. Geliştirdikleri taş endüstrisinin temel ayrıntılarını birbirlerine aktararak, alet yapma geleneğinin kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlıyorlardı.

Kültürün bir özelliği de budur zaten Bu kültürel ilişkiler, beynin daha da gelişip karmaşık bir yapı kazanmasında itici güç oluşturuyordu. Burada önemle vurgulamak gerekir ki, ilk atalarımızın geliştirdiği taş alet teknolojisinin, bir gelenek olarak varlığını koruyabilmesinde, temel aracı organ konuşma dili olmalıydı. Nitekim Tobias'a göre, bu evrimsel yeniliğin habilis'in beyin kabuğunda bulunduğunu kanıtlayacak anatomik ayrıntılar bulunmaktadır. İnsanımsılarda ( Australpitechus) ellerin özgürleşmesine tanık olduk. Gerçek insanda ise, bu özgür ellerin iri bir beyinle işbirliği yaparak bir taş teknolojisi yarattıklarını görüyoruz.'' (23)

Habilisin erectuslara evrilmesi günümüzden 2 ile 1.8 milyon yıl, sapienslerin erken türünün bir milyon, modern insanın ise yaklaşık 350 bin yıl öncesinde ortaya çıktığı genellikle kabul edilir. Bu süreç içinde insan biyolojik evrimini tamamlamıştır ve doğrudan doğruya kültürel evrimin etkisindedir. Homo sapiens türünün arkaik tipinden çağdaş tipine varan değişimler daha çok biçimseldir. 350-200 bin yıldan günümüze olan değişimler ise daha çok ırksal farklılaşmalara benzer, dergi rengi, saç dokusu, kafatası biçimi, boy, kilo gibi organların kalıtsal çeşitlemeleri ( genetik varyasyonları) düzeyini aşamamıştır. Öyle ki 1 milyon yıl önceki arkaik Homo sapiens alt türünün iskeleti ile günümüz insanının iskeleti arasında belirgin bir fark yoktur.

İnsanın yaşam biçimi ve kültüründe 50-100 bin yıl öncesinden günümüze gerçekleşen değişimler ise oldukça çarpıcıdır. Gerçekten de bu dönemlerden bu yana ortaya çıkan bir dizi devrimci değişimler yaşanmasına karşın bu değişimlerin hiç birinde mutasyonlar etkili olmamıştır. Organik evrimin ( çevresel koşullarda olağanüstü değişiklikler dışında) bir genin mutasyonu için binyılları gerektiren hızı büyük olasılıkla devam etmektedir. Belki de kültürel yaşamın ( iklimleştirme, beslenme gibi alanlardaki kararlılık kazandırıcı, birörnekleştirici etkileriyle) hızı daha da azalmıştır. Ancak, ne olursa olsun organik evrimin hızı ister yavaşlamış ister artmış olsun, günlük yaşamımıza etkisi kültürel evrimin hızı ve etkisiyle kıyaslandığında önemsiz kalır. Gerçekten de, insanın kültürel evriminin insan üzerinde yarattığı başarıları zamanımızdan 50 ya da 100 bin yıldan günümüze gerçekleşen her hangi bir mutasyonla açıklanmamaktadır.(24)




Bu ileti en son melnur tarafından 23.11.2013- 22:52 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 04.08.2013- 01:11


İnsanın gelişimi:
F.Engels insanı hayvanlar aleminden ayıran şeyin, insanın kendi eliyle yaptığı iş aletlerinin yardımıyla gösterdiği toplumsal çalışma etkinliği olduğunu söyler. Doğada bulunan aletlerin sistemli olarak kullanılması, insanın atalarının giderek bu nesneleri kendi gereksinimlerine göre değiştirmelerine ve iş avadanlıkları yapmaya ve çalışma etkinliğine götürdü. İnsanın atalarının çalışmaya yeterli bir hale gelebilmesi biyolojik evrimin bir sonucuysa, emek ( iş aletleri) de kendi yönünden, insanların evriminin gidişini biyolojik ilişkiler çerçevesi içinde etkilemiştir. Ayak ve kol arasındaki kesin görev ayrımı emek sayesinde olmuştur. Eller çalışma işlerinde uzmanlaşmış, kıvraklık, kesinlik ve bu işler için gerekli olan uyumlu hareket becerisi kazanmıştır.

Engels elin serbest kalmasını doğanın insanlaşması yolunda attığı en önemli adım olarak niteler. ''...asıl adım atılmıştı: el serbest duruma gelmişti ve artık durmadan yeni beceriler kazanabilirdi. Böylece kazanılan daha büyük esneklik ( souplesse) kuşaktan kuşağa geçiyor ve artıyordu.'' (25) Emek, yani elin işlevi giderek bütün organizmayı etkilemiş, dik yürüme alışkanlığını pekiştirerek insanın diğer organlarının gelişmesine de katkı yapmıştır.

İnsan toplumunun yaşam düzeyi ve evrimi, maddi malların üretimiyle belirlenir. Bu üretim hiçbir zaman durmaz, sürekli gelişir ve yetkinleşir. İnsanların, yaşamlarını sürdürmek için, durmaksızın maddi mallar üretmeleri gerekir. Bu anlamda üretimin ilerlemesi zorlayıcı bir özellik gösterir. Toplumsal yaşamın bir yasasıdır bu. Bu ilerleme nesneldir ve insanların isteğine veya iradesine bağlı değildir. Onun kökeninde yatan şey, her şeyden önce durmadan artan gereksinmeler ve insanlığın nüfusunun sürekli artmasıdır. İnsanlık bir kez hayvanlar aleminden kurtulduktan sonra kendi gelişme seyrini izlemiştir.

Maddi malları üretmek sürekli olarak doğa ile bir ilişkiye girmeyi gerekli kılıyordu. Çalışma boyunca alet ve avadanlıklar durmadan yetkinleşti ve bu yetkinleşme insanın doğaya bağımlı olmasını önlediği gibi, giderek doğa üzerinde egemenlik kurmasını ve doğayı tanımasına da yol açtı. İnsan bir yandan doğayı tanıyıp, onu egemenliği altına alırken, bir yandan da nesnelerin özelliklerine dikkat etti. İş alışkanlıklarını biriktirdi. Giderek olayları genelleştirmeyi ve olaylar arasındaki iç bağıntıları bulup çıkarmayı öğrendi. Çabalarının sonuçlarını önceden görebilecek bir noktaya geldi. Çalışırken tüm organizma gibi düşünme yeteneği de düzenli olarak gelişti.

İnsanın doğayı egemenliği altına alması, emek üretkenliği sonucu doğada olmayan nesneler yapması, bu nesnelerin giderek karmaşıklaşması, daha yetkin bir toplumsal ilişkinin başlaması bir anlamda iletişim sağlayacak bir dile de ihtiyaç gösterir. Hayvanlar dünyasında bilinen ilkel işaretleşmeler dışında, daha karmaşık ilişkiler içine girebilen ilkel insan toplumunun daha yetkin bir anlatım düzeni kurması gerekiyordu. Hayvanların birbirlerine bildirecekleri çok az şey vardı. Dilleri içgüdüseldir, tehlikeyi, çiftleşmeyi vb. bildiren ilkel işaretler düzenidir. Ancak çalışma sırasında ve çalışma yüzünden canlıların birbirlerine söyleyecekleri bir şeyleri olabilir. Araçlarla birlikte ortaya çıkmıştır dil.(26)

İnsanın maddi malları üretme zorunluluğu yani çalışması olmasıydı dili, olayları ve nesneleri yansıtan bir işaret düzeni, bir soyutlama geliştiremezdi. İnsan sadece acıyı ve sevinci duyabildiği, şaşırabildiği için değil, aynı zamanda çalışan ve üreten bir varlık olduğu için yaratmıştır sözcükleri.

Engels de benzer şeyleri söyler: ''...emeğin gelişmesi, karşılıklı dayanışma, ortaklaşa etkinlik durumlarını çoğaltma ve bu ortaklaşa etkinliğin her birey için sağladığı yararın bilincine varma yoluyla toplum üyelerinin birbirine giderek yaklaşmasına zorunlu olarak yardım ediyordu. Kısacası, oluşum geçiren insanlar, birbirlerine söyleyecek bir şeylerinin bulunduğu noktaya eriştiler.''(27)

İnsanın düşünsel gelişimi:
İnsan kısaca ''sistemli olarak maddesel ve simgesel araçlar yapıp kullanan ve bu araçlarını değiştirip geliştiren toplumsal bir canlı türü'' olarak nitelenir. Bu tür araçların varlıklarının ya da ipuçlarının bulunduğu arkeolojik katmanların ölçülebilen tarihi de insanın organik evrimden kültürel evrime geçtiği tarih olarak ele alınabilir.

İnsanın ilk maddesel araç yapımı etkinliği aynı zamanda yaptığı aracın simgesini kafasında yaratması anlamına da gelmektedir. Maddesel araçlar ile simgesel araçlar arasındaki ilişki ilkin, maddesel araçların simgesel araçları belirlemesi olarak ortaya çıksa da, insanın yetkinleşmesi sürecinde etkileşim bu noktada kalmaz. İnsanın, doğada yan yana bulunmayan, doğada olmayan nesnelerin imgelerini kafada oluşturma ve birleştirme yetisi vardır. İki ucu eğilip kısa bir iple bağlanmış yaş bir dal parçası doğada olmadığı gibi, doğada at ile kartalın birleşmesinden oluşan bir kanatlı at da bulunmaz. Ama insan bu simgeleri kafasında birleştirebilir. Daha sonra yay örneğinde olduğu gibi, simgesel aracın bu kez maddi olarak belirmesi yolunda doğada karşılıkları yapılabilecek nesneler oluşturulabilir. (28)

İnsanın kafasında simgeleri sınırsız birleştirebilme yeteneği, doğada karşılığı bulunmayan simgeler yaratabilmesi anlamına gelir. Bu anlamda insan sadece bir kopyacı değil, aynı zamanda usta bir yaratıcıdır. İnsan hem doğadan esinlenerek ve hem de sadece düşlerinde yaratarak çeşitli simgeler oluşturabilir ve bu simgelere çeşitli anlamlar yükleyebilir. Yoktan yaratıcılık, yoktan var etmek yalnızca insan canlısının yetisidir ve yoktan var etmek sadece simgeler dünyası için geçerlidir. (29)

İnsanın doğada var olmayan simgeler yaratma yetisi, kafasında tasarladığı araçları yapmasına neden olarak ''özgürleşmesine'' ve doğaya giderek daha fazla egemen olmasına yol açarken, tarihsel koşulları oluştuğunda ortaya çıkacak olan çalışan-çalıştıran ve efendi-köle ilişkisinde ''aşkın özne'' denilebilecek simgeler de yaratmasına yol açmıştır. Kısaca insanın en önemli yetisi olan düşünme ve simgeleştirme bir yandan doğaya egemen olup özgürleşmenin yolunu açarken, bir yandan da tarihsel ve toplumsal koşullar etkisinde aşkın özneler yaratıp boyun eğen, tapınan insana giden yolu da açacaktır.


İlkel toplumun düşünüş biçimi:

İnsan var oluşundan bu yana içinde bulunduğu doğayı bilmek ve ona egemen olmak istemiştir. Bu nedenle insan var olduğundan beri doğayla savaşmaktadır. Gece inen karanlık, şimşeklerin çakması, gök gürlemesi, ay ve güneş tutulmaları hep ilgi ve merakını çekmiş, çoğu kez de korkutmuştur. Yaşamını sürdürme zorunluluğu içinde bütün çabası bu korkuları yenmek merakını gidermek ve olan biteni anlamak olmuştur. Anlama ve anlamlandırma hep yaşam biçimiyle ilintili gerçekleşmiş, içinde bulunduğu koşullar onun düşünmesini de biçimlendirmiştir.

Homo habilis'ten son onbin yıl öncesine kadar insan toplumu leş yiyicilikten toplayıcılık ve avcılıkla yaşamını sürdüren bir yaşam biçimine geçti. Homo habilis'in bulundukları yerde karşılaşılan buluntular bu savı destekler niteliktedir. Leşlerin kemikleri üzerindeki çakal ve akbaba diş izlerinin bulunması, muhtemel olarak, bu tür hayvanların kemikler üzerinde ulaşamadığı yerleri homo habilis yiyordu. Bu tür yaşam mücadelesinin giderek alet yapma zorunluluğu ortaya çıkardığı ve homo cinsinin avcılık yapabilecek silahları ürettiği düşünülüyor. Leş yiyiciliğinden kurtulan insan avcılığa başlarken topluluk üyesi kadınlar da toplayıcılık yapmaya başlamışlardı. İlkel komünal toplumun yaşam biçimi bu asalaklık üzerinde sürüyordu.

Avcı ve toplayıcı (asalak) toplulukların insanının doğa karşısında etkin bir durumda olamayacağı tahmin edilebilir. İlkel topum üyeleri önünde buldukları hazır bitkisel ve hayvansal besinleri toplamakla yetinen daha çok ''edilgin'' bir durumdadır. Dolayısıyla doğayla etkileşim içinde bir ''bilen özne'' durumunda değildir. Asalak toplum insanı kendini nesnelerden ayıran düşünen bir yanı olduğu konusunda bilinçli değildi, bir diğer deyişle bu konunun bilincinde değildi. Cansız doğanın da tıpkı kendisi ve bitki hayvan dünyası gibi canlı olduğunu, duyup düşündüğünü sanıyorlardı. Buna bilindiği gibi animizm ( cancılık ) denir.

Dış dünya ''nesneler-olaylar- asalak insan için bir kaotik dünyadır. Baştanbaşa kargaşanın hakim olduğu bir dünyadır. Bu kargaşa içinde olan biten her şey rastlantısaldır. Ancak dış dünya ile korku ve umut gibi iki duygulanım içinde bulunması, bu rastlantıları bile bir şekilde anlamlandırma çabasına götürecektir onu. Olayları, yetersiz simge araçlarıyla da olsa anlayıp kavramaya ve ona göre davranmaya çalışacaktır. Yığınla nesneyi tek tek anlayıp kavrama yerine bir şekilde sınıflandırmaya gidecek ve bir çeşit ''analoji'' yaparak anlama yolunu seçecektir. Analoji yaparak düşünmeye çalışan asalak insan birbirlerine benzer olanları bir araya toplayacak, benzemeyenleri de karşısına oturtacaktır.

Analoji mantığıyla düşünen ve düşüncesinin temelinde korku ve umut olan ilkel insan, karşısına çıkan olayları da bu ikilem içinde çözmeye çalışır. Bu çözüm yolu doğal olarak neden-sonuç ilişkisine bağlı bir çözüm olmayacaktır. İlkel insan olayları kendi isteklerine göre çözme eğiliminde olan insandır. Bir yandan tüm nesneleri kendisi gibi bir canlı olarak niteleyecek, bir yandan da korktuklarının olmamasını umduklarının olmasını dileyecektir.




Bu ileti en son melnur tarafından 23.11.2013- 22:56 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 04.08.2013- 01:12


Gerçeklik dünyasında olmayan, bir şekilde gerçeklerden uzaklaşan bir insan için, gerçek dünyadaki sorunların çözümsüzlüğü, çözümün düşler dünyasına atılması ve orada çözülmesini gerekli hale getirecektir. Çünkü çözümsüz sorunlar içinde yaşamak da rahatsız edicidir. Bir yandan çözüm isteği, öte yandan gerçeklik içinde çözemeyiş, bir şekilde çözümün düşsel olmasını da dayatmaktaydı.

''Bu eğilimle ilkel insan, gerçeklik dünyasında nesneleri, olayları etkileyemeyince, onları düşler dünyasında etkilemeye çalışacaktır. Nesnelerin kendilerini etkileyemeyince, parçalarını, benzerlerini, simgelerini etkileyerek kendilerini etkilemeyi umacaktır. İşte tam da sihircinin yaptığı şeydir. Başvurucunun yok etmeye gücü yetmeyen düşmanının kılına, kuklasına zarar vererek, onu büyüyle yok etmeye çalışmak, yani simgesini etkileyerek kendisini etkilemeyi ummak. Sihir işlemine olan bu benzerliğine bakılarak, ilkel insanın avcı ve toplayıcı asalak yaşam biçiminin bir sihirsel düşün biçimi belirlediği söylenebilir.'' (30)

Bu düşünüş biçimi her türlü muskacılığı ve büyücülüğü ortaya çıkardı. Baş edemediği kuraklığa, taşları birbirine vurarak yağmur sesi çıkarma yoluyla çözüm arayan güçsüz ve bilgisiz ilkel insan, tehlikeli, anlaşılmaz, ürkütücü doğa karşısında büyüden ve muskadan destek bekliyordu.

Tarım toplumunun düşünüş biçimi:
Neolitik çağ sihirsel düşünüş biçiminin dinsel düşünüş biçimine dönüştüğü evrimsel bir aşamadır insanlık tarihinde. İnsan toplumlarının tarımı keşfetmesiyle birlikte tarihte ilk kez yerleşik yaşam biçimine geçilmiştir. Yerleşik hayat pek çok kolaylıklar sağlamasının yanında, insanın doğayla doğrudan ilişkiye geçmesine de neden olmuş, üretim süreci insanın doğayı değiştirebilmesinin ve egemenliği altına alabilmesinin kapılarını aralayabilmiş ve nihayetinde doğa üzerinde düşünebilme ve onu anlayabilme çabasının ortaya çıkmasına da yol açmıştır.

Tarım toplumunda insanın ilgisi avladığı hayvanlardan, ürettiği bitkilere kaymıştır. Bu durum köklü bir yaşam biçimi değişikliğiydi ve insan düşüncesinde de köklü bir değişime neden olmuştur. Asalak olarak sürdürdüğü yaşam biçiminden farklı olarak tarım toplumu insanı tarlasına ektiği bitkinin sararıp solmasının gerçek bir ölüm olmadığının bilincindedir. Bitki toprak altındaki tohumlarıyla yaşamayı sürdürmektedir. Böyle bir olgu tarım toplumu insanını ''öte dünya'' kavramına hazırlar. Tohumun filiz vermesi ise ''topraktan yaratılma'' ve ''yoktan var olma'' kavramlarının belirleyicisidir.

Üretim tarzının, insanı sürekli olarak doğayla etkileşime sokması ilk kez olarak etkin insan tipini de hazırlar. Ve bu ilişki asalak toplum ilişkisi gibi rastlantısal da değildir. İlişkinin düzenli ve yinelenebilir bir doğrultu kazanması tarım toplumu insanına neden-sonuç ilişkisi içinde düşünebilme becerisi de kazanabilme fırsatı sunar. Üstelik üretim etkinliğinde bulunurken hangi nedeni değiştirirse hangi sonucun ortaya çıkabileceğini, sözgelimi, nasıl bir sulama yaparsa nasıl bir ürünle karşılaşacağını öğrenmeye başlar. Bu üretim biçimi ve dolayısıyla yaşam biçimi ona ilk kez bilimsel düşünebilme şansını da verir.

''Ancak olan bunun tam tersi, insanın düşünüşünün dinsel metafiziğe savruluşudur. Bunun nedeni, bitkisel ve hayvansal besin üreticisi çiftçi ve çoban topluluklarının maddesel ve simgesel araçlarının üretim sorunlarını çözmede yetersiz kalmasıdır. Örneğin selleri önleyecek araçları, salgın hayvan hastalıklarının nedenini anlayıp onları iyileştirecek bilgileri yeterli değildir. Döktükleri onca emeğe, gösterdikleri iradeye karşın, ürünün geleceği ( dolayısıyla bir bakıma kendi yazgısı) kendi ellerinden çok doğanın elindedir. Bu yüzden tarımcı topluluklar, hem üretimde emeklerinin sağlayacağının ötesinde olumlu bir sonucu, hem tüm çabalarına karşın olumsuz bir sonucu doğru anlamakta güçlük çekerler. Olanları anlayamadıkları, ileride tanrılaştıracakları tarımla ilgili doğa güçlerinin kendilerininkinden üstün iradelerine, isteklerine bağlarlar. Böylece tarımla ilgili doğa güçlerini ''kişileştirmiş'' olurlar.''(31)

Tarlaya ekilen ürünün sonuçta daha fazla ya da daha az olabileceğini üretim deneyimi ile öğrenen tarım toplumu insanı, olan bitenin açıklamalarını neden-sonuç ilişkisi içinde çözümleyebilecek bir yeterlikte değildir. Bunun nedenleri hep doğada kendisi gibi irade sahibi ''aşkın güçler''le ilişkilendirilir. O irade sahibi güç, kızdığında ürünü yetersiz kılıyordu. Cezalandırıyordu. Onu kızdırmama gereği vardı. Güneş, rüzgar ve yağış gibi benzer tanrıların insan yaşamının içine girmesi doğrudan bununla ilişkili olduğu gibi, insanın o dönemlerden beri ereksellikçi bakış açısıyla doğayı ve kendisini anlamlandırmaya çalışmasının nedeni de buydu. Olayların ve süreçlerin nedenleri atlanıyor ve ''niçin'' olduğu üzerine açıklamalar yapılıyordu.

Tarım toplumunda giderek üretimin artması, ürün fazlalığının ortaya çıkması ( artı ürün ) sınıfları ve devlet denilen organizmanın oluşumuna da neden olmuştur. Çalışan-çalıştıran, yöneten-yönetilen, kol işi-kafa işi ayrımı hep insanın üretime başlaması ve yerleşik hayata geçmesinin sonucudur. Bu dönemde güneş tanrısının yerini giderek ''güneş tanrısının oğlu'' alacaktır. Aşkın doğa güçleri çalışmayıp çalıştıran efendilere benzetilecek, güneş tanrısının oğlu, efendiler, köle sahipleri hep doğaüstü güçlerle ilişkilendirilecektir.

Toplumda okuryazar olma ayrıcalığını ellerinde bulunduran, toplumsal artıyla beslenen ve çıkarları sistemin egemenleri ve efendileriyle bir olan düşünce ve din adamları ise sistemin işleyişini mutlak kılmak adına dinsel düşünüş biçimini geliştirmeye ve olayların açıklamasını erekselci bir yöntemle açıklamaya başladılar. Üretici güçlerin gelişimine paralel olarak bu düşünüş biçimi de gelişti ve kurumlaştı. Her şeyin temelinin düşünce olduğu yanılgısı üzerine kurulan felsefi ve dinsel açıklamaların egemen olduğu sistemler geliştirilmiştir. Yüzlerce yıl sürüp gelen ''insan-yer merkezli evren'' düşüncesi ve insanın bir defada ve değişmeyecek bir biçimde tanrı tarafından yaratıldığı düşüncesi anlayışı sistem tarafından geliştirilirken, üretenlerin payına ise sadece yoksulluk, bilgisizlik ve inanç düşüyordu.

Tarım toplumunun dinsel düşünüş biçiminde gerçekliğin çarpıtılması vardır. Gerçekliğin çarpıtılması ise özel bir bilgi anlayışına ihtiyaç gösterir. Bilgi kuramında gerçekte bir ''bilen özne'' ve bir de ''bilinen nesne'' vardır. Bilimsel anlayış nesnelerin dışardan hiçbir şey katılmaksızın nesnenin içerdiği özellikleri en yalın haliyle anlama çabası olmasına karşın, dinsel düşünüş biçimi özne ile nesne arasına tanrı, peygamber ve kutsal kitap gibi pek çok aşkın özne koyma eğilimindedir. Gerçekliğin sadece bu aşkın özneler tarafından bilinebileceği iddiasındadır. Dinsel düşünüş biçimi insanı, artık nedenselliği yitirmiş, olgulara sadece ereksellikçi bir yöntemle bakma alışkanlığındadır. Bu anlamda dinsel düşünüş insanı bilen değil inanan insan durumundadır.

Kapitalizm öncesi dönemi bütünüyle ''karanlık'' bir dönem olarak nitelemek de doğru değildir. Başta iyonya okulu olmak üzere, doğa olaylarına ''maddeci'' bakış açısıyla bakan felsefeciler ( kaba materyalistler) de vardır. ''Bu filozoflar   doğa kanunlarının varlığını sezmiş ve ''evrenin kökeni nedir?'', ''evren hangi maddeden yapılmıştır?'' sorularından yola çıkmışlardır. Örneğin Thales'e göre evrenin kökeninde su vardır. Anaximenos'a göre ''hava'', Herakleitus'a göre ''ateş'', Anaxsimandros'a göre ''sonsuzluk'' olmuştur. Anaxsimandros, uzayda ve zamanda sınırı olmayan sonsuzun, gördüğümüz bütün varlıkların ( Yer, Güneş, yıldızlar) kaynağı olduğunu ve bu sonsuzun gökyüzüyle somutlaştığını ileri sürmüştür. Herakleitus, gerçekliğin temelinde ''çelişki''nin yattığını ve her şeyin hareket halinde olduğunu savunmuştur. Anaksagoras, maddeci değildir ama maddenin sonsuza kadar bölünebilen sonsuz sayıda ögenin bileşimi olduğunu düşünmüştür. Demokritos, doğa kanunlarının zorunluluğu ve yaşamın ilk kaynağının sürerliliğini ilgi çekici bir formülle toparlamıştır: atomculuk. Atomculuğa göre, bütün cisimler karşılaştıklarına ve ve çarpıştıklarına göre topaklanan veya dağılan bir takım yok olmaz parçacıklardan meydana gelmiştir. Yunan dünyasının öteki ucunda Sicilya ile Güney İtalya'da Phthagorasçılar matematiği doğa bilimlerine uygulama fikrini geliştirmişlerdir. Phthagorasçılar ''Bütün her şey sayılardır'' derken, yüzyıllar sonra Galileo ve Newton ile parlak başarılar gösterecek olan matematiği önceden sezmişlerdir.'' (32)

Eski Yunanistanda ''tek işleri'' düşünce üretmek olan filozofların ortaya çıkması, her şeyin temelinde düşünce bulunduğu yanılgısını da güçlendirmiş olmakla birlikte, insanlığın düşünsel birikiminin çok daha hızlı bir şekilde büyümesini sağlamıştır.




Bu ileti en son melnur tarafından 23.11.2013- 23:04 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 04.08.2013- 01:14


Sanayi toplumunun düşünüş biçimi:
13.yy.'da Haçlı seferleriyle başlayan ticaret devriminin ardından 18.yy.da gerçekleşen sanayi devrimi tıpkı ilkel avcılık ve toplayıcılıktan tarım toplumuna geçiş gibi, insanın yaşayış biçiminde nitel bir sıçrama ortaya çıkardı. Bu bir devrimdi ve sanayi devrimiyle birlikte insanın bir başka düşünüş biçimi olan bilimsel düşünüş de toplumların hayatında yerini almaya başlayacaktı. Sanayi devrimi bu anlamda insan insan ve insan doğa ilişkilerinde bir değişim yarattığı gibi egemen sınıfı da değiştirmiştir.

Kent toplumlarının imparatorluklara dönüşerek gelişimi üretimi de üretici güçleri de geliştiriyordu. Üretici güçlerin gelişimi sadece dinsel düşünüşün ve sadece inanmanın gelişen üretime çözüm yolları bulmasını da engelliyordu. Bu süreç düşünüş biçiminde de köktenci dönüşümlerin ortaya çıkması anlamına geliyordu. Gelişen üretim daha özgür ve nedensellikçi bir düşünüş biçimini gerekli kılmıştı. Dinsel yaklaşımların inanma temeli üzerindeki dogmatik özelliği, gelişen üretime hiç bir artı getirmemesine ve ortaya çıkan sorunları çözememesine neden oluyordu. İnsanoğlu o zamana değin sadece inanmak üzerine oturttuğu bilgilerin doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulama durumuyla karşı karşıya kaldı. Üretimin bütünüyle insan emek ve iradesinin egemenliği altına girmesi, ve olumlu sonuçlarının alınması sihre ve duaya değil, o sonucu doğuran nedenin bilinmesine bağlıydı. İnsan tam anlamıyla ''bilen özne'' durumuna gelmiştir artık. Sanayi toplumu insanı sihirsel, ya da dinsel bir düşünüşle değil, nedensellikçi bir düşünüş tarzına kavuşmuştur. Bu kapı bir kez aralandıktan sonra da gerisi çorap söküğü gibi geldi. Sanayi devrimi arkasından gelen Rönesans ve aydınlanma, dinleri geriletmiş bilimin ve bilimsel düşünüş yöntemini insanlık tarihine armağan etmiştir.

Yaşam biçiminin değişikliği düşünüşte de bir değişime yol açmıştır. Tarım toplumunun bilen öznesi bilinen nesneyi daha iyi anlama adına araya tanrıları, peygamberleri, kutsal kitapları koyarken, sanayi toplumu insanı ya aracısız bir neden sonuç ilişkisi kurmuş ya da çok daha iyi anlama adına araya mercekler, kuramlar ve bilim insanları gibi aracılar koyma durumunda kalmıştır.

Bilimsel devrimin kökü kapitalist öncesi toplumun içindedir. Bu anlamda bilimsel üretimin dinsel inançlar ile felsefi yaklaşımlardan ayrılması ve görece bağımsız bir etkinlik halini alması 16 ve 17. yy.dan sonra gerçekleşmeye başlamış, 18.yy'da devrimsel bir sıçrama göstermiştir. Bu anlamda bilim tarihinde iki önemli kırılma noktasından söz edilir. Bunlardan birincisi, Kopernik, Kepler ve Galile'nin çalışmalarıyla yerle bir edilen Batlamyus'un dünya merkezli evren modeliydi. Sadece insanlarla olan ilişkisi nedeniyle yüzlerce yıl kabul gören bu görüş bu dönemde tahtından indirilmişti. Bu gelişmenin önemli bir sonucu kökeni Aristo'ya dayanan, daha sonra ise Batlamyus tarafından geliştirilen bu modelin yüzlerce yıl din adamları tarafından dinsel bir dogma olarak kullanılmasıydı. İkinci kırılma noktası C.Darwin'in çalışmaları sonucu ortaya çıkan türlerin değişmezliği ilkesinin yerle bir edilmesiydi. Dinsel düşünüş yüzlerce yıl insan ve canlılığın bir kerede ve değişmez bir biçimde doğaüstü bir güç tarafından yaratıldığını savunmuş, hatta bu yaratım işleminin gün ve saatini de ortaya koyacak şekilde dogmalaştırmıştı. Darwin ve aynı dönemdeki İngiliz meslektaşı Wallace yaptıkları çalışmalar sonucu bu inanışa da büyük bir darbe vuracaklar ve sonuçta dinlerin egemenliğinde olan bu iki konu da dinsel anlayışın karanlıklarından kurtarılarak gün ışığına çıkarılacaktı. 18.yy.'a gelindiğinde bilimsel yaklaşım tam anlamıyla egemen olmuş, bilginin kaynağı devlet ya da dinsel otoritelerin açıklamalarından kurtarılmış, onun yerine akla ve gözleme dayandırılma ilkesi ortaya konulmuştu.

Evrim= Bilim
Darwin'in Evrim Kuramı bilimsel devrimin en büyük atılımlarından biridir. Etkisi sadece biyoloji alanında gözükmemiş, bütün bir bilimsel etkinliğin rotasını değiştirmiş ve felsefe alanında insan düşüncesinde devasa bir sıçrama da yapmıştır. Evrim kuramı yoluyla artık canlılığın doğaüstü bir güç tarafından yaratılmadığı, maddenin tıpkı fiziksel ve kimyasal değişimi gibi biyokimyasal değişimler yoluyla gerçekleştiğini biliyoruz. Evrim kuramı aynı zamanda, maddenin yaklaşık 14 milyar yıllık değişim sürecinde çok önemli bir boşluğu da doldurmuş, maddenin fiziksel, kimyasal değişimlerine paralel, biyo-kimyasal değişimler geçirerek daha karmaşık formlara dönüşebileceğini göstermiştir.

Evrim kuramı olmadan bilim olmaz. Evrim kuramı olmadan biyoloji yapılamayacağı gibi, hiçbir bilim de yapılamaz. Çünkü bütün bilim dalları birbirleriyle ilişki içindedir ve birbirlerini tamamlarlar. Evrim anlaşılmadan fizik ve kimya yasalarını da anlamak da mümkün hale gelmez. Adem ile Havva'dan geldiğimiz, Havva'nın Adem'in sol kaburga kemiğinden yaratıldığı inancıyla nasıl bilim yapılabilir? Ve bilimsel anlamda canlılığın doğaüstü bir güç tarafından ve bir defada yaratıldığı inancı ile ''leylek kuramı'' arasında ne fark var?


Kaynakça:

(1)Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi; Bilim ve Yaratılışçılık, TUBA Yay, s.28.
(2)Adam Şenel; İnsan ve Evrim Gerçeği, Özgür Üniversite Yay, s.122
(3)Cemal Yıldırım; Bilimin Öncüleri, Tübitak Yayınları; s.88
(4)Cemal Yıldırım, Aynı Yapıt, s.91.
(5)Haluk Ertan, Charles Darwin, Felsefenin Yönünü Değiştiren Biyolog, Evrim Bilim ve Eğitim.
Nazım Kitaplığı, s.102
(6)Haluk Ertan, Aynı Yapıt, s.101
(7)Douglas J. Futuyma, Evrim Bir Olgudur, Bilim ve Gelecek Dergisi, Sayı 51, s.12
(8)Bill Bryson; Hemen Her Şeyin Tarihi, Boyner Yay. s.280
(9)Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi, Bilim ve Yaratılışçılık, TUBA yay. s.13
(10)Douglas J. Futuyma; aynı yapıt. S.12ü
(11)Ali Babaoğlu; Darwinizm, BDS yay. s.36
(12)Ali Babaoğlu, aynı yapıt, s.32
(13)K.E.von Baer, Aktaran Ali Babaoğlu, Aynı yapıt, s.32
(14)Brian&Deborah Charlestworth, Evrim, Dost yay. s.28
(15)Ali Babaoğlu, aynı yapıt, s.33
(16)Cemal yıldırım, Evrim Kuramı ve Bağnazlık, Bilgi Yayınevi, s.71
(17)Brian&Deborah Charlestworth, Aynı Yapıt, s.77
(18)Ali Babaoğlu, aynı yapıt, s.36.
(19)ABD Bilimler Akademisi, Aynı Yapıt, s.15.
(20)ABD Bilimler Akademisi, Aynı Yapıt, s.23
(21)ABD Bilimler Akademisi, Aynı yapıt, s.23
(22)Serol Teber, Doğanın İnsanlaşması, Say yay. s.138.
(23)Metin Özbek,İlk atalarımız Homo habilisler ve Homo erectuslar, Bilim ve Ütopya dergi, Sayı 40, s.19.
(24)Adam Şenel;İnsan ve Evrim Gerçeği, Özgür Üniversite.s.43-44
(25)F.Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yay.s.188
(26)Ernst Fıscher, Sanatın Gerekliliği, e yayınları, s.30
(27)F. Engels, Aynı yapıt. s.189.
(28)Adam Şenel,İnsan ve Evrim Gerçeği, Özgür Üniversite, s.84.
(29)Adam Şenel, Aynı Yapıt, s.29
(30)Adam Şenel, Aynı Yapıt, s.129
(31)Adam Şenel, Aynı Yapıt, s.122
(32)Ansiklopedi Britanica; Aktaran, Tülin Bozkurt; Evrim düşüncesinin Eski Çağa Uzanan İzleri; Evrim, Bilim ve Eğitim; Nazım Kitaplığı, Üniversite Konseyleri Dizisi, s.163.




Bu ileti en son melnur tarafından 23.11.2013- 23:07 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör İnsan insan olmaktan utanıyor... melnur 0 1121 02.05.2021- 05:12
Konu Klasör DNA sonuçları açıklandı: İnsan değiller... melnur 2 124 01.12.2023- 19:49
Konu Klasör İnsan olmak zorken, ‘insan'dı Zeki Alasya (*) melnur 0 1898 10.05.2019- 17:30
Konu Klasör Evrim mi, yaratılış mı? melnur 25 16936 09.07.2021- 20:32
Konu Klasör Evrim ve Yok oluş melnur 2 4405 01.01.2019- 19:48
Etiketler   Evrim,   İnsan
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS