SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 
Politik alan-Ercan Gündoğan           (gösterim sayısı: 8.057)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 22.05.2017- 21:43


Politik alan - I-Ercan Gündoğan


Klasik Marksizm, toplumsal ilişkiler bütününü "alt yapı", "üst yapı" olarak bölme eğilimindedir. Bu yöntemsel ayrım daha sonra yapısalcı Marksizm tarafından, ekonomi, politika ve ideoloji seviyeleri biçiminde biraz daha ayrıntılı hale getirilmiştir. Fakat, toplumsal ilişkilerin üç boyutlu bir bina biçiminde düşünülmeye devam edildiği görülür. Altta olanların daha "belirleyici" ve daha "temel" olduğu kabul edilmiştir. Bu kabulde bir gerçeklik bulunmaktadır elbette. Fakat, başka yanlış kabullere, hatta, sapmalara da yol açmıştır. Bilinen sapmalar, ekonomizm, iradecilik gibi, ya da bizzat "yapısalcılık" biçiminde olmuştur. Sorunun kökü nerededir? İlişkiler bütününü "bina" ve "katları" biçiminde düşünmekte mi? Ya da, ilişkiler bütününü, önemli, daha az önemli, en az önemli biçiminde bölmekte mi?

Bu tür sorunların esas kaynağı, bilimle politika arasında var olan zorunlu farklılıktır. Marks'ın Feurbach üzerine ünlü 11. Tez'inin bu soruna bir çözüm getirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Çözüm en basit anlatımıyla, "bilimin yanında ve ötesinde politika" yapmaktır.

Yukarıda belirtilen ve bina ve katları biçiminde düşünülen ilişkiler bütününde, ekonominin en altta ve temel olarak düşünülmesi, en üst katına da ideolojik bütünlerin konulması, sanıldığı gibi sadece Plato'dan bu yana düşünceye hakim olan, "beden ve ruh" gibi, ikiliklerle açıklanamaz. Böyle düşünmek, kapitalist ekonominin tüm toplumsal ilişkilerde giderek artan kapsayıcılığını, etkisini, sınırlayıcı gücünü bizzat tarihsel olarak gözlemlemekten ibarettir. Ekonomi ve piyasa gittikçe her zamana ve her mekana hükmetmektedir. Düşünülen ve söylenilen budur.

Peki, politik alan, kendine özgü ilişkiler bütünü olarak, kendine özgü ve farklı da olsa, yine de ekonomi tarafından çerçevelendiğine göre, sadece ekonomi içinde bir alan, ya da onun tarafından çerçevesi çizilen bir alan mıdır? Doğrusu öyledir; ama, ekonomi alanı sabit, kesin çizgilerle çizilmiş bir alan olmadığına göre, politik alan da genişleyen ya da daralan, derinleşen ya da sığlaşan kendi toplumsal mekanına sahiptir. Bu sözlerin anlamını, "politikleşme", "politikleştirme" kavramlarında görebiliriz. Politik alana, bu nedenle, "politikleşen" ilişkiler alanı da diyebiliriz. Her ne politikleştiyse, politika alanına dahil olmuş demektir. Kullandığımız metafora uygun olarak söylersek, politika dışında olan, örneğin sadece ekonomi ya da ideolojiyi ilgilendiren bir konu, olay, ilişki, politik alana aktarılmış demektir. Örneklerimiz boldur. Sadece aile içi bir sorunun, o özel alandan çıkıp kamusallaşması, politikleşmesi. Ya da sadece yürüme, oturma, hava alma amaçlı yeşil bir parkın, politikleşmesi. Bir aile sorunu, bir çevre sorunu, bir kentsel standart sorunu. Bolca örnek vardır. Kişisel inanç sorununun politikleşmesi, kamusal bir sorun haline gelmesi ya da getirilmesi.

Politik alanda, politikleşmiş, politikleştirilmiş ne varsa, yer almaktadır. Ancak, kapitalist toplumda bu alanın en önemli sorunu, ki bu bu alanı kendine özgü, farklı bir alan yapar, o da, en geniş anlamıyla, "yöneten", yönetilen" ayrımı ve çelişkisidir. Ekonomi alanda, özgün ilişkiler üretici-çalışan ile kapitalist- çalıştıran-patron ayrımları üzerinden gelişir. Ya da, üretici, tüketici, borç veren, borç alan. En geniş anlamıyla da, kapitalist, işçi, ya da sömüren, sömürülen ayrımı üzerinden. Politik alana, bu ilişkiler ve ayrımlar yok olmadan geçeriz. Aslında "geçmeyiz", farklı alanın farklı ilişkilerini aynı anda, yaşarız.

Politik alan, ekonominin kendine özgü ilişkilerini başka biçimlerde yeniden üretir. Örneğin, emekçiler sendikalarını, derneklerini, partilerini kurarlar. Ekonomi alanında "kapitalist" ya da "iş veren" konumunda olanlar da, kendi örgütlerini, ilişkiler ağını vs. Ekonomi ile politika arasında yaşanan, aslında Marks'ın Kapital'de kapital ve kapitalistler için bolca örneğini verdiği biçim ya da don değiştirmelere benzer. İşçi ekonomik alanda işçidir. Politik alanda başka biçimlere bürünür. En geniş anlamıyla, bir yurttaştır bu alanda. Kendi sivil ve politik hakları vardır (ya da yoktur ve politikleşmesi gereken bir konudur), bir partiye oy vermekte, bir ideolojiyi benimsemektedir. Ekonomik alanda işçi olan, tıpkı kapitalist gibi, politik alanda bir yurttaştır. Elbette bu don ve biçim değiştirmelerde, bir güç aktarımı da olmaktadır. İşçi ekonomik alanda sahip olduğu güçle, iktidarla orantılı biçimde politik alana geçebilir, ya da politik alanda bulunabilir. Ekonomik alanda örgütlü ve görece yüksek ücret seviyesinde bulunan işçi, politik alanda en azında güçlü bir "sosyal demokrat" parti tarafından temsil edilir. Ya da, bu parti aracılığıyla, ekonomik alana güçlü müdahalelerde bulunabilir. Burada, politika, ekonomik alanı politikleştirmiştir, denilebilir.

Politik alanda sadece "yurttaş" olarak yer alma olanağına sahip işçi, ekonomik alanda tümüyle "iktidarsız" demektir. İş bulma ve bulduğunda kaybetmeme sorunu dışında, diğer sorunlar ikincil hale gelir. Politik alanda, haklarla dolu, ama iktidarsız bir yurttaş konumundadır.

Bu yazının okuyucusu, ekonomik alanda birikmeyen bir güç, politik alanda biriktirilemez mi diye soracaktır. İşsizlik, ya da iş bulanlar için düşük ücretle çalışmak, yoksulluk ve örgütsüzlük, ekonomik alanın özellikleriyse, politik alana güç aktarılamayacak ve bu alanda da tümüyle "iktidarsız" mı kalınacaktır?

Bu durum ve koşullarda, işçi sınıfının ve yakın sınıf ve katmanların örgütsüz ve "iktidarsız" olması durumunda, işçi sınıfı adeta köylü sınıfına dönüşecek (Marks'ın Fransız köylüleri örneğinde yaptığı tespiti kullanırsak), kendini temsil edecek, ya da kendi çıkarlarını dillendirebilecek devlet parti ve örgütlerine, ya da, "populist" diyebileceğimiz partilere akın edecektir.

Politik alana devlet ve popülist parti ve örgütlenmelerin hakim olması durumu, aslında "sınıf" etkisinden arındırılmış ekonomik alana, sınıf etkisinden uzaklaştırılmış bir politik alanın eşlik etmesi demektir. Bu durum, aslında ekonomik alanda yaşanan "sınıfsızlaşma"nın politik alandaki eş zamanlı karşılığıdır.

Fakat, şunu sormak gerekir: Hem ekonomi hem politika alanında "iktidarsızlaşma", en geniş anlamıyla "yönetici sınıf" açısından, tam bir "iktidar" anlamına mı gelir? Doğrusu, bu durumda, "karşı taraf", iktidarından zırnık bile koklatmayan "yönetici sınıf", tarihsel olarak kapitalizmin oldukça gerilerine gitmeye çalışıyor demektir. Hatta, feodal bile değil, köleci antik Roma'ya kadar gitme eğiliminde demektir. Çünkü, hem ekonomide, hem politikada, tümüyle hakim olmak, ya da büyük ölçüde hakim olmak demek, toplumsal ilişkilerin diyalektiğiyle alay etmek demektir.

Anımsadığım kadarıyla, Roma senatosunda bir yasa teklifinde kölelere ayrı ve tek bir elbise giydirilmesi önerilmiş ve itiraz üzerine reddedilmiştir. Köleler, kendi sayılarının çokluğunu anlarlar diye.

Biz de şöyle diyelim: Keşke sınıf bir giysi, bir kimlik olsaydı da, o kadar mücadeleye, kurama, örgütlenme çabasına gerek olmasaydı. Keşke, sınıfı ve sınıf ilişkilerini, kitlenin, yığının, kalabalığın içinden kolayca çekip çıkarabilseydik.

Politik alan, sadece politikleşmiş ilişkiler, sorunlar alanıdır ve bizim alanımız, yoğun bir "politikleşme", "politikleştirme" süreci gerektirmektedir. Güç üretmek ve aktarmak üzere, ekonomiden politikaya, politikadan ekonomiye, "politikleştirme" yoluyla. Ama, bu sınıfsal bir politikleştirmedir, elbette.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 28.05.2017- 17:10


Politik alan - II-Ercan Gündoğan


Politik alanı ilk yazımızda politikleşmiş olanın bütünlüğü olarak tanımlamıştık. Politikleşmeyen her ne ise, bu alanın dışındadır. İyi ama, neyin politikleştiğini, politikleşebileceğini belirtmemiştik. Bu konuyu açıklamak için, kelimenin kökenine kısaca değinelim ve konuya girmeye çalışalım: Polis kent demekti, politika da kentin yönetimiyle ilgili her şeyi ifade ediyordu. Antik Yunan'da kentler, kent-devletiydi, ama bu günün pek çok kasabasından bile küçüktürler. Politika, sayısı sınırlı yurttaşların adeta günlük uğraşıydı. Öyle ki, günün çoğunu yurttaşlar politika yapmakla geçiyordu. Tüm kamu görevleri için seçim yapılıyor ve tüm görevler, sık yapılan doğrudan seçimlerle el değiştiriyordu. Politikanın yurttaşların temel uğraşlarından biri olması, felsefeyi de en önemli “gereksinim”lerden biri yapmıştır. Felsefe, politika için gerekliydi. Konuşmak, tartışmak, iddia etmek, kanıtlamak için. Bu nedenle, Yunanlılar politika ve felsefe yanında, diyalektiği de keşefetmişlerdir. Sokrates ve öğrencisi Plato ilk diyalektikçilerdir. Ama bu politik dünyanın çökmeye başladığı dönemde yaşamaları, politikadan onları uzaklaştırmıştır da.

Oradan buraya gelelim. Ne kentlerimiz o kadar küçük, ne de devlet halindedir. Belki sadece belediye olan kentler, yerel devlet benzeri özellikler gösterirler. O da kısmen. Çünkü, her dönemin hakim develet biçimi farklı, ve yaklaşık dört, beş yüz yıldır, hakim devlet “ulus-devlet”tir. Diğer devletimsi yapılar, bu devletin yerel, alt parçaları olup, devlet özelliğine yerellik derecesine göre taşırlar. Eğer, “ulus-devlet” öncesinde güçlü ve özerk burjuva komünlerine (belediyelerine) sahipseniz ancak bu tarihi temel nedeniyle devlete çok benzeyen belediyelere sahip olabiliyorsunuz. Maalesef bu özellik sadece Avrupa'nın batısı ile (ilk kapitalistleşen bölgeler) ve burjuva kolonileri geçmişine sahip genç ABD'de görülebiliyor. Bizde belediyeler, su, lağım, imar işleri, otobüs işletmeciliği, emlak vergisi toplama, ruhsat verme düzeyinin sadece biraz ilerisine daha yeni yeni gelmeye başlamıştır.

Örnek olarak kent devleti, ulus-devlet ya da belediye olsun, politika alanının çerçevesini belirlerken, konunun, hangi ölçekte olursa olsun, bir “yönetim” sorunu da olduğu anlaşılıyor. Kim yönetecek, kimler yönetilecek, ve yöneten hangi aygıtla yönetecek? Küçük bir mekansal ölçekte ve doğrudan mı, yoksa, büyük ölçekte kaçınılmaz biçimde, temsili olarak mı?

Sanıyoruz, nelerin “politikleşebileceği”, ya da “politikleştirilebileceği” sorusunu açıklamaya başladık : Yönetim ve bu nedenle de, kamusal işler sorunu, kamusal karar alma sorunu. Antik Yunan 'dan bahsetmemiz ise, bize, politikanın mekansal ölçeğe, nüfusun büyüklüğüne de bağımlı olduğunu gösterir. Doğrudan demokrasi, tarihi açıdan, sadece küçük ölçek değil, çoğu zaman ve yerde, politika yapabilen kitlenin sayıca az olmasını da gerektiriyor. Sayıca az bir kitle ve yüz yüze ilişkiler zorunludur. Bu durum ise, artık köylerde bile geçerli olmaktan çıktı. Çünkü örneğin Türkiye'de köy muhtarı bile temsili durumdadır. Nedeni, köyün büyük devletin küçük uzantısı olması. Köy muhtarı, aslında köyde devleti de temsil ediyor. Bu nedenle, politikanın değil, doğrudan “idare”nin bir parçasıdır.

Büyük bir nüfus ve mekanda, temsili demokrasiden doğrudan demokrasiye geçmek, ancak ve ancak, en azından şimdilik, sadece “şura” ya da “sovyetlerin”, ya da “konseyler” diyelim, alttan yukarıya doğru örgütlenmesi biçiminde olanaklı olabiliyor. Bunun bazı ilk örneklerine, savaş ve yeni devlet kurma süreçlerinde, en güzeli de, devrimci süreçlerde yaşanabiliyor. Ancak, burada bile, yönetim sorunu denilen, çetrefil sorunu çözemiyoruz, çözemedik de. Tartışılabilir ama, Sovyeler Birliği bile, Ekim Devrimi'nden sonra, “sovyet” örgütlenmesini, tıpkı sendikalar gibi, parti-devlet bütünleşmesi biçiminde işlevsiz hale getirmiştir. Elbette, “sosyalizm zaten devlet biçimini aldı, bu eski örgütlenmelere gerek kalmadı” denilebilir. Politikanın gerçekten işçi sınıfı ve müttefikleri için toplumsallaştığı, devletin zaten işçi devleti olduğu da eklenebilir. Hatta, Stalin'in dediği gibi, bu devletin, “proletarya” ve “diktatörlüğü” için, diğer devlet modellerinden daha da güçlü olmak zorunda olduğu, gittikçe daha da güçlenmesi gerektiği de söylenebilir. Ancak, “yönetim” sorunu, politikanın esas sorunlarından biri olarak, yine de karşımızdadır. İşçi devleti, kuramsal olarak her yurttaşın işçi olduğu bir toplumu yönetirken bile.Elbette, burada şu soru da sorulabilir: Sovyet devleti, “toplumu” mu, yoksa bu toplumun “kamusal işlerini”, Saint Simon'u gönderme yaparak söyleyelim, “şeyleri” mi yönetmeye çalışıyordu, önemli bir ayrım olduğunu düşünüyoruz.

Yönetim sorunu, sosyalistler için, “yöneten-yönetilen” ayrımının geçersiz hale gelmesi gibi temel sosyalist amaç nedeniyle önemlidir. Sosyalizme yöneten-yönetilen değişimi olmalı, bunun yanında, yukarıda ima ettiğimiz üzere (Saint Simon), insanların yönetimi yerine, “şeylerin” yönetimi gelmelidir. Ancak, antik Yunan doğrudan demokrasisinde bile, yöneten-yönetilen değişimi, “şeylerin” yönetimi için de yapılıyordu. Bu sorunun çözümü aşağıda belirtmeye çalışacağımız gibi, Marks'ın tespitleriyle ancak çözüme kavuşabilir. Üretimle-bölüşümün aynı anda gerçekleşen paralel süreçler olduğu gerçeğini kavradığımızda.

Yöneten-yönetilen ayrımının geçersizleşmesi için, ne köleci antik Yunan'ın kısa sürmüş ve dışlayıcı olan “erken” burjuva deneyimini, ne de, sadece, geçici ve özel bir tarihsel dönemin eseri olan ve sonradan da işlevsiz hale gelen, “şura” ya da “sovyet”modelini olduğu gibi, eleştirmeden alabiliyoruz..Ne de, Yugoslavya'nın bir örneğini verdiği ve başarısız olan “öz yönetim” modelini. .

Yönetim sorunu, bizim için esas olarak, “yöneten-yönetilen” sorunu olduğu için, konu sadece model sorunu değil, öncelikle “sınıf” sorunudur. Anlaşılacağı üzere, bu sorun, ekonomik alanın “kapitalist-işçi” sorunun, politik alandaki karşılığıdır. Sorunun çözümü, ki “yöneten-yönetilen” olarak tanımladık, ekonomik alanın, olanaklı olduğu kadar, politik alanın içine çekilmesi, ya da tersi, ekonomik alanın tümüyle politik alan içine alınmasıyla olanaklıdır. Sosyalist olmayanlar için, bu öneri sadece müdahaleci liberalizm, refahçı liberalizm, hatta sosyal-demokrasi anlamına gelebilir. Ancak, sosyalistlerin düşündüğü, sadece devletle ekonomin iç içe geçmesi türünden bir ilişki değildir.

Sosyalistler, Marks ve Lenin'den sonra, çok ama çok fazla, “bölüşüm” alanına yoğunlaşmış, politikayı bu bölüşüm sorunları ve devletin ilgili politikalarına hapsetmişlerdir. Bilinen ama tümüyle kavranmadığını düşündüğümüz bir gerçeği Marks'ı anımsayarak anımsatalım: Bölüşüm ilişkileri üretim sürecinde belirlenmektedir. Üretim ve bölüşüm aslında eş zamanlı gerçekleşen iki “paralel” süreçtir. Marks Kapital'de aslında politik cephane üretmektedir. Tesadüf değil, Kapital'de, Marks önceki çalışmaları içinde, Engels'le birlikte yazdığı, özellikle Komünist Manifesto'ya atıf yapmaktadır. En “bilimsel” ve en fazla “ekonomik” kitap, en “politik” kitaba gönderme yapmaktadır.

Yönetim sorunu diye başladık, ama Marks'ın Kapital'ine, ilk başta metalar yığını olarak görünen kapitalizme bağladık konuyu. Şunu demek istedik, kısaca yazalım: Yönetim sorunu, sadece devlet ve benzeri aygıtların değil, ekonomik alanın yönetim sorununu da ele almalı, politikleşmenin bir aracı olarak, “ekonomikleşme”lidir de. (Okuyucu, “fabrika konseyleri-sovyetleri-şuraları, türünden” iş yerlerinin “öz yönetimi”nden mi bahsediliyor acaba diye soracaktır).

Temsili demokrasinin karşısına öz yönetimi, şuraları (sovyetleri, konseyleri), ya da, doğrudan demokrasiyi koyalım. Ya da, devletin merkezinden vazgeçip, “katılımcı” yerel devlet ve belediye aygıtlarını.

Bu konu, sanıldığı gibi sadece sosyalist devrim sürecine giren toplumların değil, sosyalizm öncesi toplumlarında sorunudur ve çalışma yaşamının, özel olarak üretim sürecinin, bir bütün olarak, yönetim sorunu haline getirilmesini gerektirir. Elbette kapitalist özel mülkiyet, çalışma yerlerinin çalışanlarca yönetimine hiç bir biçimde izin vermez. Bu konu, sendikaların çalışma yaşamıyla ilgili elde ettikleri yetkileriyle, son sınırlarına ulaşmıştır. Doğaldır, sendikalar sosyalist örgütler olarak ortaya çıkmamıştır. Çözüm, parti-sendika-dernek diyebileceğimiz, çok işlevli, çok “alanlı” (ekonomi ve politika ve ideoloji alanlarını kastediyoruz) örgütlenmelere doğru gitmek, üretim ve bölüşüm alanlarını birlikte görerek, çalışma ve yaşam alanları sorunları birlikte ele alabilmekte yatmaktadır.

Belki şu öneriler üzerinde düşünerek başlayabiliriz: Bir “çalışma yerleri” partisi, bir “yurttaşların yönetimi” partisi, bir de “sosyalist ideoloji ve bilim” partisi kurabilmek. Tabi, bu partilere artık parti denilebilir mi, bilemiyoruz. Sanıyoruz başka isimler gerekir. Ancak, tespitimiz, şimdilik ve uzun zamandır, sadece “sosyalist ideoloji ve bilim” partisi halinde bulunduğumuzdur. Ekonomik alanda yokuz, politik alanda da. Çünkü, üstünlüğümüz, farklılığımız, bu iki alanı birleştirebildiğimizde görünür hale gelecektir. Birleştiremediğimiz için, ikisinde de yok denecek kadar azız.

Her yönetilenin sürekli düzenlenen seçimlerle ayrıca yönetici de olabilmesi, tüm kamu görevlerinin yurttaşlara açık olması, diğer değişle, “atanmışlar” kesiminin olmaması, dışlayıcı antik Yunan demokrasinin özelliğiydi. Bu erken demokrasiye “köleci burjuva komünizmi” bile diyebiliriz. Bu düzenin bir benzerini Orta Çağ sonuna doğru, “burjuva komünleri” biçiminde de kurmuşlardır. Ancak, ulus devletin içinde eriyip, güçlü ve özerk belediye halinde bu güne geldiler. Bizde bu tarih bulunmuyor. Bu alandan bir yerlere gitmek zordur.

Bizde yönetim sorunu, ya emperyal düzeyde, ya da bürokratik ulus devlet biçiminde çözüldü. İlginç olansa, bizim için olumludur, ekonomiyle politikanın, işlevsel olarak tam olarak ayrışmamış olmasıdır. Biz de, bir de, politika ile idare de iç içe oldu. Tarih bize, güzel ayrıcalıklar sunmuştur. Ekonomi değil, politika değil, “ekonomi politik olmak”, politik değil, ideolojik değil, “politik ideolojik” olmak, olanaklı olduğu kadar birleştirmek ve bütünlüğe yaklaşmak.

**
Devam edeceğiz.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.09.2017- 11:37


Politik alan - III-Ercan Gündoğan


Politik alanın “kamusal alan” ile ilişkisi “politikleşme” kapsamında ayrı bir önem taşır ve oldukça “karıştırılmış” konulardan biridir. Kamusal alan hiç de, her zaman, politik önem taşımaz. Kamusal alanın sınırları ve konuları aslında Hegel'in “sivil toplum” alanına benzemektedir. Birey ve ailenin dışında ve üstünde, ama devletin de altında ve dışında bir alan olarak. Gerçi Hegel “burjuva sivil toplumu” demektedir, ama, “burjuva” sözü hala korunmalı mıdır, tartışılır. Marks da, bu sözü tutar ve anlamını, “politik ekonomi”nin çerçevesiyle sınırlar. Marks'ın kavramı yeniden tanımlamasının önemini biliyoruz, ya da bilmiş gibi yapıyoruz. Marks burada, sadece kapitalist piyasaya işaret etmiyor, ekonomiyle politik alanın karşılıklı ilişkisiyle, ekonomiden politikaya karşılıklı geçişleri ele alıyordu. Bu anlamda, Marks, burjuva toplumunun iskeletini, dayanak ve biçimlerini ele almaya çalışıyordu. Tekrar edelim: ekonomi ve politik alanlar arası ilişkiler ve geçişler.

Kamusal alan ifadesinin yaygınca kullanımı Jurgen Haberbas'ın 1960'larda yazdığı “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü” çalışması ile başladı ve 1890 sonrası tartışmalarda epey yaygınlaştı. Dediğimiz gibi, sınır ve çerçeve olarak, bu kavram Hegel'in “burjuva sivil toplumu” kavramıyla örtüşür. Bireyin ve devletin adeta arasında kalan, bir “geçiş” toplumu olarak.

Bizim için önemli tespit, adeta “toplum” anlamına gelen bu bu sivil toplum ve onunla büyük ölçüde örtüşen “kamusal alan”ın politika ile ilişkisidir. İlişkiyi şöyle kurmaya çalışalım:

Toplumsal olan, kamusal olan herşey, politik midir? Ters taraftan soralım, politik olan, tüm toplumsal ve kamusal alan konularını kapsar mı?

Bir belediye sınırları içinde bir mahallede patlayan bir lağım kanalı düşünelim. Uzunca süre çözülemiyor ve konu yerel hatta ulusal basına yansıyor. Konu bu haliyle hem toplumsal hem de kamusal nitelik taşır. Ya da, patlayan bir çöp, çöken bir maden düşünelim. Yine aynı özellikleri göreceğiz. Peki, konu bu seviyede politik nitelik kazanmış mıdır?

Herhangi bir toplumsal ve kamusal sorunun politik nitelik kazanması, mutlaka, sorunun tartışma ve ele alınması sürecine, “yönetenlerin” dahil edilmesiyle başlar. Böylelikle, konu politik kurumun, politikacıların, atadıklarının, politik partilerin tartışmaya dahil olması ve büyümesiyle “politik” nitelik kazanır.

Örneklerimizi Max Weber'in biryerlerde yaptığı gözlem ve tespitlerden esinlenerek arttıralım: Bir grev düşünelim ve konu iş koşulları ve ücret artışı olsun. Bu haliyle ve kapsamıyla, “işçi grevi” politik değildir. Ne zaman olur, ancak, ücret ve benzeri meselelerin ötesine geçildiği, tartışma, eleştiri ve mücadelenin içine, toplumsal ve politik dönüşüm sorunu dahil edildiğinde. Kisaca, “değişim” politik olarak talebedildiğinde.

Bu örnekler bize, pek çok çevreci, liberal feminist, kimlik konulu eylem ve örgütlenmelerin aslında “politik” olmadığını gösterir. Çünkü konuların ele alınışı ve tartışma, eleştiri hedefleri, henüz politik alanın, ayrımlarını, mantığını ve haliyle dilini (söylemi diyelim) yakalayamamıştır. Yöneteneler ve politik kurumlara yönelik henüz bir eleştiri, mücadele geliştirilememiş, konu “kamusal” düzeyin ötesine geçememiştir.

Her kamusal ve toplumsal sorun ve konu, politikleştirilebilir mi, ikinci yaşamsal sorundur. Göstermeye açlıştığımız gibi, her toplumsal, her kamusal olan, politik değildir. Bu tespit köklü toplumsal dönüşüm amaçlayan sosyalistler için yaşamsal önemdedir. Odaklanmak, etkili olmak ve büyümek için.

Yönetilenlerin eleştiri konusu olduğu politikleşmiş sorunlarda, ki tümüyle politik alan içindeyiz demektir, başka sorunlarla karşılaşırız. Her şeyden önce, karşı tarafın gücü ve donanımıyla. Daha önemlisi, karşı tarafın iktidarında ne kadar “hegemonik” olup olmadığıyla. Hegemonik hale gelmiş bir iktidar, eleştiri ve kötülemelere karşı dayanıklıdır. Hatta en sert ve yaygın muhalefete bile göğüs gerebilir, bu muhalefeti püskürtebilir. Lenin'in ünlü devrim formülünü anımsarsak, bu iktidar, hala “yönetebiliyor” güçtedir. Yönetilenler, yönetilmek mevcut biçimde yönetilmek istemese bile.

Bu nasıl olabiliyor? Toplumsal alanın, kamusal alanın büyük parçalarını politikleştirebildik, ama yönetici-yönetilen ikilisini birbirinden ayıramıyoruz?

Politik alana girmek demek, “politikleştirme” ile güç toplamak demektir, sadece bir birinci aşamadır. Bu seviyede sadece sözü dinlenen bir parti durumunda bulunulur. Sadece bir politik “aktör” haline gelebilmişizdir. Artık “yönetici” sınıfın denetiminde ve onun hakim olduğu alanda, politik mücadeleye dahil oluruz. Ancak, tüm politik kurumlar, başat düşünce ve alışkanlıklar, hala, karşı tarafın, “yöneticilerin” denetiminde ve kullanımındadır. Bu durum, 1968'li yıllarda Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da yaşanan toplumsal yükselişin içinde bulunduğu duruma benzer. Yaygın ve etkili bir politik “aktör” haline geldiğiniz halde, cinsellikten üniversiteye, aileden devlete kadar her konu ve sorunu “politikleştirdiğiniz” halde, büyük şehirlerde işçilerin genel grevine rağmen, karşı tarafın manevralarıyla, rahatlıkla “de-politize” edilip, geriye çekilebilirsiniz. Ne yazık, karşı-hegemonya da işe yaramamıştır.

Politik alana giren, ideolojisine, kültürüne, potansiyel ve karşı hegemonyasına güvenebilir. Oysa, politik alana girdiğini düşünen aktörler, büyük olasılıkla, hızla “ideolojik” alana geçmiş olabilirler. Politikayı değiştirmeden, kültürü ve ideolojiyi değiştirmeye soyunarak, güçlerine “kısa devre” yaptırmış olabilirler. Politikayı atlayarak ideolojiye geçiş yapmak, burjuvazinin yükseliş tarihini ya eksik anlamak ya da düpedüz yanlış anlamak olsa gerek. Sanıldığının aksine, burjuvazi reform, rönesans ve aydınlanma hareketleriyle hazırlık yapıp iktidara gelmiş değildir. Burjuvazi, ekonomik ve politik alanı ele geçirme sürecinde yaşanmıştır bu “düşünsel” hareketler. Önce ticaret ve belediyeler, sonra milli monarşiler, çok sonra da sanayi devrimi gerçekleşmiştir. Yerine göre, bazen ekonomide, bazen politikada başat hale gelinmiş, düşünsel devrimler onlara paralel gitmiştir.

Politikleşme ve politik alana girmek, bu alanın önemli aktörlerinden olmak, bu alanda uzun süre kalabilmeyi, konu dışına çıkmamayı da gerektirir. Çünkü, eğer, politik alan hegemonik bir gücün etki ve denetiminde ise, sadece söylem ve ideoloji düzeyinde hemen dışarıya, başka bir alana atılmanız söz konusudur. Örneğimiz boldur:

Madende patlama olmuştur, yüzlerce işçi göçük altında kalmıştır. Madenin ruhsat sorunları bulunmakta, işçilerin çoğu kayıtsız çalışmaktadır. Madende iş güvenliğine dikkat edilmemiştir. Bölge tarımın çöktüğü bir bölgedir. İş olanakları sınırlıdır. Maden şirketi hükümet tarafında korunup kollanmaktadır. Üstelik söz konusu maden seçim kampanyalarında dağıtılan kömürü temin etmektedir...

Konuyu politikleştirmek, ve böylece politik alana girmek isteyen aktörler, sivil toplum kuruluşları, partiler, medya örneğin, maden faciasıyla ilgili olanları, gizli ilişkileri teşhir edip, açığa çıkartmaya çalışacaklardır. O sırada, çözüm olarak, ruhsatlandırma sürecindeki eksisiz gerçekleştirilmesi, madenlerin kamulaştırılması, madenin tasfiyesi ve yerine eskiden olduğu gibi tarımın geliştirilmesi, suçluların cezalandırılıp tazminatların ödenmesi gibi öneriler sunulacaktır. Bu arada, göçük altında kalan madencilerin yoksul yaşamları medyada yer alacak, yoksulluk, çaresizlik, vicdani bir sorun olarak takdim edilebilecektir.

Bu örnekte, sorunun politikleştirme sürecine kolaylıkla konu olacağını düşünebiliriz. Oysa, dikkat edilirse, konunun hızla “ekonomi” alanına”, “ahlak-vicdan” alanına, “hukuk” alanınına, olmadı, ilave olarak, “ideoloji” alanına çekilebileceğini görebiliriz. Kamulaştırma talebine rahatlıkla yanıt verilebilecektir. Ekonomik olarak, verimlilik tartışması yapılacak, kamu mülküyetinin verimsizliği söylenecektir. Hukuksal olarak, müfettişlerin yetersiz denetim yaptığı, ruhsatlandırma sürecinin eksik bırakıldığı belirtilecek, konu bazı ilgili kişilerin kusurlarına indirgenecektir. Kamu planlaması ve mülkiyeti tartışmaları, her şeyden önce, “ideolojik” olarak, eski, demode, yıkılmış bir ideoloji olarak “kollektivizm”in kötülenmesiyle etkisizleştirilecektir. Belki buna bile gerek duyulmayacaktır.

İyi ama, politikleştirme sürecini yaşadık, politik alana girdik ve gerçek bir politik aktör olduk, yine de, pek de politik öneme sahip olamadık! Yoksa, bu politik yaşamda bize yer yok mu?

Okuyucu, iyi de ne yapmalı, ne etmeli de, etkili biçimde bu politikleşme sürecini başlatıp başarıyla tamamlayalım, diye soracak, “en azından kavramsal düzeyde bir yanıt ver”, diyecektir.





Bu ileti en son melnur tarafından 25.09.2017- 11:37 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.09.2017- 11:37


Yanıtlarımızın tatminkar olmasa da, zihin açıcı olacağını düşünüyoruz: Bir, politik alanda hem güçlülerle hem zayıflara yer vardır ve her aktör, gücü oranında bu alana dahil olur. Tekelci de olsa, bu bir piyasadır ve yarış söz konusudur. Her kesim, en verimli olacağı, en üstün olduğu alanda satmalıdır. David Ricardo'nun önerdiği “karşılaştırmalı üstünlükler” kuramı başlangıç için oldukça zihin açıcıdır. İyi kuram üretiyor, iyi ideolojik tartışma yapabiliyoruz. En çok okuyup yazan biziz. Entellektüel alan hala hakimiz. Hatırı sayılır bir tarihsel birikimimiz, değerli isimlerimiz var. Bunlar üstünlüklerimiz. “Karşılaştırmalı zayıflıklarımız” ise, kitle politikasıyla, kitlesel partilerle, sendikalaşmayla ilgilidir. Bu alanlar, zayıflığımızın hem nedenleri, hem de göstergeleridir. Kisaca, ideolojik alanda üstün, politik alanda zayıfız. Durumumuz, Katolik kilisesinin durumuna benzemektedir. Öncelikle ideolojik, entelektüel bir güç olan Katolik kilisesi, Roma''dan sonra, aynı zamanda devletin yerine geçmiş, politik ve idari bir güç haline gelmiştir. Roma'dan sonra, kilise, devlettir, ideolojidir, kültürdür, uygarlıktır. Okur yazarlar sadece kilise üyeleridir.

Ne yapmalı ne etmeli, karşılaştırmalı üstünlüklerimizi daha da ileri götürmeli, götürmeli de, büyük bir yıkıntının üzerinde sosyalist uygarlığı inşaa etmeliyiz?

Politik alan tartışmamızın bu bölümünü, başa dönerek ve önemli bir ilaveyle bitirelim: Politik alan, ideolojik alana hakim sınıfların düşüncelerinin hakim olnası türünden, hakim politik sınıfların denetiminde bulunan bir alandır. Marks'ın 1871'lerde burjuva devleti için söylediğini anımsarsak, bu alan, hakim sınıfın gereksinim ve çıkarlarına göre biçimlenmiş bir alandır. Bu alana ne kadar başarıyla ve güçle girersek girelim, başkasına ait bir alanı ele geçirmeye çalışabiliriz ancak.

“Kamusal alanın yapısal dönüşümü” mü dediniz, burası “burjuva sivil toplum” ile örtüşür ve bize en fazla, ekonomiyle politik alanın geçişini gösterebilir. Ancak, bu geçişi biz yapamayız, çünkü, ekonomik alanda her hangi bir hakimiyetimiz söz konusu olamaz. İktidarsız olduğumuz bir alandan, başka alana iktidar üreterek çıkamayız. Bu nedenledir ki, sosyalist devrim, ekonomik alandan önce “politik” alanın ele geçirilmesini gerektirir. Ancak, bu yazı, bu alanın da kolay kolay ele geçirilemeyeceğini iddia ediyor ve bu alanda üstünlüğümüz bulunmamaktadır tespitinde bulunuyor. 1968 Batı Avrupası ve Kuzey Amerikası, son örnektir. Politik güç yerine, hızla kültür ve ideolojik alana ric'at edilmiş, büyük bir toplumsal yükseliş söndürülmüştür. Konuyu sadece FKP'nin eksik ve kusurlarına bağlamak herhalde yeterli değildir. Karşı tarafın kurumları, politikacıları, anayasa ve hükümet sistemi, partileri, “hegemonyasını” kaybetse bile, büyük bir toplumsal yükselişi indirebilecek güçte ve yetenektedir. Öyleyse, burjuva sivil toplumunda, kamusal alanında, politikleşmenin sınırları bulunmakta, burjuva yönetimin duvarlarına çarpmaktadır.

Roma'nın düşüşü ve Katolik kilisesinin yükselişi derken, iki gelişmenin eş zamanlı gerçekleştiğini, yıkılmakta olanın yükselmekte olanı kabul etmiş olduğunu özellikle anımsayalım. Yıkılışın ve yükselişin kendiliğinden olduğunu kesinlikle söylemiyoruz. Eğer Katolik kilisesi ilk kurumsallaşmasını gerçekleştirmiş olmasaydı, yıkılıştan sonra yeni devlet haline gelemezdi. Roma daha yıkılmadan, üst tabakaların zaten Hristiyanlığı benimsediğini biliyoruz. Elbette bu geçiş, devrim, yani köleci toplumdan feodal topluma geçiş, bir devrimci geçiş olarak, kapitalizmden sosyalizme geçişten farklıdır. Biz de, kapitalizmden sosyalizme geçiş için sadece ve sadece Leninist devrimi tek devrimci yol olarak düşünmemeli, en azından ülkemize ve bölgemize ait özgünlüklerimizi düşünmeliyiz.

Lenin “çocukluk hastalığı” çalışmasına yeni bir önsöz yazsaydı, kesinlikle, önce “kapitalizmin gelişimi”, “tarihsel dönem” ve “özgünlükler” ile başlardı. Sanıyoruz, “bölgelere”, yeni “birlik” ve “çözülmelere” özel bir önem atfederdi. Başka bir yazı konusu, Lenin “neler yapardı” üzerine akıl yürütmek.

Bir uyarıyla bitirelim: Yazımızdan, karşılaştırmalı üstünlüğümüz ideoloji alandır, oraya yoğunlaşalım ve zayıf olduğumuz politik alanı geri plana atalım sonucu çıkaracak okuyucu, özellikle bahsettiğimiz Roma'dan Katolik kilisesine örneğimize özellikle dikat etmeli. Roma eğer beşinci-altıncı yüzyıllarda çözüldüyse, kilisenin daha birinci-ikinci yüzyıldan itibaren “hazır” beklemekte olduğunu, sadece “ideoloji” ürettiğini, “politik alanda” bulunmadığını söyleyemeyiz. Aslında olmuş olan, çözülen Roma'nın yanında ve ona karşı, ikinci bir iktidarın oluşması, oluşturulmasıdır. Sanıyoruz bu birliktelik, Lenin'in “ikili iktidar” kavramının en geniş diyalektik-tarihsel anlama kullanılışıdır.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.09.2017- 11:39


Politik alan - IV-Ercan Gündoğan


Yalçın Küçük politika yapmayı Lenin'e atıfla, "ittifak kurma sanatı" olarak tanımlıyordu. Eksiktir, ama doğrudur. İttifak bozmak da bir o kadar politikadır. Esas amaç ise politikada "iktidar", "güç" üretmek, biriktirmektir. Ama nihayetinde, "iktidar" üretmek de, ittifak kurabilme yeteneğine sahip olmak demektir. Daha basit yazalım: İttifak kurmak için de "güçlü" olmak, dikkate değer bir güç olmak gerekir. Bu gücün altında bulunmak, diğer deyişle ittifak bile kuramayacak durumda olmak, politik olarak önemsiz olmak anlamına gelir. Türkiye sosyalist solunun uzun zamandır bu "güç" durumdan çıkmaya çalıştığını biliyoruz. Bu nedenledir ki, yapılan, en ileri güçleri "desteklemek" ötesine geçemiyor ve bir de, bu türden desteklerin ilkesel ve kuramsal olup olmadığı üzerine tartışmaların. Haliyle, "kuyrukçuluk" suçlamaları, iç politik kavganın küfürü olup çıkıyor.

"İttifak kurmak"... Tam olarak anlaşıldığını söyleyemeyiz. Bolşeviklerin "işçi-köylü ittifakı" en ünlü ve başarılı sınıf ittifakıdır. Partileri de kapsar. Sosyalist mücadele tarihinde küçük burjuvaziyle, demokratlarla, cumhuriyetçilerle, sol-liberallerle ve bu kesimlerin değişik pek çok alt katmanlarıyla yapılan "ittifaklar" boldur. İttifaklar tarihinde, kısa vadeli seçim ittifaklarından, geniş "cephe" türü ittifaklara kadar geniş bir alanda hareket edilebilmiştir. Hatta, bugünün Maocularında değişik versiyonlarda görülen, çok daha tuhaf ittifaklar da vardır. Kaldı ki, Lenin bile, ilk olarak Rus burjuvazisiyle ittifakı düşündü ve vazgeçti. "İşçi-köylü ittifakı" 1848 ve 1871 Fransasını çok iyi bilen Lenin'in özellikle 1905 Rus Devrimi ve sonrasında benimsediği ve işlediği temel ittifaktı. İdeolojik olarak, kuramsal olarak "Saf sınıf" politikası izleyen Lenin, zamanın Sosyalist Devrimcileri ile de ittifak yaptı, hatta, onların tarım, köylü, programını benimsedi.

İttifak kurmak, türlü türlü olur, değişir, ve tüm ittifaklar kaygan ve geçicidir. Önemli olan, ne için ittifak yapıldığıdır. Kimlerle yapıldığı çoğu zaman önemli değildir. Ancak, ne için, hangi amaçla yapıldığını söylerken, ünlü "amaç-araç" ikiliği tartışması içinde de boğulmuyoruz. Bu ikilem burjuva etiği tartışmalarında yapılmakta ve sosyalist mücadelenin gerektirdiği "reelpolitik" mantığının dışına düşülmektedir. Burada, "sosyalizm için her yol mübahtır", denilmiyor, sadece, politikanın ayrı bir alan olduğu, kendi mantığına ve araçlarına sahip olduğu, söyleniyor.

İttifak demek ki, sınıflarla, ideolojilerle, programlarla hatta, yapılabiliyor. İttifak konusunda rasyonel ve bu anlamda esnek olan Lenin, hiç de tezat teşkil etmez, her zaman proleteryanın yerini, daha önemlisi, olanaklıysa, "gegemonik" konumunu ilk başta düşünüyor. İttifak, ama, proleteryanın gegemonyası altında. Ama, gegemonik duruma gelmek de, büyümeyi, etkili olabilmeyi gerektirdiği için, yine ittifaklar konusuna geliyor. İttifak kurmanın "ödün vermeyi" gerektirdiğini de, en iyi bilenlerden biri yine Lenin'dir. Ama ödün bile, sosyalizm için veriliyor.

Ancak, proleterya "gegemonik" olacak demek, örgüt kararları, programları, en geniş anlamda proleterya ideolojisi ve kuramı "önde" ve "öncü" olacak anlamındadır. Önde ve öncü olmak ise, diğer tarafın, partinin, sınıfın, programın, esas sosyalist programa "ekleneceği" anlamına geliyor.

İttifaklar yaşamın her alanında olduğu da çok iyi bilinir. Parti yönetimi için seçime gidildiğinde de ittifaklar oluyor. Taraflar ittifaka ne kadar, ve nasıl devam ederler, bilemeyiz. Hatta, bu ittifakın genişleyip genişlemeyeceğini, tersi, daralıp daralmayacağını da.

İttifakların sadece politik örgütler arasında olacağını düşünmek, en önemlisi partilerdir, eksiktir. İttifakların "ideolojik" geçiş ve "karışımlarda" ortaya çıktığını söylemeliyiz. Liberalizmle muhafazakarlığın, liberalizmle sosyal demokrasinin, hatta sosyalizmin, ittifakları, adeta yeni ideolojilerin oluşmasına kadar varır. Ya da, bazı sosyalizmlerin liberalizmle ve türleriyle kaynaşması. Elbette, ideolojileri yanyana getiren, kaynaştıran, hatta içiçe sokarak yeni ideolojiler kuranlar, aydınlar, bürokratlar, politikacılardır. Politika tarihi bolca karışık ve tuhaf örneklerle dolu. Örneğin İngiltere'de geçen yüzyıllarda olmuş olduğu üzere, yerel bir sosyalist geleneğin, Hristiyan sosyalizmi ve Keynesyen bir liberalizm ile birleşmesi, hatta, sonra kendilerini muhafazakarlara bile kabul ettirebilmeleri. Karşılaştırmalı tarihsel politik çözümleme, ideolojik karışma ve geçişlere, yeni sentezlerin oluşumuna bolca örnek vermektedir.

Politika yapmak, Lenin'e atıfla Yalçın Küçük'ün söylemiş olduğu gibi, ittifak kurma ve bozma girişimleriyle doludur, ve sadece burjuva değil, sosyalist politika için de geçerlidir. İttifak kurmak istemeyen, ittifakları ideolojik bekaretin bozulması olarak gören politik çevreler, politikanın dışına düşer, en iyi olasılıkla, sadece "ideolojik" alan içine yerleşirler. Ancak, ideoloji de, politika yapılmadan, gelişemez.

İşçi sınıfı, adeta maden gibi, başka madenlerle karışık halde bulunuyor. Gerekli kimyasal ve fiziksel işlemlerden sonra ancak, kendi başına olur, görünür. Toplumdan, ulusdan başlarız, halka geçeriz, sonra, halk içinde sınıflara. Marksistlerin yaptığı budur. Arıtırız, temizleriz, billurlaştırırız. Ama bunu önce kuramsal olarak yaparız. Ancak, politika yaparken, kuram yapar gibi parçalara ayırmaktan çok, hangi parçayı hangi parçalarla birleştirebiliriz diye bakarız. Açıkça yazalım, işçi sınıfı bırakalım zorunlu değişimi, hiç bir zaman saf biçiminde bulunmaz. O her zaman, köylülerle, küçük burjuvazinin ve burjuvazinin bol ve değişik katmanlarıyla karışım ve etkileşim içinde bulunur. Örgütsel ya da bizzat yaşam alanları biçiminde olmasa bile, ideolojiler atmosferinin içinde nefes alıp verir.

Politik partiler, tarihin sınırlı dönemleri hariç, hiç bir zaman "sınıf partileri" biçiminde bulunmadılar. Çünkü, bir parti, eğer dar ideolojik-kadro partisi değilse, kitle içinde taraftar bulmak için politika yapar. Her parti doğası gereği "kitle partisi" olmaya yönelir. Ama, devrimci partilerin kitle partileri olmadıklarını, olamayacaklarını da biliyoruz. İyi ama, bu devrimci partilerin kitlenin içinde dağılmış hatta görünmez olmuş sınıflarla iletişimi nasıl olacaktır?

Marks kapitalizmin sınıfsal ilişkileri kristalize etiğini (billurlaştırdığını) söyleyerek, esas kapitalist dönemde "sınıf politikası" yapılabileceğini de söylemiş oluyordu. Ancak, Marks'ın tespitinin sadece "kendinde sınıf", yani, "istatistik" olarak anlaşılabilecek sınıf olduğu, kendinden sonra daha iyi anlaşılmıştır. Lenin'in katkısının esas olarak burada yattığını biliyoruz. "Dışarıdan bilinç", bu kendinde gelişen istatistiki anlamda sınıfın, "kendi için sınıf" olabilmesi için bir çözümdür. Bu bir aşamadır, ama, bu aşamayla yetinmek zorunda mıyız, tartışılması gerekir.

Sosyalizmin karşı karşıya olduğu ve çözmesi gereken ikilem şudur: Sınıfa seslenmek için kaçınılmaz biçimde kitleye seslenme zorunluluğu. Amaç, kitlenin sınıfsal ayrışmasını sağlamaktır. Bu ayrışma sağlandığında ancak, parçalar kendilerini ayrı parçalar (sınıflar ve katmanlar) biçiminde görebilme olanağına sahip olabilirler.

Politikada, "her" politik seslenmede, kimlere seslenildiğini belirtelim:

Ulusa, halka, sınıfa, katmanlara, gruplara, kişilere...

Neden böyledir, gayet açık olmalıdır. Toplumsal bütün, bu biçimler içinde bulunur ve kimlere seslendiğimizin önemi burada yatar. Dikkat edilmelidir, sınıfa seslenmek için, önce "ulus" ve "halk" aşamalarından geçilmelidir. Burjuva ideolojisi ve kuramı, "bireyci" ve "bireysel" olduğu halde, politikasında, en üst toplulaşmalara, yani, ulus ve halka seslenmekte ve "sınıfsal" olana geçişin önünü tıkamaktadır.

Marks ile Engels'in hem "Alman İdeolojisi" hem de "Komünist Manifesto" çalışmalarında, burjuva sınıfının biçimlenişi, gelişimi ve hakim sınıf haline gelme aşamaları hakkında yaşamsal tespitler buluyoruz. Egemen sınıf nasıl "egemen" oluyor, diğer deyişle, aşam aşama gelişip yukarıya çıkıyor? Yani kendini "ulusal" bir sınıf haline getiriyor. Bu seviyenin (ulusal seviye) altında, egemen olacak olan da, önce "halkın" içinde yer alıyor Avrupa'nın yaşadığı "Eski Rejim" döneminde burjuvazinin durumu böyledir. O o sıralar, halk katmanlarının üst tabakasıdır.

Elbette, işçi sınıfı, burjuvazinin oluşum ve yükseliş aşama ve biçimlerini aynıyla takip edemez. Ancak, "egemen sınıf" olmanın toplumsal oluşum içinde belli ölçütleri karşılaması tüm tarih için geçerli bazı özellikler gerektirir. Ne yazık, Marks bu konuda etkili olmakla birlikte, oldukça soyut formüller bıraktı. Örneğin, bir toplumsal sistemden diğerine geçişin formülü ("Katkı" çalışması).

Politika, ekonominin ürettiği, hazırladığı istatistiksel bölünme ve bağlantıların doğrudan üzerine inşa edilemiyor. Nedeni "politik alan" dediğimiz alanın, dönüştürücü etkisidir. Daha iyi belirtelim, politikada yaşam, ekonomideki yaşam değildir. Bu iki yaşamı bir ve aynı görebilmek, gösterebilmek, bunun için de en uygun ittifakları kurabilmek, ekonomiyle politikayı birleştirerek dönüşümü başlatır.

Plekhanov, "Marksizmin Temel Sorunları" çalışmasında, Fransız Devrimi'nin başlangıç dönemiyle ilgi oldukça değerli bir gözlemde bulunmuştu. Bu devrimde sınıfların adeta görünür hale geldiğini, toplumun üç dört parçaya, "sınıfsal" olarak bölündüğünü söylemekteydi. Politikanın, en uygun bunalım-devrim dönemlerinde, ekonomik istatistikleri politik güçler biçiminde göstermeye başladığıyla ilgi oldukça yararlı tespitlerdir.





Bu ileti en son melnur tarafından 25.09.2017- 11:40 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.09.2017- 11:40


Marksistler, kapitalizmin güçlü olduğu, burjuvazinin hala "hegemonik" olduğu dönemlerde bile, sınıfları en azından "kendinde sınıf" olarak görebiliyorlar. Ama, "politik alan" içinde gördükleri oldukça farklıdır. Kitle, halk, partiler, kimlikler, bölgeler ve açık ekonomik çıkarlar, temel bütünler ve parçalar olarak görünür. Ama burada önemli olan, "politik alanda", "kendinde" sınıfların adeta yokolduğudur. Bu bir Marksist için ilk başta sarsıcı olabilecektir. Ama, Marksist için başlama noktası da buradır. Politik alan, sınıfsız bir alan yaratmaya çalışır, sınıfları gözlerden uzak tutar, gizler.

Ekonomiden politakaya geçtiğimizde, kendinde sınıfları görmemizi engelleyen, devlet-yurttaş ilişkileri, en genel anlamıyla, yöneten-yönetilen ilişkilerinin oluşmasıdır. Bu ilişki işçi-kapitalist ilişkisi değildir. İşçi sınıfı üyeleri, diğer sınıflar ve üyeleri gibi, yurttaşlık haklarına sahip bireyler halinde bulunurlar. Oy veren, bazı haklara sahip yurttaşlar. Diğer yurttaşlarla, hukuk önünde eşit ya da bu eşitliği talebeden yurttaşlar olarak. Politik alan, kendinde sınıfı dönüştürür, onu yurttaşlar halinde bireylere parçalar. Sosyalizmin önündeki en önemli engel ise, bu burjuvalaşan yurttaşın, bireyin politik alanın yapıcı atomu haline gelmiş olmasıdır.

Sınıf mı, hep var, daha da fazla olmak üzere var. Lenin, partisi, bu burjuvalaşma süreci başlamadan neredeyse, sosyalist müdahalede bulunup, eşitsiz gelişmenin ürettiği enerjiyi kullanma olanağını yakaladı. En ileri ideoloji ve örgütlenmeyle, en geri koşullar bir araya geldi. Burjuva yurttaş, hiç de sınıfının üyesi gibi düşünüp davranmaz. Lenin'in başarısının arkasında bu tarihsel avantaj da görülebilmelidir.

Politik alanın burjuvalaştırıcı, parçalayıcı etkisi ileri aşamada ise, politik alanımız, burjuva politik alanı haline gelmiş demektir. Bizim dönemimiz için "ne yapmalı" sorusu esas buradan başlayarak sorulmalı diye düşünüyoruz. Düşünürken de, yazının başındaki soruna, ittifaklar sorununa dönmek istiyoruz.

İttifak kurmak ya da ortak hareket etmek, farklı amaçları, farklı çıkarları yanyana getirebilmek demekse, bu farklılıkların neden ortak bir yerde buluştuğunu sormalıyız. Bir burjuva devlet ilkesi olan "hukukun üstünlüğü", elbette, sosyalistlerin de yararınadır. Benzer biçimde, demokrasinin, "adalet" ilkesinin yerleşmesi, bu ilkelere uygun kurumsal düzenlemelerin yapılması da. Sosyalistler için bu burjuva ilkelerin ve kurumsallaşmaların hedef haline getirilmesi ve bu amaçla kurulan politik ilişkiler, kısa vadede sosyalist politikanın yapılabilme koşullarını iyileştirebilir. Orta vadede, sosyalistlerin "kitle" ile ilişkilerini geliştirir. Uzun vadeyi ise, açık ve eşit ortamda sınıflar arası rekabet ve mücadele süreci belirler. Gelişen bir demokrasinin sosyalizmin nihai zaferine zarar vereceğini düşünmek, ya da, kitleleri etkisizleştirip sosyalizmden daha da uzaklaştıracağını düşünmek, kapitalist gelişmenin sosyalizmi engelleyeceğini düşünmeye benzer. Ama, burada, burjuva demokrasisinin sosyalizme karşı kendini daha da güçlendireceğini, sosyalizmin cazibesini kaybedeceğini, hatta, sosyalizmi tümüyle tarih sahnesinden atılacağını düşünmek, kapitalist ekonominin "kendinde sınıfı" üretemeyeceği, sınıfsızlaşacağını düşünmek demektir. Böyle düşünmek, ekonomiyi politikadan tümüyle bağımsız düşünmek, aralarındaki zorunlu bağları inkar etmek demektir.

Tekrar vurgulayalım: Kendinde sınıf hep vardır, ama sorun, kapitalist toplum içinde üreyen "politik alan"dır. Bu alanın, tüm bireyleri adeta "sınıfsız" görünen, hukuksal olarak "eşit", politik olarak "yurttaş" denilen bir özneye dönüştürdüğünü, görüyoruz.

Sosyalizmin yeni bir tarihsel sıçrayışa gereksinimi vardır. Nesnel olarak işçi sınıfı hala vardır, üstelik büyümüş, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturmaktadır. Ama, bu büyümeyle birlikte, kendi içinde daha da ayrışmış, farklılaşmıştır. Ekonomik alanda iyice gelişmiş, derinleşmiş, ayrışmış olmasının tam tersine, politik alanda, haklarla donanmış yalıtık bir bireye dönüşmüştür. Ekonomide gelişen sınıf, politik alanda gerilemiş, geriletilmiştir. Burjuva politik alanının esas işlevi de zaten budur.

Yazının başına dönelim: Sosyalist politika için olası ve olanaklı ittifaklar, neredeyse, toplumun, kapitalist azınlık hariç, tüm kesimlerini kapsamına alabilir. Bu da şu seslenmeyi, yönelimi açıkça söylüyor: Artık neredeyse "tüm toplum" olan, "tüm ulus olan" olan işçi sınıfı" adına ve doğrudan ona seslenmek.

İstatistiksel olarak işçi sınıfı, ya da "kendinde sınıf olarak işçi sınıfı, uzun zamandır toplumun ezici çoğunluğudur ve bu nedenle, ittifaklar alanı oldukça genişlemiş, haliyle ittifak kurma olanakları da, olağanüstü derecede artmıştır.

Önemli olan, ittifaklara kimlerin liderlik yapacağı, ya da en azından başlangıçta, ittifakların kurulmasına kimlerin ön ayak olacağıdır.

Lenin'in "gegemonya"dan (hegemonya) anladığı buydu. İttifaklar, sosyalizm yönünde, ama, çoğu zaman ve zorunlu olarak sosyalist olmayanlarla. Elbette ama, yakın olanlarla. Her zaman kaçınılmaz olarak ortak amaçlarla, ama, uzun vadede, sosyalizm için. Olası müttefikleri korkutmayalım ama, ittifakları önce kurup, iktidardan sonra bozmak, için.

Bolca kurmalı, bolca öğrenmeli, bolca seslenmeli, gerektiğinde de, bolca bozmalı. Başlangıçta güç biriktirmek ve sonra hızla ilerlemek için.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.09.2017- 11:42


Politik Alan - V-Ercan Gündoğan


Bu yazının konusu modern politikanın temel özellikleri ve bu politikanın bugünkü hali üzerine bazı tespitlerde bulunmak.

Modern olanın tarihsel dönemleştirmesi, en geniş ve kapsayıcı biçimiyle, 15. ve 16.yüzyıl sonrası Avrupa tarihi için yapılabilir. Burada ölçüt kapitalist ekonominin bir "tarz" olarak başlangıcıdır. Kapitalist meta üretiminin "başat" hale gelmesi, toplumsal alanların da tümüyle modern olmasını getirmez. Örneğin modern politika ancak 19.yüzyılın ortalarından itibaren ortaya çıkar. Bu yüzyıl, bu gün bildiğimiz tüm politik kurumların büyük ölçüde ortaya çıktığı bir dönemdir. Partiler, parlemento politikası, yurttaşlar, seçmenler, medya, devlet-sivil toplum ayrımı bu yüzyılda berrak biçimde gelişmiştir. Sınıfsal olarak, sadece liberaller ve muhafazakarlar değil, onların yanında ve karşısında, işçi sınıfının ideolojisi ve organları da gelişmeye başlamıştır.

Denilebilir ki, bu modern politika, en azından Batı Avrupa ve Kuzey Amerika için, 1970'lere kadar başattır. Değişim ekonomide, politikada, haliyle ideolojide de görünmeye başlar. Bilindiği üzere, liberal korumacı ekonomiler neo-liberal politikalarla yer değiştirir. Politika, sınıfsal çıkarların düzenlendiği ve uzlaştırılmaya çalışıldığı örgütlü biçiminden, işçi sınıfının örgütsezliştirldiği, partilerinin ve örgütlerinin geri plana itildiği, neredeyse sadece kapitalistlerin örgütlü ve hakim olduğu biçime evrilir.

İdeolojik alanda yaşananlar, toplumu, sistemi, ilişkileri kavrama biçimlerinin değişiminde kendini gösterir. İlgi alanı, hem ekonomide hem de politikada, devletten topluma, sivil topluma kaymaya başlar. Partiler, sendikalar, önceki "modern" dönemin temel uzlaşma organlarındandır, yerleini, sivil örgütlere bırakmaya başlar. Modern politikanın merkezi olan devlet ve ona temsilci gönderen politik partiler, onların yöneldiği meclis ve parlementolar, kendi bunalımlarını yaşamaya başlarlar. Ne partiler, ne parlemento, eskisi kadar örgütleyici, temsil edici, sorun çözücü olarak görünmektedir. Seçimlere katılım oranları, özellikle gelişmiş Batı toplumlarında giderek düşmeye başlar. Eski sınıfsal ayrımlar, yerini, gruplaşmalara, topluluklara, çıkar gruplarına, yerel öbekleşmelere bırakmaya başlar. Elbette, her türden kimlik tartışmaları kamusal alanı işgal etmeye de. Burada ideoloji dedik, ideoloji böyle bir değişimi anlamak için gelişen tüm bilme, algılama ve ifade biçimlerinde kendini gösterir. Geçmişle hem bir kopuş, hem de bir devamlılık ilişkisi olduğu kolaylıkla farkedilir. Bu nedenle de, modern-sonrası, modern-ötesi kavramlarından daha etkili olanı, "post-modern" kavramı, benimsenir. Hem modern, hem modern ötesi anlamındadır. Bilim ve sanat bu süreklilik ve kopuş ikilemi üzerinden gelişir. Modern ve modern ötesinin aynı anda kullanımına elbette, "modern-öncesi" eklenmelidir. Bu öyle bir karmaşadır ki, ileri-geri, modern ve modern öncesi, modern-sonrası biribirine karışır. Karışık ve aptallaştırıcı bir dönemdir. Gerçeğin ne olduğu üzerine ilerlemiş olan tüm bilimsel gelişme, artık, gerçek ve gerçek-dışı arasında fark olmadığını kabul etmeye başlamıştır. İdeolojide yaşanan en önemli gelişme, bu nedenle, bilimin eski gücünü ve prestijini kaybetmeye başlamış olmasıdır. Bilim, din, sanat arasınnda eski sınırlar da belirgin değildir . Doğru diye bilinenler, aslında doğru diye kabul edilenlerdir. İdeoloji dünyamız, sabitliklerden kurtulmuş, görececilik denizinde yüzmeye başlamıştır.

Politik alan, ideolojide olduğu gibi, en geniş anlamıyla, sol'un geri çekilişine sahne olur. Sadece sosyalist, komünist partiler, örgütler, düşünceler değil, sosyal-demokrat olanları bile geri çekilmeye başlamıştır. Hakim partiler, sağ değil, yeni-sağ'dır. İçinde yeni-liberalizm, yeni-muhafazakarlık ve yeni-popülizm bulunmaktadır. Yeni-sağ, "piyasa-gelenek-aldatma" üçlüsüne indirgenebilecek bir birlikteliktir. Bu birliktelik içinde, sol, en iç halkaya, ideolojik yeniden üretim halkasına doğru geri çekilip, varolmaya çalışmak dışında bir olanağa sahip olmaz.

Ancak, ancak, ancak! 1970'lerde Batı'da başlayan dönüşüm, yerini yine Batı'da 2008 Küresel ekonomik bunalımıyla başka bir dönüşüme bıraktı. Adeta "uzun dalgalar" gibi, yeni bir uzun dalga yükselmeye başlamıştır. Yeni-sağın karşısında, eski sağ'ın karşısında olan partiler, sendikalar, muhalif medya değil, örgütsüz ve zaman zaman kendiliğinden yükselen, çoğu zaman merkezsiz, kitlesel protestolar söz konusudur. Protestolar hızla yükselip, geri gelmek üzere inmekte, bir daha bir daha sesleriyle güç biriktirmekte ve tekrar yükselişe geçmektedir.

Bu türden politik-toplumsal yükselişlerin, kendiliğinden ve patlarcasına gelişmesi, adeta Freud ve sonra Althusser'in de kullandığı "üstten belirleme" (over-determination) kavramını tekrar ele almayı gerektiriyor. Bu kavram, birbirini tetikleyen ve destekleyen, çoğu zaman öngörülemez, farklı gelişmelerin, etki ve itkilerin biraraya gelmesi ve bütün üzerinde dönüştürcü, yıkıcı bir etki yaratması olgusuna işaret etmektedir. En kısa anlamıyla, yıkıcı dinamiklerin özel bir bileşimidir söz konusu olan. Elbette, bu türden bütünsel belirlenimler, zaman ve mekana bağlı olup, önceden görülebilmeleri zordur. Ama, tahmin edilmeleri de olanaklıdır. Ancak bu türden tahminler, özel ve farklı bir zeka da gerektirmektedir.

Yeni-sağ'ın karşısında yer alan örgütlerin durumunu anlamak için tarihteki bazı özel dönemler önerilebilir. Örneğin, işçi sınıfın gelişmeye başlayıp henüz örgütlerini kuramadığı, 1848'in hemen öncesi dönem. Sosyalizm'den komünizme ideolojik olarak, sınıfsal olarak geçilmekte olunan bir dönemdir. "Komünist Manifesto" ve hemen öncesi on yılların Avrupa'sı. İkinci dönem, Rusya'da Bolşevik partinin oluşmakta olduğu yıllar. Üçüncü dönem, Euro-komünizmin oluştuğu ve devrimci müdahelede bulunamadığı, yararlanamadığı 1960'lar Avrupası. Ortak özellikleri, "kitlesel-sınıfsal" hareketlerin kendiliğinden ortaya çıkması ve bu hareketleri yönlendirebilecek örgütlenmelerin (örgütlerin değil sadece) henüz ortaya çıkmaması ya da henüz güçlü olmamaları.

Tekrar modern politikanın sol için iki önemli örgütüne dönelim: Partiler ve sendikalar. Yaklaşık yüzyılı biraz aşkın, solun güç toplayıp güç örgütlediği, aynı zamanda gücün kumanda merkezleridir. Yanlarında sol medya, aydınlar, daha sonra üniversiteler. Elbette,   daha sonrasol'un uluslararası devrimci merkezleri, çekim merkezleri olan sosyalist devletler, partiler.

Modern ötesi'nin, aynı zamanda modern olduğunu belirtmiştik. Bu şu anlama geliyor. Sol, eski örgütlerini elbette ihmal edemez, terkedemez. Ancak, onlarla da, yetinemez. Onları değiştirmek, dönüştürmek de zorundadır.

Örneğin, parti ve partilerden çok, partiler ağı yaratmak, ulusal çervenin dışına çıkıp, bölgesel-küresel düşünüp örgütlenebilmek. Küresel oluşumların karşısında, sadece ulusal kalmamak. Leninist olmak ama, yeni-Leninist de olabilmek.

Modern politika ve örgütleri ile modern ideolojiler, bu gün ya zayıftırlar, ya da dönüşerek güçlerini korumaktadırlar. Devlet gittikçe, en sıradan insanların bile kullanabilleceği bir aygıta dönüşmüştür. Marks ile Lenin'in tespiti doğrudur, ve çok daha fazla, "araç", "sopa" işlevi görmektedir. Ama, tek, yoğunlaşmış, sınırları belli bir iktidar kurumsallaşması da değildir sadece. Buradan "sivil toplumculuk" önerisi çıkmaz elbette. Sorun, devletle sivil toplum ayrımının çoktandır belirisiz hale gelmiş olmasıdır. Sivil toplum elbette hala "burjuva sivil toplumu"dur. Marks hala doğrudur. Ancak, bu kavram, aynı zamanda toplumun tüm kesimleriyle "burjuvalaştığını" da işaret eder. Bu burjuvalaşma sürecine, işçi sınıfı da, en kapsayıcı tanımıyla, dahildir. Yüz elli yılın sınıf mücadelesi, işçi sınıfını ve müttefiklerini de, burjuva sivil toplumun parçası haline getirmiştir.

Sosyalistlerin seslenmekte, ulaşmakta zorlandıkları işçi sınıfı, hep vardır, hatta büyümüş, kitleselleşmiştir. Modern politikanın değişiminde, işçi sınıfının bu "kitleselleşmesi" en önemli dinamiklerdendir. Bu nedenle, sınıf ve kitle ayrımını yaparken zorlanıyor, sosyalist mücadeleyi bu yeni ortama uyarlamakta geri kalıyoruz.

Daha önceki yazılarımızda, işçi sınıfını, sınıfı, adeta heykel sanatçısı gibi yaratmaktan, açığa çıkarmaktan, işlemekten söz etmiştik. Kasıt şudur: İşçi sınıfı neredeyse toplumun kendisi olmuş, kitleselleşmiştir. "Sosyalizm" ya da Türkçesi ile "toplumculuk", esas anlamına asıl şimdi kavuşmaktadır. Sosyalizm ve temel gücü işçi sınıfı, toplumsallaşmıştır.
Hala Marks'ın, Lenin'in bıraktığı yerdeyiz. Hem toplum, hem kitle, hem sınıf   karşısındayız.

Kendiliğinden gelişen ve artık sıkça, patlarcasına ortaya çıkan "kitle" eylemleri karşısında, hala eski devlet, eski parti, eski sendika kavrayışımızla ne kadar "devrimci" olabiliriz, Lenin'i nasıl yeni-Lenin'e dönüştürebilir, yükseltebiliriz, yaşamsal sorudur. Sınıf büyümüş, kademelere bölünmüş, farklı partilere, örgütlere, ideolojilere dağılmıştır. Sivil toplum "burjuva" sivil toplumdan, gerçek topluma doğru evrilmeye de başlamıştır.

Keşke, işçi sınıfı derli toplu, örgütlü, yeri yurdu belli bir "grup" olsaydı da, onunla görüşerek onu "davasına" ikna etmek olanaklı olsaydı.

Ama biz sosyoljiyi değil, Marksist kuramı savunuyoruz. Sınıfı bir gelir grubu olarak görmüyoruz. En geniş anlamıyla, topluma dağılmış, toplum olmuş, kitleselmiş işçi sınıfını görüyoruz.

Toplum, kitle, sınıf ilişkisi üzerine, bu günün gözüyle tekrar başa, ama daha ilerisi için.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.09.2017- 11:43


Politik Alan - VI-Ercan Gündoğan


Kısa bir aradan sonra “politik alan” yazılarımıza devam ediyoruz. Önceki yazılarımızda, bu alanın tanımlayıcı özellikleri ile başlayıp, kamusal alan ve ittifak sorunlarıyla devam etmiştik. Bu yazının konusu ise, politik alanın “ölçek” sorunudur.

Ölçeklerimiz, yaygın kabullere göre ve “kabaca”, yerel, ulusal ve uluslararası olmak üzere üçe ayrılabilir. Ya da, yerel, bölgesel, küresel olmak üzere. Politik ilişkilerle kurumların her ölçekte farklı olduğu, ancak özel bağlantılarla bir bütün oluşturduğunu da söyleyebiliriz. Bu bütünlük ise, henüz yeterli düzeyde kuramsallaştırılmamıştır.

Bu kuramsallaştırma çabaları içinde, örneğin E. Wallerstein’ın , “merkez-çevre-yarı çevre” kavramları kullanılanarak parçaları bütünlük içinde görüp birbirine bağlayabiliriz. Ya da, yine örneğin, Lenin’in “zayıf” halka ve “emperyalist zincir” kavrayışlarını kullanabiliriz. Elbette, “bağımlılık” ilişkileri kuramı da parçaları birleştirmeye yardımcıdır. Ya da, örneğin, fazla kuramsal olmadan, dünyayı büyük bir belediye olarak kabul edip, ülkeleri ilçe belediyeleri, alt-birimlerini muhtarlıklar olarak da düşünebilir, parçalar ve oluşturdukları (ya da içinde yer aldıkları) bütünü aynı anda görebiliriz.

Dikkat edilirse, hangi kavramlarla düşünürsek düşünelim, her ölçekte farklı politik birimler ve alanlar görüyoruz. Birinde örneğin Birleşmiş Milletleri, birinde “egemen ulus devletleri”, birinde de belediye ya da kırsal yönetimleri.   Ölçekten ölçeğe geçişte, yüz yüze ilişkilerin, sınır kavramının, egemenlik ya da politik yetki seviye ve içeriklerinin değiştiğini hemen görüyoruz. Ama hala, tüm küreseleşme dinamiklerine rağmen, “egemen ulus devlet”in yetki ve sınır konusunda hakim olduğunu da. Bu ölçek, esas iktidarın yoğunlaşıp kurumsallaştığı ölçek olup, ister üzerine, ister altına, yetki devreder, aktarır. Burada, “yetki” kavramının “iktidar” kavramı içinde anlaşılabileceğini vurgulamamız gerekir. Yetki iktidarı olan tarafından verilir ve geri de alınabilir. egemen ulus devletin üstüne ya da altına verdiği, aktardığı yetki, kendi iktidarından kaynaklanır. Birleşmiş Milletlere ya da altta belediyelere verilen, aktarılan yetkinin garantisi yoktur.  

Politik alanın farklı ölçekler üzerinde oluşumu, temelde olmasa bile, politikanın biçimsel farklılaşmasını getirir. Bu farklılaşma ise, karar alma seviyeleriyle ilgili olup, her zaman bir kademelenme içinde varolur. Üst düzeyde, orta düzeyde ve yerel düzeyde karar alma kademeleri gerçekleşir. Ancak kararlar arasında etki bakımından bir “önem” ve “etki” kademelenmesi de söz konusudur. Bu demektir ki, üst düzeyde, uluslararası ya da küresel düzeyde alınan tüm kararlar aynı önem ve etkide değildir. Kararların gücü için, karar alıcıların da önemli ve etkili olması gerekir. Örneğin etkili kararı IMF ya da BM Güvenlik Konseyi alabilir. Ancak bu birimlerin aldığı kararlarının gücü de belli güçte olan ülkelerin gücünden kaynaklanır.

Farklı ölçeklerdeki parçaların bir bütün içinde yer alması ya da bir bütün oluşturması demek oluyor ki, aslında iktidar kademelenmesi biçiminde gerçekleşiyor.   Farklı ölçekteki politik alanların kademeli birlikteliğinde esas tayin edici öğe ise, tüm devletlerarası ilişkilerden çok, büyük devletler arası güç ilişkileridir. Diğer devletlerin “büyüklerle” uyumlu ilişkiler geliştirmesi de beklenir. Uyumsuzların “yukarıdan” bir dönüşüm baskısı yaşayacakları ve çoğu durumda çaresizce direnişe geçecekleri de açıktır.

Politik alan için “kabaca” üç ölçek kabul ettik. En üst ölçekte “büyük devletler” tayin edici, bir altı ki daha geniş bir katmandır, “egemen ulus devletler” ölçeği olup esas “iktidar” alanıdırlar. Alt ölçek ise, her türden ulus-altı bölgeler ve yerel birimlerden oluşup, daha gerçek iktidar alanları olarak görülmekle birlikte, en güçsüz politik alanlardan oluşur. Bu alanın görece daha somut ve yüzyüze ilişkileri kapsaması, bir anlamda gerçek yaşamın mekansal ölçeği olması, bireyi hem mikro politik alanlarla hem de bütünle bağlantısı zayıf “parçalarla” ilgili hale getirir. Bireyi bütüne bağlayan, ulusal ölçekte gerçekleşen tartışmalar yanında, ki ulusal medya bu olanağı sunar, esas olarak ulusal devletin yerel uzantılarıdır. Uzantı olmayan ve Batı ülkelerinde olduğu gibi, görece daha özerk birimler ise, “yerel politika” ya da “kentsel politika” diyebileceğimiz, kısıtlı, yalıtık ama katılımcı ve çoğulcu bir politik alandır. Bu ölçek ne abartılmalı, ne de küçümsenmelidir. Yerel mücadeleler kendi içinde kaldığında bu ölçek sınırlarına ulaşır, ama, bölge ve ülke ölçeğine bağlanabildiğinde, ulaşabilidğinde, daha geniş ve kapsayıcı mücadelelerin parçası ya da ateşleyicisi de olabilir. Elbette, bu ölçek toplumsal dönüşümün nihai olarak gerçekleşmesi gerek alandır da. Burada kasttetiğimiz, hem nicelik hem nitelik olarak bu ölçek ve alanın etki olarak doğal sınırlara sahip olmasıdır.

Politik ölçeklerin birbirine bağlanmasında, devletin örgütlenmesi ve ulusal medyadan daha önemli öğe elbette, yerel ölçekte gerçekleşen piyasa ilişkilerinin ulusal ekonominin parçaları olma zorunluluğundan kaynaklanır. Politik ölçekler piyasa ölçekleriyle tam olarak örtüşmese de, bir uyum oluşturur. Kent politikası ve kent ekonomisi örneğinde olduğu gibi. Tüm farklılaşma olanaklarına rağmen, bu ölçekler, ulusal ve küresel ölçeklerle de bir uyum oluşturur. Açıklayıcı en basit örnek, kapitalist Batı ülkelerinde alınan “neo-liberal” politikaların ülke ölçeklerinde nasıl karşılandığı ve oradan da yerel ekonomi ve politikalara doğru nasıl yaşam bulduğudur. Okuyucu bu silsileyi elbette tersten de okuyabilir. Yerel ölçeklerden ulusal ve küresel ölçeklere doğru. Ama, sistemin ve bütünün önceliğini dikkate alarak.





Bu ileti en son melnur tarafından 25.09.2017- 11:44 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 25.09.2017- 11:44


“Ekonomi” bakış açısıyla yapılan ve küreselden yerele geçişi gösteren kavram ve kuramlardan yukarıda bahsettik. Politik ölçek geçişleri için de benzer bir kavramsal sisten kullanılabilir. Lenin bu ekonomi-politika ölçek bağlantılarını hem ulusal sorun hem de emperyalizm kapsamında yaptı: Emperyalist devletler ve onların ezdiği halk ve uluslar örneğinde olduğu gibi. Bilindiği gibi bu kapsamdan, daha ileriye gidip, merkezdeki anti-kapitalist mücadele ile, çevredeki anti-emperyalist mücadeleleri birbirine bağlamaya çalışmış, başarılı da olmuştur.

Bu gün yapmamız gereken, küresel-ulusal ve yerel, ya da küresel-bölgesel-ulusal-yerel (bölgeler elbette ulus üstünde de altında da “tespit” edilebilir) ölçekler bağlantısını yeni gelişmeler kapsamında yapmaktır. Şimdilik bu yazıda ve devam etmek üzere, bazı tespit ve önerilerde bulunarak bir giriş yapmış olalım:

Küresel sistem, uluslararası sistemden farklı olup, bu sistemin içinden ve ona karşı olarak gelişmektedir. Bu sistemin dinamikleri zaman zaman geri çekilse bile, neo-liberalizmden bağımsız yönlere de sahiptir (Örneğin şu anda neo-liberal temelli bir küreselleşmeden, görece daha neo-merkantilist bir senteze dayalı bir küreselleşmeye geçilmektedir). Bu sistemde alt birimler sadece veya öncelikle “egemen ulus devletler” değildir. Onların birliktelikleri,, alt parçalarıdır örneğin. Eski politik ve ekonomik sınırlara dayalı tüm stratejiler nesnel olarak zayıflamaktadır.

Bu gün ulus devletlerin çok azı istikrarlıdır. İstikrarlı olanların bu istkirarı sürdürmeleri tarihsel olarak ekonomik zenginlik elde etmiş olmalarından kaynaklanıyor. Parçalanma ve küçülme olasılığı en gelişmiş ve “istikrarlı” ülkeler için bile geçerlidir. Ayrıca, mevcut “ulus devletler” içinde sadece yoksulluk değil, zenginlik de bölünme ve ayrılma nedeneleri arasındadır.

Mevcut “ulus devletlerden” çıkacak parçalar küçük belediye benzeri devletler biçiminde de olabilir, başka parçalarla birleşen yeni bölgesel devletler biçiminde de. Bu nedenle, devletlerarası çatışma ve savaşların büyük ölçüde bölgeselleşen iç savaşlara dönüşeceği, dönüştüğü açıktır. Küreselleşme sistemik olarak, yerelleşme ve bölgeselleşme süreçleriyle birlikte gelişmektedir. Aslında küreselleşme bölgelerin ve yerelliklerin ortaya çıkmasıyla gerçekleşen bir süreçtir de. Sadece sistemik etki değil, yeni parçaların oluşmasıyla ortaya çıkan bir süreçtir de.

Ancak, küreselleşmeye yönelik abartılı yorumların tersine, ulus-devletler tarihsel olarak kısa sürede yok olacak birimler değildir. Ulusal ölçekler (bölgesel ya da yerel anlamda bile olsa), ulusal burjuvalar ve pazarları olduğu sürece yok olamaz, sadece içerik ve biçim değiştirirler. Bu tür birimlerin ortadan kaybolması, ancak, küresel düzeyde sosyalist ekonomi kurulduğunda olanaklı olabilir. Elbete, bu aşamada bile, ulus devletlerin yerine yerellikler, bölgeler, ağlar olacaktır.

Yerelleşme, yerel politika ve ekonomilerin ön plana çıkması ya da yeni yerel birimlerin gelişmesi, yerel birimlerin ekonomi ve politikalarını önemli hale getirdi. Yerellik ve yerelleşme, fiziksel mekanın “doğrudan” kullanımını, ki bu mekana artık toplumsal mekan olarak bakmayı gerektirir, politikanın en önemli konularından biridir. Her şeyden önce “günlük yaşam”, bu yaşamın gerçekleştiği mekanlar, “zaman ekonomisi” bilincine sahip Marksistlerin aynı zamanda bir “mekan ekonomisi”ne de sahip olmaları gerektiği anlamına gelir.   Marks en önemli mücadele alanı olarak, çalışma saatlerinin düşürülmesi mücadelesini görüyordu. Zamanla oynamanın mekanla da oynamak olduğunu sosyalistlerin daha fazla düşünmesi gerekiyor. Toplumsal dönüşümün toplumsal olarak zaman ve mekan kullanımının dönüştürülmesi anlamına geldiğini vurgulayalım ve başka bir ölçek geçişi sorununa değinerek, yazımızı şimdilik bitirelim:

Tüm “enternasyonalist” ilkelere rağmen, sosyalist “mücadelenin” tek tek “ulusal” ölçeklerde ve çerçevede düşünülmesi (ki bizzat Marks ve Engels'ten gelen bir “tespit” üzerine böyledir), “ulusal”ın yanında ve gittikçe ötesinde, küresel-bölgesel-yerel ölçeklere bölünmüş, bölünmekte olan bir ekonomik ve politik coğrafyada, sadece eksik ve yetersiz değil, sosyalizmin bilimselliğine de uygun değildir. Çünkü “mücadelenin”, “sorunların”, ekonomik ve politik mekanı değişmiş ve değişmektedir. Bir ABD'li sosyalistin sosyalist mücadelesi ve bu mücadeledeki ufku, örneğin, Meksikalı ya da Kanadalı sosyalist mücadele ve hedeflerden ayrı ve bağımsız düşünülebilir mi? Burada söylemek istediğimiz, sadece “dayanışma” ilişkisi kurmak değil, birlikte ve ortak hareket edebilmektir. Daha açık yazalım, Meksika ve Kanada'nın sosyalizm mücadelesi ve hedefleri olmadan, ABD sınırları içinde sosyalizm kurulamaz. Her ulusal çerçevede ayrı ayrı mücadele edilse bile, ortak ve eşgüdümlü bir mücadele olmadan, zaman olarak önce bir tekinde   sosyalizmin iktidarı alması bile hem zor hem de kalıcılıktan yoksun olacaktır.

Bu yazının okuyucusu, politik alanın ölçekleri ve içiçe geçmişliğini düşündüğünde, Türkiye'nin örneğin sadece Kürt sorununun, sosyalizm için ne büyük olanaklara sahip olduğumuzu düşünecektir.

Okuyucu aynı zamanda, Amerikan merkez bankası FED'in son yıllarda aldığı kararların, dolar için faiz arttırımı ile küresel düzeyde (yani ulusal ve yerel ölçeklerde de) dolar bolluğu döneminin yavaş yavaş bitmesi demektir, Türkiye'nin İstanbul ve Ankara belediyelerine kadar, nasıl bir ölçek geçişine sahip olduğunu da görecektir. Bu “küresel” politika değişikliği, yerel ölçeklerde, örneğin KadirTopbaş ve Melih Gökçek belediyeciliğini gereksiz ve sorunlu kılar. Boş yerlere beton dökme (AVMler, duble yollar, havaalanları, yığın halinde konutlar) dönemi bitmiştir. Akıldışı yönetim, “populizm” artık ekonomik temellerini kaybetmeye başlamıştır. Öyleyse belki, varsa “gerçek” para, ki yoksa borç halinde vardır, betondan “milli” savunmaya gidebilmelidir.

***

Politik alanın ölçekleri ve birbirlerine nasıl bağlanacakları konusuna şimdilik giriş yaptık, devam edeceğiz.



Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Saz Çalan Kazım - Serdar Yıldırım Serdar102 0 370 03.11.2022- 22:04
Konu Klasör İdeolojik mücadele ve iki alan melnur 1 2922 17.02.2018- 20:13
Konu Klasör 'IŞİD'den petrol alan' Rus iş adamı Kaçak 0 3547 02.12.2015- 15:24
Konu Klasör ÜCRETSİZ Alan Adı + 100GB Web Barındırma aylık 2,99 T godaddy 0 3709 05.11.2016- 09:38
Konu Klasör Gezi direnişini konu alan 'Artık Yeter' filmi umut 0 3183 05.12.2013- 22:57
Etiketler   Politik,   alan-Ercan,   Gündoğan
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS