SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Kadın Düşmanlığı ve coğrafyamızın devrimci mücadele tarihi...           (gösterim sayısı: 2.124)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.006
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 15.12.2019- 07:43


''O an''dan da başlayabilirdi Ayşe Şule Süzük, hatta öncesinde, GEZİ'deki ''Kırmızılı Kadın''dan... Gericiliğin bu topraklardaki en somut halinin kadın düşmanlığıyla görünür hale geldiğinin altını bu şekilde de çizebilirdi. Ve belki gericiliğin başlangıcının da ta Osmanlının Lale devrine kadar uzandığıyla devam edebilirdi. Olsun, böylesini seçmiş. Önemli. Bir kez daha yineleyelim, Marksist olabilmek, ne sınıfsal mücadelenin önüne bir başka mücadeleyi koymaya çalışmak ve ne de internetteki birtakım yazılardan apartılmış alıntıları üstelik hiç de anlamadan, kavramadan altına üstüne - çoğu da yanlış- bir şeyler yazmak olarak anlayan kesimlere bir yararı olur mu bilemem. Ne var ki, sınıfsal mücadeleyi öncelikle bu coğrafyadaki ilerici ve ilerletici mücadelelerin ne ve nasıl olduğunu bilerek ve sahiplenerek temellendirmek ve belli bir tarihselliğin üzerine yerleştirmek olarak kavramak gerekli. Öyle olduğunda kırmızılı kadınlarımızın karşılaştığı baskıları da anlayabilmek ve bir bağlama yerleştirmek mümkün olacaktır.

O Ân   -   Ayşe Şule Süzük

Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzünü Batı’ya dönme sürecini Lale Devri’nden itibaren başlatmak mümkün. 1718-1730 yılları, Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın çabaları öne çıkar. Paris, Londra ve Viyana gibi Avrupa başkentlerine elçilik heyetleri yollanmış Avrupa’yı daha yakından tanımak için çaba içerisine girilmiştir. Bir “güç” olarak görülen Avrupa, giderek gücünü kaybeden Osmanlı İmparatorluğu için vaatler sunabilir, kapılar açabilir, gerileme ve çöküş aşamasında bir can simidi olabilir. O tarihten başlayarak Tanzimat, I. ve II. Meşrutiyetler, bu süreçteki dönemeçler, atılımlar, yazılan çizilenler, çıkarılan onca yayın; şiirler, romanlar, gazeteler bir yön bulma arayışından öte artık bu yönün üstyapı ilişkilerine nasıl ve ne biçimde uyarlanacağı sorunudur. Çok yönlü, çok katmanlı, çok kaotik bir süreçtir sözünü ettiğimiz bu aşağı yukarı iki yüz yıllık zaman dilimi…

Atlayarak, kuşbakışı bakıyoruz, dörtnala gidiyoruz.

Sözünü ettiğimiz modernitenin güzergâhıdır artık. Bu yol Aydınlanmadan geçer; daha gerisi Rönesans’la başlayan “Devr-i İntibah”tır. “Uyanışlar”ın gittiği nokta ise yön 18. yüzyıl Aydınlanmasıdır. İngiliz Sanayi Devrimi, Büyük Fransız Devrimi, kapitalizmin yerleşmesi ve sınıf savaşımları, Paris Komünü…

Akıl Çağı olarak da adlandırılan bu dönem ekonomik ilişkilerden siyasete, dinsel tahakkümle mücadeleden, kültür, sanat ve düşünsel hayattaki muazzam dönüşüm ve sıçramalara değin “tarihin hızlı aktığı” devasa bir çarkın durmadan döndüğü döndüğü, zihinlerdeki prangaların açıldığı yeni, ışıltılı ancak bin bir çelişkiyi içinde barındıran bir süreçtir aynı zamanda.

Dedim ya, dörtnala gidiyoruz, kuşbakışı bakıyoruz. Osmanlı’ya dönünce Osmanlı çare arıyor, büyük çöküşünü önlemek için; ancak Avrupa merkezlerinde yüz yıllara yayılan mayalanmayı ve sürecin evrimini de devrimini anlamaktan epey uzak; ancak “gelişme sonuçlarını” parçalı bir biçimde uyarlama noktasında bir o kadar hevesli. Rivayet o ki, Paris Komünü sürgündeki Jön Türkler için postanın gecikmesinden başka bir anlam taşımıyor.

Ancak tüm zaaflar, tüm eksiklikler, tüm gedikler cebimizde dursun fakat Osmanlı için de engellenemez zaman edeceğini ediyor. Taraf olmayan bertaraf olur noktasında taraf bellidir. Bu tarafın nasıllığı, ne içinliği bir yana kanunlar, haklar, özgürlükler, padişahların yetkilerinin sınırlanması gibi yeni yepyeni kavramlar toplumsal iklimin belirleyicileri oluyorlar. Örneğin “halk” kavramsallaştırmasına gelmek pıt diye olmuyor. Halk ile toplumbilim (ilm-i içtimai ya da içtimaiyat) II. Meşrutiyet’in kazanımı olduğu ifade ediliyor. “Kul”dan, “tebaa”ya sonra “ahali”ye oradan da “vatandaş”a ulaşmak çetin bir yol gerektiriyor.

Yollar yollar… Uzuyor, çatallanıyor, çetrefilleşiyor, ışıklanıyor, gölgeleniyor, kararıyor; türlü türlü haller geliyor yolda yürüyenlerin başına…

Ancak vatandaşın hakları vardır artık. Yurttaş haklanmıştır. 10 Aralık 1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi BM tarafından kabul ediliyor. Türkiye de hemen ertesinde Nisan 1949 itibariyle bu bildirgenin imzacılarından oluyor. Jean-Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ni anımsamamak mümkün değil. Sıçramalar, geri düşüşler, geçmiş bugün diyalektiği önümüze seriliyor.

Bizim bildirgedeki 1.madde şöyle: Bütün insanlar hür, haysiyet bakımından eşit doğarlar. 3. Madde ise yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır.

Burada duralım, dörtnala koşturmaktan yoruldum. Nefeslenmek istiyorum. Bugüne dönüyorum. Bir fotoğraf ve çağrışımlarında dinlenmek, derinleşmek istiyorum. Kuşbakışından detaya, detayın sunduğu çağrışıma geçiyorum. Ardımda devasa bir tarih var: Rasih Nuri İleri’nin deyişini hatırlıyorum, Orhan Kemal’le ilgili yaptığımız görüşmede. “Bazı anlar var, yıldızlar parlar; şimdi yıldızların söndüğü bir ândayız.”

Gülümseme

Resim Ekleme

Bu fotoğrafa bakıyorum. Fotoğraflar diyor John Berger, “Fotoğraflar, fotoğrafı çekilen olayın bir zamanlar içinde var olduğu zaman akışını yakalar. Bütün fotoğraflar geçmişe aittir, ancak onlarda geçmişten bir an öyle yakalanmıştır ki, bu an yaşanmış geçmişin tersine hiçbir zaman bugüne ulaşmaz. Her fotoğraf bize iki mesaj sunar: biri fotoğraf çekilen olayla ilgili, öteki süreksizlik şoku ile ilgili. Kaydedilen anla şimdiki fotoğrafa bakış ânı arasında bir uçurum vardır.”

Fotoğrafa tekrar bakıyorum. Aslında fotoğrafı gördüğüm ilk andan itibaren tekrar tekrar dönüyorum, bakıyorum ya da zihnimde canlandırıyorum. Karşıtlıkların bir fotoğrafı diyorum. Kırmızı ve mavi renklerin baskınlığı nedeniyle olsa gerek gözüm kırmızılı kadına saplanıp kalıyor. Bir ân; ışık çakımı. Kelepçeli kollarını havaya kaldırmış kameraya doğru bakıyor. Kollar, eller ve yüz. Yüzdeki gülümseme bizimle, izleyenle, fotoğrafı görenle bir gizli dil oluşturuyor adeta. Berger’in söylediğinin aksine, fotoğrafın hem 8 Aralık gününde hem de bugünde söylediği pek çok söz var. Tamamlanmamışlık ve yarım kalmışlıkla birlikte, sonrayı vadeden bir bakış bu.

Zamanın ve mekânın ağırlığından soyutlanmış, yüzdeki ifadenin ve gülümsemenin anlatacakları ne çok… Kendini dinlemeye çağırıyor sanki. Dinlemek, imgenin çağrıştırdıklarının peşinden gitmek istiyorum. Kadınların gözaltına alınış anı bu… Kırmızılı kadının önünde Kadın Meclisi’nden arkadaşlar var. Şilili feminist örgüt Las Tesis’in kadın cinayetleri ve cinsel saldırıları protesto etmek için dansla verdikleri yanıta ve çağrıya Türkiye’den eylemdi 8 Aralık.

Fotoğraf ve ân… Toplumsal belleğimizde yer edecek yeni bir kare daha. Üstelik daha öyle çok yazılası çağrışım var ki yerim dar. Ancak yazının çemberi şurada kapanıyor; kapanmak zorunda. Benim imgelemim içinde geçmişten bugüne bir yolculuğu tetikliyor. Osmanlı’nın Batılılaşma serüveni, kulluktan vatandaşlığa, kazanılan onca hak, biriktirilen onca deneyim, bu fotoğrafta hapsoluyor; hem bir vaadi var, evet; hem de bir sınır çiziyor. Sınırları zorluyor evet; ancak çiziyor da… Kadınlar yaşasın, diyor, kadın cinayetlerini durdurmaktan söz ediyor. Fotoğraf alt iletileriyle bir metin dokuyor. İçim acıyor. “Yaşamak, kişi emniyeti her ferdin hakkıdır.” diyor taa Aydınlanma’dan süzülüp gelen. Öte yandan meydan okuyan, gizli dili olan kız kardeşimle göz göze geliyorum. Gülümsemesinden tanıyorum, onurlanıyorum. Hasbıhal etmemiz gerek, konuşacak öyle çok şeyimiz var ki diyorum. Kazanımlarımızı korumak için gerilediğimiz noktanın yaşam hakkına sahip çıkmak olması canımı acıtıyor, öfkeleniyorum.

Devr-i intibah zamanı diyorum, hep demek istiyorum; sonra hep bu fotoğrafa bakmak istiyorum, dönüp dönüp bakıyorum, dönüp dönüp bakıyorum.

https://haber.sol.org.tr/yazarlar/ayse-sule-suzuk/o-276277




Bu ileti en son melnur tarafından 15.12.2019- 07:44 tarihinde, toplamda 2 kez değiştirilmiştir.
Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Sol düşmanlığı... melnur 2 3238 29.12.2019- 09:54
Konu Klasör Mülkiyet Düşmanlığı... melnur 3 2127 20.03.2024- 08:41
Konu Klasör ''Sol''un Perinçek düşmanlığının nedeni abbas 39 32864 31.10.2022- 11:42
Konu Klasör Sözde sol-sosyalist forumda cumhuriyet düşmanlığı... melnur 10 7328 29.10.2022- 08:38
Konu Klasör Ataol Behramoğlu: İsyanım yaşam düşmanlığına.. melnur 0 558 14.05.2022- 10:23
Etiketler   Kadın,   Düşmanlığı,   coğrafyamızın,   devrimci,   mücadele,   tarihi.
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS