SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
KİMİNLE YA DA KİMLERLE “ULUS” OLACAĞIZ?           (gösterim sayısı: 2.855)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
ayhan
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 05.12.2013
İleti Sayısı: 1.076
Konum: Tekirdağ
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Konu Yazan: ayhan
Konu Tarihi: 23.12.2015- 10:55


KİMİNLE YA DA KİMLERLE “ULUS” OLACAĞIZ?


Kendisini Atatürkçü, Kemalist, Ulusalcı vb. kavramlar ile tanımlayan pek çoğumuzun Türkiye’nin günceline ilişkin en önemli iddialarından biri Türkiye Cumhuriyeti’nin “ulus-devlet” niteliğinin tehdit altında olduğu ve bu tehdidin bir an evvel bertaraf edilmesi gerektiğidir. Kemalist devrimin inşa sürecinin en önemli sonuçlarından birisi olan Türkiye Cumhuriyeti ulus-devleti, Soğuk Savaş sonrası süreçte yükselen “ulus-devletin sonu” başlıklı tartışmalar arasında temel eleştiri noktalarından biri haline gelmiştir. “Ulus-devlet” ile ilgili teorik tartışmalar bu yazının konusu değildir ancak “ulus” olabilmek bağlamında güncel siyaset içindeki pozisyonumuzu değerlendirmenin oldukça önemli olduğu kanaatindeyim.

Türkiye’nin “ulus-devlet” temelinde inşa sürecinde kapsadığı alana baktığımız zaman mevcut sınırlar içinde herhangi bir coğrafyanın ötelenmediğini ortaya koymak gerekir. Pek çok yerde “Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkesler…” diye başlayan konuşmalarımızın alt metninde herhangi bir ayrım gözetilmeksizin bu topraklarda yaşayan her insanın bu ulusun bir parçası olduğunu söylemde kabul eden bir siyasetin takipçisi olarak görünmekteyiz. Milli Mücadele dönemine bakıldığı zaman Anadolu ve Trakya’nın emperyalist işgalden kurtulması ve bu topraklarda bağımsız bir devlet kurulabilmesi için tek vücut olmak yönünde bir irade ortaya konduğunu söylemek gerekir. Bu birlikteliğin gelecek kuşaklara taşınabilmesi ve bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti’nin devamı için “ulus-devlet” projesinin önemi tam bu noktada ortaya çıkmaktadır.

Günümüz siyasal atmosferi ise Milli Mücadele döneminde ortaya konan “ulus” perspektifinden önemli ölçüde uzaklaşıldığının sinyallerini vermektedir. Çok fazla detayına girerek bilineni yeniden anlatmaya gerek olmadığı bir gerçektir ancak kendi siyasal pozisyonunu “ulus” temelinde oluşturan bir siyasetin kendisiyle çelişen durumuna da değinmek gerekir. Çok kabaca ifade etmek gerekirse Türkiye’nin “ulus-devlet” niteliği bir taraftan teorik tartışmalara maruz kalırken diğer taraftan da bu iddiaları destekleyecek şekilde toplumun dönüştürülmesine çok uzun bir süredir tanık olmaktayız. İdeolojik görünümlü bölünmelerin yanı sıra 90’lı yıllar etnik ve mezhepsel olarak bölünmenin yoğun bir şekilde yaşanmaya başlandığı bir süreci ifade etmektedir. Küreselleşme sürecinin en olumsuz etkilerinden birisi de kültürel kimliklerin giderek politik bir kimlik haline gelmesi olmuştur. Küreselleşme ekseninde yapılan siyaset her ne kadar bu durumu bir “özgürleşme” olarak tanımlasa da toplumun giderek birbirine düşman edilmiş kamplara ayrılması bu durumun bir “özgürleşme” olmadığının en açık kanıtlarından birisidir. Bu yazının konusunu oluşturan ana problem tam bu noktada kendisini göstermektedir. Her seferinde “ulus-devlet yok edilmeye çalışılıyor” diye haykıran bir kitlenin de bu bölünme sürecinden etkilendiğini söylemek zorundayız. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “ulus” temelinde varlığını sürdürmesi gerektiğini iddia eden bir düşüncenin böylesi bir bölünmüşlüğü kabul edercesine hareket etmeye başlaması oldukça düşündürücüdür. Cumhuriyet öncesinin bıraktığı en kötü miraslardan biri olan Alevilere karşı hoşgörüsüzlük üstü örtülü bir biçimde yıllar boyunca devam etmiş son on yıllık süreçte bir devlet politikası haline gelmiştir. Alevileri “Cumhuriyetin belkemiği” olarak gören bir siyasal algı en ufak bir krizde onları “öteki” vitrinine kolayca yerleştirmektedir. Bunun yanı sıra 80’li yıllarda Rabıta örgütünün faaliyetleri ile hız kazanan ve 28 Şubat sürecinin temel aktörü olan “İslamcılık” rüzgarına maruz kalan yurttaşların “gerici”, “örümcek beyinli” vb. sıfatlarla nitelendirilerek ve bu insanların tamamı cumhuriyete yönelik bir tehdit gibi algılanarak yeni bir ötekileştirmenin de başlangıcını oluşturmuştur. Proje sahiplerinin planlarına oldukça uygun bir şekilde bölünmeye başlayan bir toplum PKK terörü ile dönüşü olmayan bir noktaya doğru ilerlemektedir. PKK ile ilgili mesele bir “terör” meselesi olmaktan çıkmış ve belirli bir bölgeye dönük “kaybedilmişlik” hissiyatının ortaya çıkmasını da sağlamıştır.

Kendi insanını bu projeler içinde kendisine yabancılaştıran bir kitlenin “ulus” olmaktan bahsetmesi de oldukça problemli görünmektedir. Sürekli başkalarının yaptığı propaganda üzerinden özgür iradesini köşe yazarlarına devreden ve düşünmeyi unutan bir kitlenin yönlendirilmeye ne kadar açık olduğu ortadadır. Mustafa Kemal ile yatıp kalkan bir toplumun 1. Meclis’te kimlerin yer aldığını hatırlamaması oldukça korkunçtur. Emperyalizmin etki altına aldığı topraklardaki insanlarla iletişimini koparmamış ve oldukça önemli ittifaklar kurmuş olan Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’ndaki başarısının arkasında yatan en önemli hususun kendi halkına sırtını dönmemek ve kendi insanına yabancılaşmamak olduğu nerdeyse unutulmuş gibidir.

Sürekli “ulus-devlet” olmaktan bahsedip birlik beraberlik çığlıkları atan bir kitlenin sabah-akşam bıkmadan belirli kişileri bahane ederek çeşitli toplulukları, parti sempatizanlarını, inanç gruplarını zan altında bırakacak şekilde bir bütün olarak fütursuzca karşısına alması “ulus” kavramının bizzat bu anlayış tarafından zedelenmesine yol açmaktadır. Sürekli “düşman” üreten ve birbirini sevmeyi, farklı olana hoşgörü göstermeyi unutan bir toplumun ne kadar “ulus” olduğunu gerçekten yeniden düşünmek gerekir. Bırakın “farklı” olmayı kendisini aynı kelimelerle tanımlayan insanların dahi birbirini anlamadan ve dinlemeden suçlaması, çeşitli ideolojileri ve kimlikleri kendi çevresine indirgemesi, geri kalan herkesi yoldan çıkmakla itham etmesi, “gerçek olan benim, hepiniz yanlışsınız” noktasına gelmesi ise bu dönemin başka bir hastalığını da ifade etmektedir. Sadece kendisini haklı ve kendi dışında olan herkesi düşman görecek kadar paranoyaklaşan bir toplumun nasıl bir ulus olduğunu değerli yorumlarınıza bırakıyorum.

Peki bu noktada nasıl “ulus” olacağız? Bu “ulus” kavramının içine kimler giriyor?

Mustafa Kemal bize çok kıymetli bir miras bıraktı: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına ‘Türk milleti’ denir.” Ortada böylesine açık bir ifade varken, bu toplumu kendi içinde ayrıştıran projelerin değirmenine su taşıyan davranışların “Kemalizm” olarak adlandırılması Kemalizmle temelde bir çelişkiyi ifade etmektedir. Eleştirisini bu projelerin karar alıcılarından çevirip kendi insanına yönelten ve üstü örtülü olarak bu bölünme sürecini bir gerçeklik olarak kabul eden, kendi yurduna ait olarak topraklara, mahallelere, insanlara “kaybedilmiş” gözü ile bakan bir anlayışın “Türk milleti” diye başlayan cümlelerinin hiçbir kıymet-i harbiyesi bulunmamaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti ulus-devleti inşa edilirken bu toprağın tüm renklerini içine alan bir çatıdan bahsedilmektedir. Bu renkler yalnızca kültürel farklılıkları değil siyasal farklılıkları da içermektedir. Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal hiçbir etnik, dini ya da kültürel başka bir grubu doğrudan karşısına alarak mücadele etmemiştir. Kurtuluş Savaşı iradesine karşı mücadele etmeyi seçen tarafların karar alıcılarını karşısına almıştır. Milli Mücadele’nin ateşini yakan Sevr haritasında işgal edilen toprakları görmesine rağmen o topraklara kaybedilmiş gözü ile bakmamıştır. Hem toprakları hem de o topraklarda yaşayan insanları bu bağımsızlık mücadelesi içinde kazanmak için sonsuz bir çaba sarf etmiştir. İşgal haritaları hazırlanmış bir coğrafyanın toprakları bile “kaybedilmiş” olarak görülmezken bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde yer alan topraklara ve o topraklarda yaşayan insanlara “kaybedilmiş” gözüyle bakacak kadar çaresiz, güçsüz ve basiretsiz bir siyasetin nedenlerini anlamak oldukça güçtür. Kurtuluş Savaşı edebiyatıyla kürsüleri inleten, gazete sayfalarını süsleyen insanların emperyalizmin ürettiği bu bölünmüş durumu “realite” olarak kabul eden hatta bu bölünme durumunu körükleyen tavırları bir güç değil bir zayıflık halidir. Ortalığı yakıp yıkan yazılarıyla sanki bir savaş durumuna komutanlık edecek kadar hazır görüntü veren bu insanların daha derindeki sorunlarla, tetiği çektirenlerle, esas nedenlerle hiç uğraşmaması, kendi insanlarımızın öldürülmesini seyreden bir vicdansızlığı temsil etmeleri onların ne kadar cesur(!) olduklarını bir kez daha kanıtlamaktadır.

“Ulus” olmak kendi insanına dokunmaktır. Hiçbir ayrım gözetmeden kendi yurttaşının sorunlarını kendi sorunu bilmektir. Onların halinden anlamaktır…

“Ulus” yalnızca belli bir siyasi partinin sempatizanları ile kurulmamıştır. Yalnızca belirli bir siyasal görüşün merkeze alındığı ve diğerlerinin “bölücülük” ile itham edilerek söz hakkı tanınmadığı bir “ulus” Mustafa Kemal döneminde bile hayal edilmemiştir. “Bölücülük” siyasal ideolojiler üstü hatta ondan ayrı bambaşka bir mecrayı tanımlamaktadır. Hiçbir etnik, dini ya da siyasal grup bir bütün olarak “bölücü” ilan edilerek “ulus” kavramının dışına çıkarılamaz. Sözde herkesin “demokrat” olduğu bu düzlem içinde yaşanan krizlerde “kripto Ermeni”, “Ergenekoncu”, “Yahudi kökenli” vb. ayrımların havada uçuştuğunu görmek çok zor değildir. “Bölücü” olmayı yalnızca belirli bir gruba indirgeyenler kendi bölücülüklerinin farkına hiçbir zaman varamayacaklardır. Kendi insanına temas etmeyen ve oturduğu yerden sürekli düşman üretip sadece kendini haklı ve doğru çıkaran küstahlığın Türkiye’de “ulus” gibi tarihsel öneme sahip bir kavram üzerinden siyaset yapmaya hakkı bulunmamaktadır. “Düşman”ı bahane gösterip kendi insanını karşısına almaktan çekinmeyen bir siyasal algının Mustafa Kemal’in mirasına ve “ulus-devlet” kavramına ne denli zarar verdiği ortadadır.

  Ali İhsan

telgrafhane.org





Bu ileti en son ayhan tarafından 23.12.2015- 10:56 tarihinde, toplamda 2 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
ayhan
[ .... ]

Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 05.12.2013
İleti Sayısı: 1.076
Konum: Tekirdağ
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder


Cevap Yazan: ayhan
Cevap Tarihi: 23.12.2015- 11:06


Yazıda katıldığım ve katılmadığım yerler var. Ulus devlet projesinin hiçbir etnik, dini ve siyasal kimlikleri reddetmemesi lazım geldiğine katılıyorum. Türkiye yöneticileri bu konuda hatalar yaptığını da düşünüyorum ancak, yazarın değinmediği bir konu var. Ulus devletin normalde dışlamaması ve bölücü olarak görmemesi gereken dini, siyasi veya etnik kesimler ulus devlet projesine karşı çıktıklarında ne olacak? Ulus devletin laik ve cumhuriyetçi karakterine karşı çıkıldığında ulus devletin tavrı ne olmalı?

Onlarca yıldır kürt ayrılıkçılığının mücadelesini izliyoruz. Onbinlerce insan öldü, trilyonlarca lira kaybedildi, insanlar sakat kaldı, yerinden yurdundan oldu. Bu mücadele hala devam ediyor. Kürt hareketi bütün bileşenleriyle ulus devlete karşı çıkıyorlar bazen özerklik, federasyon, bazen ayrı bir devlet kurmak istediklerini söylüyorlar. Ulus devlet ne yapacak? Demokrasi deyip bu kesimlerle mücadele etmeyecek mi?



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Benzer konu yok
Etiketler   KİMİNLE,   KİMLERLE,   “ULUS”,   OLACAĞIZ
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS