SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Siyasal Hayatımızda KIRMIZI ÇİZGİLER - Taner Timur           (gösterim sayısı: 2.706)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
dayanışma
[ ]
Üye Silindi
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi:
İleti Sayısı: 0
Konum: Gizli
Durum: üye silinmiş
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: dayanışma
Konu Tarihi: 03.06.2015- 10:57


Siyasal Hayatımızda KIRMIZI ÇİZGİLER - Taner Timur

SİYASAL HAYATIMIZDA “KIRMIZI ÇİZGİLER” ya da TÜRKİYE’DE SİYASET YAPMAK..

Eski alışkanlığımızdır; siyasal hayatımızdaki seviyesizlikten sık sık şikâyet ederiz; fakat nedense bunun sebepleri üzerinde yeterince düşünmeyiz. Bir zamanlar bu ülkede tartışmaların kolayca “sağırlar diyalogu”na dönüşmesinden yakınır ve bunu da “kavram kargaşası” ile açıklardık. Zorba yöntemlerle “kavram birliği” sağlanan dönemleri saymazsak, aradan geçen yıllarda da fazla bir şey değişmedi. Üstelik son zamanlarda siyasal jargonumuza “algı yönetimi”, “ötekileştirme”, “akıl tutulması” gibi deyimler de eklendi. Anlaşılan koyu bir dezenformasyon çağında artık “kimliğimize” ve “algı”larımıza bile sahip çıkamıyoruz. Birileri bunlarla devamlı oynuyor..

Hukuk Devleti; yargı bağımsızlığı; vicdan özgürlüğü; insan hakları; kuvvetler ayrımı vb vb.. Neden yüzlerce yıllık kavgaların ürünü olan bu gibi kavramlar bu topraklarda sık sık içi boş, anlamsız klişeler haline gelebiliyor? Neden “iki yüz yıllık çağdaşlaşma çabaları”ndan söz edilen bir ülkede, hala sahte gündemler, gerçek sorunları böylesine kolaylıkla gizleyebiliyor? Yoksa zaman zaman yakındığımız tabular ve “kırmızı çizgiler” siyasi hayatımızı sandığımızdan çok daha dar bir alana mı hapsediyor? Eğer öyleyse, bu çizgileri kimler, hangi koşullarda koyuyor?

***
Yıllar önce Osmanlı reform çabalarını anlamaya çalıştığım bir kitabın önsözünde, beni böyle bir çalışmaya yönelten neden hakkında şunları yazmıştım: “Osmanlı reformizminin işleyiş biçimi ve işlevi ile çağdaş demokrasimizin işleyiş biçimi arasında önemli benzerlikler gördüm. Günümüzdeki demokrasi ne kadar ‘gerçek demokrasi’ ise, 19. yüzyıl Osmanlı reformlarının da o kadar ‘gerçek reform’ oldukları kanısına vardım.” Ve bu kanı ile Tanzimatçı putları kırmaya çalışmaktan çok, gördüğüm yapaylığın nedenlerini anlamaya çalışıyordum.

Aradan otuz yıl geçti; bugün çok daha netleşmiş olan bu “tablo”dan hareketle, sözünü ettiğim benzerlik -ve bu benzerliği yaratan koşullar- hakkında bazı noktalara işaret etmek ihtiyacını duydum.

***
Aslında Osmanlı devlet adamları, II. Mahmut’tan itibaren giriştikleri “ıslahat hareketleri”nin ülkeyi pek de “ıslah” edemediğinin kendileri de farkında idiler ve bunu açıklayan bir de günah keçisi de bulmuşlardı: Kapitülasyonlar. Onlara göre, Avrupalı devletlere verilmiş olan ayrıcalıklar bütün dertlerimizin kaynağıydı.

Aslında tespit hiç de yanlış değildi. Ne var ki Tanzimatçı paşalar bu kara gömleği çıkarıp herkesi “eşit vatandaş” kılacak seküler bir hukuk yaratmanın yollarını arayacaklarına, sızlanıp duruyorlardı. Hatta Reşit Paşa, bu durumdan, halkın arasında adı Abdül-Canning olan İngiliz elçisine bile dert yandı.

Oysa söyledikleri gibi kapitülasyonlar bütün kötülüklerin anası idiyse, elbette bunlar kalkmadan bir şey yapılamazdı. Gerçekten de eski sultanların “Ahidname” adı altında Avrupalılara sağladığı ticaret özgürlüğü, Batı’da sanayi devriminden sonra Osmanlılar için onur kırıcı hukuki ayrıcalıklar haline gelmişti. İsterseniz o dönemde yaşamış bir Osmanlı paşasının bu yükü nasıl algıladığını kendi ağzından dinleyelim.

Fransa’da topçuluk eğitimi görmüş olan bu Osmanlı Paşası, Devlet idaresinde yüksek görevlere gelmiş, fakat sonunda dayanamayarak İstanbul’dan kaçmıştı. Derdini, 19. yüzyılın ortalarında, vali olduğu Akka’da karşılaştığı ünlü bir Fransız yazarına şöyle anlattı: “Bir büyük şehir tahayyül ediniz ki, orada yüz bin kişi yerel adaletin etki alanı dışında kalmış olsun! Herhangi bir konsolosluğun himayesine sığınmayı beceremeyecek tek bir hırsız, tek bir katil, tek bir sefih yok”. Tablo buydu ve bu tabloya göre batılı sefaretler, tüm gayrimüslim tebaayı koruma altına almış ve bu konuda çıkarlarına göre, selektif bir politika izlemeye başlamışlardı. İşte Paşa, İstanbul’daki bu yükü taşıyamamış, durumu onuruna yedirememiş ve uzaklara kaçmıştı.

***
Gerard de Nerval’in konuştuğu bu Paşa belki de durumu biraz abartıyordu; üstelik Akka’da da mutlu değildi; fakat Osmanlı toplumunda yönetici zümrenin –kerhen de olsa- katlanmak zorunda olduğu koşullar aşağı yukarı bunlardı. Ve bu koşullar hem DIŞ POLİTİKA hem de İKTİSATta Osmanlıların “kırmızı çizgi”lerini belirliyordu. Bilerek ya da bilmeyerek ne zaman bu çizgileri zorlasalar, kriz çıkıyor; kriz, çoğu kez savaşa dönüşüyor; durum daha da kötüleşiyordu. 1877’de yine bir kriz yaşanır ve bunu da Rus savaşı izlerken, Londra’da Veritatis Vindex takma ismiyle yayınlanan bir eser durumu şöyle ifade etti: “Türkiye Avrupa’nın, yönetmeyi reddettiği, fakat kendisini yönetmesine de izin vermediği bir eyaleti haline geldi. Türkiye bağımsızlığın destekleyici atmosferinden yoksun kaldı.”

Teşhis doğruydu ve Osmanlı devlet adamları artık ancak sınırlarını “Düveli Muazzama”nın çizdiği dar bir alanda kısa paslaşmalarla yetinmek zorundaydılar.. Cehalet, çıkar kavgaları ve saray entrikaları rasyonel analiz potansiyelini boğuyor ve bu ortamda “kısa paslaşmalar” da sık sık kavgalara, tekmeleşmelere dönüşüyordu. Tabii bazen de saray darbelerine..

***
Osmanlılar bu koşullara “Moskof” kapıya dayanınca, panik içinde sürüklenmişlerdi ve korkudan “denize düşen” Sultan Mahmut da önce “yılan”a, yani Ruslara, sonra da “yılan”dan kurtulmak için İngilizlere sarılmıştı. 1856 Paris Anlaşması ile bu koşullar büyük devletlerin “garantisi” altına alındı ve oyun da 20. yüzyılın başlarına kadar devam etti. Daha da sarih olarak, hani şu son günlerde sık sık lafı edilen Sykes-Picot anlaşmasına kadar..

***
Ruslar bizim tarihimizde garip ve paradoksal bir yer işgal ediyorlar. Osmanlı Devleti’ni yarı sömürge statüsüne Rus savaşları, ödenen tazminatlar ve “Moskof korkusu” sokmuştu. Onu bu statüden kurtaran koşulları da yine Ruslar sağladılar. Eğer Büyük Savaş öncesi gizli anlaşmaların İstanbul’u verdiği Çarlık rejiminde Devrim patlayıp Ruslar savaştan çekilmeseydiler, kuşkusuz Kurtuluş Savaşı’mız da çok daha zor koşullar altında olurdu; belki de hiç olamazdı. Anadolu hareketi, ancak Lenin’in Osmanlı Devleti’ni paylaşan anlaşmaları “eşkıyalık anlaşmaları” diyerek yırtıp atmasından ve böylece Doğu’daki düşmanın dosta dönüşerek yardım elini uzatmasından sonra elverişli bir zemin buldu.

***
Oysa tarihimizde ikinci büyük korkuyu da, yine Ruslar yarattılar: 1945’de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra... Boğaz’da üs istiyorlardı ve bu kez paniğe kapılan, sarılacak “yılan” arayan da İnönü oldu. Tarih yine tekerrür etmiş, Türkiye yine “Moskof” korkusuyla “kurtarıcı” Batı’nın kucaklarına atılmıştı. Ve bu kez de Milli Şef’i denize düşmekten kurtaran Missouri gemisinin can simitleri oldu.

Yeni yönümüz belli olmuştu; böylece ülke NATO’ya, 1952 yılında, DP ve CHP sözcülerinin bu “zafer”de kimin daha çok payı olduğu hususunda yarıştıkları bir oturumda, bir milli bayram havası içinde girdi.. DP’li bir milletvekili, anlaşmayı oylamaya hazırlanan vekillere, “Sizler, diyordu, hayatınız boyunca vazifelerin en şereflisini yapmış olmakla öğünmeye haklısınız”. Ve tüm vekiller alkışlıyordu. Emekçileri bile CİA tarafından örgütlenen bir ülke “zamanın ruhu”na uymuş, yeni döneme ayak uydurmuştu..

***
Ne var ki yeni dönemin de “kırmızı çizgi”si vardı ve bunu da “Hür dünya” ve “liberal ekonomi” adına, NATO mimarları koymuştu. Bu “kırmızı çizgi” tek kelimeyle anti-komünizm idi ve komünizm dışındaki her akım da bu “Moskof” belasına karşı seferber edilecekti. Yine de bu “özgür ve eşit” insanlardan oluşan “Hür Dünya”da Türkiye’ye ancak “vesayetçi demokrasi” rolü uygun görüldü. Böyle bir demokrasinin (“tutelary democracy”) erdemlerini anlatmak da Amerikalı ünlü sosyolog Edward Shils’e düşmüştü.

Türkiye’de “vesayet” makamları bu rolü uzun yıllar başarıyla oynadılar ve “kırmızı çizgi”den sapanları başarıyla susturdular. Çorbada herkesin tuzu vardı: D.P ve uzantıları, Ülkücüler, Gülenciler, Erbakancılar. Akıncılar vb. Hatta –haklarını yemeyelim- “sola açılan” partilerinden kopan CHP’liler de ellerinden geleni yaptılar. Onlar aciz kalınca da darbeci generaller ve sıkıyönetim mahkemeleri imdatlarına koşuyor, asıl sahiplerine iade etmek üzere “alan temizliği” yapıyordu.

***
Dönüm noktası 1979 İran Devrimi oldu. Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki kalesi yerle bir olmuş, Tahran’da temsilcileri rehin alınan Washington’u büyük bir korku sarmıştı. Bu Şii korkusu hızla Sünni dünyaya da yayıldı ve Riyad merkezli yeni bir cephe, bir (uyumlu) İslam ve “yeşil kuşak” cephesi kurulmaya başlandı: Türkiye’de de tam bu sırada askerler iktidarı almış ve ülke Kemalizm’i yeşile boyayan bir cunta sayesinde yeni “Cephe”ye alanı hazırlamıştı. Türkiye’nin “kırmızı çizgi”sine bu kez Şii kökenli dinci terör maddesi de eklendi ve on yıl sonra, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile emperyal cephenin düşmanı, giderek Şii’leri de aratacak ölçüde Sünni’lere de bulaşan İslamcı terör cephesine dönüştü.

***
Uzatmayalım: Erbakan, Milli Görüş, 28 Şubat, Yenilikçi Akım.. derken bugünlere geldik. Ve de sonunda daha önce hiç tanık olmadığımız bir durumla karşı karşıya kaldık. Öyle ki Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu ülkede bir iktidar kendisini Ortadoğu’daki mezhep kavgasının aktif bir parçası olarak görüyor ve bütün dünya da, Erdoğan’ı, Sünni Müslümanlığın lideri olmaya çalışan peşinde, maceraperest bir siyasetçi olarak algılıyordu. Ve bu bağlamda yurt içinde Gülencilere açılan savaş bile –yolsuzlukları örtme çabalarının da ötesinde- aynı kavganın bir parçası haline dönüştü.

Oysa şunu bilelim: Erdoğan-Gülen kavgası, bazılarının sandığı, ya da göstermeye çalıştığı gibi, göreli sekülarist bir İslam anlayışının Şeriatçı Gülencileri tasfiye hareketi değildir. Daha çok, Sünni radikalizmin “uyumlu” İslamcılığa karşı –inanarak ya da çıkar hesaplarıyla- yürüttüğü bir savaş görünümü sergiliyor. En azından Erdoğan’ın ve Erdoğan korkusunun AKP’ye vurduğu damga budur.

***
Böyle bir politika başarıya ulaşabilir mi?

Hiçbir Ortadoğu ülkesinde, hatta Mısır’da bile başarılı olamamış böyle bir politikanın Türkiye’de tutunabilmesi elbette ki mümkün değildir. Ortadoğu tarihi, bir bakıma, dinci fanatizm ve Batı düşmanlığı ile kitleleri peşine takmış, fakat sonunda kendisiyle beraber kitleleri de felakete sürüklemiş demagogların tarihidir. Kaldı ki Türkiye, Ortadoğu ülkelerinin aksine, ABD ve AB’ye bir sürü askeri ve iktisadi anlaşmalarla bağlı bir NATO ülkesi statüsünde bulunuyor. Ve eskiden Osmanlılarda olduğu gibi, çağdaş Türkiye’nin “kırmızı çizgileri”ni de zaman içinde “küresel kapitalizm”in ördüğü eşitsiz ilişkiler ağı belirliyor.

Gerçekten de bu çağdaş “kırmızı çizgiler” bir yandan dış politikamızı belirlerken, öte yandan da iktisat politikamıza damgasını vuruyor ve ancak çıkarları bunlara karşı kitlelerin bilinçli ve örgütlü kavgası ile aşılabilecek bir “fiili durum” yaratıyor. Oysa kendi partisinin konumunu bile gerçekçi bir şekilde değerlendiremeyen Erdoğan, esnaf örgütlerinde ateşli nutuklar atıyor ve ne zaman “kırmızı çizgileri” zorlayarak emperyal dünyaya ders vermeye kalksa, sonunda kendisi bir ders alıyor.

Sadece iki çarpıcı olayı hatırlayalım: Dış politikada “NATO’nun Libya’da ne işi var?” dedikten sonra, NATO güçlerinin bu ülkeyi ezmesini ve “insan hakları ödülü” aldığı Kaddafi’nin feci bir şekilde öldürülmesini onaylayan bizzat Erdoğan değil miydi? Çok değil, dört yıl önce. Ve bu macerada, Başbakanı ile beraber bütün Türkiye de küçük düşmedi mi?

Ya iktisat politikası? Peki, bu alanda durum farklı mı? Bu alanda da ateşli bir “faiz savaşı” içinde Merkez Bankası ve TÜSİAD başkanlarını “vatan hainliği” ile suçladıktan sonra, uluslararası sermayenin önüne koyduğu rapor karşısında susup oturan yine Erdoğan olmadı mı?

***
Aslında bu konularda daha onlarca örnek verilebilir; fakat kısaca diyelim ki, 1920’lerin Devrim parantezi 1940’larda kapandıktan sonra Türkiye giderek “eski rejim”e döndü ve şimdi de önümüze “Yeni Türkiye” diye daha da eskilere, Abdülhamit çağına dönüş planları sunuluyor. Oysa Osmanlı kapitülasyonları, çağın “post-modern” koşullarına uygun formlar altında çoktandır yeniden yürürlüğe konulmuş vaziyette; üstelik artık yöneticilerimizin kaçıp rahat bir nefes alacağı uzak “eyalet”ler de kalmadı. Ve bu durumda “aydın”larımız da, kendilerine kalan dar alanda paslaşmanın kısırlığı içinde “kavram karışıklığı”ndan, “akıl tutulması”ndan ya da “algı yönetimi”nden yakınıp duruyorlar. Ve tek teselli de, bu koşulların artık sadece Türkiye’ye özgü olmadığı, “küresel kapitalizm”in bunları tüm dünyada egemen kıldığı gerçeği.. Aslında yanlış da değil. Tabii bu eşitçi küresel dünyada, bazı üyelerin, Orwell’in çiftliğinde olduğu gibi çok “daha eşit” konumda olduklarını görmezden gelirsek....

Evet, bu koşullarda Erdoğan yine de “kırmızı çizgiler”i zorluyor; fakat gerçek şu ki, önümüzdeki seçimlerde olası bir AKP zaferi de, “antiemperyalizm” giysileriyle sunulan çağdışı bir İslam anlayışıyla, siyasi hayatımızdaki “dar alan”ı daha da daraltma potansiyeli taşıyor.. Tarih, 2015 yılında bu ülkede seçmenleri yine şanssız bir ikileme mahkum etti: 7 Haziran’da oylarımızı “Sistem”i savunanlar ile onu daha da gerilere götürmek isteyenler arasında paylaştıracağız.



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Taner Timur İle Rejim, Seçimler ve Muhalefet Üzerine dayanışma 0 3114 20.03.2015- 15:03
Konu Klasör Taner Akçam: MHP iyidir ama CHP ve Aleviler darbeci umut 1 4170 21.02.2015- 19:42
Konu Klasör Hayata toslamak melnur 0 3345 09.11.2016- 12:56
Konu Klasör Teslim Töre hayatını kaybetti... melnur 3 2700 29.11.2019- 05:52
Konu Klasör Kürdistan’da çok partili hayata geçiş umut 0 3356 09.02.2015- 10:42
Etiketler   Siyasal,   Hayatımızda,   KIRMIZI,   ÇİZGİLER,   Taner,   Timur
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS