SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Bizim kahramanlarımız           (gösterim sayısı: 2.301)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.990
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 15.09.2019- 10:19


Bizim kahramanlarımız - İzge Günal

Bundan 99 yıl önce bugün Türkiye Komünist Teşkilâtları’nın (TKT) ilk kongresi bitmek üzereydi. Bu kongre ile partinin ismi Türkiye Komünist Fırkası (TKF) oluyor ve Türkiye ve Rusya’da bulunan komünist gruplar TKF çatısı altında birleşiyordu. İstanbul’da ayrı bir örgütlenme içerisinde bulunan Şefik Hüsnü de bu kongreye temsilciler yollamış ve daha sonra Mustafa Suphilerle birlikte katledilecek olan Ethem Nejat partinin genel sekreterliğine getirilmişti. Bu tarih Türkiye’de sosyalist/komünist hareketin başlangıcı olarak kabul edilir.

O günden sonra Türkiye sosyalist tarihi üç ana döneme ayrılabilir diye düşünüyorum: Birincisi 1920-1960 arası Partili Dönem, yani TKP Dönemi; ikincisi 1960-1980 arası Gençlik Dönemi, ki Dev-Genç Dönemi de denilebilir; sonuncusu da 1980’den beri süren Kürt Siyasi Hareketi Dönemi. Bu dönemlemeyi diğerlerini etkileyen hatta belirleyen siyasi gücü belirterek yaptım, olumlamak için değil.   Elbette bu çok uzaktan bakış; yaklaştıkça ayrıntılara girmek, çok sayıda ara dönem saymak olası. Örneklemek gerekirse Atilla Akar’ın “Eski Tüfek” Sosyalistler isimli kitabında Rasih Nuri İleri, TKP Dönemi'ni, görece özgürlük dönemi (1919-1925), gizlilik dönemi (1925-1946), “yasal parti” dönemi (1946) ve tekrar gizlilik dönemi (1946 sonrası) olarak dörde ayırıyor ve sonra ilk dönemi kendi içerisinde tekrar üçe, ikinci dönemi de dörde ayırıyor. Demek istediğim, yakınlaştıkça farklar belirgin hale gelir ve yıl yıl, ay ay bölmeye kadar gider. Neyse ben kendi sınıflamama sadık kalacağım ama belki ikinci dönemin başına ayrı bir TİP dönemi düşünülebilir.

Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV), özellikle ilk dönemle ilgili çok değerli belgeler yayınlamaya devam ediyor. Türkiye İştirakiyûn Teşkilâtı ve Türkiye Komünist Fırkası Birinci Kongresi isimli kitaplarda Haziran - Eylül 1920 tarihleri arası TKP tarihinin tüm belgelerini bulmak olası. İlk kitap kongre hazırlıklarını, ikincisiyse kongreyi anlatıyor. Okuduktan sonra el altında bulundurulup, gerektiğinde tekrar tekrar dönülecek kitaplar bunlar. Görünen o ki parti gücünün çok ötesinde etkili; Van Valisi Mithat’ın “İnkılâbı yapanlar ve bu uğurda çalışanlar, memleketin selametini temin için komünizm esasatını maalmemnuniye kabul ve tatbik etmeyi arzu ediyorlar.” demesi, Kazım Karabekir’in Mustafa Suphi’ye yolladığı mektupta “Sevgili Yoldaş” diye hitap edip ve “Bolşevik nazariyatına hürmetkarım.” demesi ilginç oluyor. Üstelik aynı Kazım Karabekir’in Mustafa Suphilerin katledilmesindeki sorumluluğu bilinirken. “Eski Tüfek” Sosyalistler’den Komsomol Hasan şunu anlatıyor: “Bir gün Nazım Hikmet, Hilmi Kitabevinde Kazım Karabekir ile karşılaşıyor. Kitabevi sahibi birbirine tanıştırıyor bunları. Kazım Karabekir elini uzatınca Nazım, ‘Ben katillerin elini sıkmam.’ diyor”. İşte bu Karabekir’e bile yukarıdaki sözleri söyleten, partinin etkisi olsa gerek.

TKP henüz daha 1920’lerde Bakü’de bir parti okulu ve savaş esirlerinden bir Türk Kızıl Alayı kurmuştu. Ancak asıl amaç, partiyi bütün bu oluşumlarıyla birlikte Anadolu’ya taşımaktı. Evet Parti geldi ama önderlerini Karadeniz’in sularında bırakarak...


Düşünüyorum da bu insanlar olmasaydı bugünlerimizi de arardık. Korumaya çalıştığımız kazanımlar, okuduğumuz kitaplar, entelektüel düzeyimiz hep onlar sayesinde. Deyim yerindeyse, onların yüzü suyu hürmetine okuyoruz, yazıyoruz. Var olan düzenin alternatifi de olabileceğini söylemek, bunun için örgütlenmek ve bunu bulundukları coğrafyada ilk kez dillendirmek; az iş mi? Sosyalist birikimin kendisi bir okul işlevi gördü; haksızlığa karşı mücadele etme, her söyleneni kabul etmeme, doğru için ölümü göze alma, kısacası namuslu olma.

Metin Çulhaoğlu geçen yazısında kahramanları şöyle anlatıyordu: “Biraz cüretkâr bir genellemeyle, önceki çağların kahramanlarının romantik kişiler olduklarını söyleyebiliriz. Bu insanlar kendi içlerinde dışa fazla yansıtmadıkları gerilimler, çelişkiler yaşarlar.   Kimi zaman ince ve aşırı duyarlı, kimi zaman küstah hatta saldırgan olabilirler. Ama mutlaka ve mutlaka bir tür “yabancılaşma” içindedirler. Bir özellikleri, yeri geldiğinde “sonuna kadar gitmeyi” göze alabilmeleridir”.1 Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü, Reşat Fuat ve diğerleri… Sonuna kadar gitmeyi bildiler; bu ülke poliste çözülmemek için dilini kesen komünistleri gördü… Bunun ötesi yok ki!

“Eski Tüfek” Sosyalistler kitabında Atilla Akar TKP’lileri şöyle değerlendiriyor: "Sosyalizme derin bir inanç ve bağlılık olduğunu gördüm… Bazıları ciddi fiziksel araz ve hastalıkları taşıyordu. Buna rağmen ‘sol memenin altındaki cevahiri’ koruyordu. Güçleri yettiğince ve dilleri döndüğünce çevrelerine inançlarını taşıyorlar."


Elbette eleştirileri de var “Eski Tüfek” Sosyalistler’in ama burada bu konuya çok girmeyeceğim ancak yeteri kadar incelemeden kişilerin parti üyesi yapılması sorununun değişmeden sürdüğünü fark etmek bana ilginç geldi. Sanırım Türkiye sağının hödüklüğü, insan değerlendirme ölçütlerini de bozuyor; ortanın sağını sosyal demokrat, sosyal demokratı sosyalist sanma eğilimimiz sürüyor; ağzı biraz laf yapan solcu sanılıyor, belki de iyi niyetten ama YÖK üyelerini solcu sananları, faşisti solcu sanıp dergisinde yazı yazdıranları, kongresinde konuşmacı yapanları gördüm; çok örnek verebilirim.

Yeniden eski tüfeklere dönecek olursak, Zehra Kosova’nın anılarından oluşan Ben İşçiyim kitabını okumanızı öneririm. Birçok edebiyatçıda bile göremediğim bir akıcılıkta aktarılıyor anılar. 1910 Kavala doğumlu, yaşamı önce mübadele sonrasında kırsalda geçmiş, sonra İstanbul’da işçi olarak çalışma, TKP’de örgütlenme sonrası Sovyetler Birliği’nde eğitim… Geri döndükten sonra polis sorgusu, işkence… 1930’lu yılları şöyle özetliyor: “Parayı kazanan köyde köy ağaları, şehirde de yeni türemiş cumhuriyet kapitalistleri, vurguncular; işçiler ise fakirlik içinde sürünüyor, köy ırgatları da perişan, işte o yılların durumu."


1960’dan sonra sosyalist tipolojide de değişiklikler olmaya başladı. Önceki dönemin emekçi ve gerçek anlamda aydınlarının yerini gençler almaya başladı. Elbette bu bir günde olmadığı gibi dediğim gibi, alt dönemlere ayırmak da olası. Gençliğin emperyalizme karşı bağımsızlıkçı tepkisi, kendilerini mücadelenin merkezine taşımıştı. Türkiye’nin neresinde olursa olsun, düzenle sorunu olan, haksızlığa uğrayan herkes devrimci gençleri arıyor ve onları da yanında buluyordu. Topraksız köylüler, küçük üreticiler, gecekondu halkı, öğretmenler... Herkes! Dönemin panoramik bir özetini veren Dev-Genç savunması ekini 1960’lardan 1980’lere Gençlik ve Mücadelesi adıyla Engin Höke kitaplaştırmıştı. Bir dönemi buradan okumak mümkün ve okudukça olanların sağ-sol çatışması değil, bağımsızlık mücadelesi veren sosyalist gençlere yönelen faşist saldırı olduğu net olarak ortaya çıkıyor. Tek başına Yükseliş Olayı bile bu türden bir demagojinin geçersizliğini ortaya koymak için yeterli. Bir yüksek okulda art arda 17 devrimci öldürülüyorsa, öğrencilerin üzerine 4-5 kez bomba atılıyor, otomatik silahlarla taranıyorsa, burada bir çatışmadan değil; saldırı ve katliamdan söz edilebilir.

Bizum Cihan, Cihan Alptekin, bu döneme damgasını vuran kişilerden, Kızıldere’de katledilenlerden. Yaşamını okuyunca dürüstlüğün, fedakarlığın, insan sevgisinin ne boyutlara ulaşabileceğini gördüm. Onun kararlılığı, sanırım Maltepe Cezaevinden kaçışı olanaklı hale getirmişti. Üstelik cezaevinden THKO-THKP ortak kaçışı günümüzdeki solda birlik tartışmalarına açıklık getirecek nitelikte. Ben diyorum ki Türkiye devrimcileri gerekli olduğunda birleşir; Maltepe’de olduğu gibi, TKP’nin kuruluşundaki gibi. Bence henüz birlik sorunu yakıcı halde değil.  

Üçüncü döneme değinmeyeceğim çünkü henüz onu yaşıyoruz ama ikinci dönemin sonunda öldürülen İlhan Erdost’u anmak istiyorum. Sol ve Onur Yayınlarının emekçisi, abisi Muzaffer (İlhan) Erdost ile birlikte kurucusu. Marks’ın Kapital’ini, İbn-i Haldun’un Mukaddime’sini, Darvin’in İnsanın Türeyişi’ni, Einstein’in Fiziğin Evrimi’ni hep onun sayesinde okuduk. Ve bir gün Engels’in Doğanın Diyalektiği kitabını bastığı için gözaltına alınır, cezaevine götürüldüğü araç içerisinde askerler dövmeye başlar. Anlatması çok güç. “Sağ dizi üzerine çömelmiş, kolları sarkmış, başı öne düşmüş.. İlhan İlhan diye seslendiğimde...” Abisi böyle anlatıyor. Ne hazin değil mi? Onu döven askerlerden birinin ayağı kayıp, başını vurup ölse şehit olacaktı! İlhan Erdost’un katilleri hak ettikleri cezayı almadılar:

yeni bir soydandı yepyeni
kendi mezarında kendi açan bir güldü İlhan
sabah da kırmızı akşam da kırmızı
hep kırmızı kalacak solmadan              
                                            (Turgut Uyar)
Halâ öyle midir bilmiyorum; eskiden her yıl 7 Kasım’da, ölüm gününde, Sol ve Onur yayınları yüzde elli indirimli satılırdı. Ne diyeyim; o öldü, biz okuduk:

Yine el basacaksın kitaplara
Dostun, kardeşin, aydının el basacak
Bir şeyi hiç unutmayacak üniversiteli genç
Bedeli canla ödenmiştir elindeki kitabın
                                              (Ahmet Telli)

Çok sıkı bir geçmişimiz var: Zehra Kosova işkencelere direnmeseydi, tütün işçileri arasında sosyalizmi yaymasaydı; Cihan Alptekin “Bağımsız Türkiye” diye haykırmasıydı, gençliği bu yolda harekete geçirmeseydi; İlhan Erdost onca kitabı basmasaydı, on binler bu uğurda mücadele etmeseydi, ne ben bu yazıları yazabilirdim, ne de siz okuyabilirdiniz.   Değeri bilinmeli, bayrak hep yüksekte kalmalı.
---------------------------------------------------
(1) https://ilerihaber.org/yazar/cagimizin-bir-anti-kahramani-102591.html
KÜNYELER:
- “Eski Tüfek” Sosyalistler.Atilla Akar, Babil Yay., 3. baskı, 2004. Etiket fiyatı 14 TL.

Resim Ekleme

TÜSTAV Yayınları
- Türkiye İştirakiyûn Teşkilâtı. Der.: Banu İşlet, Cemile Moralıoğlu Kesim. 2. baskı, 2018. Etiket fiyatı 20 TL.
- Türkiye Komünist Fırkası Birinci Kongresi. Der.: Emel Seyhan Atasoy, Meral Bayülgen. 2. baskı. Etiket fiyatı 21 TL.
- Ben İşçiyim.Zehra Kosova, 2. baskı, 2011. Etiket fiyatı 28 TL.

Resim Ekleme
-
-1960’lardan 1980’e Gençlik ve Mücadelesi.Engin Höke, Simge Yay., 1989. Baskısı yok, sahaflarda 5-14 TL. arası.

Resim Ekleme

- Bizum Cihan. Nuran Alptekin Kepenek, Ayrıntı Yay., 2. baskı, 2018. Etiket fiyatı 20 TL.

Resim Ekleme

- İlhan İlhan. Haz.: Muzaffer İlhan Erdost.Onur Yay., 1983. Baskısı yok, sahaflarda 3-75 TL arası.

Resim Ekleme


https://ilerihaber.org/yazar/bizim-kahramanlarimiz-103483.html



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.990
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 21.09.2019- 09:59


“Eski Tüfek” Sosyalistler kitabında Atilla Akar TKP’lileri şöyle değerlendiriyor: "Sosyalizme derin bir inanç ve bağlılık olduğunu gördüm… Bazıları ciddi fiziksel araz ve hastalıkları taşıyordu. Buna rağmen ‘sol memenin altındaki cevahiri’ koruyordu. Güçleri yettiğince ve dilleri döndüğünce çevrelerine inançlarını taşıyorlar."

Sadece TKP'liler için geçerli değil bu saptama. 12 Eylül öncesinde hemen hemen tüm fraksiyonların üye ve sempatizanları için benzer şeyler söylenebilir. Bildiğimiz kadarıyla sosyalizmi/komünizmi savunmamız ve o uğurda koşullara uygun bir siyasal mücadele içinde bulunmak ve bunları yaparken de gerçekten ikirciksiz bir samimiyet içinde olmak, kendi aramızda imrenilesi bir yoldaşlık ilişkisi kırup sürdürmek önemliydi ve dönemin devrimci gençliğinin temel önceliğiydi.

12 Eylül'ün birkaç gün önceki yıldönümünde sanırım Halk tv.'deydi, bir program izlemiştim. Ülkenin açık bir cezaevine dönüştüğü koşullarda her türlü baskı ve eziyet sürüp giderken, kapalı olanlarında da insanı insanlığından utandıran işkence yöntemi ayrıcalıksız ve acımasız uygulanıyordu. Konuşmacılardan biri bir anısını anlatmıştı. Bulundukları koğuştan birer birer alınıp ''sorgu' odasına götürülüyor, sonra bir külçeye dönüşmüş bir halde koğuşa bırakılıyordu. Anlatan kişi, Ahmet Karlangaç isimli bir devrimcinin çok ağır bir işkenceden geçirildiğini, koğuşa bırakıldıktan sonra durumunun daha da ağırlaştığını, durumun gardiyanlara bildirilerek revire/hastaneye götürülmesini istediklerini söylemişti. Ahmet Karlangaç'ı koğuştan alıp götürmüşler! Sonra bir başkası için sorgu sırası gelmiş. Soyadının Ekşi olduğunu hatırlıyorum. Anlatan devrimci, adının Ahmet ya da Mehmet olduğunu söylemiş olabilir. Bu yoldaşımız ise sorgu odasından sonra bir daha koğuşa getirilmemiş...

Programı izlerken Ahmet Karlangaç ismi çok da yabancı gelmemişti. Faşist cunta liderinin ''asmayalım da besleyelim mi'' dediği günlerdi sanırım, o günlerde gözaltına alınmıştı. Bugün sadece bir isim olarak hatırlıyorum. Yüzünü ise bir türlü gözlerimin önüne getiremiyordum. Emin olmak için o dönemdeki arkadaşlarıma sormuştum, ''evet, oydu'' diyorlardı. Programdaki devrimci yoldaşımızın anlattığı, anlatırken adını verdiği Ahmet Karlangaç oydu. Hatırladığım, o dönemde pek çoğumuz gibi sosyalizm ve mücadelesine içten bağlılığı ve bu konuda pek çoğumuzdan çok daha ileri olduğuydu. Biz ''halk'' derken, o ''halkımız'' derdi. Dikkat çekiciydi, teori veya pratikten söz ederken gerçekten de benimsenmiş ve içselleştirilmiş bir samimiyet ve içtenlik sözcüklerine de yansırdı. Güzel insandı; o dönemin hemen hemen tüm devrimcileri gibi gerçekten çok güzel insandı.

Halk tv.deki programda 12 Eylül işkencelerini anlatan yoldaşımız, sorgu sırasının kendine geldiğinde kapıdaki askıda sorguya gelecek devrimcilerin adlarını görmüş. Kendi adının da aralarında bulunduğu listede Ahmet Karlangaç ve ve soyadının Ekşi olduğunu hatırladığım bu iki devrimcinin isimlerinin karşısına ''kırmızı bir çarpı'' koyulduğunu da görmüş. İlk aklına gelenin de ''hastaneye kaldırıldıkları ve hastanede oldukları'' imiş.

Ahmet Karlangaç ve diğer devrimci yoldaşımız bir daha koğuşa hiç getirilmemiş. Öldüklerini, öldürüldüklerini sonradan öğrenmişler.

Karlangaç yoldaş gözaltına alınırken eşi hamileymiş. Miş'li zaman kipi kullanıyorum, çünkü bu söylentiler o sıralarda kulağımıza gelirdi sadece. Kapıdan çıkarken sanki bir daha hiç dönmeyeceğini anlamış gibi hamile eşine dönüp, ''adını Devrim koy'' dediği de anlatılıyordu.

Dönmedi.
Niceleri gibi...

Tamamı kahramandır onların.
Adlarını bilsek de, bilmesek te...

.




Bu ileti en son melnur tarafından 21.09.2019- 10:02 tarihinde, toplamda 3 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör “Birgün gelecek, zaman bizim olacak, bizim!” proleter 0 4856 02.06.2014- 20:58
Konu Klasör Büyük kahramanlara ihtiyacımız var mı? melnur 0 1346 06.07.2021- 11:20
Konu Klasör Bu halk bizim, bu vatan bizim. abbas 5 5501 17.10.2014- 23:09
Konu Klasör Emek örgütlerinden 1 Mayıs açıklaması: 'Emek bizim, gelecek bizim!' melnur 1 412 30.04.2023- 00:21
Konu Klasör Bizim Fidel melnur 0 3365 28.11.2016- 08:43
Etiketler   Bizim,   kahramanlarımız
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS