SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2] 
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 18.12.2017- 10:15


Resim Ekleme
İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü - Adnan Menderes tarafından NATO’ya tahsis edilmiştir

Atölyeler çürümeye terk edilmişti. Tezgâhlardan çekiç sesleri gelmez, tarlada ekinler biçilmez, ahırda inekler sağılmaz olmuştu. Diğer enstitülerden yardıma gelen arkadaşlarını görememenin hüznü herkesin içini kaplıyordu. Dayanışma, dostluk ‘Söz Milletindir’ diyenler tarafından yok ediliyordu. Demokrat Parti iktidara gelmişti ve enstitülerde ilericilik adına ne varsa yok edilecekti. Öyle de oldu. Binlerce öğretmenin, sağlık memurunun yetiştirildiği köyler kapatılmıştı. Baharla gelen aydınlık, kışa dönen havayla karanlığa mahkûm edilmişti. Paranın hükmü, gericiliğin saltanatı kendisine yeniden yol açmıştı.


Resim Ekleme
Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü binası

***

Enstitülerin ömrü kısa sürse de, bıraktıkları etki uzun süre kendisini gösterecekti. Binlerce öğretmen aldığı eğitim ile köyleri aydınlatacak, kendilerinden sonra gelenlere önemli miraslar bırakacaktı. Bıraktıkları miras birçok şeyi değiştirecekti. Enstitülerden mezun olan sayısız yazar, oyuncu, müzisyen, öğretmen ülkenin dört bir yanına yayılarak gericiliğe karşı seferberliği çoktan ilan etmişlerdi.

Köy yaşamını romanlarına her fırsatta taşımayı başaran yazar Fakir Baykurt enstitülerden övgüyle bahseder.

“Dikenlerin arasından çıkıp gelen bir yazarım ben. Yüzyıllarca karanlıklarda bırakılmış köylerin birinden, Akçaköy’denim. Ailem yoksuldu. Kır bayır kırk iki dönüm toprağımız vardı… Annem babam okuma yazma bilmiyordu. Köyümüze geçten geç tek açılan ilkokul yalnız üç sınıftı. Evimizde tek bir kitap yoktu. Cumhuriyet beni götürdü, açtığı Köy Enstitüsü’nde eğitti. Öğretmen yaptı. Elime kalem verdi, yurdun yazarları arasına attı.”[4]

SON SÖZ YERİNE

Orada yaşayarak öğrenen insanlar tohumu topraktan, gübreyi ahırdan alırdı. Yaşayanları anlatır. Kar yağınca kayak yapar, dam akınca ustalık ederlerdi köy yerinde, tarlada ırgat olurlardı, okulda hademe, öğretmenlik dışında. Sorsanız kendilerine maraba derlerdi, ama siz onları aydınlanma ile hatırlayın.

Evet, tarif edilen bir devrin battığı yerdir.

Battığı yerden daha iyisinin ve daha gelişkininin var edileceği kesindir.

[1] Mustafa Güneri (2014), “Hasanoğlan Hatırası”, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 116.

[2] Niyazi Berkes (2014), “Unutulan Yıllar”, İletişim Yayıncılık, s. 253-254.

[3] Mustafa Güneri, a.g.y., s. 115.

[4] Asaf Güven Aksel (2017), “Sola Bakan Portreler”, Yazılama Yayınevi, s. 24.

http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/aydinlanma-dosyasi-koylerden-gelindi-tarihe-armagan-edildi-221383



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 23.12.2017- 05:21


Aziz Nesin aydınlığında! - Orhan Gökdemir


Yarın Ankara yoluna düşeceğiz. Ankara Nazım Hikmet’te dostlarımızla Aydınlanma mücadelemizin simge ismi Aziz Nesin’i konuşacağız.

Ankara yoluna aşinayım ta 1980’li yıllardan. Yıl 1987. Yalçın Küçük Hocanın başını çektiği Toplumsal Kurtuluş dergisinin kurucuları arasındayım bütün toyluğuma rağmen. Mesut Odman’la, Durmuş Tiryaki’yle, Candan Baysan’la tanışıklığımız o yıllardan. Kısa aralıklarla İstanbul-Ankara arasında gittim geldim bir süre. Her İstanbullu gibi biraz şaşı bakıyordum Ankara’ya. Bunda “Dal”ında kalmamın, mahpusunda yatmamın da etkisi vardır belki, kim bilir? Geçen ay “olaylı” Doğan Avcıoğlu toplantısından sonra Hocayla yemekte buluştuk. Yalçın Hoca “övünüp duruyorsun ama seni hapse ben soktum” dedi sohbet arasında. Gülüştük. Yüce Gök’e ve Yalçın Hoca’ya şükürler olsun, sayesinde buralardayız!

Şaka değil, o sayede benim için çok önemli olan pek çok aydınımızla tanıştım. Bir kısmıyla uzun, bir kısmıyla kısa dostluklarımız oldu. Sırrı Öztürk yayıncım oldu mesela, Talat Turhan’la birlikte kitaplar yazdık. Can Yücel’i, Müştak Eranus’u ve Rasih Nuri İleri’yi de dergi için gidip gelmeler vesilesiyle tanıdım. Aziz Nesin’le tanışma onuruna da o sayede eriştim. Toplumsal Kurtuluş’un fırtına gibi estiği zamanlar, hevesli ve genç bir gazeteciyim. Yalçın Hocanın isteğiyle Maçka’daki çalışma ofisine gittim, konu neydi hatırlamıyorum. Ufak tefek, ak saçlı bir adam karşıladı beni. Ülkenin en üretken, en inatçı, en aydınlık insanlarının birinin karşısında olduğumun bilincindeydim. Borçluyuz. Bizde, bizim kuşakta, hepsinin izi kalmıştır.

Madem mevzu Aydınlanma mücadelemiz, bir de Turan Dursun’u hatırlatayım. Hiç karşılaşmadım onunla. Doğu Perinçek çevresinin yayınladığı “2000’e Doğru” dergisinde “Din Bilgisi” yazardı. Bir yazardan çok dünyaya yolu kazara düşmüş bir uzaylı gibiydi Turan Dursun. Dinin ta içinden ve en altından geliyordu. Okuya okuya inançtaki hurafenin kokusunu almış, aldıktan sonra baktığı her yerde o hurafelerin izini sürmeye başlamıştı. Öfkeliydi insanın din ile kandırılmasına, yakaladığını tepeliyordu.

Turan Dursun’u resmi tabancalı yobazlar öldürdü. Aziz Nesin Sivas’ta yobaz yangınından kıl payı kurtuldu. Aydınlanma mücadelemizin iki yiğit savaşçısıdırlar.

Peki, ışıklarını yitirdiler mi? Onların izinden yürüyen bizler karanlığa yenildik mi?

Ne dünün meselesi karanlık, ne aydınlık bugünün mücadelesi. İnsanlığın en kadim kavgalarından birinin tam ortasındayız. Her şey olması gerektiği gibi. Gerici karanlığı devrimler yırtıp atar. Sonra ışığın rengi solar. Gericiliğin hamle yaptığı dönemleri mutlaka bir ışık huzmesi aralar. İşimiz o aralığı genişletmektir. Aziz Nesin, karanlıkta parıldayan o ışık huzmesidir. Yönümüzü ona dönüyoruz…

***

Yaşamı tutarsız olanda akli tutarlılık aranmaz. Ne eğitim meselesidir tutarlık, ne aile, ne soy, ne sop. Sınıfsal bir meseledir bu. Aziz Nesin yaşamıyla da aklıyla da tutarlı bir aydınımızdır. Cumhuriyet kuşağıydı Aziz Nesin. Yoksul halkın yanında tutmuştu safını. O saftaki yoldaşlarının çıkarının laik cumhuriyette ve aydınlanmada olduğunun bilincindeydi. En nefret ettiği de o fukara halkın din ile aldatılmasıydı. Şöyle diyordu bir söyleşisinde: "Ben bir rastlantıyla okuma olanağı bulmuştum. Açların, çıplakların, okumayanların yerini, şans bize gülmüş, biz doldurmuştuk. Peki, bana bunları kim veriyor diye sorduğumda, o günlerdeki yanıtım devlet oluyordu. Daha sonra devlet kimi temsil ediyor sorusuyla asıl karşılığını buldum. Halk veriyordu, Türkiye gibi okumayanların milyonları bulduğu bir ülkede okuyabilenleri aslında halk okutuyordu... Bu borç ödenmez, ama ödemeye çalışmak gerekiyor işte böylece de sosyalist oldum…"

1915’de doğuyor, 1908 ile 1923, doğumu iki devrimin arasındadır. 1930’da parasız yatılı Çengelköy Askeri Lisesi'ne giriyor. Maçka Askeri Fen Tatbikat Okulunu 1941'de üsteğmen olarak bitiriyor. Babasının adı olan “Aziz”i o yıllarda yazdığı yazılarında kullanıyor. Malum askerlerin yazı yazmaları pek hoş bir faaliyet sayılmıyor. 1944’te ordudan atılıyor. Ordudan atılması ülkenin en önemli yazarlarından biri için kapının aralanması anlamına geliyor ama. İstanbul'a döndüğünde Yedigün'de yazmaya başlıyor. Demek ki yazmaya başladığında ülke CHP’den Demokrat Parti’ye geçmektedir. “Demokrasiye geçiş” diyoruz şimdi.

Bir parantez açayım: Yazı devrimine ilk gençliğinde yakalanmıştır Aziz Nesin. Notlarını hep Arap elifbası ile tuttuğunu biliyoruz. O elifbaya çok hâkim olmasına rağmen yenisinden yakınmamıştır hiç. O kadar ki Sivas yangınının arkasından tuttuğu notlar da Arap elifbasıyladır. “Bu kaçıncı öldürülüşüm hain!” başlığıyla kaleme aldığı o notlarda Metin Altıok, Behçet Aysan ve Uğur Kaynar’ın otelin merdiven basamaklarında çekilmiş fotoğrafının detaylarına ilişkin şunları yazmaktadır: “Resimde üçünün de elinde savunma silahları var: Behçet’in önünde yangın söndürme aygıtı, Uğur’un elinde seçemediğim bir şey, Metin’in elinde de saplı badana fırçası. Metin savunma silahını, benimle Sivas cehennemini birlikte yaşadığımız arkadaşıma göstererek, ‘Hanımefendi’ demişti, ‘Bir şairin silahı da ancak işte böyle olur.”

Bu da bir yazarın hayatıdır neticesinde. 1946'da Esat Adil, Türkiye Sosyalist Partisi'ni kurar ve Nesin de bu partiye üye olur. İki ay üye kaldıktan sonra istifa ederek ayrılır. Marko Paşa’yı çıkarmaya başlar. 1948'de Azizname'yi yazdığı için tutuklanır, yargılanır, serbest kalır. 1949'da İngiliz Prensesi Elizabeth, İran Şahı Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk şikâyette bulunur. Bir de bunları küçük düşürdüğü iddiasıyla yargılanır. Bir yıl sonra Politzer'in "Marksist Felsefe Dersleri" adlı kitabını çevirdiği ve yayınladığı için 16 ay hapse mahkûm olmuştur. 6-7 Eylül olaylarında suçlu odur. Yatar çıkar. O sırada Demokrat Parti alaşağı edilir. 27 Mayıs’a destek olmak için kazanmış olduğu Altın Palmiye ödüllerinden birini Hazineye bağışlar. Yanıldığını çabuk anlayacaktır, Şöyle özeleştiri yapar: "Ayıbımı yüzüme vurmazsanız, ilk Altın Palmiye'yi, 27 Mayıs'ın coşkulu, duygulu sevinci içinde, götürüp Devlet Hazinesine verdiğimi söyleyeceğim; hani hacılarımıza döviz yetiştirmeye çalışan Devlet Hazinesi'ne…” 1961’de yazılarından rahatsız olan Cemal Gürsel’in emriyle yeniden tutuklanır.

Biz son döneminin tanığıyız ne yazık ki. 12 Eylül karanlığında parlayan bir yıldızdı o. Bilar’ı kurdu. Aydın Bildirisine öncülük etti. Dağılan Üniversiteleri “Halk Üniversiteleri” olarak toparlamaya çalışıyordu. Bu uğurda yazıp çizmeyi bile bıraktı. Her sözünde her eyleminde yaklaşmakta olan karanlığa dikkat çekiyordu. O karanlık nihayet son döneminde Sivas’ta onu da yakaladı. Kabataş’tan yola çıkıp Kasımpaşa üzerinden Zincirlikuyu’ya yürüdük ertesi gün. Tabutlarda yobazlar tarafından yakılmış aydınlığımızı taşıyorduk.

***

1990’lı yıllarda bir söyleşisinde manidar soruları bakın nasıl cevaplıyor:

“-Geçenlerde ‘enayi’ dediğiniz Türk halkına artık güveninizin kalmadığını söylediniz. Neden?

Zaten yoktu ki güvenim! Türk halkı yorumları hep yanlış yapılmıştır. En büyüğünü bilerek Mustafa Kemal yapmış, ‘Türk halkı zekidir, çalışkandır” demiştir. Bunlar o zamanlar önemliydi. Türk halkı ezikti, bitikti. Moral vermek istemiştir. Yoksa o da Türklerin tembel olduğunu, zeki olmadığını biliyordu.

-Popülist bir yazarsınız. Sözleriniz bir bozgun yaşadığınızı düşündürüyor.

Bu demek değil ki halkı sevmiyorum, bütün Türkiye aptaldır. Ama Türk halkı zeki değildir. Zeki olmanın koşulları vardır. Örneğin bu halk iyi besleniyor mu? Yalan! Protein alıyor mu? Yalan! Domuz yiyor mu? Nasıl zeki olacak?

-Zeki olmak için domuz yemek şart mı?

Et yemek şart. Ama domuz yerse akıllılık eder. Çocukluğumdan dinsel şeylerden etkilenmişim, ben yiyemiyorum. Zekânın kuşaktan kuşağa geçmesi için tarih bilinci olması, eğitilmesi gerekir. Bu millet eğitiliyor mu? Yalan!

-Size ‘Bu halk enayi’ dedirten gerçek şey ne?

Şirketlerde yüzde 51 hisseyi elinde tutan egemendir. Toplumumuzun da yüzde 60’ı enayidir. Onun için toplum enayi diyorum.

-Halkın desteğiyle yaşadığınızı söylerdiniz. Halk desteğini çekti mi sizden?

Halk desteğini çekti benden ama zaten desteği isteyerek vermedi ki. Yoksul bir ailenin çocuğuydum, halka gidip yardım isteseydim canıma okurlardı. Bu insanlar vergileriyle bana yardım ettiler. Bunu ödemenin yolu, halka sen iyisin demek değildir. Aptal, enayi olduğunu anlatmak gerekiyor.”

Aziz Nesin mizahı, aydınlığı, solculuğu, halkçılığı, devrimciliğidir bu. İster sürünsün, ister diz çöksün halkımızı seviyoruz. Zalimine karşı ayağa kalkarsa daha çok seviyoruz.

***

Ankara yolundayız. Aydınlığı ve Aziz Nesin’i düşünüyoruz. Çok işimiz var belli. Çünkü aydınımızın, solumuzun aydınlanmayla ilişkisi oğullarının Aziz Nesin’le ilişkisine benziyor. İkisinin de kadri bilinmemiş, devrimine ihanet etmiş düzenle karıştırılarak yan bakılmıştır. Hâlbuki Aydınlanma artık komünizan bir iştir. Bütün ışıkların izindeyiz, bütün ışıklar bizimdir.

Aziz Nesin mizahı, aydınlığı, solculuğu, halkçılığı, devrimciliğidir bu. Onun izinde tekrarlıyoruz: Enayi olmayacağız, ışığa döneceğiz!



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 17.02.2018- 18:13


Aydın Denen Yaratık - Özdemir İnce


Aydın karanlığı gören, karanlıkta gören bir insandır. Aydınlanmanın ürünüdür. Aklının ortağı yoktur. Kendi aklı vardır ve bu aklı ortak akıl havuzunun bekçisine teslim etmez. Aydın kimsenin müridi olmaz ve yanında mürit istemez. Kimseye (Tanrıya, başyüceye, hükumete, devlete, makam ve paraya…)   biat ve itaat etmez. Özgürdür! Bu nedenle “kimse” sevmez aydını. Sevilmemek, nefret edilmek umurunda bile değildir aydının. Çünkü: İnsanlık tarihini komutanlar ve fatihler kadar aydınlar da yapmıştır.

Bunun en iyi örneklerinden biri Jacques (Lucien) Monod’dur (d. 9 Şubat 1910, Paris – ö. 31 Mayıs 1976, Cannes, Fransa): Fransız biyokimya bilgini. Genlerin enzim bireşimini yönlendirerek hücre metabolizmasını düzenleyişini aydınlatan çalışmalarıyla 1965 Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü‘nü François Jacob ve André Lwoff ile paylaşmıştır.

Ayrıca Monod Le Hasard et la nécessité (1970; Rastlantı ve Zorunluluk) adlı uzun denemesinde yaşamın kökeni ve evrim sürecinin olasılıklara dayanan çeşitli imkânların dahilinde oluştuğunu ileri sürdü..                                                                                                  

İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilere karşı iç direniş kuvvetlerini örgütledi. Gündüzleri Pasteur Enstitüsü’nde bilimsel çalışmalar yapıyor, geceleri işgalcilere karşı savaşıyordu.                                            

Ülkemizde, Cumhuriyet’e giden yolu, Tanzimat ve Meşrutiyet aydınları, Genç Osmanlılar ve Genç Türkler müstebit padişahlarla ve özellikle de II.Abdülhamid’le boğuşarak, kanları ve canları pahasına açmışlardır. Sağolsunlar!

AKP Genel Başkanı Erdoğan, aydınları ve aydınca tepki göstererek düşüncelerini açıklayan öğretim   elemanlarını ‘zalim’, ‘kapkaranlık’, ‘cahil’, ‘tiksinti verici’, ‘vatan haini’, ‘lümpen’, ‘güruh’, ‘terör örgütünün maşası’, ‘ahlaksız’, ‘mandacı artığı’ ve ‘ruhu kirlenmiş’ sıfatlarıyla tanımlıyor. Ben kendisini 16-21 Ocak 1986 tarihlerinde Varşova’da düzenlenen “Dünyanın Barışcıl Geleceği İçin Aydınlar Kongresi”ne (“Congrès des Intellectuels pour l’Avenir passifique du monde”) davet edilen 100 dünya aydınından biri olarak tarihin yargısına havale edeceğim.

Ama aydınlar konusunda dört yazım var. Okumanızı tavsiye ederim.

***

AYDINLIK SUÇU

“Okumuş adam”, “kültürlü adam”, “kafa emekçisi” (doktor, avukat, öğretmen, yönetici vb.) ile “aydın” arasında kalın bir duvar vardır. Pratik bilgi teknisyenleri diyebileceğimiz beyaz yakalılar diplomalarının sağladığı bilgiyi satarak hayatlarını kazanırlar. “Aydınlık”, hayat kazanma tarzı olmadığı için bir meslek değildir. Bir toplumsal tiptir aydın. Aydın, pozitivizm ve aydınlanma çağının ürünü olan bir tiptir: inancı (imanı) değil, mantığı ve düşünceyi seçmiştir, deney ve eleştiriyi seçmiştir. Aydınlık diploması veren okul yoktur; aydın oluş babadan oğula geçmez; aydınlık atama yoluyla elde edilen bir görev değildir; aydınlık ihale edilemez; aydını hiçbir güç görevden alamaz. Aydın, sorumluluk duyan bir kişidir ve bu sorumluluk duygusu kendiliğindendir; bu duygu aydına görev olarak verilmiş, ihale edilmiş değildir. Aydın, “üstüne vazife” olmayan işlere burnunu sokar, kendisini ilgilendirmeyen (karıştığı işlerde kişisel çıkarı yoktur) işlere karışır. Karışır, ama mahallenin namusunun da bekçisi değildir. Bu nedenle, başta devlet olmak üzere, egemen sınıflar ve güçler sevmezler aydını. Çünkü aydın, kişiliğiyle, varlığıyla, eylemiyle bir düzen değiştirmiştir; bu dünyanın kutsal düzenini değiştirmiştir. Bunu, Dostoyevski’nin Cinler’inin ak saçlı yüzbaşısı fark etmiştir. Bu nedenle şöyle haykırır: “Tanrı yoksa benim yüzbaşılığım neye yarar?” ya da “Tanrı yoksa ben neyin yüzbaşısıyım?” Yine bu nedenle, “Egemenlik ulusundur!” ilkesini Meclis duvarına yazdıran aydına, aynı yüzbaşı ya da Müslüman köktendinci, “Egemenlik Allah’ındır!” diye karşılık verir. Devlet gibi, egemen sınıflar gibi, (varsayımsal olarak) Tanrı da hoşlanmaz aydından. Çünkü, düşünce dizgesi ve vicdanı özgürdür aydının, bir önyargı ya da körinancın parantezi içinde değildir. Aydın bir kez “evet” derse, doksan dokuz kez “hayır” der. Bu nedenle, globalleşen dünyanın yeni sahipleri olan “hür teşebbüs” ve medya dünyası da sevmez aydını. Hele aydının yazar olanını hiç mi hiç sevmez. Bu nedenle, 12 Eylül’den sonra, aydının Frenkçe’si olan “entelektüel” sözcüğünü ikiye bölüp “entel” ve “lektüel” yapmıştır. “Entel” şimdilik belli: kuraklığın, enflasyonun, rüşvetin, şiddetin, Avrupa Birliği’ne alınmamanın ve belki de palazlanan mafyanın nedenidir bu “enteller” (!). Güya, entel sıfatını barlara “takılan” yarı aydınlara vermişler. Unutulmasın: yarı bakire olunmayacağı gibi yarı aydın da olunamaz. Aydın (entelektüel) ve entelektüalizm düşmanlığı, faşizm illetinin ilk belirtileridir. Son günlerde medyada ve sokakta tanık olduğumuz da budur. Bu nedenle: dünyanın bütün aydınları birleşiniz! (Yeni Yüzyıl Gazetesi,15 şubat 1995)

***

CÜNEYT ÜLSEVER’E İTİRAZIM   VAR


Postmodernizmin saltanat döneminde insan aklı ve Aydınlanma çağı nasıl da yerden yere vurulmuştu. Akıl hiçbir şeyi becerememişti. Aydınlanma insanın içini kurutmuştu. Akıl ve Aydınlanma tek boyutlu insan yetiştiriyordu. Oysa her şey göreceydi (relatif idi), herkes kendince haklıydı. Küresel kapitalizmin çok hoşuna gidiyordu bu durum : Ulusal devletin kurucusu ve yaratıcısı   Akıl ve Aydınlanma idi. O halde vur abalıya !

O zamanlar, ben,“Aklın kusurlarını akılsızlık değil daha çok akıl giderebilir” diyordum.

Postmodernizmin peygamberlerinden Jacques Derrida hayatının sonuna doğru yaptıkları işin iş olmadığını anlamıştı. Bu nedenle, insanlığı çıkmazlarından, hastalıklarından kurtarmanın çaresinin yeni bir Aydınlanma çağı olduğunu yazıyor ve aydınlara, yazarlara, sanatçılara, bilim adamlarına, üniversite hocalarına yeniden öncülük görevi veriyordu (Critical Inquiry, Winter 2007, S.285). Regis Debray’nin de Maocu aydın düşmanlığı konusunda “Aydın düşmanlığı faşizmin kendisidir” dediğini anımsıyorum.

Bu girişi yazmama neden olan Cüneyt Ülsever kardeşimiz ise taraf tutmanın Türk aydınının çıkmazı olduğunu yazıyor (Hürriyet, 06.09.07).   Bu noktada çok kararlı. Ama taraf tutmadan nasıl aydın olunacak ? Laik cumhuriyet tehdit altında ise aydın taraf olmamak için Laik Cumhuriyet’i savunmayacak mı ? Cüneyt Ülsever “Cumhuriyetin nitelik değiştirmesi için rejimin değişmesi gerekir. Bu da ancak Anayasa’yı değiştirerek mümkün olur” diyor.

Rejimin değişmesi için Anayasa’nın, yasaların değişmesine gerek yok. Anayasa’yı ve yasaları uygulamazsınız olur biter. AKP iktidarının yaptığı da bu. Sağcı iktidarlar, 1950’den sonra, İmam-hatip okullarını kuruluş amacının dışında kullanarak rejimin niteliğini tamamen değiştirmiştir. Bu sayede laik toplum, İslamcı bir toplum haline dönüşmüştür. Böyle olmasaydı, “Laiklik”in bir anayasal ilke olmasına karşın, bu ülkede, otobüs yolcularının bir bölümü namaz kılmak için bindikleri otobüsü cami önünde durdurabilir miydi ?

Cüneyt Ülsever’e ikinci itirazım şu : Sami Selçuk, İslamcılar ve 2.Cumhuriyetçilerin icat ettiği Laikçilik sözcüğü. (Bu sözcüğü 12 eylül yazısında da kullanıyor). İngilizce, Fransızca ve Almanca’da laikçilik sözcüğünün karşılığı olan bir sözcük yok. Laikçilik’in karşılığı olarak gösterdikleri “laicisme” laiklik öğretisi (doktrini) anlamına gelir. Bu nedenle, kim ki   Cumhuriyetçilere “laikçi” der, ya İslamcıdır ya da 2.Cumhuriyetçi! Karar Cüneyt Ülsever’in! Kendisine bu konuda, 25 ve 26 eylül tarihli yazılarımı okumasını salık veririm. Ayrıca:   İnsanların geçmişte ne söyledikleri, ne yazdıkları ve bunları nerede yazıp-söyledikleri önemsiz ise, başçavuşun eşeği ile üniversite hocalığının, gazeteciliğin farkı kalır mı ?

Üçüncü itirazıma gelince: “Hayrünisa Hanım’ın dini inancının dışına çıkıp başını açmasını isteyenler öbür köyün bağnazlarıdır” diyor (Hürriyet, 05.09.07). Bayan Gül’ün dini inancı gereği, medeni nikahı, Cumhuriyet’in miras hukukunu, Medeni Kanunu, ziynet ve takıyı, faizi, kredi kartını, modacıyı, kuaförü de reddetmesi gerekir. Türbanının dini inançla, düşünce özgürlüğü ile hiçbir ilişkisi yok. Onunki bir İslamcı militanın laik Cumhuriyeti   iptal etme, aciz bırakma denemesi. Bu denemede şimdilik başarılı olmuştur. (Hürriyet, 15 Eylül 2007)





Bu ileti en son melnur tarafından 17.02.2018- 18:14 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 17.02.2018- 18:14




ANAYASA MADDE 58, 59


Bir lider durup dururken “entelektüel”e çatmaya, onu küçümsemeye başlamışsa, ayağının altından toprak kaymaya başlamış demektir. Bizim aydın dediğimiz enteleküel tekin bir varlık değildir. Başkalarının derdini kendi derdi sayan, üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokan adem nasıl tekin biri olsun?

Bizim başbakan da (Allah selamet versin!) “Sandığı entelektüelin değil milletin dili belirler!” diyor. (Akşam, 27.01.11) Ancak, sandıktan her zaman demokrasi değil, her türlü “krasi” çıkar. Sandığı belirleyen “halk”, demokrasiyi unutup bir cumhurbaşkanını ömür boyu da seçer. Entelektüelin dilinin ve oyunun belirlediği sandıktan asla diktatör ve diktatorya çıkmaz, sadece demokrasi çıkar.

Ben aslında başka bir konuda yazacaktım. Yukarıdaki konuya önümüzdeki günlerde dönerim.

27 Ocak 2011 tarihli Akşam gazetesinde Çiğdem Toker Başbakan’a soruyor:

– Demokrasi hedefinden vazgeçiyor eleştirileri? Son söylemlerle milliyetçi oylara mı talipsiniz?

Başbakan cevap veriyor:

– Öyle bir şey yok. Demokrasinin içinde milli değerler yok mu? Azınlığın haklarına saygısızlık söz konusu değil. İçki içenlerin içmesine mi karıştık, içkili restoran mı kapattık? Ama belediye başkanlığımda, belediyeye ait yerlere içki koymadım. Çünkü alkol almayanların da gitmesi gereken yerler var. O dönem anayasanın 59. maddesini okudum.

İçki içilen yerlerin kapatılması için hükümet kararı gerekmez. Bunun türlü çeşitli yolları var:

Belediyenin ruhsat vermemesi, verilen ruhsatı iptal etmesi; sağlık taramasında helada bir adet karafatma ve bir adet kara sinek bulunması, falan ve filan. Bir iktidar bir şey yapmaya karar vermiş ise, yapmak için türlü çeşitli bahane bulur.

Başbakan aşevlerini, lokantaları içkili-içkisiz diye ikiye ayırıyor. Ayırmak da gerekir. Çünkü içki içmeyenlerin gideceği aşevlerini içkisiz bırakacaksalar, bütün lokantaların içkiden arındırılması gerekir.

Doğrudur: Lokantalar içkili ve içkisiz diye iki sınıfa ayrılsın. Ama içkili lokantalara hiçbir engel çıkartılmasın, ruhsatları iptal edilmesin, yenilerine de ruhsat verilsin. Lokantaya içmeyen de gelebilir diye içenlere içki yasaklanmasın.İçki satılan dükkanlara faşist baskılar yapılmasın.   Madem ki böyle, kahveler ve lokantalar da sigara içilen ve içilmeyen diye ikiye ayrılsın. Sandığı belirleyen kutsal halk, içki ve sigara içilen lokantaların ve kahvelerin de kaderini belirlesin. Halk vesayet altına alınmasın! Hedef halkı koyunlaştırmak değilse tabii!

Doğrudur: Anayasa’nın 58 ve 59. maddelerinin hükümleri gençliğin korunmasına dair. Boyunlar kıldan ince! Amma velâkin, 58. madde devleti, gençlerin “müsbet ilimin ışığında, Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda” yetişmesi için gereken önlemleri almakla da görevlendiriyor. Efendim, siz eğitim-öğretimi İslamcılaştırmayı bırakıp sadece bu anayasal buyruğu yerine getirin, gerisi kolay, gençlik kendini çok iyi korumasını bilir. (Hürriyet, 22 Şubat   2011)

***                

KUTSAL HALK ALÇAK ENTELEKTÜEL


22 Şubat 2011 günü yayınlanan yazımın (“Anayasa Madde 58, 59”) ilk paragrafı şöyle idi:

Bir lider durup dururken “entelektüel”e çatmaya, onu küçümsemeye başlamışsa, ayağının altından toprak kaymaya başlamış demektir. Bizim aydın dediğimiz entelektüel tekin bir varlık değildir. Başkalarının derdini kendi derdi sayan, üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokan adem nasıl tekin biri olsun?

Bizim başbakan da (Allah selamet versin!) “Sandığı entelektüelin değil milletin dili belirler!” diyor. (Akşam, 27.01.11) Ancak, sandıktan her zaman demokrasi değil, her türlü “krasi” çıkar. Sandığı belirleyen “halk”, demokrasiyi unutup bir cumhurbaşkanını ömür boyu da seçer. Entelektüelin dilinin ve oyunun belirlediği sandıktan asla diktatör ve diktatorya çıkmaz, sadece demokrasi çıkar.

Vakti zamanında Mao da aydın (entelektüel) düşmanıydı. Régis Debray Kâtip (Le Scribe,Ed.Bernard   Grasset, 1980; Livre de Poche, S.193) adlı kitabında aydın düşmanlığının faşizme giden yolu kestirmeden kısalttığını yazar. Bu düşmanlık soldan gelir sağa gider. Solcuyu sağa yaklaştırır, sağcıyı faşistleştirir. Aydın (entelektüel) düşmanlığı despostizmin en belirgin özelliğidir.

Başbakan halkı ve değerlerini kutsallaştıran bir popülist. Bütün popülistler gibi, (daha iyi yönetmek için değil)   daha iyi gütmek için, halkı ve değerlerini durmadan pohpohluyor. Onu kutsallaştırıyor, tabulaştırıyor. Benim için ne halk ne de değerleri kutsaldır!

Oyunu açık arttırmayla satan bir halk nasıl kutsal olur; safsata ve hurafeye dayalı değerler nasıl kutsal olur?! Halkın değerleri denince akla hemen din getiriliyor. Bu kutsal (!) halkın yüzde 99 virgül 9’u Müslümanlık sınavında sıfır (0) alır. Sıfır! Bilmez!

Bir vatandaş beni eleştirmek için şunları yazıyor:

“Sizin bence farkedemediğiniz şey Türk halkının temel karakteridir.Türk halkı tarihin hiçbir döneminde entellektüel eğilimler taşımamıştır. Kültür kodlarında yoktur.

Türkler daha çok dinamizmi ve gücü temsil ederler.Güçlü devletler kurarlar.Batının kana buladığı coğrafyaları entellektüel veya derin taraflarıyla değil güç ve organizasyonlarıyla

yönetmişlerdir.Sizin özlediğiniz düzeydeki bir sekülerizm dahi Türk halkını kitapla haşir neşir olmaya değil Batılılar gibi daha zorba bir topluluk haline getirmeye sebep olacaktır.”

Beni eleştiren vatandaşa göre: Türk halkı, tarihin hiçbir döneminde entelektüel eğilim taşımayan ve bu nedenle entelektüellerle iletişim kuramayan ve onların dostluk ve öncülüğünü kabul etmeyen bir halk.

Üstelik inatçı! Onunla ilişki kurmak için bütün çağdaş ve bilimsel değerleri reddetmek, onun hurafelerini pohpohlamak gerek. Ne için? Onu ele geçirmek, yönetmek için! Bu durumda kim kimi ele geçirmiş olacak? Elbette halk entelektüeli ele geçirmiş olacak.

AKP ve Başbakan halkla ilişki mi kuruyor? Hayır! Halkı güden tarikatlarla ilişki kuruyor. Tarikat şeyhleri çoban, çoban köpekleri (hakaret anlamında değil işlev anlamında söylenmiştir) ise tarikat şeyhlerine biat etmiş İslamcı sûhtegân (softalar, medrese talebeleri) ile sûhtevân (softalar, kaba sofular)! Böyledir! (Hürriyet, 4 Mart 2011)


Pasaport verilmediği için toplantıya katılamadım.





Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 29.02.2020- 20:31


Laiklik: Aydınlanmanın en güçlü tezi - Erhan ERBAY


Laikliğin en hassas konusu eğitimdir. Çünkü eğitim, yönetenlerin ideolojik aygıtı olmaktan çıkarılmalı, evrensel, özgür ve kültürel değerlere sahip bireylerin yetiştirilmesi için kullanılmalıdır.

Roma döneminde din adamlarına “Clerici”, din adamı olmayanlara da “Laici” adı veriliyormuş. Fransızcadan Türkçeye geçmiş olan “laik” sözcüğü, “din adamı olmayan kimse, din adamı dışında kalan halk” anlamına gelen Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir.

Aydınlanma, 17. ve 18. yüzyılda Batı Avrupa’da ortaya çıkan, toplumsal düşünce tarihinde önemli bir dönüm noktasını ifade eden ve kökleri önceki yüzyıllarda oluşan Rönesans ve reformlara dayanır. Voltaire, d’Alembert, Hume, Saint Simon, Auguste Comte, John Locke, Jean Jacques Rousseau gibi birçok düşünür tarafından toplumsal örgütlenme, eşitlik, özgürlük, rasyonel düşünce (akılcılık), ilerleme, cehaletin yerine bilimsel bilginin yer alması, dünyayı anlama yolu olarak batıl inanç ve doğaüstü inancı reddeden bir düşünce hareketidir. (Dr. F.A.Koçak Turhanoğlu-2010)

Immanuel Kant’ın deyimiyle “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.”

Laiklik aydınlanmadır

Aydınlanma düşünürlerinin yapmak istediği, ruhban sınıfının bilgiyi elinde bulundurma ve iletme rolünü almaktır; çünkü toplumsal olarak neyin önemli bilgi olduğunu yeniden tanımlamak, bilgiyi din çemberinin dışına çıkarmak ve bilgiye yeni bir anlam yüklemek istemişlerdir.

Aydınlanma düşüncesinin temelinde, bilginin kaynağının dinsel metinler değil, bilim olduğu görüşü benimsenmiştir. Aydınlanma düşüncesinde metafizik reddedilir, çünkü bilimsel devrimin etkisiyle evrende özsel nedenler aranmaması gerektiğine, olay ve olguların sadece nedensellik ilişkisi içinde açıklanması gerektiğine inanılmıştır. Bilim; otoriteler, vahiyler, dinsel dogmalar veya mistisizm yerine temel bilgi kaynağı haline gelmiştir. Bilimsel yöntemin aydınlanma ve ilerleme için itici güç olduğu ve bilimsel yöntem sayesinde anlayan ve anlayışı sayesinde de doğaya hükmeden yeni bir insan yaratıldığına inanılmıştır.

Vicdan özgürlüğü

Laiklik, toplumun yönetilmesine dair yetkinin gökten alınıp yere indirilmesidir. Yönetenlerin hiçbirinin yönetilenlerden üstün olmadığı, ayrı bir ilahi yetkisi, gücü olmadığına dair ortak görüşten hareketle, toplumun yönetiminin kişilerin ortak iradesine dayandırılarak -Toplum Sözleşmesi- demokrasinin uygulanmasıdır.

Laiklik, toplum yönetimine dair kurallarda din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılarak, kadın erkek herhangi bir ayrım gözetmeksizin adaletin kişisel, dinsel kanaatlere bağlı olmadan modern hukuka bağlı kalınarak sağlanmasıdır.

Devlet soyut bir kavram olup insanlara has bir kurum olan din veya dini inanç devlete ait bir özellik olarak gösterilemez. Devlet soyuttur, somut olan, devleti ete kemiğe büründüren insanların ortak iradesinden oluşmuş yazılı metinler yani anayasa ve kanunlardır. Devlet bütün inançlara (ve tabii ki inançsızlara da) eşit davranmalı, bu konuda kör olmalıdır. Devlet, insanların dini inanç ve ibadetlerini yerine getirebilmesi için uygun ortamı sağlamakla yükümlüdür. Devlet tüm inanç gruplarına yaklaşımında eşitliğini bozmamalı ve her türlü kolaylığı göstermelidir. Yasaların kaynağının herhangi bir inanç grubu veya ilahi temele dayandırılmaması gerekir.

Çağdaş eğitim

Toplumun maddi varlığı ve ekonomik, sosyal, kültürel değerleri eğitim sayesinde devam ettirilir. Devlet eğitimde aklı, bilimselliği, özgür düşünebilmeyi, kültürel ve sosyal değerleri aktarmayı sağlamalı, eğitim için bir ya da birden fazla inanç grubuna yetki vermemeli, öncelik tanımamalıdır. Eğitim dinsel kaygılardan uzak ve öğrenci temelli olarak bilimsel olmak durumundadır. Devlet bu eğitimi verirken isteyen bireye de dini eğitimin alınması için ortam sağlayabilmelidir. Laikliğin en hassas konusu eğitimdir. Çünkü eğitim, yönetenlerin ideolojik aygıtı olmaktan çıkarılmalı, evrensel, özgür ve kültürel değerlere sahip bireylerin yetiştirilmesi için kullanılmalıdır.

Evrensel eşitlik

Yukarıda bahsedilenlerin ışığında laiklik, asırlarca süren mücadelelerin sonucunda, modern toplumlarda insanların doğuştan eşit olduğunun, hiçbir kişiye, zümreye, inanç grubuna bir üstünlük verilmediğinin, insanlar arasında evrensel bir eşitlik olduğunun, bilginin kaynağının doğa ve insan aklı olup bilgi tekelinin ruhani kişilerde olmayıp dünyevi olduğunun, bilimin ve bilimsel eğitimin toplumun devamlılığında esas olması gerektiğinin, kadın hakları mücadelesinin laiklik ışığında gelişebileceğinin, yüzyıllardır süren emeğin sömürülmesine karşı verilen mücadelenin laiklik karşıtlarınca laikliğin yok edilerek karartılması ve göz ardı edilmesine müsaade edilmemesi gerektiğinin, kısacası laikliğin modernitenin temel paradigması olduğunun altının kalınca çizilmesi gerekmektedir.

Yerini korumalı

Osmanlı Devleti’nin toprak kaybettiği ilk antlaşma olan 1699 Karlofça Antlaşması’ndan sonra Batılılaşma çalışmaları başlamıştır. Batılılaşmada amaç, Avrupa’nın sahip olduğu bireysel özgürlük, eşitlik, siyasi, ekonomik, teknolojik, bilimsel gelişmelere ulaşma çabasıdır. Ziya Gökalp’in deyimiyle “Batılılaşma, kendi kültürümüzü koruyup Batı’dan teknik anlamda uygarlığı almaktır”. Atatürk’ün önderliğinde emperyalistlere karşı kazanılan Kurtuluş Savaşı sonucunda ümmet kavramından ulus kavramına geçen Türk ulusu, Atatürk’ün devrimleriyle Batılılaşma yolunda çok önemli adımlar atmıştır. 3 Mart 1924 tarihinde halifeliğin kaldırılması, Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması ve Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) gibi bir dizi kanunun kabulü ile modern hukukun önü açılmış akla ve bilime dayalı çağdaş eğitime geçilmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Uygar toplumlarda yer almamız bakımından laikliğin önemi, vatandaş olma bilincimizde yerini sürekli korumalıdır.

http://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/laiklik-aydinlanmanin-en-guclu-tezi-1724106



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 01.03.2020- 07:46


Aydınlanma böyle gerçekleşti... Kimdi o bilim insanları - Ahmet Baldan
 
Resim Ekleme
Aydınlanma Çağında ortaya çıkan bilimsel araştırmalarda çığır açıcı gelişmeler; bu çağın oluşmasına öncülük etti/hız kazandırdı ve bu çağda çok yoğun yeni bilimsel gelişmeler ortaya çıktı. Daha 15. yüzyıldan itibaren meydana gelmeye başlayan yeni coğrafi keşifler ve icatlar bu süreci hazırlamış, bunun sonunda da "karanlık çağ" olarak değerlendirilen Ortaçağ'ın sonuna gelinmiştir. Aydınlanma çağının öncü bilim insanlarından Galileo, Newton, Kopernik ve Kepler gibi bilim insanları sayesinde   tüm bir evren-dünya kavrayışı değişime uğramış olup, Descartes ve Kant gibi isimlerle bu değişen zihniyetin felsefi düşüncesi geliştirilmiştir. Avrupa'daki endüstri devrimleri de bu sürecin maddi temelini oluşturmuştur.

Aydınlanma çağında, deney ve gözlem; aklın uygulama araçları olarak bu dönemde bilimsel yöntemin ilkeleri olarak ortaya çıkmış ve doğa bilimlerinde çığır açıcı gelişmelere/bilimsel devrimlere kaynaklık etmiştir. Rönesans dönemi ve Aydınlanma çağında; insan aklının özgür düşünmesini engelleyen dinsel dogmatizmden/her türlü vesayetten/geleneklerin baskısından kurtularak insanın aklının özgürleşmesi sonucu bilim/sanat/mimari/ astronomi/tıp/doğa bilimleri gibi hemen her konuda olağanüstü bilimsel gelişmeler oluşmaya başladı. Böylece, Aydınlanma Çağının belli başlı filozofları ve bilim insanları ortaya çıktı; Bunlara örnek olarak F. Bacon, R. Descartes, Voltaire, J.J. Rousseau, Diderot, A. Smith, I. Kant gibi ünlü düşünürler/filozoflar sayesinde deney ve gözleme dayalı bilimsel faaliyetlerde çığır açıcı ani bilimsel sıçrayışlar başlamış ve devrim niteliğinde bilimsel buluşlara imza atılmış ve Sanayi Devrimine yol açmışlardır. Aydınlanma Çağında, Deney ve gözleme dayalı ilk bilimsel kitapları yazarak/yayınları yaparak bilimsel devrime olağanüstü katkı yapan Isaac Newton, Rene Decartes, William Gilbert, Galileo Galilei, Kopernik, Kepler, Antoine Lavoisier gibi bazı öncü bilim insanları sayılabilir.

AYDINLANMA ÇAĞINDA BİLİMİN GELİŞMESİNE ÖNCÜLÜK EDEN ÜNLÜ BİLİM İNSANLARI

Rönesans dönemi ve özellikle Aydınlanma Çağında Batı Avrupa’da olağanüstü düşünsel/ zihinsel devrim sonucu insan beynini/aklını tutsak eden, geçmişte var olagelen tüm   bariyerlerden/engellerden/dogmalardan/yanlış kanılardan/yanlış inanışlardan/donmuş geleneklerden kurtararak insanın nasıl yaratıcı olabileceğini, çığır açıcı buluşlar/bilimsel devrimler yapılabileceğini göstermek için Aydınlanma çağının en önemli kritik düşünürleri/filozofları/bilim insanları hakkında bazı bilgiler vereceğim ve yaptıkları büyük buluşları/icatları özetlemeye çalışacağım; Bunlardan özellikle, Decartes, Newton ve Lavoisier gibi büyük dâhilere dikkat çekmek istiyorum. Aydınlanma döneminde dünyada ilk defa bilimin gelişmesine öncülük eden şu ünlü bilim insanları hakkında aşağıda bilgiler sunacağım: William Gilbert(1544-1603), René Descartes(1596-1650), Isaac Newton (1643-1727), Galileo Galilei (1564-1642), Antoine Lavoisier(1743-1794), Jean le Rond D'Alembert (1717 –1783), Antonie van Leeuwenhoek(1632-1723), Pierre-Simon Laplace (1749-1827), John Dalton (1766-1844).

İngiliz fizik bilimcisi, doğa filozofu ve tıp doktoru William Gilbert(1544-1603), 1600 yılında elektrik (statik elektrik) konusunda yaptığı deneylerin sonuçlarını De Magnete isimli kitabında yayınladı. Gilbert, bu kitabında yer küresi Dünya’nın dev bir mıknatıs olduğunu, merkezinde demir bulunduğu için kuzeye gidildikçe pusulanın kuzeyi gösteren ucunun yere doğru yöneldiğini de kitabında açıkladı. “Elektron” sözcüğünü ilk kullanan kişidir. Bazıları onu, elektrik mühendisliğinin ya da elektrik ve manyetizma’nın babası olarak kabul eder. Gilbert o yüzyıllarda yaygın olan Aristotelesçi felsefeyi ve üniversitede skolastik eğitim yöntemini şiddetle karşı çıkmıştır.

René Descartes (1596-1650) hayatının büyük çoğunluğunu Hollanda’da geçirmiş ünlü bir Fransız filozof ve matematikçidir, modern felsefenin kurucu babası sayılır. Descartes’ın matematiğe katkısı da çok büyük olup Kartezyen koordinat sistemi ismini Descartes’ten almıştır; Büyük bir dahi bilim insanı olan Decartes, cebir ve geometri arasında köprü olan analitik geometrinin temellerini de atmış olup Aydınlanma çağında bilimsel devrimin kritik kişilerinden birisidir. Kendisini takip eden Batı felsefesi genellikle onun günümüzde hala çalışılan yazılarına yanıt niteliğindedir. “Kanıtlanamayan şeylerden şüphelenin” sözüyle ve 1637’de yazdığı “Discourse on Method” adlı kitabıyla modern bilimin önünü açtı. Ünlü Aydınlanma felsefesi filozofu Descartes, daha sonraları Baruch Spinoza ve Gottfried Leibniz tarafından savunulacak olan ve empirizm(ampirizm)/deneycilik ekolü ( Hobbes, Locke, Berkeley, Rousseau, Hume) tarafından karşı çıkılan 17. yüzyıl kıta Avrupası rasyonalizminin temellerini atmıştır.

Isaac Newton (1643-1727); İngiliz matematikçi, fizikçi, kimyacı, felsefeci ve mucittir. Tarihte adından en çok söz ettiren bilim insanlarından birisidir. 18. yüzyıl Aydınlanma Çağının en etkili bilim insanı olup 1687’de basılan “Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri” adlı kitabında klasik mekaniğin prensiplerini açıkladı, hareketin üç yasasını ve evrensel kütle çekimini ortaya çıkardı; Newton ayrıca, diferansiyel ve integral hesap yöntemlerini geliştirdi, ışığın renklere ayrılması ve aynalı teleskop gibi buluşlarıyla modern bilimin gelişmesine çok büyük katkılar sağlayan Aydınlanma Çağının en büyük filozofu/bilim insanıdır. Bilime yaptığı çığır açıcı katkıları nedeniyle, 1672 yılında İngiliz Kraliyet Akedemisine (Royal Society) üye yapıldı. Çekingen olması nedeniyle birçok buluşunu yıllar sonra yayımlayan Newton; geliştirdiği integral hesabı yöntemini tam 38 yıl sonra yayınlayabilmiştir. Renkler konusunda yaptığı bilimsel çalışması nedeniyle çağdaşı diğer İngiliz bilim insanı Robert Hooke’un eleştirilerine maruz kalan Newton; bilim dünyası ile ilişkisini bitirerek içine kapanmayı seçti. Fransız Bilimler Akademisi’nin yabancı üyeliğine 1699 yılında getirilmiş olup ve İngiliz Kraliyet Akademisi(Royal Society) başkanlığına da 1703 yılında getirilmiştir.

Galileo Galilei (1564-1642)Pisa ve Padova üniversitelerinde çalışmış olup, gökbilimci, fizikçi, mühendis, matematikçi ve filozoftur.   1609 yılında Hollanda‘da teleskopun icat edildiğini öğrenince kendisi daha gelişmiş bir teleskop üretti ve bunu astronomi gözlemlerinde kullandı. Teleskopu astronomik amaçla kullanan ilk bilim insanı olan Galileo Galilei, kendi geliştirdiği teleskopla önemli astronomik gözlemler yaptı. Daha sonra bu gözlemlerini, Yıldız Habercisi (Siderius Nuntius) isimli kitapta 1610 yılında yayınladı. Venüs’ün evrelerini, Jüpiter’in dört uydusunu ve Güneş’teki lekeleri teleskopla gözlemlediğini ve Dünya’nın Güneş çevresinde   döndüğünü 1610’da bastırdığı kitabında anlattı. Bu kitap; Aristo’nun ve kilisenin yüzlerce yıllık iddialarının yanlışlığını kanıtladı. Sarkacı, yüzen cisimleri ve kinetiği Aristo fiziğinden farklı bir düşünceyle matematiksel olarak ele alınması gerektiğine inanan Galileo Galilei, Pisa Kulesi‘nden ağırlık atarak, düşen bütün cisimlerin aynı ivmeye sahip olduğunu gösterdi ve Aristo mantığının yanlış olduğunu kanıtladı. Serbest düşmenin sabit ivmeli bir hareket olduğunu, düşme sırasında alınan yolun, zamanın karesiyle orantılı olduğunu gösterdi.

Antoine Lavoisier(1743-1794) modern kimyanın kurucularından olup büyük bilimsel başarılara imzasını atmıştır; Periyodik Tablo ve oksitlenme teorisi gibi kimyanın temel konularıyla ilgili ilk uğraşanlardandır. Fransız Devrimi (İhtilali) sırasında Kral taraftarı olduğu gerekçesiyle trajik bir şekilde giyotinle idam edilmiştir. Ayrıca kendi adıyla anılan, oksijeni ve kütlenin korunumu yasasını geliştirerek gerçek dışı teorileri sonlandırmıştır. Fransız Aydınlanma Çağının akılcı/rasyonalist atmosferinde ortaya çıkan büyük bilim insanı Lavoisier’den önce, kimya alanının hiç bir bilimsel bir niteliği yoktu; Ortaçağ Avrupa’sında Simya olarak bilinen ve bilimsel olmayan ilkelere dayanan bir alan niteliğindeydi Kimya. Lavoisier ve onunla   aynı dönemde yaşayan İngiliz Henry Cavendish ve Joseph Priestley gibi bilim insanlarının katkılarıyla kimya, gerçek bir bilim dalı haline geldi. “Traité Élémentaire de Chimie” (1789) (Kimyanın Temel Kitabı) isimli bir kantitatif kimya kitabını 1789 yılında yayınlayarak modern kimyanın temel prensiplerini ortaya koymuştur. Lavoisier'i unutulmaz yapan bir özelliği de maddelerin kimyasal değişimlerini ölçmede gösterdiği olağanüstü başarısıydı. Bu özelliği ona "Kütlenin Korunumu Yasası" diye bilinen çok önemli bilimsel bir ilkeyi ortaya koyma imkanı sağladı. Lavoisier, kendi adıyla da anılan “kütlenin sakınımı yasasını” şöyle dile getirmişti:

“Doğanın tüm işleyişlerinde hiçbir şeyin yoktan var edilmediği, tüm deneysel dönüşümlerde maddenin miktar olarak aynı kaldığı, elementlerin tüm bileşimlerinde nicel ve nitel özelliklerini koruduğu gerçeğini tartışılmaz bir aksiyom olarak ortaya sürebiliriz”, demiştir ve böylece modern kimyanın temelini atmıştır.

Antonie van Leeuwenhoek(1632-1723), mikrobiyolojinin babası olup 1674’te mikroskopla vücut sıvılarındaki bakterileri inceleyerek mikroskobik canlıların varlığını kanıtladı. Bazı hastalıklara mikropların neden olduğunu ortaya koydu. İngiliz bilim insanı fizikçi Robert Hooke'nun mikroskop ile gözlemlerini tasvir eden ve çok popüler olan Micrographia eserinin bir kopyasını gördü ve bu, ona daha ciddi araştırmalar yapmak için ilham kaynağı oldu. Daha sonra, Aydınlanma Çağının yetiştirdiği Hollandalı öncü bilim insanı van Leeuwenhoek, kendi mikroskoplarını geliştirmeye başladı. 200-300 büyütmeye kadar çıkabilen kendi yaptığı mikroskobu ile kas liflerinde, bakterilerde, spermlerde ve kılcal damarlarda kan akışını keşfeden ilk bilim insanlarından biri oldu. Ayrıca, Antonie van Leeuwenhoek, kendi geliştirdiği mikroskopları kullanarak, tek hücreli hayvanlar ve bitkiler, bakteriler ve spermatozoalar gibi çok önemli bilimsel keşifler yaptı. Güçlü mercekler oluşturma yöntemini geliştirdikten ve mikroskobik dünyayı ayrıntılı bir şekilde inceledikten sonra van Leeuwenhoek, kaydettiği mikroskobik gözlemlerinin kopyalarını ünlü İngiliz Kraliyet Akademisi bilim topluluğun dergisi olan Royal Society of London'a göndererek gözlemlerinin doğruluğunu kanıtladı.Jean le Rond D'Alembert (1717 –1783), bir Fransız matematikçi, fizikçi (mekanik) ve filozoftur. D'Alembert'in dalga denklemleri için geliştirdiği yöntem, ondan sonra kendi ismiyle anılmaya başlamıştır. Aydınlanma çağı filozofu olan Denis Diderot ile birlikte Ansiklopedi (Encyclopédie) yardımcı editörlüğünü yapmıştır. Aydınlanma Çağında yetişen en ünlü bilim insanlarından biri olan D’Alembert’in dalga denklemleri için geliştirdiği yöntem ondan sonra kendi ismiyle adlandırılmıştır. Ayrıca kısmi diferansiyel denklemler alanında da öncülük yapmıştır. Fransız Bilimler Akademisi üyesi idi. Mekanikte “D’Alembert prensibi” diye bilinen ünlü teoremini açıkladığı Traite de Dynamique (“Dinamik İncelemesi”) adlı kitabını 1743’te yayınlayan D’Alembert, bir sonraki yıl bu prensibi akışkanlara uyguladı ve o güne kadar geometri yöntemleriyle incelenmiş olan bu konuya yeni bir yaklaşım getirdi. 1745’te yayımladığı Theorie Generale des Vents (“Rüzgârların Genel Teorisi”) adlı incelemesi ise ona Berlin Bilimler Akademisine üye olmasını sağladı. D’Alembert bu çalışmasını, kendisini Berlin’de kalması için ikna etmeye çalışan Prusya kralı II. Friedrich’e sunmuştu.   D’Alembert; 1763’teki en son ziyaretine kadar birçok kez Berlin Bilimler Akademisi Başkanlığı önerilmişse de, bu teklifi kabul etmemiştir. Dinamik eşitlik için gerçekte var olmayan “merkezkaç” kuvvetinin mucididir. Bu yöntem, hareketli maddelerdeki ivme hesaplamalarını yaparken oldukça kolaylık sağlamaktadır.

Pierre-Simon Laplace (1749-1827) Fransız astronomi ve matematikçisi olup genellikle gök mekaniği ve ihtimaller(olasılıklar) hesabı üzerine çalışmalarda bulunan Laplace, o güne kadar yanlış olan pek çok düşüncenin doğrusunu ortaya koydu; Bütün zamanların en büyük bilim insanlarından birisidir. Laplace’ın yaşadığı 19. yüzyıl başları Fransa'nın bilimde altın çağı yaşadığı dönemdi. Matematiksel fizikçi Laplace bu yüzyılın önde gelen isimlerindendi. Laplace fiziksel astronomi modelinde fiziksel olguyu, parçacık halindeki maddeleri ve bunların arasındaki kuvveti de içerecek biçimde mekanik bir kurama indirgemenin yollarını araştırıyordu. Laplace ile Biot ve Poisson gibi takipçileri ışığın parçacık kuramıyla, kısa menzilli kuvvetler aracılığıyla birbirlerine etki eden parçacıklardan oluşan elektriksel ve manyetik akışkanların elektrik ve manyetizma akışkanlığı kuramında büyük bir başarı elde etti. Bununla birlikte en önemli başarısı, Newtoncu kütle çekim kuramını gök cisimleri mekaniği problemlerine uygulamak oldu. Laplace'ın matematiğe ilk katkısı diferansiyel denklemleri çözmek için integral hesabı kullanmak oldu. Jüpiter gezegeninin yörüngesinin küçüldüğü, Satürn gezegeninin yörüngesinin ise büyüdüğü gözlemlenmişti; Laplace, yörüngesel dış-merkezliliğin kendini düzelten nitelikte ve gezegenlerin ortalama hareketlerinin değişmez olduğunu gösterdi. Ayrıca, Ay'ın dünya çevresindeki ivmelenmesini, gezegenlerin hareketinde kendi uydularından kaynaklanan dürtmeleri ve kuyruklu yıldızların yörüngelerini belirledi. Laplace, verimli olduğu o yıllarda önemli fiziksel ve kimyasal deneylerde kimyanın en büyük öncülerinden Lavoisier'yle işbirliği yapmıştır. Paris için istatistiksel nüfus çalışması yaptı, Fransa'nın nüfusunu tahmin etmek için olasılık yöntemlerini uyguladı.

John Dalton (1766-1844); İngiliz fizikçi ve kimyacı, ilk atom teorisini geliştirdi, katlı oranlar yasasını buldu ve 1808’de yazdığı kitapla modern kimyaya temel oluşturdu. Aydınlanma Çağının önemli bilim insanı olan Dalton’un tüm dünyada tanınmasını sağlayan renk körlüğü (Daltonizm) ve atom modeli çalışmalarıdır. Renk körlüğü çalışmasından sonra Dalton’un tüm dünyada tanınmasını sağlayan en büyük çalışması atom modeli kuramıdır. Eski Yunanlılar’ın atomun yapısı hakkındaki düşüncelerine kendi görüşlerini de ekleyerek oluşturduğu kendi atom kuramıyla, modern atom teorisinin temellerinin atılmasını sağlamıştır. Dalton’un atom kuramı üç temel ilkeye dayanmaktaydı.

https://odatv.com/kimdi-o-bilim-insanlari-29022036.html



Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   «ilk   <   1   [2] 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Sol aydın ve radikalizm melnur 2 4684 27.06.2020- 10:39
Konu Klasör 6 ayda bin gazeteci kovuldu umut 1 4560 16.07.2014- 22:12
Konu Klasör 'AKP gitsin 1 ayda düzelir' ayhan 0 2804 17.06.2015- 22:10
Konu Klasör İstanbul'da ilk TKP İşçi Evi bugün Tuzla Aydınlı'da açıldı... melnur 1 2321 03.10.2020- 10:03
Konu Klasör TÖB-DER 49 yaşında melnur 1 2006 05.09.2020- 05:16
Etiketler   Aydınlanma,   nedir,   233,   Yaşında
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS