SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Yılmaz Güney: Sorumluluk, mücadele ve Umut           (gösterim sayısı: 3.268)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 02.04.2018- 13:04


Yılmaz Güney: Sorumluluk, mücadele ve Umut

1 Nisan Yılmaz Güney’in doğum günü. Güney’in filmlerinin çarpıcılığı, gerçekçiliği, sıcaklığıyla sınıfsal bakış açısı ve halkına karşı taşıdığı sorumluluk arasında güçlü bir ilişki vardı. Bu nedenle milyonlar tarafından çok sevildi ve sevilmeye devam ediyor.
Resim Ekleme


Bertan Eren
Bugün, 1 Nisan, Yılmaz Güney’in doğum günü.

Ülke tarihinin en sevilen, saygı duyulan figürlerinden, tıpkı Nâzım Hikmet, Deniz Gezmiş ve daha niceleri gibi ülke tarihine damgasını vuran, hafızalardan silinmeyen değerlerimizden bir tanesi... Öykücülükten gelen, unutulmayan filmleriyle kitleleri sarsmış, ve evet, “mirasının” devralınıp “güncellenmesi” gereken bir büyük sanatçı, "Arkadaş"ımız, yoldaşımız Yılmaz Güney…

Geniş kitlelerce sevilen sosyalist sinemacıyı tam da bu nedenlerle zihinlerden silmek zor, düzen açısından. Peki Güney’in temsil ettiği değerleri, politik duruşunu unutturarak, çarpıtarak veya önemsizleştirerek onu nostaljik bir simgeye dönüştürmek kolay mı? Geçtiğimiz günlerde patron partisi AKP’nin bir milletvekili sosyal medya hesabından birkaç fotoğrafla birlikte şu paylaşımı yaptı: “Paris'te yağmurlu bir gün.. Canan'la beraber Père Lachaise Mezarlığı'na elimizde iki demet çiçekle giriyoruz. Biri Ahmet Kaya, diğeri Yılmaz Güney için. Aklımda De Gaulle'un ünlü sözü, De Gaulle ‘Jean Paul Sartre, Fransa'dır’ demişti. Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'nın Türkiye olması gibi. İkisi de çok sevdikleri ülkelerinden uzakta, ebedi uykularındalar. Onlara çok sevdikleri ülkelerinden selam söyledim (...)”. Düzen temsilcilerinin ikiyüzlülükleri her zamanki gibi baki. Ama şurası doğru; evet onlar hatalarıyla, doğrularıyla çok sevildiler memleketlerinde (yazı, Y. Güney’e dair olduğu için sadece onun hakkında yorum yapacağım).

Güney, Türkiye’nin sosyalist geleceği için mücadele etti, “Sınıfıma nasıl ve kimin yararına sömürüldüğünü anlatmak gerek” dedi ve yolunu bu doğrultuda çizdi. “Yılmaz Güney Sosyalist Türkiye’dir” diyebiliriz dolayısıyla. Peki ya mezarı başında Güney’in ruhuna fatiha okuyan milletvekili ve onun partisi? Onlar Türkiye mi? Onlar olsa olsa katmerli gericilikten, yağmadan ve sömürüden başka bir şey anlamına gelmeyen, kurmaya çalıştıkları "Yeni Türkiye"dirler.

GÜNEY'İN İÇİNE DOĞDUĞU TARİHSELLİK

Emperyalist dünya düzeninin yol açtığı sömürü, her gün yaşanan işçi ölümleri, yoksulluk, gericilik, geleceksizlik, ırkçılık, gıda terörü, vekâlet savaşları, nükleer silahların kullanılacağı sıcak savaş olasılıkları ve bunlara eşlik eden toplumsal çürüme... Daha da uzatılabilir. Bunları tek başına dillendirmenin bir faydası yok ama bunlar her gün hayatlarımıza ve hayallerimize etki eden gerçekler. Meseleye tarihsel bir perspektifle bakılmadığı sürece bu güncelliğin “boğulma” hissi yaratacağı gerçeğindeki gibi.

Yılmaz Güney de günümüz kadar “çalkantılı” bir dönemde dünyaya geldi. Doğumundan birkaç yıl sonra İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Savaş sonrası oluşan "kutuplaşmada" Türkiye bir “kan bedeli” ile NATO’ya dâhil oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, SSCB’nin yıkılışıyla sonlanacak olan Soğuk Savaş diye adlandırılan süreçte de dünyada ve Türkiye’de darbeler, ekonomik krizler, siyasi suikastlar, katliamlar, askeri işgaller birbirini izledi. Ama bunun yanı sıra, tüm bu felaketlerin müsebbibi saldırgan emperyalist batı blokunu dengeleyen (siyasal, ideolojik, ekonomik, toplumsal birçok anlamda) SSCB’nin başını çektiği bir sosyalist blok gerçeği, “alternatif bir dünya seçeneği” de vardı (Küba, Demokratik Almanya ve Doğu Avrupa’daki diğer halk cumhuriyetleri, Çin vb. gibi.). Bu blokun eksiği gediği, tam olarak bir bütünlük görüntüsü verip vermediği tartışılır ancak faşizmi ezen sosyalist iktidarın prestiji, işçi sınıfının siyasetteki etkisi, örgütlü gücü sayesinde her düzeydeki toplumsal kazanımları gibi faktörlerin başka ülkelerdeki toplumsal bilince ve kültürel atmosfere etkisi büyüktü. Pek çok ülke, kapitalizmin dışında yollar aramaya böyle bir dönemde yönelmişti; anti-emperyalist, halkçı mücadeleler böyle bir dönemde güçlenmeye başlamıştı. İşte Yılmaz Güney böyle bir tarihselliğin de içinde yaşadı, gördü, öğrendi, taraf oldu ve eserlerini üretti.




Bu ileti en son melnur tarafından 09.09.2020- 17:20 tarihinde, toplamda 2 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 02.04.2018- 13:07


GÜNEY'İN HAYATA VE SİNEMAYA BAKIŞI

Güney ve sineması üzerine bugüne kadar çokça yazıldı, çizildi ve çok söz söylendi. Hem bu sebepten hem de bu mecranın sınırları gereği belli konulara değineceğim. Güney’in kısıtlı olanaklara, faşist askeri darbelerin baskı koşullarına, düzenin sansürüne rağmen yaşadığı dönemin toplumsal meselelerini irdeleyen ve bunları da güçlü bir sinema dili ile izleyiciye aktaran önemli eserlere imza attığını biliyoruz. Peki Güney’in sinemasının bu gücü nereden geliyordu? Geniş kitleleri etkisine alan filmleri yaratırken temel motivasyonu neydi? Bugünden baktığımızda bize bıraktığı “mirası” neydi ve o “miras” bugün bize nasıl bir yol gösterebilir?

“Halka faydalı filmler yapayım diyorum. Ben de kendi çapında bir sınıf kavgası sürdüren bir adamım. Nasıl sürdürebilirim bu kavgayı? Bir sinemacı olarak sinema yapmakla ya da oturup roman ve hikaye yazmakla… Sinema, bu şeylerin içinde halka giden en etkin yol. Bunun için ben, geldiğim sınıfın adamı olarak sınıfımın içinde bulunduğu çıkmazlara ve bunun nasıl, kimler tarafından kullanıldığına ışık tutmak istiyorum.” [Y. Güney].

İşte Güney’in filmlerinin çarpıcılığı, gerçekçiliği, sıcaklığı sınıfsal bakış açısından ve halkına karşı duyduğu bu sorumluluk duygusundan kaynaklanıyordu. Bu sorumluluk duygusu ise, tarihsel koşulların ve nesnelliğin ürünü olduğu kadar, Güney’in, memleketin ve emekçilerin içler acısı ve öfke uyandıran haline müdahale etmeyi hedefleyen “doğru öznellik”le temas edebilmesinden de kaynaklanıyordu: Gençliğinin baharında, henüz Güney değil Pütün iken, Adana’da TKP’yi bulma çabası, Kolonyacı Şükrü ile teması, ondan aldığı Nâzım şiirlerini heyecanla okuması, doğru öznellik ile temasın biçimlendiriciliğine örnek olarak verilebilir:

"Hayat yollarım çamurluydu, engebeliydi, zordu. İçimde her zaman kasırgalar esti, düşüncelerim, özlemlerim ile hayatın gerçeği her zaman çelişti” diye anlatıyordu, “adının ne olacağını bilmiyordum ama bir şeyler arıyordum işte. 1950’lerin başlarında bazı şeylere rastladım” diyordu Yılmaz Güney: “1955’te genç bir şair beni bir arkadaşa götürdü. Güzel şiir okuyan bir adamdı. Kırmızı bir defteri vardı. El yazması. Bana oradan şiirler okudu. Çok güzel şiirlerdi. Kim yazdı bu şiirleri; ‘abi sen mi yazdın?’ dedim. Birbirlerine baktılar, sonra bir sır açıkladılar. ‘Bunları yazan Nâzım Hikmet’tir,’ dediler. Nâzım Hikmet’i orada tanıdım…” [Y. Güney].

Lise yıllarında yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlikler Denklemi” öyküsü ile, öyküyü yazdıktan yaklaşık beş yıl sonra ilk cezasını alır, “komünizm propagandası yapmak”tan. Ve Konya sürgününün ardından İstanbul’a gider: Kendisi “Komünist Partisi’ni bulmaya gittim” diye anlatıyor bu yolculuğun hedefini, “çünkü ne olduğunu bilmediğim halde herkes bana komünist diyordu”. Ve sonrasında, çocukluğunda duyurularını, bobinlerini taşıdığı, izlediği ve salonların arka kapısından içeri aldığı çocuklara parasız izlettiği sinemayla bir kez daha kesişir yolu.

GÜNEY SİNEMASININ ANA HATLARI


Heyecanlı, tutkulu, içine düşen ateşle müdahale etmeye ve değiştirmeye soyunan Güney’in sinemasını kabaca iki döneme ayırabiliriz. Birinci dönemde (Çirkin Kral lakabıyla geniş kitlelerce tanındığı) ticari kaygılarla çekilen avantür (vurdulu kırdılı) filmlerde oyuncu olarak yer aldığını ve bunların çoğunun da senaryosuna katkıda bulunduğunu söyleyerek tarif edebiliriz. İkinci dönemini ise, Umut filmini bir milat olarak alabileceğimiz, senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği toplumsal ve siyasal içeriği güçlü ve belirginleşmiş filmlerle tanımlayabiliriz.

'ÇİRKİN KRAL' DÖNEMİ


“Bir defa adam kahraman falan değil. Kahramanlığı da zaten kahraman olmamasından geliyor. Adam herhangi bir olayla karşı karşıya geldiği zaman o olayda yeniliyor. Bu yenilginin getirdiği bir acılık var. Herkes bunu görüyor. Burada iki durum söz konusu. Biri insanları pasifize eden bir durum. Çünkü karşısından devamlı yenilgi görüyor ve korkuya kapılıyor. Diyor ki ‘biz nasıl olsa yenileceğiz, hiç bu işin içine girmeyelim’. Tabii bu yenilgi, bunun dışında şu bilinci de uyandıracaktır birtakım insanlarda ve uyandırmıştır da: Bireysel mücadelenin olumlu olmadığı. Çünkü adam filmlerde ya yenilmiş, hapse girmiş ya da öldürülmüştür. Sonuç yoktur. Zafer yoktur. Bunun getirdiği bir burukluk vardır bizim filmlerde. Yani seyirci Yılmaz Güney'de burukluk, hüzün, Yılmaz Güney’de yiğitlik, başkaldırı, Yılmaz Güney’de acıma, Yılmaz Güney’de bekleme, sabretme ama zorunlu olunca mutlaka mücadele etme özellikleri buluyor ve bunları bir yerde kendisiyle özdeşleştiriyor" [Y. Güney].

“İlk yaptığım filmlerde yarattığım tip aşağı yukarı ezilmiş bir adamdır. Durmadan kaçar. Ekmeğinin derdindedir. Kendi işindedir. Birtakım olaylar oluyor, o karışmak istemez. Fakat hep mecbur edilir. Bu kaçan, kovalanan adam bir yerde isyan eder, patlar, ortaya atılır, vurur kırar. Fakat sonunda hep yeniktir. Hep halkımın karakterlerini taşıyan insanları oynadım. Yabanın kadınına bakmayan, dürüst bir kişiliği canlandırdım. Bunu düpedüz yaşamımın getirdiği deneylerden çıkardım. Gerçekten de halkımın temel niteliklerinden biridir bu." [Y. Güney].

Yılmaz Güney’in geniş kitlelerce tanınmasına ve sevilmesine vesile olan bu filmlerde canlandırdığı karakterler “suç dünyasının” içinde yer almıştır, fakat “bu dünya” meşrulaştırılmamış, mecburiyetten bu noktaya yönelindiğinin altı çizilmiştir. Düzenin bir pisliği olan çetelere, mafya babalarına karşı başkaldıran bir figür olmuşlardır. Türkiye izleyicisi de Güney'i yalnızca geleneksel anlamda bir film yıldızı olarak kabul etmemiş, bu konumu onu toplumsal alanda Çukurova'dan Sivas'a, Anadolu'nun her yerinde bir çeşit mitos haline getirmişti. Fakir ve ezilmiş insanlar Çirkin Kral'ın acılarında ve amansızca aldığı intikamlarda kendi hayatlarının ve arzularının yansımasını görüyorlardı.

Bu dönemki filmlerinin geniş kitlelerce sevilmesinin, özdeşlik kurulmasının en önemli nedenlerinden birisi de; Umut filmi ile başlayan, Güney’in derinlikli bir sinemasal ve siyasal bilincini cisimleştireceği sonraki dönem filmlerinden nüveler barındırmasıdır. İstanbul’a geldiğinde henüz (kendi ifadesiyle) “bilimsel anlamda komünizmin ne olduğunu bilmeyen” Güney, bu ilk döneminde hem sinemayı hem sinema sektörünü hem İstanbul’u ve aslında Türkiye kapitalizmini hem de 1960’larla birlikte Türkiye’de yoğunlaşmaya başlayan sınıf mücadelelerini, yükselmeye başlayan örgütlü mücadeleyi tanımakta, anlamakta, öğrenmektedir. Bir yandan mücadeleye katkı koymaya çalışırken bir yandan da kendini geliştirmeye çalışmaktadır.




Bu ileti en son melnur tarafından 09.09.2020- 17:22 tarihinde, toplamda 2 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 02.04.2018- 13:08


'UMUT' İLE GEÇİLEN EŞİK

Bu dönemin Umut filmi ile açıldığını yukarıda söylemiştik. Film sinemalarda yayınlandığında büyük ses getirdi. Halk filme büyük ilgi gösterdi. Çarpıcı diyalogları, gerçekçi mizansenleri, deneysel kamera hareketleri ile ülke sinemasında adeta bir “devrim” etkisi yarattı. Devrimci sinemanın bu ilk örneği düzenin egemenleri tarafından hemen saldırıya uğradı. Film yasaklandı, filmin oynadığı salonlar bombalandı. Sinema alanındaki muhafazakârlar ve “halk bunu istiyor” diyerek en pespaye filmlere imza atanlar (o zamanın “yerli ve millicileri”)   ise film hakkında “Umut, İtalyan Yeni Gerçekçiliği'nin bir ürünüdür, oysa ki onlar hıristiyan, biz ise müslümanız... Umut toplumumuzun temel kurumlarına (yani din, polis, burjuvazi) saldırıyor" diyerek Güney’i karalamaya ve bu filmin toplumdan ne kadar uzak olduğunu ispatlamaya çalıştılar. Hatta Yılmaz Güney 12 Mart'tan sonra tutuklanarak hapse girdiğinde onun devlet düşmanı olduğunu ispatlamak için yazılar yazabildiler. Kısacası "Umut"tan sonra "Türkiye Sinemasının Umut Yılları" başlamış oldu ve devrimci sinemaya dair daha önce yapılan soyut tartışmalar somut örnekler üzerinden devam etti ve dahası ayakları yere basmaya başladı.

“Sinematek'te biz filmin gösterimini yaptık, ilk gösterimini. Ve orada başta Lütfi Akad olmak üzere sinemadan kişiler de vardı. Tabii bir tür meydan okumaydı bu. Çünkü o yıllardaki tartışmalarımızı hatırlayanlar bilirler, Türk sinemasında bir yapaylığın, yetersizliğin, toplumsal olayları yeterince anlatamamanın ve birtakım şeylerde taviz vermenin, fazla ticariliğin karşısında olan bir avuç genç insandık Sinematek çevresinde. Dergide de bununla ilgili yazılar çıkıyordu ve o zaman sürekli olarak bizi, yabancı sinemanın uşaklığıyla suçluyordu bazı sinemacılar. Çünkü biz Türkiye'de yapılan bazı filmleri beğenmiyorsak, doğal olarak yabancı sinemanın uşağıydık, yani kültür emperyalizminin ajanları. Bu isimleri bizler için kullanan yönetmenler az değildi. Tabii sevincimiz iki kat oluyordu, çünkü biz gerçek anlamda inandığımız, sevdiğimiz ve savunduğumuz bir sinemanın da, böylece Türkiye'de yapılmakta olduğunu görüyorduk ve kimse de bunun yabancı sinema olduğunu falan söyleyemezdi. Gerçekten de gösteri çok başarılı oldu. Basından insanlar da vardı. Çok beğendiler. Lütfü Akad, çok övücü sözler söyledi Yılmaz Güney için." [Onat Kutlar].

“Umut'ta altı çizilebilecek, üzerinde durulabilecek şeyler vardı, bunlardan özellikle kaçtım. Hayatın kendisi olsun istedim. Çoğu zaman bazı sokaklardan hızlı geçeriz ve farkına varmayız çevremizdeki şeylerin. Ben durup baktım çevreme ve onları anlattım." [Y. Güney].

"Halk, gelecek şeyin ne olduğunu hatta umudun ne olduğunu da bilmiyor. Bizim halkımız devamlı bir bekleme içindedir. Benim anlattığım umut, aslında bir bekleyişin hikâyesidir. Aldatıcı bir umudu anlatmak istedim. Umut bizim hayatımızın bir parçasıdır. Ayağı yere basan bir insan boş şeyleri hayal edip umutlanmaz. Toplum belli bir düzeye ulaştığı zaman insanlarda hayale dayanan umutlar kalkar. Umut, düzen bozukluğunun bir simgesidir." [Y. Güney].

Yazar Mehmet Ergün, Umut filmi hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: "... göze ilişen olumlu ileriye dönük bir yan var bu filmlerde: Türkiyeli insan, önceden verilmiş, boyutları belirlenmiş, içeriği tanımlanmış bir imge olarak görülmüyor bu filmlerde. İçerisinde yer aldığı somut oluşumlarda takınmış olduğu somut tutumları ile belirlenmeye çalışılıyor. Bir de şu var: İlk kez bu filmlerde, yerlilik, Türkiye'ye özgülük, bir yer, bir giysi yerliliği olmaktan çıkarılmış, nesnel gerçekliğin belirlediği bir birikim olarak algılanmaya başlanmıştır."

Tuncel Kurtiz ise filmin çıkış hikâyesini şöyle aktarır: "Umutla ilgili şu hikâyeyi anlatacağım: Ben askerliğimi yapıyordum ve yaz tatili için izinli gelmiştim. Bir gün geldi, dedi ki: ‘İhtiyar, biz film yapacağız. Geliyor musun Adana'ya?’ ‘Tabii geliyorum. Hikâye nedir?’ dedim. ‘Hikâye bizim ev. Babamın evi. Babamın define avcılığı’ dedi. ‘Bir adam geldi ihtiyar eve, babam getirdi, umutsuz babam. Sonra evi kazmaya başladılar. Evi temellerine kadar kazdılar, bir define aramak adına. Şimdi bunun hikâyesini yapacağız arkadaş’ dedi. Ondan sonra yolda hikâye gelişmeye başladı. Yılmaz hikâyeyi durmadan geliştirdi. Arabacı Cabbar, Hamal Hasan, Hoca, devamlı geliştiler ve Anadolu'da yaşayan insanların öykülerini anlatmaya başladılar. Öyle bir gerçekçilik vardı ki hikâyede."

Onat Kutlar, Güney’in filmdeki oyunculuğundan etkilenişini ise şu sözlerle aktarıyor: "Biraz sonra perdede bir faytonun içinde şalvarıyla, kaykılarak oturmuş Yılmaz Güney’in yüzü göründü, eğri şapkasıyla. Daha o ilk görüntüden itibaren, ben müthiş etkilendim. Bunun ne olduğunu şimdi anlatmam zor. Yılmaz Güney’in sinema dehasında aramak lazım bence bunu. Sinema dehası derken şunu kastediyorum: Görsel olarak bizi olayın içine katan, yani birdenbire o olay, o anda karşımızda oluyormuş duygusu veren o görsel ustalık. Bunun tabii ne olduğunu anlatmak kolay değil. Yani bir yönetmen bunun gizini bilir. Ama gerçekten iyi tanıdığım sıcak Adana İstasyon Meydanı'nın orada bekleyen faytonculardan biriyle karşı karşıya kaldığımı hissettim. Birdenbire onun dünyasına girdim. Ve o noktadan itibaren beni son derece şaşırtan biçimde film devam etti. Niçin şaşırtan biçimde diyorum? Çünkü daha önce gerçekçi olduğu farz edilen birtakım filmler yapıldı Türkiye'de. Ama bugün seyredildiği zaman fark edilecektir ki bu filmlerde bir yapay Yeşilçam ortamı duygusundan kurtulmak çok zor olmuştur. Çevre düzenlemesinin çok iyi yapılmayışından mı? Bir üslup farkından mı?"

Umut filminin ardından Ağıt, Acı, Endişe, Arkadaş, İzin, Bir Gün Mutlaka, Sürü, Düşman, Yol ve Duvar filmleri gelir. Umut, Ağıt, Arkadaş ve Duvar filmi haricindeki diğer hiçbir filminin setinde bulunamamıştır Yılmaz Güney. Hapiste olduğundan dolayı bu filmleri talimatlarla hapisten "yönetmiştir" ve bu açıdan benzersizdirler. Bu filmler ayrıca Güney’in "olgunluk dönemi ürünleri" olarak da nitelendirilebilirler. Ancak hem yönetmenlerden kaynaklanan sorunlar hem de maddi koşulların sınırlayıcılığı göz önüne alınarak, söz konusu filmlerin senaryolarıyla birlikte incelenmeleri, Duvar’ın ise, yurtdışına çıktıktan sonra yaptığı bir ilk film olması nedeniyle ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Bu filmlerin değerlendirilmelerini bir başka yazıya bırakarak şu notları düşmüş olalım: Umut’tan sonra yapılmış filmlerin her biri, Türkiye’nin ve sınıf mücadelelerinin seyriyle doğrudan ilgili filmlerdir. İster doğrudan siyasal figürlere gönderme yapsın ister emekçi halkın içinden sıradan insan portreleri çizsin, her bir film, izleyicisini toplumsal–siyasal süreçlere ilişkin bir tutum almaya davet eden filmlerdir. Üstelik, çalakalem yapılmış işler değildir bunlar, her biri ayrıntılı sosyolojik, sosyo-politik, sanatsal araştırmalara yaslanan çalışmalardır. Bu anlamda Nâzım’ın “işin kolayına kaçmadan” ifadeleriyle vurguladığı ve salık verdiği bir gelişkinlik bu filmlerin tamamında kendisini gösterir.

Karşımızda "yolu”nu seçmiş ve kendisinin deyimiyle kendisine burjuvazinin vaat ettiği ünü, serveti ve halka ihaneti reddeden bir sanatçı vardır. 1970’lerin ve 12 Eylül Darbesi sonrasının sol içi politik-ideolojik tartışmalarında aldığı konumun ötesinde, Yılmaz Güney sınıfını ve safını, sınıfsız bir dünyanın gerçekleşmesi için seçmiştir. Bugün bize bıraktığı “miras” hayata işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda bakmak ve bu doğrultuda eserler üretmektir. Çünkü “bizim” de “çıkarımız” buradadır. Güney, bize emekçi halka karşı her zaman içimizde sorumluluk duygusu hissetmemiz gerektiğini “miras” bırakmıştır. Bu sorumluluğu ise soyut bir ahlâki ilke olarak değil, toplumları ve toplumsal yaşamı en gelişkin şekilde kavramaya dönük sistematik ve derinlikli bir ufuk sunan marksist kuram ve sınıf mücadelelerinde temellendirmiştir. Bu sorumluluğun tutkusuyla yüklü entelektüel ve mesleki çalışkanlık, düşünce ve eylem tutarlılığı, Yılmaz Güney’in hem sanat alanına hem de sanatçı adaylarına bıraktığı en önemli mirasıdır.

Öneriler:

Seyyit Han’dan itibaren yaptığı tüm filmlerin izlenmesi Yılmaz Güney’in anlaşılabilmesi için olmazsa olmazdır.

Yılmaz Güney’in kişiliğini, sinemasal yaklaşımını ve yazar yönünü merak edenler için de şu kitapları önerebiliriz:

Yılmaz Güney’in kaleme aldığı eserler:

“Selimiye Mektupları”

“Hücrem”

“Boynu Bükük Öldüler” (1972 Orhan Kemal Roman armağanı ödüllü romanı),

Güney ile yapılan görüşmelerden ve yazılarından derlemeler, hakkında yazılanlar

“Yılmaz Güney: İnsan, Militan ve Sanatçı”

“Yılmaz Güney'le Yasaklı Yıllarımız” (Nihat Behram)

“Bir Sinemacı ve Anlatıcı Olarak Yılmaz Güney” (Mehmet Ergün)

(*) Yazı için Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin çıkarttığı Şubat 1999 tarihli “Yılmaz Güney ve ‘Yol’una dair…” broşüründen yararlanılmıştır.

  https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/yilmaz-guney-sorumluluk-mucadele-ve-umut-233628




Bu ileti en son melnur tarafından 09.09.2020- 17:25 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 09.09.2020- 17:16


Yılmaz Güney'in aramızdan ayrılışının üzerinden 36 yıl geçti...

Resim Ekleme
Yaşamı boyunca, emekçi halkın yanından yer alan, içinde bulunulan sömürü düzenine boyun eğmeyen devrimci bir sinema emekçisi Yılmaz Güney. Güney'i aramızdan ayrılışının 36. yılında bir kez daha saygıyla anıyoruz.

Bugün 9 Eylül… Yılmaz Güney’in ölümünün 36. yıldönümü.

1937’de Adana’da doğan Yılmaz Güney’in gerçek adı Yılmaz Pütün. Kendi ifadesine göre Pütün, kırılması zor sert meyve çekirdeği demek.

Topraksız, mülksüz bir köylü ailenin iki çocuğundan biri olarak dünyaya gelen Yılmaz Güney’in babası Siverekli, annesi Vartolu.

Sinemanın kapıları İstanbul'da açılır
Üniversite okumak üzere İstanbul'a gidip de yönetmen Atıf Yılmaz’la tanışması, önünde yeni bir dünyanın kapılarını açacaktır Yılmaz Güney’e.

Yılmaz Güney, 1959’da Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik isimli filmlerin hem senaryosunu yazar, hem de filmlerde rol alır. Karacaoğlan'ın Karasevdası'nda da yönetmen yardımcılığı yapar. Yeni Ufuklar ve On Üç gibi dergilere öyküler yazan Yılmaz Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 1961’de bir buçuk yıl hapis cezasına mahkûm olur.

Ve 'Çirkin Kral' lakabını alır
İki yıl sonra tekrar kaldığı yerden devam eden Yılmaz Güney, o dönemde daha çok macera filmleri çeker. Filmlerinde ezilen, hor görülen bir "Anadolu çocuğunun" otoriteye başkaldırısı vardır. Bu dönemde “Çirkin Kral” lakabını alır. Bu dönemdeki en önemli çalışması, Lütfü Akad'ın yönettiği ve kendisinin yazdığı bir film olan Hudutların Kanunu'dur. Bu dönem boyunca oyunculuğunu geliştiren Yılmaz Güney, abartısız ve yalın oyunculuk anlayışı bu dönemde artık oturtmuştur.

Resim Ekleme

Cezaevi günleri

Yılmaz Güney, 1972’de "devrimcilere yardım ve yataklık yaptığı" gerekçesiyle 2 yıl hapse ve sürgüne mahkûm edilir. Yılmaz Güney içeride kaldığı süre boyunca sinema ve sanat ile ilgili fikirlerini, şiir ve öykülerini o dönemde çıkarmaya başladığı Güney dergisinde yayınlar.

Cezaevi sonrası 'Arkadaş' filmi
1974'te cezaevinden çıktıktan sonra aynı yıl Arkadaş filmini çeker. Yine aynı yıl Endişe adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda ilçe yargıcı Sefa Mutlu'yu öldürmekten tutuklanır ve Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayan yargılamaların sonucu 13 Temmuz 1976'da 19 yıl hapis cezasına çarptırılır.

Firar

Beş yıl hapis yattıktan sonra 9 Ekim 1981’de izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevi’nden yurtdışına firar eder. Yılmaz Güney'in hapisten kaçışı da filmlerini anımsatmıştır. Hapse girmeden önce çekmiş olduğu Şeytanın Oğlu filminde, bir günlük bayram izninde dışarı çıkan ve kayıplara karışan bir adamın hikayesini anlatmıştır. Bir günlük izin ile hapisten çıkan Güney, Antalya'nın Kaş ilçesinden Yunanistan'a bağlı Meis adasına, oradan da İsviçre'ye kaçmıştır. Daha sonra Fransa'ya geçer ve yaşamının geri kalanını orada geçirir.

Resim Ekleme

Sürü, Yol, Duvar
Cezaevinde sinema ile olan ilgisi devam eder. Bu dönemde Güney'in yazdığı Sürü Zeki Ökten tarafından, Yol ise Şerif Gören tarafından çekilir. Yol'un kurgusunu tekrar yapar ve Cannes Film Festivali'nde ödül alır. Yurtdışına kaçtıktan sonra Fransa'da Duvar filmini çeker. Güney'in, 1976’da Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyanın sinemaya aktarıldığı Duvar onun son filmi olmuştur.

Son yıllarını Paris'te geçiren Güney, mide kanseri nedeniyle 9 Eylül 1984'te yaşamını yitirdi. Paris'te bulunan Père Lachaise Mezarlığı'na gömülüdür.

https://sol.org.tr/haber/yilmaz-guneyin-aramizdan-ayrilisinin-uzerinden-36-yil-gecti-14128



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 29.11.2020- 09:37


Yeni bir başlangıç vardır... - Öznur Özkaya

İnsanı yavaş yavaş delirttiğini düşündüğüm şeylere bir ekleme daha yapalım bu hafta: "Umut" Ortada bir belirsizlik varsa, bekliyorsanız ve griye dönmüşse gökyüzü yorulursunuz, zira belirsizlik en kötü ihtimalden bile daha fazla acı verir. İşte bu acının içinde kıvrandığınız anda Pandora'nın kutusundan son anda fırlayan "umut" devreye girer. Derken gri de olsa tepenizde bir gökyüzü olduğunu anımsarsınız. Bulut geçecektir elbet güneşin önünden, diye sayıklarsınız.

Senaryo okumak zordur, roman okumaya benzemez. Yılmaz Güney'in "Umut" filminin senaryosunu okuduktan sonra filmi tekrar izlemem gerekti, çünkü hayatın acımasızlığını, yoksulluğun istismarını bir tokat gibi suratımıza vuran bu film Yılmaz Güney'in ikinci dönem sinemasının ilk ürünü olarak görülebilir. Cabbar ve ailesi üzerinden Türkiye'nin sosyo-ekonomik durumunu realist bir biçimde anlatan Güney, "Umut, bizim hayatımızın bir parçasıdır. Ayağı yere basan bir insan boş şeyleri hayal edip umutlanmaz. Toplum belli bir düzeye ulaştığı zaman insanlarda hayale dayanan umutlar kalkar. “Umut”, düzen bozukluğunun bir simgesidir.” dese de, Cabbar'ın aklını yitirmesine izin vermek yerine umudunu kaybetmemesini sağlamak üzere kalemini oynatmıştır. Üstelik yetkili makamlarca uygunsuz bulunan filmini kendi umutları vesilesiyle gizlice Cannes Film Şenliği'ne göndermiştir.

Resim Ekleme
https://ilerihaber.org/yazar/yeni-bir-baslangic-vardir-120041.html



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 04.12.2020- 19:37


UMUT filmi Yılmaz Güney sineması içinde favorim olan bir film. Lisedeydim ve UMUT sinemalarda yerini aldığında Edebiyat hocamız ''çok güzel bir film'' değerlendirmesini yapınca birkaç arkadaşla izlemiştik. Gerçekten de güzeldi ve arabacı Cabbar'ın öyküsü insanın içine işliyordu. Aradan onca zaman geçti, sonradan birkaç kez daha izledim ve hala çok güzel olduğu konusundaki fikrim değişmedi. Bence Yılmaz Güney sineması içinde en öne çıkarılabilecek filmlerden biri; diğerleri bence YOL ve SÜRÜ.

Arkadaş ise o dönemde daha da güzel geliyordu. Açık seçik sosyalizm göndermeleriyle dolu olduğu içindi belki de Hele filmin sonundaki o ''tokat sahnesi''nden sonra Yılma Güney'in dişlerini sıkarak söylediği ''bu tokatın hesabını bir gün mutlaka soracağız'' repliği günlerce dilimizden düşmemişti.

Yılmaz büyük bir sinemacıydı ve etkileyici bir sol figürdü. Endişe filmini çekerken yaşanan o acı olay bütün hayatını değiştirmişti. Olmuş bitmiş bir olaydan sonra ''olmasaydı'' diyerek ileri sürülenler ne kadar anlamlıdır tartışılır ama, '' o olay olmasaydı'' Yılmaz'ın sinemaya ve hatta siyasete katkısının çok farklı olabileceğini düşünüyorum. Çok seviliyordu. Siyasetle de doğrudan ilgiliydi ve dönemin devrimci gençliğiyle ilişki içindeydi.

SOL'un 80 öncesinde kitlesellik kazanmasında payı olduğunu da düşünüyorum. Ölümü hem çok erkendi ve hem de büyük bir kayıptı. Çok şeyler söylenebilir, çok şeyler söylenmeli ve hiç unutulmamalı. Hatırladığımda içime garip bir hüzün çöker, bir yalnızlık duygusu... O gitmiş, bizi yalnız bırakmış gibi...

Işıklar içinde uyusun.




Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 09.09.2021- 17:02


Yılmaz Güney, 9 Eylül 1984’te yaşamını yitirdi

Türkiye topraklarında devrimci sinemanın öncüsü Yılmaz Güney mide kanseri nedeniyle 9 Eylül 1984’te yaşamını yitirdi.

Resim Ekleme

Beyaz perdenin ‘’Çirkin Kral’’ı Yılmaz Güney, 9 Eylül 1984’te yaşamını yitirdi. Ünlü yönetmen ve oyuncunun asıl adı Yılmaz Hamitoğlu Pütün’dür. 1937 yılında, köy kökenli ailesinin iki çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Ortaokul ve lise yıllarında, gazete ve gazoz satıcılığı, pamuk işçiliği, ırgatlara suculuk, arabacılık, çıraklık gibi bir sürü işte çalışmıştır. Yıllar sonra bu dönemle ilgili; ‘“Sınıfsal farklılığın ne olduğunu ilk, zengin çocuklarıyla oynarken fark etmiştim. Annem, yazın babamla birlikte tarlalarda ırgatlık eder, kışınsa hizmetçilik yapardı. Bazen çalıştığı evlerden yemek artıkları getirirdi. Lezzetli şeylerdi bunlar. Ama bir süre sonra bunların artık yemekler olduğunu anladık. Bu yemekleri her yiyişimizde alçaldığımızı, aşağılandığımızı duyumsardık.” diye bahseder.

DÜZENE BİR BAŞKALDIRI OLARAK SİNEMA


Sinema kariyerine 14 yaşında film şirketlerine dağıtım yaparak girer. Sinemada seyirci-film   gözlemi yapıp notlar alır. Sınıfsal bilincini bu dönemlerde kazanan Güney, 1956’da yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsüyle hapisle tanışır.Aynı yıl Ankara Hukuk Fakültesi’ne başlar ancak 2 ay sürer. Ailesinin geçindirmek için seyyar film şirketlerinde il gezilerine çıkar.

1959’da Atıf Yılmaz’ın Bu Vatanın Çocukları filminin senaryosuna katkıda bulunmuş ve başrol oynamıştır. Karacaoğlan’ın Kara Sevdası(1959) adlı filmde de Yaşar Kemal, Atıf Yılmaz ve Halit Refiğ ile senaryoyu beraber yazmış, filmin yönetmen yardımcılığını yapmıştır. Bu dönemde rol aldığı filmlerde yiğit, delikanlı, Anadolu çocuğu tiplemeleriyle ünlenmiş ve ‘Çirkin Kral’ lakabını almıştır.

1961’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlayan Güney, tutuklandıktan sonra eğitimine ara verip noktalar.

ÇİRKİN KRAL

Yılmaz Güney ‘Çirkin Kral’ dönemi filmleri hakkında: “… O günün eğilimleri ne ise aşağı yukarı onların sınırları içinde kalıp çalışmayı seçiyordum. Mesela sinemaya getirdiğimiz şeylerden bazıları şunlardır: Kavga, dövüş, avantür, kabadayılık vb. Fakat bunlar bile birtakım insanların elinde farklı bir biçimde yozlaştırılarak kullanıldı. Bizim ise bunları getirip koyuşumuz, içinde gerçeklere çok yakın unsurlar taşıyordu. Hayattan gelen birtakım şeyler vardı, özellikle oyun biçimi, kıyafet, tavır, davranış. Bütün bunlar halkla bağlar kuruyordu. Mesela ben, oyuncu olarak, halkın giyiminden davranışlarından farklı olmamaya çalışıyordum” der.

Senaryosunu kendisinin yazdığı, Ömer Lütfü Akad’ın çektiği Hudutların Kanunu filmi ile sineması başka bir evreye girer.



1970’e gelindiğinde ‘Umut’ ile toplumsal gerçekçi nitelikteki ilk filmini çeker. Hayatından da kesitler taşıyan bu filmiyle Altın Koza Film Yarışmasından bir çok ödül alır. 1971’de senaryo yazarı, oyuncu ve yönetmen olarak Kaçaklar, Vurguncular, Umutsuzlar ve Acı filmlerini çeker. Bu dönemlerdeki filmlerinde sıkı komünist ajitasyonlara başvurur. Yoksulluktan, ezilmekten, geri kalmışlıktan toplumsal bir mücadeleyle çıkılabileceğini anlatır. Duygulara vurgu yapılarak, düşünmeye iterek, harekete davet eder. Yönetmenliğinin yanında oynadığı filmlerdeki rolleriyle yeni kuşak oyunculara cesur ve ilkeli bir duruş bırakır.

1971’de THKP-C üyelerini sakladığı gerekçesiyle 2 yıl hapis yatar.

1974’te serbest kalmasıyla senaryosunu cezaevinde yazdığı Arkadaş filmini çeker. Arkadaş filmi siyasal propagandasını yükselttiği bir film olur.

Gene aynı yıl Endişe filmini çekerken Yumurtalık’ta bir gazinoda Sefa Mutlu adındaki bir savcının öldürülmesi ile başlayan yargılamalarda 1976’da 19 yıl hapis cezasına çarptırılır. 5 yılın sonunda 1981’de izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevi’nden firar eder. Yunanistan’a bağlı Meis Adası’na ordan da İsviçre üzerinden Fransa’ya gider.

Bu dönemde cezaevinde Sürü ve Yol filmlerinin senaryosunu yazar. Filmler Zeki Ökten ve Şerif Gören tarafından çekilir. Yol filmiyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi alır.

Fransa’da kaldığı senelerde son çektiği filmi olan Duvar, 1976’da Ankara Merkez Ceza ve Tutukevi’nde tanık olduğu çocuk koğuşundaki isyanı anlatır.

Yılmaz Güney mide kanseri nedeniyle 9 Eylül 1984’te yaşamını yitirir.

https://gazetemanifesto.com/2021/hafiza-i-beser-beyaz-perdenin-cirkin-krali-yilmaz-guney-9-eylul-1984te-yasamini-yitirdi-462860/



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 09.09.2022- 19:31


Yılmaz Güney, 38 yıl önce bugün hayata gözlerini yumdu

Sinemanın Çirkin Kral’ı Yılmaz Güney’in hayata vedasının üzerinden 38 yıl geçti. Türk sinemasında olduğu gibi dünya sinemasında da önemli bir yere sahip olan ve ‘Yol’ filmiyle Altın Palmiye ödülünü kazanan Güney, devrimci kimliği nedeniyle 1983’te askeri yönetim tarafından vatandaşlıktan çıkarılmış, bir yıl sonra da Paris’te henüz 47 yaşındayken hayatını kaybetmişti.

Resim Ekleme

Türk ve dünya sinemasının önde gelen sanatçılarından Yılmaz Güney’in hayata vedasından bu yana 38 yıl geride kaldı.

Sanatta yönetmenliğin yanı sıra senarist, oyuncu, yapımcı ve yazar olarak da önemli bir iz bırakan Güney, 9 Eylül 1984’te mide kanseri nedeniyle Fransa’nın başkenti Paris’te 47 yaşında hayata gözlerini yummuştu.

Doğum adı Yılmaz Pütün olan Güney, 1 Nisan 1937’de Adana’da köylü bir ailenin 2 çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Babası Urfa Siverekli bir Zaza, annesi ise Muş Vartolu bir Kürt’tü.

Güney, çocukluğunu Adana’da geçirdikten sonra üniversite öğrenimi için İstanbul’a geldi ve yönetmen Atıf Yılmaz ile tanıştı. Yılmaz’ın desteğiyle sinema alanında çalışmaya başlayan Güney, 1959’da Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı ‘Bu Vatanın Çocukları’ ve ‘Alageyik’ isimli filmlerin hem senaryosunu yazdı hem de filmlerde rol aldı.

Bu süreçte ‘Yeni Ufuklar’ ve ‘On Üç’ gibi dergilere de öyküler yazan Güney, bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı ve 1961 yılında bir buçuk yıl hapse mahkûm edildi.

Hapisten çıktıktan sonra sinema üzerine çalışmaya devam eden Güney’in ilk filmleri genelde macera temalıydı ancak sınıfsal bir karaktere de sahipti. Filmlerinde ezilen Anadolu çocuklarının otoriteye isyanını işliyordu. Güney, ‘Çirkin Kral’ lakabını da geniş kitlelere seslenmeye başladığı bu dönemde aldı. Bu yıllardaki en dikkat çeken işi ise Ömer Lütfü Akad'ın yönettiği ve kendisinin yazdığı bir film olan Hudutların Kanunu'ydu.

Resim Ekleme
Hudutların Kanunu (1967)

MAHİR ÇAYAN VE ARKADAŞLARINI SAKLADIĞI İÇİN SÜRGÜN EDİLDİ

Yılmaz Güney’in devrimci kişiliği, sanatının ayrılmaz bir parçasıydı. Devrimci mücadeleye sadece beyazperde de değil, gerçek yaşamında da katkı sunuyordu. 1971 yılında Efraim Elrom eylemi nedeniyle aranan Mahir Çayan ve diğer Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) üyelerini sakladığı gerekçesiyle 2 yıl hapse ve sürgüne mahkûm edildi.

Hapiste olduğu süre boyunca sanat faaliyetine devam eden Güney, 1974'te cezaevinden çıktı. İki yıldan fazla cezaevinde kalan Yılmaz Güney, aynı yıl ‘Arkadaş’ filmini çekti. Yine aynı yıl ‘Endişe’ adlı filmi çekerken Adana’nın Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda, çıkan bir tartışma sonucu ilçe yargıcı Sefa Mutlu’yu öldürdü ve tutuklandı. 25 Ekim'de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayan yargılamaların ardından 13 Temmuz 1976'da 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Resim Ekleme

CEZAVİNDEN ALTIN PALMİYE’YE

Cezaevinde sinema çalışmaları hız kesmedi. Bu dönemde yazdığı Zeki Ökten’in yönetmenliğini yaptığı ‘Sürü’ ve gerek yurt içinde gerekse de yurt dışında büyük ilgi gören ‘Yol’ çekildi. Güney, Şerif Gören’ın çektiği Yol’un kurgusunu tekrar yaptı ve dünyanın en prestijli sinema organizasyonlarından biri olarak kabul edilen Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü kazandı. Yol, bu büyük ödülü, Costa-Gavras’ın ‘Missing/Kayıp’ filmiyle paylaştı.

5 yıl hapiste kaldıktan sonra 9 Ekim 1981 tarihinde izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevinden firar etti ve yurt dışına gitti. Güney, Antalya'nın Kaş ilçesinden Yunanistan'a bağlı Meis adasına, oradan da İsviçre'ye kaçtı. İlginçtir Güney, hapse girmeden önce çekmiş olduğu Şeytanın Oğlu filminde, bir günlük bayram izninde dışarı çıkan ve kayıplara karışan bir adamın hikâyesini anlatmıştı.

FRANSA’DA ÇEKTİĞİ DUVAR, SON FİLMİ OLDU


Yılmaz Güney, 12 Eylül darbesinin ardından, 6 Ocak 1983 tarihinde Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Daha sonra Fransa'ya geçti.

Daha sonra Fransa’ya geçen Güney, burada 1983 yapımı ‘Duvar’ filmini çekti. Güney'in, 1976 yılında Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan bir isyanın sinemaya aktarıldığı Duvar, sanatçının son filmi oldu.

Ardında büyük bir iz ve akıllara kazınan onlarca film bırakan Yılmaz Güney, 9 Eylül 1984'te Paris’te son nefesini verdi. Güney’in mezarı, Pere Lachaise Mezarlığı'nda bulunuyor.

Resim Ekleme

https://www.birgun.net/haber/yilmaz-guney-38-yil-once-bugun-hayata-gozlerini-yumdu-402080



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.955
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 10.09.2023- 20:24


Resim Ekleme

Yılmaz Güney ilk gençlik yıllarımızın idolüydü. Endişe filmi sırasında Yumurtalık hakimini vurması ve hapse düşmesi bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Böyle bir hata nasıl yapılabilirdi? Artık pek çok şeyden mahrum kalacaktık, kim yazacak, kim oynayacaktı UMUTu, ENDİŞE nasıl tamamlanacaktı;   ve insanlarımıza kim anlatacaktı ARKADAŞ'ı? Böyle geçiriyorduk içimizden. Bir sinema dehası olduğunu nereden bilecektik ki, sonra SÜRÜ'yü yazdı, sonra YOL'u. Yılmaz Güney bir başkaydı bizler için. Hep olacak ve hep sinema yapacaktı. İnsanlar onun sinemasıyla solu, sosyalizmi, devrimciliği öğrenecekti. Sonra o 1984'ün 9 Eylül günü.. Radyodan mı, televizyondan mı, hatırlamıyorum, Yılmaz Güney'in ölüm haberi... Birkaç arkadaştık, ne yaptılar, ne söylediler bilmiyorum. Ama ben duymazlıktan geldiğimi çok iyi hatırlıyorum. 12 Eylül faşizminin etkilerini yeni yeni üzerimizden atmaya çalışırken, böyle bir haber...-katlanılamaz bir şeydi. O zamanlar başladı bende bu duygu. Çoğalacağımıza yalnızlaşıyorduk. Yılmaz Güney de yalnız bırakıp gitmişti... Sizi bilmiyorum ama ben çok özlüyorum Yılmaz Güney'i ve Yılmaz Güney'li yıllarımızı...




Bu ileti en son melnur tarafından 10.09.2023- 20:25 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Fatoş Güney Yılmaz Güney'i/sosyalizmi anlatıyor. melnur 0 1071 07.11.2020- 13:08
Konu Klasör Düzenin Çöküşü ve Birleşik Devrimci Sorumluluk... dayanışma 0 3336 24.02.2014- 23:41
Konu Klasör Sancar: Depremdeki yıkımda sorumluluk zincirinin başı Cumhurbaşkanı'dır... melnur 0 365 21.02.2023- 21:34
Konu Klasör İnanılmaz şeyler oluyor, bu ülkede... melnur 0 1890 06.10.2019- 08:36
Konu Klasör Stalin'e saldırmanın dayanılmaz hafifliği melnur 9 7337 11.02.2019- 20:41
Etiketler   Yılmaz,   Güney:,   Sorumluluk,   mücadele,   Umut
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS