SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2] 
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 22.05.2017- 22:18


İdeolojiden politikaya X-Ercan Gündoğan


İdeolojilerin kendiliğinden üretimi dışında bilinçli olarak üretimi, entelektüellerin, aydınların, bu nedenle de büyük ölçüde küçük burjuvaların uğraşıdır. İdeoloji tartışması kaçınılmaz olarak, entelektüelin, aydının ele alınmasıdır.

İdeolojiden politikaya yazılarımızın ilkinde, Marks'ın, hakim düşüncelerin hakim sınıfların düşünceleri olduğuna dair gözlemini yazmıştık. Bu gözlemin bu yazının konuya uyarlanması, yani ideolojinin bilinçli olarak üretilmesi, nasıl olabilir? Hakim sınıfın en önemli, etkili entelektüelleri ve onların düşüncelerinin, nasıl hakim hale geldiği sorusu örneğin. Ya da, hakim olmayan, karşıt, eleştirel düşüncelerin, bu hakim olanlar karşısındaki konumu.

Hakim düşünceler toplumsal yaşamın her alanına hükmeder, ya da en azından sızar, etkisi altına alırken, karşıt düşünceyi üretmekle kendini sorumlu ve görevli görenlerin, ya da bu türden bir işlevi herhangi bir nedenle görmekte olanlar, şu sorunla karşı karşıyadır: Karşıt olan da, hakim olanı öğrenerek, hatta kabul ederek, düşünmeye, başlar.

Türkiye'de karşıt ideoloji üretimine doğrudan dahil olanların, özellikle sosyalistlerin, “başlangıçlarına” bakalım: 1) Kemalizmin mirası, etkisi, zayıflasa da, paradigmatik etkisi; 2) Kemalist sosyalizmin, henüz azalmayan gücü ve etkisi; 3) Yakın dönem sözde yeni liberalizmin ve uygulamalarının yanında, postmodern ve post-Marksist metinlerin etkisi; 4) 28 Şubat 1997 ve son 14 yılın son sersemletici, güven kırıcı etkisi ve devamlılığı.

Bu etkilerin ideolojik özleri, paradigmaları şunlar olmuştur: 1) Ulusal bağımsızlık, modernleşme; 2) Tam bağımsız Türkiye ve anti-emperyalizm, ve demokratik bir sosyalizm, daha doğrusu, halkçı, sosyalist bir demokratik cumhuriyet; 3) Sözde yeni sağ liberalizm ve sol post-modern dalgalara karşı direniş ve yeniden diriliş çabaları; 4) Laiklik sorunu ve Kemalizme gerileyerek, Cumhuriyetin “kazanımlarına” sahip çıkmak, diğer deyişle, “demokrasiye” geri çekilmek.

Dikkat çekici olan, sosyalistlerin, en güçlü oldukları, hakim olana karşıt ideoloji üretebildikleri dönem, 2.maddelerdedir, 1960-1980 arasında, özellikle de, 1970'lerin ortasıyla 1980 arasıdır. Bu özel dönemin özelliği, Türkiye sosyalist solunun en fazla kendi olduğu, hakim ideoloji ve paradigmalardan en fazla uzaklaştığı dönem olmuş olmasıdır. 78 Kuşağı, 68'i aşmak üzeredir. Fakat aşmaya engel, bu kez Kemalizm ve zayıflayan etkisi değil, her türden Maoculuk, Kastroculuk, Geberacılıktır. Bilinen gerçeği bir daha anımsatalım: Yükselen işçi sınıfına rağmen, kentsel sanayi temelli bir sosyalizm yerine, köylü, halkçı, gerillacı, kentsel ya da kırsal, bir “sosyalizm” mücadelesi verilmiştir. Faşizme karşı da mücadele edilmektedir. Mahalle direnişleri ve savunma...

Geçmişe dönük bakıldığında, şu saptamaları yapabiliriz: Bizim sol yabancı ve dışsal ögelerden, akımlardan gereğinden fazla etkilenmekte, kendisi olmaya karşı adeta direniş göstermektedir. Kemalizmin yerini Maoculuk, komitacılığın yerini Geberacılık almıştır.

1980 sonrası sola musallat olan bir diğer illet, sanıldığı gibi liberalizm değil, bizzat demokratlığın kendisidir. Öyle ki, sosyalizmle demokrasi arasında artık ciddi bir ayrım bırakılmamıştır. Demokrasi adeta kutsal bir kavram olarak, tüm zihinleri işgal etmiştir. Demokratik bir hukuk devleti, demokratik haklar ve güçlü bir sivil toplum. Mağdur olanlara, dışlananlara, her türden azınlığa özgürlük… Tüm bu değerlere ulaşmak ve ulaşıldığında elde tutabilmek için de, AB gibi bir bölgenin parçası olmak.

Tüm bunların üzerine bir de tarihsel bir parantez mi, tümüyle yıkıcı bir dönem mi olduğu hala tartışılan AKP dönemi gelmiştir. Demokrasinin en önemli ögesinin bu kez, laiklik olduğu anlaşılmıştır. Yeni demokrasinin kutsallığına laiklik kutsal suyu da eklenmiştir.

Bu yazının bazı okuyucularının, fazla olmamaları beklenir, “ne yani, sosyalistler demokratik değerleri ellerinin tersiyle bir tarafa mı atmalı, bu mu istenilmektedir”, diye sorabilecektir. Oysa sorun şudur: Hiçbir sosyalizm, demokrasinin karşıtı olan otoriterliği, ayrıcalıklarla dolu bir toplumu, dışlayıcı bir siyasal sistemi savunmaz. Hiçbir sosyalist laikliğin karşıtı olarak, teokratik bir devleti, toplumsal yaşamın dinsel ölçütlere göre düzenlemesini, örneğin dini gerekçelerle yasaların yapılmasını, istemez, isteyemez.

Sorun, daha fazlasını istemektir. Demokrasiden daha fazlasını… Ancak böylelikle bir demokratla bir sosyalisti birbirinden ayırabiliriz. Bir sosyalist, demokratlığın gereklerine, demokrat taleplere elbette karşı çıkmaz. Sorun, sosyalistin kendisinin bu demokratik görevleri sosyalist bir görev olarak görmesi, sosyalist görevleri, talepleri bırakmasıdır.

Liberallerin demokratik hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, anayasal vatandaşlık tartışmaları, laik devlet talepleri, bu halleriyle sadece demokrasi talebidir. Sosyalist, bu tartışma ve taleplere, neden sosyalist hukukun en azından bazı ögelerini sokmasın? Ya da, bizzat demokrasi en genel anlamı ve kapsamında tartışılıyor, talep ediliyor, sosyalist neden, sosyalist demokrasi üzerine konuşmasın? Laiklik talebi gereklidir, doğrudur ama bir sosyalist bir demokrattan daha fazla, daha ötede, sözler söyleyebilmelidir.

Sosyalist demokrasiyi reddetmez, ama demokrasinin “limitlerini” her zaman gösterir ve bu limitlere nasıl yaklaşıldığını, bu limitlerin az ötesine en azından, nasıl geçilebileceğini, düşünür, gösterir, yazar.

Hukuk önünde eşitlik istemek, demokratlıktır, gerekir ve değerlidir. Sosyalist, hangi eşitlik diye sorarak “sosyalist politika” yapmaya başlar. Yavaş yavaş, “toplumsal eşitlik”, “ekonomik eşitlik” gibi başka türden eiitlik tür ve seviyelerine atıf yapmaya başlar. Orada anlarız ki, sosyalist demokrattan daha ileri, kapsayıcı ve sahicidir.

Özgürlük savunulur, her hangi türü olursa olsun. Demokrat, yazma çizme, düşünce yayma, konuşma, örgütlenme özgürlüklerini söylemeye başlayacaktır hemen. Doğrudur, hepsi gereklidir ve savunulmalıdır. Ama sosyalist sadece demokrat olmakla yetinemez. Kendisi olmak isterse elbet…

Özgürlük, bireyler, halklar, “cemaatler”, kadınlar... için. Negatif, ya da pozitif olsun. Liberal ya da sosyal demokrat, birini seçelim. Oy verme hakkına bir de sendika kurma hakkı ekledik. İlerleme mi, hem de büyük bir “demokratik” ilerleme. Ama sosyalist burada kalabilir mi?

Bir sosyalist demokrasiyi reddetmez, ama örneğin sendikalar ve refah devleti tartışması yapılıyorsa, Avrupai türden, mutlaka, Lenin'in “tekel rantı” ve Avrupalı proleterler hakkında yazdıklarını anımsar. Dile getirmese bile, bu bağlantıyı dikkate alır.

İşte en can alıcı, güncel, sıcak konumuz: Laiklik ve AKP sorunu. Özellikle sosyalist ve sosyal “demokrat” yayınlar ve teşhirler sayesinde, artık din ve ahlak arasında olumlu ve zorunlu bir ilişki olmadığı ortaya çıkarılmıştır. Din ve adalet bağlantısının zayıflığı, hatta aralarında zıt bir ilişki olduğu gösterilebilmiştir. Dindarların devleti nasıl yönettikleri teşhire bile gerek kalmadan ortaya çıkmıştır. Ancak, bu çabalar demokratlığın ötesinde, sosyalist çabalar olsaydı sadece, çok daha fazlasını elde etmiş olurduk. Örneğin, dinin hangi kesimlerin ideolojisi olduğu, sınıfsal kökleri, daha fazla vurgulanmış olurdu. Laiklik tartışmaları, yükselen taşra burjuvazisi ve ideolojik donanımı üzerine yapılabilirdi. Laik olan ve gittikçe ulus ötesi bağlantılar kurmuş olan ve hala tekel konumunda bulunan kapitalistlere ve bu kesimlerin yanında yükselen taşraya, Anadolu'ya, aralarındaki ayrımlara, daha fazla vurgu yapabilir, böylelikle sadece demokrat değil, daha fazla sosyalist olabilirdik.

Sosyalist, demokrat olmakla yetinemez. Bir haberi yorumlarken, bir hukuk davasını ele alırken. Ya da, türban konusunda, ya da, “yeni anayasada laiklik olmamalı” ifadesine karşı.

Yazımızın girişinde, sosyalistlerin başlangıç olarak ele aldıkları, karşılaştıkları hakim düşünceler ve onlara karşı konumları üzerine yazmıştık. Kemalizmden büyük ölçüde kurtulmak olanaklı olmuştur. Kemalist sosyalizmden biraz daha az. Postmodernizmden daha da az. Şimdi, karşımızda, 28 Şubat 1997 ve son 14 yılın AKP'si, yeni muhatabımızdır.

Sosyalist olarak acizane, yine diyalektik uyarınca, şunları görebiliyoruz: Laiklik çok zayıfladı, doğrudur, ama onun karşıtları da tarihsel olarak son demlerini yaşıyorlar. Eski usul laiklikle birlikte, eski usul İslamcılık, siyasal İslam da sona doğru yaklaşıyor.

Tekrar edelim: Sosyalist sadece demokrat olmamalıdır. Kullandığı kavramlar, strateji ve taktikleri, haliyle etkilemek, yanına çekmek istediği sınıf ve kesimler için, demokrattan daha fazla, sosyalist olmalıdır.

“Biz zayıf demokrasinin, zayıf demokratların iş ve görevlerini de üstlenmek zorundayız ama” gibi bir itirazı hemen duyar gibiyiz.

Yanıt basit ve kısadır: Merak edilmesin, Türkiye'de demokrattan geçilmiyor.

***

"İdeolojiden politikaya" bir yazı daha, bitecek. Çağrışım yapmış olmalıdır. Son konumuz, ünlü XI. Tez üzerine olacak.



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 22.05.2017- 22:20


İdeolojiden politikaya XI-Ercan Gündoğan


“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” (www.marxists.org/turkce/m-e/1845/tezler.htm) (Philosophers have hitherto only interpreted the world in various ways; the point is to change it) (www.marxists.org/archive/marx/works/1845/theses/).

Marks'ın 1845 tarihli, Feuerbach materyalizmine yönelttiği ve “notlar” biçiminde aldığı 11. Tez bu tezdir. Okuma yazma faaliyetinde bulunanların, kişiler, konular ve kitaplar üzerine, hızla böyle tezler, notlar aldıkları anımsanmalıdır. Vurgulmak gerekir, bu türden tez veya notlar, hızla, yoğun bir düşünce sonucunda alınır. Marks'ın bu türden başka “kenar notları”, boldur.

Bu anımsatmayı neden yapıyoruz, okuyucu anlayacaktır. Hızla yazılmış ve basılmamış notlar, hiç bir zaman o yazar ve düşündükleri hakkında kesin fikir elde etmemize izin vermez. Ama, genel olarak o anda neler düşünüldüğünü anlarız sadece.

Marks'ın yazmış olduğu 11 tezin ilk onu incelendiğinde, Feuerbach özelinde, materyalizm teorisinin “o güne dek” (hitherto ifadesi Türkçe çeviride yoktur) geldiği yeri kısaca özetler ve eleştirir. Eleştirinin özü, daha ileriye gidilememiş olmasıdır. Örneğin, Marks bu eski materyalizmin teorik ufkunun hala burjuva toplumu çerçevesinde kaldığını, toplumsal birey yerine tek tek burjuva bireyleri temel bileşen olarak gördüğünü, teorik ve bilimsel doğruluğun pratikten yalıtılmış biçimde, yani, skolastik, ele alındığını ve elbette, devrimci pratiğin değişim için önemini vurgulamaktadır.

Yukarıda bu tezlerin aynı zamanda “notlar” olduğunu özellikle belirtmiştik. Çünkü bu notlara bakan bir Amerikalı sosyolog, Marks'ı rahatlıkla bir “pragmatist” olarak görebilecektir. Ama daha önemlisi, 11.Teze bakan bir sosyalist, Marks'ın pratiği, devrimci eylemi, teorinin, devrimci teorinin önüne koyduğunu, esas olanın bu teoriler ve düşünceler değil, değiştirmek ve eylemde bulunmak olduğunu düşünecektir.

Bir de şunun için, “notlar” diyoruz, çünkü, Marks'ın ilk on tezden sonra son tezi, 11. Tezi yazması, diğer tezleri adeta gölgelemektedir. Daha da ötesi, yukarıda yazdığımız gibi, pek çok yanlış anlamaya açıktır. Üstelik bu yanlış anlamalara en çok Marks'ın bütünsel yapıtı karşıt durumdadır. Devrimci pratiği, genel olarak pratiği, teorinin, devrimci teorinin önüne ve üstüne koymak, her şeyden önce, teorik ömrü “eleştiriyle” geçmiş bir Marks'la uyumlu değildir. Böyle bir Marks'ın, Grundrisse'yi, Kapital'i yazması örneğin, düşünülemez.

Marks 11. Tez'de, “yorumlamak” ve “değiştirmek” kavramlarını sanki bir zıtlık ya da almaşıklık ilişkisi içinde düşünüyormuş gibi görünmektedir. Oysa, “yorumlamak” da, bizzat Marks'ın ilk on tezde vurguladığı gibi, sadece zihinsel bir faaliyet olmak zorunda değildir. Hele de, söz konusu tezin ikinci kısmında yer alan, “oysa sorun onu değiştirmektir” ifadesi, sanki, yorumlama “eylemini”, daha açık yazalım, devrimci teori ve felsefeyi hafife almayı salık verir gibidir.
Marks'ın, gelmiş geçmiş en iyi diyalektikçilerden biri olarak, teori (yorumlama) ile pratiği, devrimci teoriyle devrimci pratiği böyle bir zıtlık ve alt-üst ilişkisi içinde kavradığını düşünemeyiz. Sosyalist devrimin ve bu devrimin pratiğinin teoriyle başladığını ve teori tarafından yönlendirildiğini, sosyalist devrimin tarihte ilk defa, önceden planlanmış ve teorize edilmiş bir devrim olduğunu, bizzat Marks'ın kendi yaşamı gösterir. Teori ve bilim olmadan sosyalist devrimci pratik olanaklıdır, ama, bırakalım yeni toplumu kurmayı, mevcut olanın ilk başta yıkımını bile sağlayamaz. Sadece, kendiliğinden bir yıkıcı hareket olarak gelişebilir. Daha açık yazalım, sınıf hareketi, haritasız, pusulasız, lidersiz, öncüsüz biçimde gelişir.

Marks'ın 11. Tezi, öyle görünüyor ki, çok hızlı yazılmış bir nottur. İlk on tez ise, keşke gerçekliğin, hakikatin ve bilginin tek gerçek ölçütü olarak “pratiğin” kabul edildiği, emprisist ve “pragmatist” yanlış anlamalar izin vermeyecek biçimde yazılmış olsaydı. Öyledir demiyoruz, ama, öyle anlaşılmaya “müsait” olduğunu söylemek istiyoruz.

***

İdeolojiden politikaya XI, bir serinin son yazısı olmakla birlikte, aslında tüm Marksist çalışmalar, eylem ya da teorik düşünce, hep teori-pratik, ideoloji-politika ilişkisini devrimci yönde kurmaya yönelir. Her zaman, teori ve pratiğin birlikteliğinden, praksisten, söz ediyoruz. Ya da, ideolojinin politikleşmesi, politikanın ideolojiye dayanmasından. Bu kapsamda, Marks'ın 11. Tez'de ima edilen ya da anlaşılabilecek olanın tam tersi bir durumun gerçekliğe daha uygun olduğunu söyleyebiliriz: Bu da sosyalist politikada, teorinin pratiğe göre bir önceliğe sahip olduğudur. Bu önceliğin nedenleri olarak şunlar söylenebilir: 1) Sosyalist eylem ve sosyalist devrimci süreç, önceden teorik bir birikime muhtaçtır. Böyle bir eylem ve süreç, sosyalist mücadeleler ve sınıf hareketi tarihinin bir “bilincini”, “teorisini” gerektirir. Aksi halde, sosyalistler, burjuva politikasına mahkum olurlar; 2) Sosyalist eylem ve devrim süreci, Marks'ın “devrimci pratik” dediğidir, mutlaka sosyalist devrim teorisine sahip bir öncü, örgüt, lider kadrosu gerektirir; 3) Sosyalist eylem ve devrimci süreç, zorunlu olarak “planlı”dır. Önceden, en azından “taslaklara”, “eskizlere” sahip olmalıdır.

Elbette, teoriyle pratiğin birliğine vurgu yaparken, teorik bir politika eyleminden bahsediyoruz. Yoksa, eylem yaparken teori yapmayı, ya da teori üretirken eylem yapmayı değil. Her pratiğin geleceği için olduğu kadar, geçmişi için de teori yapılmaktadır. Eylem süreci aynı zamanda teorinin üretildiği süreç de olabilmektedir. Ancak, teori-pratik birlikteliğinde en ideal durum, devrimci bir partinin, “tarihsel bilinç” içinde, mücadele ederken geliştirdiği teori olsa gerek. Burada, Lenin'in ve partisinin “başarı” için kendilerini sürekli geliştirip düzeltmelerini, örnek olarak verebiliriz. Burada sosyalist bir “pragmatizm” elbete vardır. Ama, bu pragmatizmin pratik yönü, sınıf hareketi, diğer partiler ile emperyalizmin gelişimidir. Ve, devrim için düşünmek, teori kurmak, ve hep, ileriye gitmek her türden malzemenin kullanılmasıdır. En iyi örnek olarak hala Lenin ve Rus Devrimi'nin gelişimi önümüzdedir. Rusya kapitalist midir değil midir “teorik tartışması, sosyalist devrim pratiği olanaklı mıdır, değil midir sorusudur. Köylüye toprak tartışması, devrimin ne kadar demokratik devrimi içine alacağı tartışmasıdır. Kendi kaderini tayin hakkı, liberal bir ilkedir, ama, bu teorik tartışma, uluslar ve halklar sorunun sosyalist devrimin bir aracı, malzemesi olup olmadığı gibi “pratik” bir sorunla ilgilidir. Emperyalizm hakkında “teorik” tartışma, emperyalist ülkeler arası ilişkileri ve aralarındaki çelişkiyi görmek gibi bir “pratikle” ilişkilidir.

Bu türden teorik tartışmaların “politik pratik” için, devrim stratejisi için önemini, kendi sosyalist hareketimizi tarihinden de biliyoruz. Osmanlı toplum düzeni üzerine 1960 sonrası yapılan “teorik” tartışmalar, sosyalist devrim, burjuva demokratik devrim ilişkisini çözmek amacıyla yapılmıştı. İşçi sınıfı partileri mi, burjuva demokratları mı öncü olacak tartışmalarını çözmek içindi. Daha pek çok pratik sorun için, Osmanlı'nın Bizans'tan ne kadar etkilendiğine kadar tartışmalar ayrıntılı yapılabiliyordu.

Öyle görünüyor ki, teoriyle pratik, devrimci hareketin gelişmesine göre, birbirlerine öncülüğü, önceliği kaptırabiliyorlar. Bilindiği gibi, geri çekilme anlarında, teori ve felsefe yapmak ileri için zorunluluktur da. Ya da tersi; devrimci politikanın en kızgın dönemlerinde, oldukça pratik düşünmek, teorik tartışmaları geri plana atmak gerekir. Çünkü, yemek yerken teori yapılamayacağı gibi, teori yapılırken de yemek yiyemeyiz.

***

Teori pratik ilişkisinde Marks'ın Feuerbach üzerine tezlerinde oldukça çok sayıda ve çetrefil sorun vardır. Örneğin, Marks'ın gözardı ettiğini düşündüğümüz, “bireyle” ilgili durum. Sosyalist teori, sadece sınıf pratiğinden değil, teorisyenlerin bizzat kendi yaşam pratiklerinden de etkilenir. Tek bir örnek, bizzat Marks'ın kendi yaşamı, yaşamsal pratiğidir. Şöyle in retrospect sorular soralım ve düşünelim: Marks doktora sonrası üniversitede bir pozisyon elde edebilseydi? Marks genç yaşta sürgüne gitmeseydi? Marks 1848 devrimlerinden sonra İngiltere'ye yerleşmeseydi? Neler değişirdi, bize bıraktığı teorik pratikten?

Marks Feuerbach üzerine tezlerinde, notlarında, pratikten kopuk yapılan teorik doğruluk tartışmalarını skolastik görmektedir. Skolastik açmaza düşmemek için elbette, pratikle ilişkili teoriden yanayız. Ancak, yukarıda kısaca belirttiğimiz nedenlerle, sosyalist devrimci pratikte, teorinin pratiğe kesinlikle bir önceliği ve öncülüğü bulunmaktadır. Bu pratikle ilişkiyi gözardı etmek değil, pratiğin mutlaka teorik olması gerektiğini söylemektir.

İdeolojiden politikaya XI'i şöyle bitirelim:

Teori-pratik ilişkisinde teorinin zorunlu bir önceliği ve öncülüğü varsa, ideoloji-politika ilişkisinde de, ideolojinin zorunlu bir önceliği ve öncülüğü bulunmaktadır.

***

Son olarak: Marks'ın Feuerbach üzerine 11.tezi yazılmasaydı, bu yazı da sanırım yazılmazdı ya da yazılamazdı.

Oldukça teorik bir pratik.



Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2] 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör İdeolojiden politikaya denizcan 2 3639 07.02.2016- 12:58
Konu Klasör Şafak Pavey: Politikaya herhalde devam etmem melnur 0 4135 14.11.2013- 14:54
Konu Klasör Selahattin Demirtaş: Aktif politikayı bırakıyorum... melnur 0 175 01.06.2023- 06:42
Konu Klasör Eşitlik - Ercan Gündoğan melnur 0 1898 11.03.2018- 08:12
Konu Klasör İktidar-Ercan Gündoğan denizcan 0 4066 07.12.2014- 19:41
Etiketler   İdeolojiden,   politikaya-Ercan,   Gündoğan
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS