SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Siyaseti nasıl yapmalı?           (gösterim sayısı: 3.395)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: umut
Konu Tarihi: 06.05.2015- 11:23


Siyaseti nasıl yapmalı?-Can Soyer  

Evvelki yazımızda kapitalist dünya imparatorluğunun modernist ufku tümüyle karanlığa gömerek uygarlık ve kültür kaynaklarını kuruttuğunu, sol ve radikal düşüncenin de bu sıkışmayı aşacak bir hamleyi henüz üretemediğini; bir önceki yazıda ise solun önündeki en büyük sorunun etkili bir siyaset pratiği geliştirememek ve yanlış sorulara yanlış yanıtlar verdikçe kendi duygusal dünyasına hapsolmak olduğunu yazmıştık.

Doğal olarak etkili siyasetten ne kast ettiğimizi ve bunun nasıl hayata geçirileceğini tartışarak devam etmemiz anlaşılır bir tercih olacaktır.

O halde, öncelikle siyasetin doğası ve kaynakları üzerine düşünmek, buradan hareketle etkili bir siyaset pratiğinin koşullarını tarif etmek gerekiyor.

***

Siyaset verili bir zeminde yapılır. Siyasetin verili zemini, tarihsel sürecin ve güncel dinamiklerin özgül bir bileşimi anlamında siyaset yapan öznenin etrafını kuşatan koşulları ifade eder. Bu koşulların ötesi ya da dışı yoktur. Her siyasal özne, kendisini bu koşulların çerçevelediği alanda var etmek zorundadır.

O halde, solun etkili bir siyaset geliştirmek yönündeki çabaları, öncelikle verili zeminin ve koşulların tanınmasını gerektirir. Dikkat edilirse, kabulden değil, tanınmadan bahsediyoruz ve tanınma ile de zemini ve koşulları hem sınırlılıkları hem de olanakları ile bilince çıkarmayı kast ediyoruz. Dolayısıyla, solun etkili ve radikal bir siyaset yürütmenin ölçütü olarak “her şeye karşı” olmayı seçmesinin, romantik tatmini dışında, bir karşılığı yoktur.

Diyalektik, Lukacs’ın dediği gibi, verili gerçekliği tanımayla onu aşmanın tek bir harekette bütünleştirilmesidir ve siyasette de diyalektiğin bu iki yanı iş başındadır. Dahası, “düzen dışı” olmak adına verili zemin ve koşullar ile her tür ilişkiyi reddeden sekterlik, kapitalizmi yıkmayı değil, onun dışında kalmayı, kendi “ada”sında sıfırdan bir toplumsal yaşam kurmayı öğütleyen liberal/ütopyacı perspektifle soy ortaklığına sahiptir. Zira devrimci siyaset, düzen “dışı” değil, düzen karşıtıdır.

***

Nesnellik ile öznellik birbirinden ayrı iki varlık alanı değildir. Her nesnellik barındırdığı öznellikle, her öznellik de kuşatıldığı nesnellikle tanımlanabilir. Dolayısıyla, nesnellik dendiğinde, öznelliğin yokluğu anlaşılmamalıdır. Nesnellik, özneleri olmayan bir hayalet alan gibi düşünülmemelidir.

O halde, siyasal mücadele pratiğine girişen solun, nesnelliğe dair değerlendirmesinin önemli bir bölümünü, o nesnelliğin barındırdığı öznel güçler oluşturur. Bu güçlerin güncel pozisyonları yekpare ve durağan değil, hem nesnelliğin dönüşümüyle hem de diğer öznelliklerin müdahaleleriyle sürekli değişen bir hareket halindedir. Mevcut nesnelliğe dair çözümlemenin, bir kere üretilip, ondan sonraki uzun yıllar boyunca hiç güncellenmeden cepte tutulması, tutarlılık ya da ilkelilik değil, basbayağı taşlaşmadır. Dolayısıyla, çözümleme ve değerlendirme hiçbir biçimde katılaşıp donmamalı, her yeni durumun özgül karakterini içermelidir. Somut durumun somut çözümlemesi, biraz da bu demektir.

Daha önemlisi ise, nesnelliğin dönüştürülmesi, solun salt kendi öznelliğinin gücüyle değil, diğer öznellikler üzerindeki etkilerinin ve yönlendirmelerinin de etkisiyle mümkündür. Bu anlamda, kapitalizmle veya düzenle mücadele, iki düşmanın yalın kılıç düellosundan çok, karmaşık ilişkilenmelerin ve yer değiştirmelerin taktik ustalığına ihtiyaç duyar. Nesnelliğin, diğer bütün öznelerin silikleştiği ve solun tek özne olarak kaldığı bir biçimde sadeleşmesi, eşyanın doğasına aykırıdır. Dolayısıyla, solun, aynı nesnellik alanını paylaştığı diğer öznelliklerle hiçbir temas kurmadan etkili olması mümkün değildir. Bu temas uzlaşmaz bir mücadele olabileceği gibi, geçici ya da sürekli güç birlikleri ya da yönlendirmeler de olabilir. Ancak her durumda, etkili ve dönüştürücü bir siyaset pratiği, öznenin kurduğu karmaşık ilişkilenme biçimleri ile hayata geçirilebilir.

***

Siyaset, çoğu zaman bir dil aracılığıyla kendini gösterse de, asla bir söylemden ibaret değildir. Siyaset, gerçek toplumsal yapının gerçek dinamikleriyle kurulan gerçek ilişkileri ifade eder ve aynı gerçeklik siyasetin etkileri açısından da geçerlidir. Diğer bir deyişle, siyaset, sadece konusu veya malzemesi ile değil, etkileri ile de gerçek sonuçlar yaratmayı hedefleyen bir etkinliktir.

O halde, bir tür konuşma üslubuna, bir dile ya da jargona indirgenmiş siyaset, gerçek toplumsal zemininden yoksun kaldığı için, gerçek etkiler de yaratamayacak, yani tümüyle gerçeklikten kopuk hale gelecektir. Oysa solun siyaset anlayışının temeli, değiştirmeye ve dönüştürmeye, yani gerçekliği bir başka gerçekliğe çevirmekle ilgilidir. Bunun anlamı, siyasetin maddi bir pratik olduğu, maddi dinamiklerin o ya da bu yönde hareket ettirilmesiyle ilgilendiğidir.

Buradan çıkan sonuç ise, siyasetin hiçbir zaman “sözünü söylemek” olarak tarif edilemeyeceğidir. Solda, bir başka mücadele döneminin ihtiyaçları içinde şekillenmiş bir anlayış nedeniyle, “sözünü söylemek”, “tavrını göstermek”, “akıntıya kürek çekmek” gibi romantik tutumlar, siyaset yapmak sanılmaya devam etmektedir. Oysa siyaset, sözün veya tavrın, güçlenerek bir gerçeklik haline gelmesi ve mevcut gerçekliği dönüştürmesidir. Esasında gayet iyi konuşan ve konuştuğunda dinleyenler nezdinde sempati de yaratan solun, bir türlü gerçek bir güce dönüşememesinin gizi de burada saklıdır. Uzun zamandır sol, konuşmayı devrimci pratiğin kendisi saymakta ve üslubunun güzelliğiyle avunmaktadır.

***

Siyasetin gerçek etkiler yaratması gerektiğini söyledikten sonra, bu etkinin yönelimini de tarif etmek gereklidir. Siyasetin hedefi ve yönelimi, her durumda “dışarı”sıdır. Dışarıya dönüklük ise, hem siyasetin hedefinin öznenin içi/içerisi olmaması, hem de siyasetin üretiminin içsel belirlenimli olmaması anlamındadır.

Daha açık bir deyişle, solda yerleşik hale gelmiş olan siyaseti örgütün konsolidasyonunun bir aracına dönüştürme eğilimi tümüyle yanlıştır. Siyasetin hedefi, örgütün ihtiyaçları değil, toplumsal ilişkilere yönelik dönüştürücü müdahalelerin gerçeklik kazanmasıdır. Bu süreç, yaydığı etkilerle örgütün içine de uzanacak ve kolektif önderlik mekanizmaları bu etkinin örgütün çıkarlarına en uygun biçimi alması için gerekli müdahaleleri yapacaktır elbette. Ancak, siyasetin örgütü toparlaması ile örgütü toparlayacak siyasetin üretilmesi farklı şeylerdir ve ikincisi, çok da uzak olmayan bir mesafe ile apolitizme çıkmaktadır.

Solun yaşadığı sorunların en önemlilerinden birisi olan apolitizmin temelinde, yıkıcı ve devrimci enerjinin kendisine hareket sahası olarak örgüt içini bulması vardır. Dolayısıyla, solda uzun zamandır yoldaşlık ve devrimcilerin gönüllü birlikteliği anlamında örgütlülük değil, standart tarifelerle yönetilen bir şirket yapısı, tarikat münzeviliği, marjinal kadro tipolojisi, fetişleştirilmiş liderlik kültü ve öznel tarih menkıbeleri baskın hale gelmiştir. Yani siyasetin ve devrimci enerjinin dışarıya değil, içeriye yansıtılması, sadece etkin siyaset arayışını başarısızlığa sürüklememekte, aynı zamanda örgütlü mücadeleyi de çürütmektedir.

***

Toplumun gündemine gelen başlıklarda dolaysız bir karşıtlık üzerinden geliştirilen söylem, ödünsüz bir siyaset tarzı anlamına gelmemektedir. Daha çok ideolojik referansların ve tarihsel ilkelerin deklarasyonundan ibaret olan böylesi tutumlar, solun mücadelesinde önemli bir yer tutmaktadır kuşkusuz. Ancak, bu tür uğraşlara genel olarak “ideolojik mücadele” denmesinin de bir nedeni vardır. Çünkü bu biçimde yapılan şeye, siyaset demek mümkün olmamaktadır.

İdeoloji ve siyaset alanında yürütülen mücadele birbiriyle ayrılmaz bir bağa sahiptir. Yine de, bu iki alanın farklı ve kendine özgü nitelikleri karıştırılmamalıdır. İdeolojik mücadele, derinleşme ve sadeleşme ile tarif edilirken, siyaset yaygınlaşma ve dolayımlanma ile anlam bulmaktadır. Eğer bu ayrım doğru ise, solun kendisine ve yakın çevresine yaklaşırken daha çok ideoloji, geniş kitlelere ve topluma yönelik müdahalelerinde de ise daha çok siyaset taşıması gerektiği söylenebilecektir. Solda ideolojik mücadelenin öne çıkmasının, solun kitle bağlarının kaybolduğu ve giderek marjinalleştiği dönemlere denk gelmesinin; etkili siyaset arayışlarının ise toplumsal dinamiklerin harekete geçtiği ve solun marjinal konumundan kurtulma olanaklarının belirdiği dönemlerde öne çıkmasının nedeni de budur.

Bu ayrımın farkına varamayan sol, topluma ve geniş kitlelere yönelik çalışmalarında sürekli “ilkeler”e referans vererek siyasetini oldukça dar bir alanda inşa etmek zorunda kalmaktadır. Bunun alternatifi elbette ilkesizlik değildir. Hatta, sorunun özü ilkelerle ilgili bile değildir. Ancak söz ettiğimiz ayrım göz önünde tutulmadığı sürece, solun kendini anlatma üslubu ve jargonu bir keşişin vaazlarını andırmaya devam etmektedir. Bunun en önemli ve tehlikeli sonucu, siyasetin bir tür ahlakçılığa dönüşmesidir. Solun, önüne bir gündem geldiğinde öncelikle ve sürekli biçimde “iğfal” endişesi taşıması, bu ahlakçılığın en bilindik görünümüdür.

***

Kuşkusuz, siyasetin doğası ve tarzı hakkında söylenecekler bunlarla sınırlı değil. Ancak yerimizi fazla zorlamadan ve bir köşe yazısını suistimal etmeden bitirmek zorundayız. Cumartesi devam edeceğiz.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
umut
[ umut yarın ]
Yasaklı
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 12.09.2013
İleti Sayısı: 3.105
Konum: Gizli
Durum: üye uzaklaştırılmış
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: umut
Cevap Tarihi: 16.05.2015- 13:51


Kara delikten çıkış
Can Soyer


Geçen yazıda apolitizm için şu tanımı önermiştik: Sosyalist siyasetin yıkıcı ve devrimci enerjisinin kendisine hareket sahası olarak örgüt içini bulması. Daha düz bir deyişle, toplumsal ve siyasal ilişkilere yönelmesi gereken iradenin, içe dönerek örgütsel yaşam üzerinde icra edilmesi de diyebiliriz.

O halde, depolitizasyondan farklı olarak, apolitizmin siyasetle ilgilenmemek türünden bir anlamı yoktur. Apolitizm, bu anlamıyla, siyasetin, toplumsal ilişkiler ekseninde değil, dar ve kapalı topluluk zemininde anlaşılması ve üretilmesidir. Dar, kapalı, dışa dönük etkiler yaratamayan topluluğun, kendi iç dünyası ve bileşiminden aşırı derecede belirlenmesidir. Siyasetle ilgilenmemek değil, sınırları belirlenmiş bir topluluğun iç ilişkilerinin politik olarak düzenlenmesi anlamında siyasetle aşırı ilgilenmektir yani.

Apolitizm, özellikle kimi konjonktürlerin dışa dönmeyi imkansızlaştırdığı koşullarda, olağanüstü bir hızla yerleşir, sağlamlık kazanır, bir düzenek haline gelir. Bu düzenek bir kere kurulduktan sonra ise, giderek bir kara deliğe dönüşür. Tıpkı bir karanlık maddenin tüm ışığı kendine çekmesi gibi, apolitizm düzeneği de her tür çıkış çabasını kendine doğru çeker. Ve tıpkı ışığı kendine çektiği için bize görünmeyen karanlık madde gibi, apolitizme teslim olmuş topluluk da dışarıdan görülmez, dışarıda bir etki yaratmaz, dışarıdan fark edilmez bile.

Nihayetinde bu karanlık madde, sosyalist siyaseti kendi iç dünyasının nizamı için bir araç haline getiren bu topluluk, bir tipoloji yaratır. İlk anda cazibesi karşı konulmaz görünen, bu nedenle kolayca teslim olunan, bir kere teslim olunduğunda da kendini hızla yeniden üreten, çoğaltan, örgütleyen bir tipoloji.

Sonra ne mi olur?

Siyaset bir pratik değil, söz sanatı olarak düşünülür. Daha doğrusu, pratik, gerçek ve somut etkiler yaratan müdahale olmaktan çok, en cin fikrin üretimine, en etkili ifade biçiminin keşfedilmesine indirgenir. Siyasetin sözelleşmesi, sözselleşmesi, söze tabi kılınmasıdır bu. “Sözünü söylemek”, “söylenmeyeni söylemek” gibi tutumlar siyaset pratiğinin zirvesi sayılır.

Güncel konjonktürün sunduğu olanaklar, verili koşullardaki fırsatlar, hareket halindeki dinamiklerin enerjisi yerine, uzun vadeli hedefler, teorik ve tarihsel konumlanışlar vurgulanır. Ülkenin an itibariyle en öncelikli gündemlerinde dahi, “sosyalizm” ve “devrim” vurgusunun yeterli olacağına inanılır. Mevcut sorunlara dair sosyalizmi işaret eden bir çözüm oluşturmak yerine, durmadan sosyalizmin kendisine işaret edilir.

Sosyalizm, iktidarın ele geçirilmesi, kurtuluş gibi hedeflerin kavranış tarzı özü itibariyle mesyaniktir. Sosyalizme hangi somut iktidar stratejisiyle ulaşılacağı, kurtuluşa taşıyacak toplumsal güçlerin nasıl bir araya getirileceği gibi sorulara verilecek tek bir yanıt yoktur. Sosyalizm, bir şeyi kırk kere söylersek olurmuş misali, söylene söylene, telaffuz edile edile, bir gün mutlaka kurulacaktır. Kurtarıcı mesihin dünyaya indiği an gibi, sosyalizm de zamanı geldiğinde dünyaya inecektir.

Sosyalizm mücadelesinin güncel ve “tatsız” görevleri, bu nedenle, hiç de cazip değildir. Taş üstüne taş koymak, mesela bir mahalle gündeminde ya da küçük çaplı bir işçi direnişinde kazanım elde etmek, sosyalizmin yüce ülküsü karşısında, keçi boynuzu kemirmek gibidir. Her zaman yapılacak “daha önemli” bir iş, yani sosyalizmin kendisi vardır. Ancak hiçbir somut başarı elde etmeden, küçük de olsa biriktirmeden, mevziler kazanıp bunları art arda dizmeden o daha önemli işin nasıl başarılacağı bir muammadır. Kısacası, ya hep ya hiç temel düsturdur, bu nedenle hepsini kazanamadığı sürece bir hiçliğe de mahkumdur.

Sosyalizm mücadelesinde başvurulan kavramların istisnasız hepsi kavramdır. Yani bir kavramdan ibarettir; hiçbir somut karşılığa işaret etmez, hiçbir görev tayin etmez, bir harekete yönlendirmez. Sınıf, devrim, iktidar, irade gibi kavramlar, ancak konum tespiti veya kısır polemikler için işe yarar. Sınıf mücadelesinin belirleyiciliğinden, işçi sınıfının öncülüğünden söz etmek için hiçbir fırsat kaçırılmaz, ancak bütün bu tartışmalar genellikle topluluğun iç dünyasının kapalı koridorlarında yankılanır. Sürekli kavramından bahsedilen işçi sınıfının kendisiyle neden bir türlü temas kurulamadığı, doğal olarak, pek dert edilmez.

Kavramlardan simgelere geçişin mesafesi bir adımda da kısadır. Halkın, emekçilerin, işçi sınıfının kendisinden çok belirli tarihsel ve özgül bağlamlarda ortaya çıkmış ve yaygınlaşmış simgeleri itibar görür. Mesela 15-16 Haziran direnişi simgesel içeriğine olabildiğince abanılarak yere göğe sığdırılamaz, sınıfın ülkenin kaderine etki ettiği muazzam bir örneğin dışavurumu olarak toz kondurulmaz, ama aynı sınıfın bugünkü mevcudu ile temas kurmakta olabildiğince aheste davranılır. Sovyet ya da Latin Amerika’dan afişler, marşlar, menkıbeler huşu içinde paylaşılır, fakat Soma’ya gidip oradaki işçileri dinlemek pek “estetik” olmadığı için olsa gerek tercih edilmez.

İşçilerin hareketi de dahil olmak üzere, topluluğun kendi isteği ile oluşmamış hiçbir hareketlilikten heyecan duyulmaz. Heyecan şöyle dursun, bu tür hareketlere hep kuşkuyla bakılır. Dünyada ve toplumda oluşan her değişim bir yerlerde geliştirilen planların sonucudur. Bu planlar ise hep o topluluğu dağıtmak, yok etmek ya da saptırmak için yapılır. Ancak ne hikmetse, icap ettiğinde düğmeye basıp 15 milyon insanı sokaklara döken bu güç, birkaç yüz kişiden oluşan bu topluluğu bir türlü dağıtamaz. Topluluk, elbette, her zaman bu planları önceden görür, yaklaşan tehlikeyi anlar, en büyük saldırıyı tespit eder; belki onu önleyemez, ama mutlaka kendini korumayı başarır. Zaten önemli olan da kendini korumak, topluluğun iç dünyasının sürekliliğini sağlamaktır. Eğer iç dünyalar sağlamdaysa, büyük güçlerin planlarını boşa düşürmek için çaba harcamaya gerek görülmez. Topluluğun kendisi, ülkenin kaderinden kıymetlidir.

Ülkenin kendisinden bile kıymetli olan topluluk, elbette, benzerlerinden de kıymetlidir. Diğer topluluklar, kategorik olarak, cahil, sapkın veya gevşektir. Onların başardığının yarısını bile başaramamış olmak sorun olarak görülmez. Hatta o başarılar, diğer toplulukların sapkınlığının sağladığı avantajlar olarak değerlendirilir. Hiçbir sendikada, odada ya da kuruluşta etkin olamamak, çıkardığı yayını geniş kitlelere ulaştıramamak gibi gerçekler bir başarısızlık değil, mükemmellikten kaynaklanan bir kuşatılmışlık, “değerli yalnızlık”tır. Zaten kendi topluluğu dışındaki tüm araçlar ve mecralar fasa fisodur. Velhasıl doğruda durmak ile başarılı olmak arasında bir tezat varmış gibi, başkalarının başarısı yoldan çıkmakla açıklanır. Başarısızlık, doğruluğun bir bedeliymiş gibi, kutsanır, öğretilir.

Yine de bu başarısızlık halinden çıkış için yol aramak mümkündür. Topluluğun iç dünyası bile o kadar kapalı değildir, birilerinin dışarıyı görmesi ve izlemesi doğaldır. Sonuçta başarıyı yakalamak için ortaya öneriler de atılacaktır. İşte o zaman düzenek daha hızlı çalışmaya başlar. Yenilik, açılım, ilişkilenme, dönüşüm, uyarlanma gibi sözcüklerden vebadan kaçar gibi kaçılır. Bunları dile getirenler hainin iğvasına uymuş diye püskürtülür. Şanlı tarihe, zaferlerle dolu geçmişe, göğüs kabartan geleneğe tapınma başlar. Değişim ve dönüşüm, topluluğu yoldan çıkarmanın işareti olarak görülür. Her an bir bulaşıklık, her an abdestlerin bozulması tehlikesi vaz edilir. O kadar övünülen gelenek ve birikim, topluluğu kirlenmeden koruyamıyormuş gibi, bir “süreklileşmiş korku” patolojisi, bir hijyen obsesyonu, bir narsistik kişilik bozukluğu üretilir ve kolektifleştirilir.

Örgüt mücadelenin temel aracı olmaktan çıkalı hayli zaman geçmiştir artık. Örgüt artık topluluğun kendisini bir arada tuttuğu ve kolektif bir kimlik geliştirdiği ilişki ağıdır sadece. Toplumsal yaşamın zorlukları, bayağılıkları ya da çirkinlikleri karşısında rencide olan ruhlar, topluluğun hijyenik ve yüksek kültüründe şifa bulur. Topluluğun içi ayrıcalıklı hissetmek için kaçılan bir sığınaktır. Şematik modellerin gerçek dünyada denendiği her örnekte tuzla buz olmasına kafa yorulmaz. İçerinin nizamı, iç dünyaların sağlamlığı her başarının ölçütü ve hedefidir. Bu nedenledir, topluluk içindeki rütbeler, görevler, etiketler her şeyden kıymetlidir. İçeride kazanılan ve ancak içeride korunabilen saygınlığı, dışarıyla temas kurup sınamadan geçirmek söz konusu bile olamaz. Tutunulan unvanlar, topluluğu içe doğru büzüştürdükçe, içeriyi de tümüyle unvanlara doğru daraltır.

Apolitizmle başlayan yolculuk, geniş bir kavis çizdikten sonra başladığı yere, ama bu defa katmerlenmiş, katılaşmış, kutsallık kazanmış bir apolitizme varır.

Ancak bir yerden sonra, siyasetin, içerideki değil dışarıdaki siyasetin, gerçek toplumsal ve siyasal dinamikleri ifade eden siyasetin, devrimci siyasetin kuralları işlemeye başlar.

Tarihin yasası gereği, devrimci aranış kendisine öyle ya da böyle yol açar.

O zaman ileriye bir adım atılır, çember yarılır, kafes kırılır.

Sonra bir adım daha, bir adım daha...



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
bedrettin
[ ..... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 30.08.2013
İleti Sayısı: 907
Konum: Trabzon
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: bedrettin
Cevap Tarihi: 16.05.2015- 15:35


Alıntı Çizelgesi: umut yazmış

Siyaseti nasıl yapmalı?-Can Soyer  

Toplumun gündemine gelen başlıklarda dolaysız bir karşıtlık üzerinden geliştirilen söylem, ödünsüz bir siyaset tarzı anlamına gelmemektedir. Daha çok ideolojik referansların ve tarihsel ilkelerin deklarasyonundan ibaret olan böylesi tutumlar, solun mücadelesinde önemli bir yer tutmaktadır kuşkusuz. Ancak, bu tür uğraşlara genel olarak “ideolojik mücadele” denmesinin de bir nedeni vardır. Çünkü bu biçimde yapılan şeye, siyaset demek mümkün olmamaktadır.

İdeoloji ve siyaset alanında yürütülen mücadele birbiriyle ayrılmaz bir bağa sahiptir. Yine de, bu iki alanın farklı ve kendine özgü nitelikleri karıştırılmamalıdır. İdeolojik mücadele, derinleşme ve sadeleşme ile tarif edilirken, siyaset yaygınlaşma ve dolayımlanma ile anlam bulmaktadır. Eğer bu ayrım doğru ise, solun kendisine ve yakın çevresine yaklaşırken daha çok ideoloji, geniş kitlelere ve topluma yönelik müdahalelerinde de ise daha çok siyaset taşıması gerektiği söylenebilecektir. Solda ideolojik mücadelenin öne çıkmasının, solun kitle bağlarının kaybolduğu ve giderek marjinalleştiği dönemlere denk gelmesinin; etkili siyaset arayışlarının ise toplumsal dinamiklerin harekete geçtiği ve solun marjinal konumundan kurtulma olanaklarının belirdiği dönemlerde öne çıkmasının nedeni de budur.

Bu ayrımın farkına varamayan sol, topluma ve geniş kitlelere yönelik çalışmalarında sürekli “ilkeler”e referans vererek siyasetini oldukça dar bir alanda inşa etmek zorunda kalmaktadır. Bunun alternatifi elbette ilkesizlik değildir. Hatta, sorunun özü ilkelerle ilgili bile değildir. Ancak söz ettiğimiz ayrım göz önünde tutulmadığı sürece, solun kendini anlatma üslubu ve jargonu bir keşişin vaazlarını andırmaya devam etmektedir. Bunun en önemli ve tehlikeli sonucu, siyasetin bir tür ahlakçılığa dönüşmesidir. Solun, önüne bir gündem geldiğinde öncelikle ve sürekli biçimde “iğfal” endişesi taşıması, bu ahlakçılığın en bilindik görünümüdür.





Sosyalistlerin toplumda etkinlik kazanamamasının nedeni olarak pek çok sorun sayılabilir. Can Soyer'in burada bahsettiği sorun ise bana göre en öne yazılması gerekendir. Kiminle konuşursanız konuşun, sosyalistlerin bir güç olabilmesi için neler yapılması gerektiği konusunda dişe dokunur şeylerden sözetmek mümkün olmamaktadır. Hep aynı konuları tekrar ettiğimizde sanki sol önemli bir güç haline gelecekmiş gibi yansıtılır. Bana göre bunun nedeni ideolojik mücadele ile siyasi mücadelenin karıştırılmış olmasıdır. Can Soyer söylemiş, ideolojik mücadele partinin veya kişinin daha fazla derinlik kazanması için yapılır. Partinin ideolojik durumu bu bakımdan sosyalist ideolojiyi ne kadar benimsediğiyle ilgilidir ve bu konuda derinleşme ve ''sadeleşme'' şarttır. Siyasi mücadelenin söyleyecekleri ise çok daha farklı olmalıdır. Siyasi mücadele Can Soyer'in söylediği gibi yaygınlaşma ve ideolojinin dolayımlı bir sonucu olarak daha farklı bir dili gereksinir. Sorunumuzun bu olduğunu sanıyorum. İdeolojik mücadele ile siyasi mücadele arasında bir ilişki kuramayışımız toplumda etkinliğimizin de etkilenmesine yol açıyor. Çünkü ideolojik söylemle halka gidiş halkta karşılık bulmuyor.



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Ne yapmalı, nasıl yapmalı? melnur 1 3843 06.03.2019- 06:26
Konu Klasör Türkiye solu ne yapmalı, nasıl bir siyaset? melnur 1 3179 08.10.2019- 08:09
Konu Klasör Bu nasıl bir zihin yapısı, nasıl bir ruh halidir böyle... melnur 1 2474 13.05.2020- 13:17
Konu Klasör Biz bu hale nasıl geldik, nasıl kurtulacağız? melnur 3 2575 18.01.2020- 09:43
Konu Klasör Sol Ne Yapmalı? melnur 7 1827 19.07.2021- 01:14
Etiketler   Siyaseti,   nasıl,   yapmalı
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS