SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde Gerici Ayaklanmalar...           (gösterim sayısı: 2.280)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 20.04.2020- 11:24


Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde Gerici Ayaklanmalar

Bugünün siyasetine geldiğimizde, geçmişlerinde mandacılık bulunanların, “yerli ve milli” edebiyatına sarılmalarının hiçbir gerçekliği bulunmadığını söylemeliyiz. Gerici ideolojinin ne geçmişinde ne de bugününde “yerli ve milli” aranmamalıdır.

Resim Ekleme
Gökmen Kılıç

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun hangi zemin üzerinde yükseldiğini sormak bugünkü siyaseti de belirleyen önemli bir soru. Konumuzla bağlantılı ikinci soru ise, cumhuriyetin kime ve neye rağmen kurulduğu olmalıdır. Son zamanlarda cumhuriyetin temellerinin gerçekdışı tarih tezleri ile iğdiş edilmesinin nedenlerini iyi anlamak, siyaseti ve onu belirleyen düşünce dünyasını etkilemesi bakımından önem arz ediyor.

Özellikle AKP döneminde sıkça karşılaştığımız, hiçbir gerçekliğe dayanmayan tarih okumasının, mevcut politik iktidara meşruiyet zemini oluşturmanın dışında bir gerçekliği bulunmuyor. Burada yalnızca tarihi nasıl okuduğumuz ve yorumladığımız gibi sübjektif bir değerlendirmeden değil, ciddi bir çarpıtmanın varlığından da söz etmiş oluyoruz.

Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin Padişah hazretleri lütfuyla başlatıldığı ya da İngilizlerin hilafet makamını ortadan kaldırmak için Mustafa Kemal’e yol verdiği gibi tarih tezlerinin hiçbir bilimsel temeli bulunmuyor. Araştırıldığında belgelerle tek tek ortaya çıkabilecek birçok başlık, gerici iktidarlar tarafından çok fazla tekrar edilerek gerçeklikten koparılmaya çalışılıyor. Bu yöntemin dönemsel ihtiyaçları karşılaması olası olsa da, gerçekliğin değişmediğini hepimiz biliyoruz.

Ulusal Kurtuluş Mücadelesi süresince değişime ayak direyen, saltanatın ve dolayısıyla egemen emperyalist devletlerin çıkarlarını korumaya dönük birçok hamle yapıldı. Bunların bir kısmını fiilen gerçekleştirilen gerici ayaklanmalar oluşturuyor. Bunlara geçmeden önce, ayaklanmalara zemin oluşturan siyasi tabloya bakmamız gerekiyor.

İki eğilim ve iki meclis

Osmanlı Devleti Birinci Paylaşım Savaşı’nda ağır bir yenilgi aldı ve 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile birlikte yenilgiyi kabul etti. İmzalanan metin her ne kadar mütareke (ateşkes) olarak geçse de Osmanlı tek taraflı olarak teslim oldu ve orduları birer birer dağıtıldı.

Mustafa Kemal, Nutuk’un hemen girişinde ülkenin vaziyetini şöyle açıklar: “Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu topluluk, Genel Savaşta yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes antlaşması (mütarekename) imzalanmış. Büyük Savaşın uzun yılları boyunca, ulus, yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve ülkeyi Genel Savaşa sürükleyenler, kendi yaşamlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş, onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.”[1]

Görüleceği üzere Mustafa Kemal, Nutuk’un henüz ilk satırlarında, işgal kuvvetleri kadar Osmanlı’nın son kalıntılarına da büyük bir öfke duymaktadır.

Mütarekenin şok edici etkisiyle birlikte ulusal gururun yere düştüğü bir dönem açılmış oldu: Osmanlı’nın başkenti İstanbul başta olmak üzere, İngiliz, Fransız, İtalyan ve ardından vekâleten Yunan ordusu Anadolu’yu işgale girişti. Bu işgalin, ağır mütareke maddelerinin çerçevesini dahi aşan biçimde, keyfi olarak uygulandığını her aşamada görmemiz mümkün. Yüzlerce yıllık Osmanlı devlet aygıtı ve yoksul Anadolu insanı, emperyalizmin müdahalesiyle, basiretsiz Damat Ferit hükümetine ve Padişah Vahdettin’in insafına terk edildi.

Osmanlı’nın yenilgisinin ardından devlet kadroları arasında iki eğilim belirdiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki; saltanatın çıkarlarını halkın çıkarlarının önünde gören, Padişah Vahdettin’e ve hilafet makamına sadık kalarak, mütareke koşullarını kabul eden kesimdir. Bu gerici anlayışa göre egemen devletlerin himayesinde yaşamak mümkündür. İtilaf Devletleri’ni “kızdırmak” ve daha fazla kan dökülmesine neden olmak ise lüzumsuzdur.

Buna bağlı olarak, İtilaf Devletleri ile masaya oturan padişah, gerekli tüm şartları kabul ederek Sevr Antlaşması’na giden yolu açtı. Kendi makamına dokunulmaması şartı ile halka yapılan tüm baskı ve şartları kabul ederek, “nizamın” koruyacağına dair galip devletlere taahhütte bulundu.

İkinci eğilim ise; ağır yenilgi şartlarını kabul etmeyen, Anadolu’nun işgaline seyirci kalınamayacağını söyleyenlerden oluşmaktadır. Bu eğilimin homojen olarak en başından, bağımsız bir cumhuriyet düşüncesi ile yola çıkmadığını not etmeliyiz. Ancak sürecin nihai olarak bir yere bağlanması, yeni bir meclisin kurulması zorunluluğu doğduğunda, tarihin çarkları “yeniyi” çağırmıştır.

Burada görmemiz gereken, Osmanlı kadroları arasındaki iki eğilimin ayrışarak ikili bir iktidarın oluştuğudur. İstanbul Meclisi ve Ankara Meclisi, ikili iktidarın fiilen oluştuğu yerler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ulusal mücadelenin başlamasından sonra ortaya çıkan gerici kalkışmalar, esasında iki güç arasındaki iktidar mücadelesinin birer sonucu olarak görülmelidir. Gerici tarih tezlerine göre halk, kendiliğinden bir tepki ile cumhuriyetin kurulmasına karşı durmuş ve hilafeti, saltanatı kurtarmak istemiştir.

Oysa durum hiç de öyle değildir; Osmanlı ahalisinin kimi gerici odakları olmakla birlikte ekseriyeti için durum bunun tam tersidir. Haklın önemli bir kısmı mütareke koşullarına karşı direnmeyi istemekte ve kendi iktidarları için işgaline göz yumanlara öfke duymaktadır.

Ankara Hükümeti daha kurulmadan örgütlenen milis kuvvetleri bunun için iyi birer örnektir. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve Kuvay-i Milliye’nin Anadolu’da önemli bir taban bulması bu açıdan tesadüf sayılmamalıdır.

Diğer yandan gerici ayaklanmaların önemli bir bölümü ise kendiliğinden değil, saltanat düşkünlerinin ve egemen devletlerin müdahalesiyle ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, “yeni” olana gösterilen örgütlü direnç iddia edildiğin gibi doğal değil, tam tersine sentetiktir.

Bugünün siyasetine geldiğimizde, geçmişlerinde mandacılık bulunanların, “yerli ve milli” edebiyatına sarılmalarının hiçbir gerçekliği bulunmadığını söylemeliyiz. Gerici ideolojinin ne geçmişinde ne de bugününde “yerli ve milli” aranmamalıdır.

Saltanat kontrolü kaybederken

Mütarekenin hemen ardından işgal edilen İstanbul’daki Damat Ferit hükümeti, tam anlamıyla bir kukla hükümet olarak kuruldu. Kurulan hükümet, temel olarak mütarekenin sorunsuz bir şekilde sürdürülmesini ve saltanatın korunmasını temel alıyordu. İstanbul Hükümeti, galip devletlerin “kızdırılmaması” adına onların işini kolaylaştıracak hamlelerin yapılması için çalışıyordu. Anadolu’da işgale karşı oluşan direnç ise Damat Ferit ve padişahın “çözmesi gereken” sorunlarının başında geliyordu.

İlk aşamada işgal kuvvetlerinin işini zorlaştıran kimi yerel çetelere karşı müdahalede bulunuldu. Kimi yerlerde ise işgal kuvvetleriyle halk arasından çatışmalar yaşandı. Mustafa Kemal’in 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gönderilme gerekçesi de benzer bir şekilde yaşanan çatışmaların İngilizler tarafından durulması isteğiydi.

Diğer taraftan, oluşmaya başlayan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, İstanbul Hükümeti’nin işgalcilere karşı yükümlülüklerini yerine getirmekteki en önemli engeli duruma geldi. Anadolu’daki Kuva-yi Milliye hareketi saltanatın işgalciler karşısında zor duruma düşmesine neden oluyordu. Hareket yayınlaştıkça Saltanat kontrolü kaybetmeye başlamıştı.

Kuva-yi Milliye’ye karşı Hilafet Ordusu kuruluyor

Damat Ferit’in başında olduğu İstanbul Hükümeti, bir yol kazası yaşamadan kontörlü yeniden sağlamak için Kuva-yi Milliye güçlerine karşı harekete geçti.

Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki saltanat düşkünü ve bağnaz gruplar toparlanarak bir Hilafet Ordusu (Kuvâ-yi İnzibâtiyye) kuruldu. Kurulan Hilafet Ordusu’nun maaşlarını İngiltere ödüyor, talimatlar ise İstanbul Hükümeti ve padişah emriyle veriliyordu.

Gerici ayaklanmaların zamanlaması da Anadolu mücadelesinin seyri ile tutarlılık seyrederek yaygınlaştı. Ayaklanmalardaki ortak söylem, Kuva-yi Milliye’nin başıbozuk eşkıyalar olduğu ve işgal kuvvetlerine karşı durmanın saltanata ve padişaha karşı durmak olduğu yönündeydi. Gerici ideoloji yerel huzursuzlukları tek tek örgütlü hale getirerek işgal kuvvetlerinin elinin rahatlatılmasını istiyordu.

Ayaklanmalar, özellikle işgal kuvvetlerinin belirledikleri tampon bölgelerin güvenliğini sağlamak için belirli bölgelerde yaygınlaştı. Buradaki amaç Kuva-yi Milliye’nin, dolayısıyla Ankara Hükümeti’nin etkisini azaltılmaktı.

Ayaklanmalar başlıyor

Ulusal Kurtuluş Mücadelesi döneminde 60 civarından irili ufaklı ayaklanma yaşandı. Ancak bunların en önemlileri Marmara Bölgesi’nde Sakarya, Bolu, Gerede, Düzce, Hendek; Ankara’nın batısında Nallıhan, Beypazarı; Yozgat ve Konya ayaklanmalarıdır.

Kısaca bu ayaklanmaların nasıl ortaya çıktığına ve İstanbul ile kurdukları ilişkiye değinmeye çalışalım.

Düzce, Gerede, Hendek ve Adapazarı çevresi gerek İstanbul Hükümeti, gerekse İtilaf Devletleri açısından oldukça stratejik öneme sahip yerlerdir. İngiltere, Boğazların doğusunda iki tampon bölge kurmayı düşünerek, Çanakkale Boğazı’nı doğuya karşı koruyan Biga, Gönen ve çevresi ile Karadeniz Boğazı’nı doğuya karşı koruyacak olan Düzce ve Hendek çevresini kontrol altında tutmak istiyordu. Bu güvenlik çemberine ilave olarak İstanbul-Eskişehir demiryolu hattını da ekleyebiliriz.

Marmara ayaklanmaları olarak tanımlayabileceğimiz bu ayaklanmalar Kuva-yi Milliye’ye karşı gerici Hürriyet ve İthilaf Fıkrası’na bağlı yöneticiler, eski askerler ve yerel paramiliter güçlere dayanıyordu.

Biga’da başlayan ve kısa sürede geniş bir bölgeye yayılan Anzavur ayaklanmalarıyla eşzamanlı meydana gelen Düzce ve Gerede ayaklanmaları Ankara Hükümeti’ni uzun süre meşgul etmiş, hatta kimi zaman tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Öyle ki, ayaklanmaların Sakarya kolu Nallıhan ve Beypazarı’na kadar geniş bir bölgeyi etkisi altına alabildi.

Mustafa Kemal o dönem için, “Ayaklanma dalgaları, Ankara’da karargâhımızın duvarlarına dek çarptı.”[2] derken haksız sayılmazdı.

Marmara ayaklanmalarının İstanbul’un ihtiyaçlarının bir ürünü olduğunu su götürmez bir gerçek. Ayaklanmanın mimarlarından Anzavur Ahmet’in bir İngiliz gemisi ile İstanbul’a getirilmesi ve padişah tarafından mirimiran (sivil paşa) ilan edilmesi boşuna değildi.

Ayaklanmaların bir diğer boyutu ise zamanlamasıydı. Sivas Kongresi’nin (4-11 Eylül 1919) hemen ertesinden başlayan ayaklanmalar Kongre’ye bir cevap niteliği taşıyordu.

Şevket Süreyya Aydemir, “Daha Sivas Kongresi günlerinden başlayarak, ilk belirtilerini veren Marmara Bölgesi’nde başlayan Anzavur isyanları, o güne kadar görülenden başka bir karakter taşıyordu. Bunlar İstanbul’da sarayın ve Ferit Paşa hükümetinin, yabancılarla da iş birliği yaparak Anadolu milli hareketine karşı, manevi ve maddi bütün gücünü seferber etmek suretiyle giriştiği son ölüm kalım mücadelesiydi.”[3] diyerek, ayaklanmaların giderek gelişen ulusal kurtuluş mücadelesine karşı yapıldığını belirtmektedir.

Ankara çevresindeki diğer ayaklanmalar da Büyük Millet Meclisi’nin ilanıyla eşzamanlı gelişti. Özellikle Hürriyet ve ihtilaf Fırkası’na mensup idarecilerin bir kısmı Ankara Hükümeti’ni tanımayarak harekete geçtiler. Yozgat’taki Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin başkanı olan Çapanoğlu Edip ve kardeşi Celal, Yozgat’taki ayaklanmanın planlayıcıları arasında yer aldılar. Ayaklanma Kaman’dan başlayarak, Yozgat Boğazlıyan ve Tokat Zile’ye kadar yayıldı.

Konya (Delibaş) ayaklanması da aynı dönemde, Mayıs ayında ortaya çıktı. Delibaş Mehmet tarafından doğrudan Ankara Hükümetine karşı başlatılan ayaklanma Ankara ve Eskişehir’e yakınlığı nedeniyle önemliydi. Delibaş Mehmet yenilginin ardından Mersin’deki Fransız işgal kuvvetlerine sığındı ve bir süre sonra Yunan ordusunda katıldı.

Gericilerin ve işbirlikçilerin “yabancı” sevgisi

Türkiye’de gerici ideolojinin tarihi aynı zamanda işbirlikçiliğin tarihidir. Savaş yıllarında ve kuruluş dönemi içinde bu çok daha belirgin hale gelmiştir.

İngilizler Muhipler Cemiyeti başkanı olan Sait Molla gibi mandacılar, aynı zamanda Adapazarı ve Karacabey ayaklanmalarını örgütleyenlerdir. Sait Mola’nın İngilizlerden aldığı paralar, ele geçirilen mektuplarla birer birer ortaya çıkmıştır.

Teâlî-i İslâm Cemiyeti gibi gerici dernekler, İngiliz işgalcilerin uzun süre sözcülüğünü yürütmüşlerdir.   Damat Ferit Paşa hükümetinin Şeyhülislam’ı Dürrizade Abdullah bu derneğin üyesidir. Kuva-yi Milliye’ciler için çıkardığı ölüm fetvalarına buradan bakılmalıdır. Dürrizade Ahbullah’ın kaçıp sığındığı yer yine bir İngiliz destekçisi olan Şerif Hüseyin olmuştur.

İskilipli Atıf da yine aynı derneğin başkanlığını yürütmüştür. İskilipli’nin bildirilerinde, “İngiltere ve Fransa gibi muazzam ve muntazam devletlere meydan okunmaması” gerektiği uzun uzun anlatılmaktadır.

Diğer yandan Osmanlı’nın varlıklı kesimleri için de işgal bir sorun olarak görülmez. Osmanlı sosyetesi işgal kuvvetlerini yemek ve balolarla karşılar.

Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin bir sonucu olarak kurulan TBMM, yalnızca askeri bir başarı olarak değil, siyasi ve düşünsel anlamda bir mücadelenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

[1] Nutuk, Kültür ve Turizm Bakanlığı, e-kitap: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-81466/turk-yurdunun-genel-durumu.html

[2] Nutuk, Kültür ve Turizm Bakanlığı, e-kitap: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-81792/ic-ayaklanmalar.html

[3] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Cilt 2, Remzi Kitabevi 36. Basım. Sayfa 285

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-ulusal-kurtulus-mucadelesinde-gerici-ayaklanmalar-349241/



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 20.04.2020- 11:27


Anadolu'nun emperyalistler tarafından işgali


İngiliz emperyalizmi tarafından desteklenen Yunan ordusunun Anadolu’daki “Küçük Asya Seferi”, günümüzde de Ortadoğu coğrafyasındaki emperyalist müdahaleler için sıkça kullanılan “vekalet savaşı” tabirinin somut bir örneğiydi.

Resim Ekleme
Demir Silahtar

Yoksul halk yığınlarına hayal mahsulü bir tarih anlayışını zerk etmek için üretilen TRT dizilerinde anlatılan “Kudretli İslam Halifesi Sultan Abdülhamid Han” masallarının aksine, Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’ndan çok önce, tam da II. Abdülhamid’in saltanatı zamanında iflas bayrağını çekmiş, emperyalist devletlerin yarı sömürgesi haline gelmişti.

Demiryolları, deniz ulaşımı, ulaşım araçları, kredi ve banka kuruluşları, sanayi, belediye ve ticaret işletmeleri yabancı sermayenin elinde olan, ülkesindeki yabancı pasaport sahiplerini kendi mahkemelerinde yargılama yetkisi bulunmayan, kâğıt para basma tekelini Fransız-İngiliz sermayesiyle kurulmuş ve adından başka hiçbir şeyiyle Osmanlı olmayan bir bankaya teslim etmiş, ordusunu talimsiz-teçhizatsız bırakmış, donanmasını Haliç’te çürümeye terk etmiş, kendi vergisini kendisi toplamaktan memuruna maaş ödemekten aciz bir “devlet”. Otuz üç senelik istibdat rejimine son veren 1908 Devrimi’nden bir yıl sonra tahttan indirildiğinde, İslamcıların sözde Ulu Hakan’ı Abdülhamid’in arkasında bıraktığı enkaz ve memalik-i Osmaniye’nin hali işte böyleydi.

Devrim’den sonra Avusturya’nın Bosna Hersek’i ilhakı, Trablusgarp Savaşı, Balkan Harbi, Arnavutluk’un ayrılması gibi arka arkaya gelen dramatik olaylarla dolu inişli çıkışlı bir siyasi sürecin ardından nihayet iktidarı tümüyle kendi ellerine alma iradesi gösteren İttihatçılar gerek objektif koşullardan gerekse kendi siyasi tecrübesizliklerinden ve ideolojik donanımsızlıklarından ileri gelen türlü sebeplerle bu enkazdan modern bir burjuva devlet çıkarma çabasında başarılı olamadılar.

İdeolojik açıdan son derece eklektik görüşlere sahip olan, Osmanlı Devleti’nin siyasi bütünlüğünü her nasıl olursa korumak, bunun için de gerekirse şeytanla bile işbirliği yapmak pragmatizmi dışında hemen hiçbir konuda tutarlı duruşları olmayan İttihatçılar, iktidarın nimetlerinden nemalanmak için saflarına yeni katılan yerel toprak sahiplerinin ve eşrafın etkisiyle sınıfsal açıdan giderek daha heterojen hale gelirken, ülkenin ekonomik ve siyasal yaşamında bu kez Alman emperyalizminin büyük bir etkinlik kazanmasına zemin hazırladılar. Türk ordusunun Alman örneğine göre yeniden örgütlenerek Alman subaylarının denetimine girmesi, diğer emperyalist devletlerin de ittifak tekliflerine yüz vermemesi, en sonunda Enver Paşa hizbinin bir oldu bitti ile Osmanlı Devleti’ni Alman emperyalizminin safında Dünya Savaşı’na sokması sonucunu doğurdu. V. İ. Lenin, 1916 yılında Kautsky ile polemiğinde “Almanya’nın şimdi Türkiye’yi hem mali hem askeri bakımdan uydulaştırmış olduğu” gerçeğine dikkat çekiyordu.

Savaşın başında Çanakkale ve Kut-ül Amare’de elde edilen başarılara rağmen 1917 yılına gelindiğinde Kafkas cephesinde Çarlık ordusu, Arabistan Yarımadası’nda da İngilizler karşısında hezimete uğramış durumdaki Osmanlı Devleti’nin paylaşılması konusunda emperyalistler arasındaki görüşmeler çoktan sonuçlanmıştı. Sykes-Picot antlaşmasıyla genel hatları çizilen bu paylaşım, 1917 Büyük Ekim Devrimi ile Çarlık Rusyası’nın yıkılması sonucunda diğer emperyalistler tarafından tadil edilmiş haliyle Sevr antlaşmasının özünü oluşturmaktaydı. Emperyalistlerin 1918-1919 yıllarında Sovyetler Birliği’ne karşı güneyden bir saldırıya girişme tasarıları da Anadolu’nun paylaşılmasının önemini bir kat daha arttırıyordu.

Başta petrol ve pamuk olmak üzere Yakındoğu ve Ortadoğu ülkelerinin hammadde kaynaklarının yağmalanması İngiliz emperyalizminin çıkarları için büyük önem taşıyordu. İngiliz emperyalizmi; Irak, Filistin, Ürdün ve Arabistan Yarımadası’nda egemenlik kurmak, Mısır’daki durumunu pekiştirmek, Hindistan’da imparatorluk ulaşım yollarının güvencesini sağlamak, İran ve Afganistan’daki konumunu sağlamlaştırmak, Boğazlar’a hâkim olmak ve Türkiye’nin tümü üzerinde nüfuz alanlarını genişletmek istiyordu.

Savaş sonunda Filistin, Ürdün, Suriye ve (Musul hariç) Irak’ın tümünü ele geçiren İngiltere’nin daha önce imzalanan gizli antlaşmalara uymama eğilimi emperyalistler arasındaki çelişkileri keskinleştirdi ve Anadolu’nun paylaşılması konusunda uzlaşmazlıklar doğurdu. Fakat Ekim Devrimi’nin ardından Bolşeviklerin önderliğinde kurulan işçi devletine karşı duydukları nefret, Avrupa emperyalistlerinin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Anadolu’nun paylaşılması konusundaki anlaşmazlıklarını ikinci plana iterek kenetlenmelerini gerektirdi. Bu çerçevede hazırlanan Mondros Ateşkes antlaşması, bir yandan Türkiye’nin İtilaf Devletleri’nce yağmalanması, diğer yandan güneyden ve Kafkasya’dan Sovyet Rusya’ya silahlı müdahale için uygun bir zemin oluşturma hedeflerinin açık bir göstergesiydi.

13 Kasım 1918’de, İtilaf Devletleri İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve bir süre sonra Amerikan savaş gemileri Dolmabahçe Sarayı önünde demirlediler. İstanbul’a askeri birliklerini çıkaran İngiliz hükumeti, belli bir zamana kadar işgal durumunu resmen açıklamaktan kaçındı. Kentte bulunan İngiliz birlikleri, işgalin resmen ilan edildiği 16 Mart 1920’ye kadar Türkiye’yi emperyalistlerin çıkarlarına boyun eğdirmek için bir baskı aracı işlevini gördü. İşbirlikçi saray ve yönetici sınıflar, İngiliz emperyalizminin Türkiye’yi boyunduruk altına alması için gereken tüm desteği zaten   veriyorlardı.

1919 yılında İngiliz kuklası Yunan hükümetinin İzmir’e asker çıkarmasının ardından emperyalistlerin Türkiye için öngördükleri gelecek daha da belirgin hale gelmeye başlamıştı.   İtilaf devletleri tarafından hazırlanan barış antlaşması tasarısı, Filistin ve Mezopotamya’da İngiliz, Suriye ve Kilikya’da Fransız mandası kurulmasını; Güneybatı Anadolu’nun İtalyan etki alanına bırakılmasını, İzmir ili ve Doğu Trakya’nın Yunanistan’a verilmesini, Güneydoğu Anadolu’da İngiltere’nin koruyuculuğu altında özerk bir Kürt yönetimi kurulmasını, Anadolu’nun doğusunda bulunan yedi ilin ABD mandası altındaki Taşnak Ermenistanı’na verilmesini, Boğazlarda uluslararası bölge oluşturulmasını, Orta Anadolu’da padişahlık yönetiminde küçük bir Türk   devletinin İtilaf Devletleri’nin denetimi altında tutulmasını içeriyordu.

1919 yılında İngiltere’nin 30.000’i İstanbul’da, 3.000’i Çanakkale Boğazı’nda, 5.500’ü Bağdat Demiryolu’nda ve 3.000’i Musul ilinde olmak üzere, Türkiye’de 41.500 asker ve subayı vardı. İtalyanların 17.500 kişilik askeri birlikleri, İstanbul, Antalya, Isparta, Muğla, Söke, Megri, Finike, Akşehir, Afyonkarahisar ve Konya’ya yerleşmişti. İstanbul’da 4.000 kadar İtalyan bulunmaktaydı. Fransızların sayıları 49.000 asker ve subaya ulaşan Türkiye’deki askeri birliklerinin 24.000’i Çatalca ve İstanbul’da, 4.000’i Çanakkale Boğazı’nda, 1.000’i Rumeli Demiryolu hattında, 20.000’i Kilikya’da (Adana, Tarsus, Mersin) bulunmaktaydı. Bundan başka, Türk kara sularında, İngiltere, Fransa, ABD, İtalya ve Yunanistan’ın çok sayıda deniz piyade birliklerine sahip savaş filoları bulunmaktaydı. İzmir ve Aydın iline dört Yunan tümeni yerleştirilmişti.

İngiliz emperyalizmi tarafından desteklenen Yunan ordusunun Anadolu’daki “Küçük Asya Seferi”, günümüzde de Ortadoğu coğrafyasındaki emperyalist müdahaleler için sıkça kullanılan “vekalet savaşı” tabirinin somut bir örneğiydi.

Emperyalizmin Türkiye’ye dayattığı “barış” buydu, sosyalist Hasan Tahsin’in namlusundan çıkan ilk kurşun da Anadolu halkının buna cevabı oldu.

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-anadolunun-emperyalistler-tarafindan-isgali-349188/



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 20.04.2020- 11:31


Kurtuluş Savaşı ve Bolşevikler: Lenin Atatürk için ne demişti?


“Mustafa Kemal Paşa, tabii ki sosyalist değildir,” diyordu Lenin, “ama görülüyor ki, iyi bir örgütçü, yetenekli bir komutan, burjuva-ulusal devrimini yürütüyor, ilerici bir insan, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor, o, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum”

Resim Ekleme
Neşe Deniz Babacan

1917 Ekim Devrimi ile birlikte insanlık tarihinde açılan sayfa, tarihin düz doğrusal bir şekilde aktığı düşüncesinin güçlü bir şekilde tuzla buz olduğu bir pratiğe denk düşmektedir. Teorik olarak Marksizmin esaslarında var olan bu yaklaşım elbette daha öncesinde Fransız Devrimi ya da başka örnekler ile birlikte insanlığın düşünce ve eyleminde yerini almıştı.

Ancak sosyalist devrim ve işçi sınıfının iktidarı, insanlığın tarihsel gelişim basamaklarında çok yüksek bir sıçramanın somutlanmasıdır.

Şöyle de ifade edilebilir: Birazcık aydınlanmadan, biraz mekanik materyalizmden, biraz sosyoloji ya da pozitivizmden nasibi almış bir düşünür açısından 1900’lü yılların başlangıcında imparatorlukların, feodalitenin ya da sömürge ülkelerin önlerinde mutlak olarak yaşamaları gereken evre parçalanma ve emperyalist aşamada alınacak yeni roller ile sınırlı sayılabilirdi. Bunun doğal sonucu olarak yani öncelikle kapitalizmin ilkel evreleri, devamında emperyalist sistem içerisindeki rollerin alınması ve eğer olursa üretici güçlerin maksimum gelişme seviyesine ulaşması ile birlikte belki sosyalizme geçilebileceğine dair olan yaklaşım Ekim Devrimi ile birlikte yanlışlanmıştır.

Daha doğrusu sınıflar mücadelesine dair olan kısım bu şekildedir. Aynı zamanda aşırı nesnelci olan bu yorumun her açıdan Marksist-Leninist bütünlük tarafından darbe alması, bugün bile kapitalizmin ideologları ve pratisyenleri açısından bir kuyruk acısı olsa gerek. Ancak şunu da unutmayalım, burjuvazi her zaman kendi iktidarını da bir devrim aracılığıyla kazandığını unutturarak bugünlere geldi.

Pratik olarak burjuva devrimlerinin mantıki sonucuna ulaştırılmaya çalışıldığı örnekler Ekim Devrimi’nin öncesinde ve sonrasında elbette yaşanmıştır. Ancak bu yazıdaki amacımız kapitalizmin yaratmaya çalıştığı rasyonaliteyi çözümlemek ve tek başına onu eleştiriye tutmak değil.

Buradan hareketle Ekim Devrimi’nin dünyaya ama bizim ülkemiz özelinde Kurtuluş Savaşı ve Türkiye burjuva devrimine olan etkisini ve karşılıklı ilişkiyi ele almak isabet olacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti, Ekim Devrimi’nin dünyaya açtığı pencereden geçerek kuruldu

Ara başlıkta yazılanı, “Ekim Devrimi olmasaydı Türkiye Cumhuriyeti olmazdı” gibi kışkırtıcı ya da spekülatif sayılabilecek bir önermeyle uca çekmek de mümkün. Ancak bir kalkış noktası belirlemek açısından öncelikle bunun not edilmesi gerekiyor.

Yazının girişinde kapitalist modernitenin toplumlar ya da emekçi sınıflar için ortaya koyduğu şeyin yazgısal bir karakterde ve düz bir tarih algısı üzerine olduğundan ama bunun reddedilmesi gerektiğinden bahsetmiştik. Bu yaklaşımın, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan bakiye için de geçerli olduğunu ve bir noktadan sonra Anadolu’da yaşanan emperyalist işgalin, imparatorluğun tasallutu altında inim inim inleyen, dünya savaşında beli bükülen, iktisadi ve toplumsal olarak geri kalmış pozisyondaki yoksul köylü ve emekçi halk açısından bir gelecek olarak gösterildiğini biliyoruz. İşgali kabullen(e)meyen ama burjuva anlamda bile devrimci bir çizgiden kaçanların ise varabildiği azami noktanın mandacılık ile sınırlı olduğu bir konjonktürden bahsettiğimiz ise Türkiye siyasi tarihini biraz okumuş olanlar için bile açık olsa gerektir.

Dolayısıyla Ekim Devrimi ile birlikte başta Rusya olmak üzere dünya üzerinde farklı coğrafyalarda emekçi halkların kaderlerini ellerine almalarının özünde insanlığın tarihsel gelişimi açısından sosyalist devrim ve işçi sınıfı iktidarı çıtasının yukarıya takılması olduğu açıktır. Bunun olmadığı noktada gerek hedef anlamında gerek ittifaklar politikası anlamında gerek emperyalizme karşı mücadele anlamında eksiklerin olacağı ve burjuvazinin bundan sonuna kadar istifade edeceği dikkate alınması gereken bir gerçektir. O açıdan Ekim Devrimi sonrasında sosyalist devrimin yaşanmadığı ancak bağımsızlıkçılık, ulusal kurtuluşçuluk   vb… başlıklarla şekillenen mücadeleler üzerine oturan bir dizi burjuva devrimi 21. Yüzyılda emperyalist ülkeler ile sosyalizm arasındaki mücadelede de bir noktaya yerleşmiştir.

Bu açılardan bakıldığında tarih tam da öyle kapitalistlerin istediği şekilde düz, doğrusal bir şekilde akmamıştır. Ancak dünya sermayesi anti-komünizmden ve bunun siyasetinden de asla vazgeçmemiştir.

Sovyet iktidarı tarafından Anadolu coğrafyasında yaşananlar emperyalist işgale karşı mücadele penceresinden bakılarak değerlendirilmiştir.   Bu pencereden bakan Kemalist önderlik de, Sovyet sosyalizmi ile ittifak politikası sayesinde ulusal kurtuluşçuluk ve geç tipte bir burjuva devriminin yolunu döşemeye çalışmıştır. Buradaki ilişkinin karşılıklı olduğunu, Mustafa Kemal ve arkadaşları açısından ittifaklar politikasına konjonktürel ve pragmatik yaklaşıldığını; Lenin ve Bolşevikler açısından ise emperyalizmin yayılmacılığına dur demek gibi daha tarihsel ve sosyalizmin çıkarları bağlamında bir yanı olduğunun altını çizmek gerekir. Komünistler açısından ikincisinin neden, ilkinin ise bir sonuç olduğunu görmek basit bir pragmatizm değil, komünist bilincin bir ürünü olarak görülmelidir.

Karar anları

Elbette iki tarafın da kaderi birbirine kopmaz bir şekilde bağlı değildi. Bu noktada bazı değerlendirmeleri ve karar anlarını şöyle ifade edebiliriz.

– Ekim Devrimi sonrasında Bolşevik iktidarın daha önce Rus Çarlığı’nın diğer emperyalist ülkelerle ortak olduğu Osmanlı’yı paylaşma planlarını açıklaması, gerek doğu halklarında gerekse Anadolu coğrafyasında Bolşevizme sempati ve güven duyulmasının önünü açmıştır.

– Birinci Dünya Savaşında yaşanan yenilgi ve iktidarın sahiplerinin yurt dışına kaçışı ya da emperyalizme direnmemesi ile birlikte gerek devlet katında gerekse toplumsal alanda örgütlenmeyi ele almaya başlayan Kemalist önderliğin asker kökenli olması, savaş deneyimlerinin bulunması ve başta ordu temelli bir örgütlenmeye girişmeleri önem taşımaktadır. Ama bu ekibin aynı zamanda siyasi mekanizmaları ve ittifaklar politikalarını usta bir şekilde kullanmaları ilginçtir. (Sadece Ortadoğu’nun tarihine ya da Türkiye benzeri ülkelerin tarihine baktığınızda salt askeri ya da siyasi yöntemlerle çizilmeye çalışılan rotaları görürsünüz. Siyasi bir proje olarak mandacılığı önermek ya da iktidarı almak adına yapılan seri darbeler sonucunda yine de kurtuluşun sağlanamadığı örnekler bunun iki farklı ucunu göstermektedir.)

– Anadolu’nun işgali sonrasında emperyalistler arasındaki paylaşım ilişkisi bir uyum içerisinde olmaktan ziyade çeşitli çelişkiler ve rekabet ilişkisi üzerinden devam etmiştir. Kurtuluş Savaşı bu çatlaklara da yerleşerek kendine yer açmış ve mücadele zeminlerini yakalamıştır. Bu noktada özellikle İngiltere’nin hem Ortadoğu’yu hem de Hindistan dahil olmak Asya’nın belli bölgelerini kapsayan stratejisi bu çelişkilerin yoğunlaşmasını ve son tahlilde Anadolu’da başarısızlığı beraberinde getirmiştir. İşte tam burada, tek başına nesnelci (“zaten her şey olacağına varacaktı” şeklindeki yaklaşım) ya da öznelci Kemalist yorumdan kaçınmak gerekir. Örnek vermek gerekirse, Birinci Paylaşım Savaşı boyunca Ortadoğu’da Osmanlı karşıtlığı üzerinden siyaset yapan İngiltere’nin Ekim Devrimi sonrasında işinin o kadar da kolay olmadığını, Kurtuluş Savaşı’nın da bu zeminden istifade ettiğini görmek gerekmektedir.

– Uluslararası planda dünya devrimi ya da başka bir tabirle Avrupa merkezli sosyalist devrim dalgası beklentisi 1919 yılında Alman devriminin yenilgisi ile birlikte geri çekilirken, Bolşevikler açısından Komintern’in kuruluşu, uluslararası komünist hareketin tahkim edilmesi, Rusya’nın çevre ülkelerindeki sosyalizm sorunları ve karşı devrimci güçlerle savaş, “Doğu Halkları”nın sosyalizmle buluşması ve teşkilatlandırılması ve Ekim Devrimi’nin yarattığı anti-emperyalist bağımsızlıkçı dalgadan istifade ederek ulusal kurtuluşçu burjuva devrimleri ile rezonans arayışına girmek daha fazla gündeme gelmeye başlamıştır.

– Bu konjonktürde, Anadolu’da yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin 1920-21’de Güney Kafkasya’da emperyalist politikaların parçası olmaması ve 1921 yılı Ocak ayında Birinci İnönü Muharebesi’nin kazanılması Kurtuluş Savaşı açısından önemli karar anlarından birisi olarak görülebilir. Bolşevikler açısından Anadolu’ya bakarken özellikle emperyalist planları bozacak şekilde ortaya çıkan hareketin desteklenmesi gerektiği aynı yılın Mart ayında artık karar konusu olmaya başlayacak ve yapılan anlaşma ile Sovyetler Sevr Anlaşmasını reddedecek, Misak-ı Milli sınırlarına sahip “Yeni Türkiye”yi tanıyacak, Kars, Ardahan ve Artvin Türkiye’ye bırakacaktı. Bu süreçlerin öncesinde Türkiye içinde ve dışında şekillenmeye başlayan komünist hareketin, Doğu Halkları Kurultayı’nda uluslararası komünist hareket ve Bolşevikler tarafından tanınan TKP’nin uğradığı tasfiye ise ülke içindeki iktidar mücadelesine denk düşmektedir. Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’nın önderliğinin komünistlere geçmeyeceği bu mücadele sonucunda ortaya çıkarken, tüm bu süreçlerde Bolşevikler’in, TKP önderliğinin –bizim bugünden baktığımızda politik olarak tamamen doğru bulduğumuz- tutumuna ve aldığı kararlara dair belirleyiciliğinin sınırlı olduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla, tarih düz ve doğrusal bir şekilde akmayacaksa Sovyetler de bir adım sonrasında sürece müdahil olmaya başlamıştır. Yukarıda saydığımız diğer parametreler ve dünya üzerindeki diğer gelişmeler ile birlikte Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’na destek kararı alınmıştır.

– Kemalist önderlik ile Bolşevikler’in ilişkisini iki uç noktaya indirgeme eğilimi baskındır ancak bunların dışlanması önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi, Bolşevikler’in Kurtuluş Savaşı’na sadece silah ve para yardımı yaparak olayları kenardan izlediği, aslında sürecin nesnel olarak mantıki sonucuna ulaştığı yaklaşımıdır. Diğer yaklaşım ise, Bolşevikler’in yürütülen mücadelenin tam göbeğinde yer aldığı ve aslında arka planda her şeyi gizli gizli yönettiğine dair olan bakıştır. Bu açıdan süreçlerin sınıflar mücadelesinin yasalarına, siyasal mücadelelere ve toplumsal duruma aykırı olan yanlarına itibar edilmemelidir. Ancak bununla birlikte, Sovyetler tarafından gönderilen silahların, maddi yardımın ve taktik desteğin savaşın kazanılmasındaki rolü azımsanmamalıdır. 1921-1923 arasında Sovyetler’in Türkiye temsilcisi olarak cephe gerisi dahil her düzlemde diplomatik görev yapan Semyon İvanoviç Aralov’un anılarında verdiği sayılar okuyucu için daha fazla fikir verecektir:

“Kesin taarruz sırasında Türk ordusunun süngü sayısı 100.000’di. Yunan ordusu sayıca Türk ordusundan biraz üstündü (130.000). Türk ordusu makineli tüfek bakımından zenginleşmişti (2800). Top sayısı bakımından Yunan ordusuna denkti: Türklerin 327 topuna karşılık Yunanlıların 348 topu vardı. Türkler 5000 kişilik bir süvari kolordusu kurmuşlardı. Yunanlıların süvari sayısı 1300’dü. Türk Genelkurmayı bu konuda bizim süvari ordusunun iç savaşlardaki deneyiminden yararlanmıştı.” (1)

– Bununla birlikte Anadolu’da özellikle yoksul köylülük ve işçi sınıfı açısından emperyalizme karşı mücadele aracılığı ile kurtuluş, saltanatın ve yanlış politikaların yarattığı yıkımdan kurtulma arayışı ve bunların bileşkesinde yer alan bir Bolşevizm sempatisi olduğunu, bunun politik bir bilince denk düştüğünü ifade etmek gerekir. Direniş ve topyekün mücadele ile birlikte ortaya çıkan Kurtuluş Savaşı’nın bu açıdan kendine Sovyetler gibi bir ittifak unsuru bulması o yüzden şaşırtıcı değildir. Anadolu coğrafyasında komünist bir önderlik oluşamadığı ve emekçiler içerisinde leninist anlamda bir örgütlenmeye sahip olmadığında dolayı, feodalizmden kopuş ve emperyalizme karşı mücadelenin temsiliyeti burjuva önderliğine kalmış, o anlamda kapitalist Türkiye’nin ortaya çıkışı sürecin mantıki sonucu olmuştur.

Lenin’in bakışı, Bolşevik bakışı ve kararı özetliyor

Sonuç olarak, Ekim Devrimi ve dünya üzerinde yarattığı uyanış, başta sömürge ülkeleri olmak üzere, ezilen halklar, emekçi sınıflar ve imparatorluk bakiyesi coğrafyalardaki uluslar için kurtuluşun adı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda bunun politik ve maddi olarak rolü olduğu bugün kabul gören bir başlık olmakla birlikte, düzenin ideolojik paradigmaları açısından artık hasır altına atılmaya çalışılan bir olgudur.

Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesi ve kuruluş dinamikleri ile hesaplaşma üzerinden şekillenen yeni gerici rejim aynı zamanda karşı devrimci ve anti-komünist hattın en önemli temsilcisidir. Varlığını son tahlilde Kemalist önderliğe borçlu olan Türkiye burjuvazisi ve sermayesi ülkeyi adım adım emperyalizmin kucağına taşırken ilk olarak kuruluştaki ağırlıklarından kurtulmaya çalışmış ve anti-komünist özüne uygun bir şekilde hareket etmeye başlamıştır. 1950’ler itibariyle atılan adımlar bunun en temel göstergesi olarak okunmalıdır.

Şimdi işin başına dönelim ve tarihsel bir karar anında, sınıflar mücadelesinde sosyalizmin çıkarları için Lenin’in ne gibi bir yaklaşıma sahip olduğunu şu pasajdan okuyarak anlamaya çalışalım. Ekim Devrimi, Bolşevikler ve Kurtuluş Savaşı’nın ilişkisini özetleyen bu sözler aynı zamanda ülkemiz tarihi açısından da ne gibi uğraklardan geçildiğinin görülmesi açısından önem taşımaktadır.

Yukarıda adını zikrettiğimiz Aralov’un Türkiye’ye hareket etmeden önce Lenin’le yaptığı görüşme: (2)

Bir gece, Çiçerin beni Dışişleri Halk Komiserliği’ne çağırdı. Onu çalışır bir halde buldum. Masasının üzerinde bir yığın evrak ve kitap vardı. “Vladimir İlyiç sizi görmek ve Türkiye işleri üzerine sizinle konuşmak istiyor” dedi Georgiy Vasilyeviç. “Artık siz işleri, yazışmaları, antlaşmaları, Türkiye tarihini öğrenmiş bulunuyorsunuz. 13 Ekim’de Türkiye’nin Güney Kafkasya cumhuriyetleriyle imzalamış olduğu antlaşmayı, mutlaka dikkatle okuyunuz. Bu antlaşmayı Sergey Konstantinoviç Pastuhov’da bulabilirsiniz. Yarın Vladimir İlyiç’e gideceğiz. Hazır olunuz .”

Vladimir İlyiç’le bu yeni bulunmayı heyecanla bekliyordum. Nihayet bu saat gelip çattı.

Lenin’in çalışma odasında hiçbir şey değişmemişti. Hatta iç savaş yıllarında cephedeki durumu Vladimir İlyiç’e anlattığım harita bile aynıydı. Yazı masasının üstü tam bir düzen içindeydi… Kitaplar, gerektiği an alınabilecek bir yerde ve durumda bulunuyordu… Büyük çiçek buketi yine aynı yerdeydi…

Vladimir İlyiç yerinden kalktı, masasının arkasından çıktı, Çiçerin’le dostça selamlaştı, hal hatır sordu. Sorgu dolu gözlerle bana baktı, elimi sıktı, cesaretlendirici sıcak bir bakışla ve sempati okunan bir gülümseyişle, “Demek böyle, azizim,” dedi, “savaşı bitirdiniz, diplomat oldunuz, âlâ! Kılıcı saban haline getirdiniz! İyi ve gerekli bir iş. Lütfen oturunuz. 17. Ordu’yu hatırlıyorum. Ordunuz fena dövüşmedi. Şimdi size büyük bir iş veriliyor. Türkiye’de yararlı çalışacağınızı umuyorum. Türkler, ulusal kurtuluşları için savaşıyorlar. Bunun için Merkez Komite, askerlik işlerini bilen birisi olarak sizi oraya gönderiyor. Emperyalistler Türkiye’yi soyup soğana çevirdiler, hâlâ da soyuyorlar. Köylüler ve işçiler buna katlanamadılar ve başkaldırdılar. Sabır bardağı taştı; gerek Doğu halkları gerek biz emperyalist kurtlara karşı savaşıyoruz. Sovyet Rusya emperyalistlerin işini bitirdi, onları bozguna uğrattı ve memleketten kovdu. Onların dişlerini söktük, keskin tırnaklarını vücudumuza geçirmelerine izin vermedik.”

Lenin Türkiye’de olup bitenleri çok iyi biliyordu:

“Mustafa Kemal Paşa, tabii ki sosyalist değildir,” diyordu Lenin, “ama görülüyor ki, iyi bir örgütçü, yetenekli bir komutan, burjuva-ulusal devrimini yürütüyor, ilerici bir insan, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor, o, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona yardım etmek, yani Türk halkına yardım etmek gerekiyor. İşte, sizin işiniz budur. Türk hükümetine, Türk halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların işlerine karışmayınız.

İngiltere onların üzerine Yunanistan’ı saldırttı. İngiltere ile Amerika bizim üzerimize de sürü ile memleket saldırttı. Sizi ciddi işler bekliyor. Yoldaş Frunze bu günlerde Ukrayna Cumhuriyeti adına Ankara’ya gidecektir. Herhalde onunla Türkiye’de karşılaşacaksınızdır.

Gerçi kendimiz de yoksul isek de Türkiye’ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece, Türk halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır. İngiliz işçileri ve öteki ülkelerin işçileri bize yakınlık gösterdikleri, grev yaptıkları, bizimle savaşan Polonya’ya gönderilmekte olan silahları gemilere yüklemedikleri zaman, bu bizim için büyük bir yardımdı. Bu bize mücadelemizde büyük bir güç katmıştır. Bundan işçilerimiz büyük bir moral güç kazanmışlardır.”

Lenin, sözlerine devam ederek, “Çarlık Rusyası, yüz yıllar boyunca Türkiye ile savaşmıştır,” dedi, “ bu elbette halkın belleğinde derin izler bırakmıştır, bu halkın içinde Rusya’nın, Türkiye’nin amansız düşmanı olduğuna ilişkin propaganda yapılmıştır. Bütün bunlar, Türk köylüsünde, küçük ve orta mal sahiplerinde, tüccarlarda, aydınlarda ve idareci çevrelerde Ruslara karşı dostça olmayan duygular ve güvensizlik uyandırmıştır. Bilirsiniz ki, güvensizlik yavaş geçer. Bunun için de sabırlı, dikkatli, ihtiyatlı bir çalışma gerekmektedir. Eski Çarlık Rusyası ile Sovyet Rusya arasındaki ayrımı, sözle değil işle göstermek ve anlatmak gerekmektedir. Bu bizim ödevimizdir. Siz de bir elçi olarak, Sovyet Rusya’nın, Türkiye’nin işlerine karışmamak politikasının, halklarımız arasında samimi bir dostluğun savunucusu olmak zorundasınız. Türkiye, bir köylü, bir küçük burjuva ülkesidir. Sanayisi çok azdır. Olanı da Avrupalı kapitalistlerin elindedir. İşçisi çok azdır. Bunu dikkate almak gerekmektedir. Bir kez daha tekrar ediyorum, dikkatli ve sabırlı olunuz! Hükümet temsilcileriyle, halkla konuşmalarınızda her zaman nazik ve güler yüzlü olunuz! Tanrı sizi kibirden korusun!”

Lenin bu sözleri söyleyince gülümsedi, Tanrı’nın elbette bu işle bir ilgisi olmadığını ekledi ve sözlerine şöyle devam etti, “En önemlisi halka saygı göstermektir. Emperyalistlerin yağmacı, istilacı politikalarına karşılık bizim, hiçbir çıkara dayanmayan dostluk ve memleketin iç yaşamına karışmama durumumuzu açıklayınız! İşte sizin ödeviniz!… Ne gibi yardımlarda bulunacağımızı da bildirelim; en kuvvetli bir olasılık silah yardımında bulunacağız. Gerekirse başka şeyler de veririz.

Dil öğreniniz. Basit insanlarla, toplumda tanınan insanlarla görüşünüz, Çarlık rejiminin elçileri gibi kendinizi, çitlerle, kale duvarlarıyla emekçi halktan ayırmayınız! Çarlık elçileri, büyük vezirleri, memurları rüşvetle satın alıyorlardı. Bu bizim işimiz değildir. Biz, halkla dostluk kurmalıyız.”

Lenin bir aralık, “Ailenizle mi gidiyorsunuz?” diye sordu. “Bu çok iyi. Çocuklarınıza Türkçe öğretiniz, sizin de öğrenmeniz gerek… Bu çok önemlidir.”

Lenin veda sırasında elimi sıktı, bana iyi yolculuklar diledi.

Bu Lenin’le son karşılaşmamdı. Bir daha onu görmek kısmet olmadı.

DİPNOTLAR:

(1) Aralov, Semyon İvanoviç, Bir Sovyet Diplomatın Türkiye Anıları 1922-1923, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev: Hasan Ali Ediz, Nisan 2010, s. 137.

(2) Age, s. 26-29.

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-kurtulus-savasi-ve-bolsevikler-lenin-ataturk-icin-ne-demisti-349202/



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 20.04.2020- 11:37


Kurtuluş Savaşı ve Komünistler


Suphi dönüşlerinin hoş karşılanmayacağının farkındadır, ama bir komünist partinin asıl görevinin kendi ülkesinde mücadele etmek olduğunun da bilincindedir. Ankara hükümetinin dönüş meselesine bakışı açıktır.

Resim Ekleme
Orhan Deniz

100 yıl önce, 23 Nisan 1920’de, kurulan Meclis bu topraklar için yeni bir dönemin doğuşunu haber verirken, Meclis’in kuruluşunu takip eden yıllarda yaşanan dönüşüm, cumhuriyetin ilanı, saltanatın ve hilafetin kaldırılması, toplumsal yaşamı etkileyen devrimler bugüne kadar “resmi” bir bakışla ve tarih yazımıyla yansıtılmaya çalışıldı. Bu “resmi” bakışın ve tarih yazımının alternatifleri 1923 Cumhuriyetini yıkan AKP iktidarı tarafından -geniş propaganda araçlarını kullanabilme avantajıyla- Mustafa Kemal önderliğindeki kurucu kadroyu görmezlikten gelerek, isimlerini silmeye çalışarak, itibarsızlaştırarak vs. yaratılmaya çalışılmakta. AKP’nin kimi örneklerde Mustafa Kemal’i kaldırıp yerine Tayyip Erdoğan’ı monte etmeye çalışmaktan öteye gidemeyen, genelde İslamcı mistisizmine dayanan alternatif yazımlarının da, “asıl” yazımı güçlendirdiğini söylemek çok yanlış olmayacak; çünkü çizilen alternatifler aslının karikatürü bile olamayacak kadar zavallı ve şaklabanca. O yüzden dikkate alınmaya değmezler ya da dikkate alınması gereken halen bir asırlık “asıl” yazım olmalı.

1.Dünya Savaşı sonrası yaşanan işgali ve buna karşı verilen mücadeleyi sadece Mustafa Kemal ve etrafındaki kadro üzerinden anlatan “resmi” tarihe karşı bizim için önemli olan nokta bu “asıl” yazımın bahsetmediği kısımlar. Bu kısımlar toplumun küçük bir bölümü tarafından merak ediliyor, okunuyor, biliniyor, araştırılıyor. Ortaya çıkan yeni belgelerle, araştırmalarla bahsedilmeyen kısımların ülkemizin kurtuluşundaki önemli rolü daha çok açığa çıkıyor. Özellikle 1917 sonrası yaşananlardan daha çok bahsedilmesi, bunların daha çok anlatılması, yazılması yeni bir karmaşa çağına girmekte olan ülkemizde komünist hareketin ideolojik cephesini güçlendirmek için çok önemli. Çünkü, emperyalizme karşı yürütülen ve başarıyla sonuçlandırılan Kurtuluş Savaşı’nın toplumdan saklanan, bahsedilmeyen kısmında komünistlerin mücadelesi, çabası ve hikayesi var.

Bu yazıda komünistlerin ulusal kurtuluş mücadelesine nasıl baktıklarını anlatmaya çalışacağız. Şüphesiz genel hatlarıyla ve daha çok birinci elden kaynaklara sığınarak…

20.yüzyıl başlarken komünist hareket

20. yüzyıl sosyalist devrimler, işçi sınıfı hareketleri ve ulusal kurtuluş hareketleri çağıdır ve özellikle yüzyılın ilk çeyreği bu anlamda muazzam bir laboratuvardır. Bizim topraklarımızda da hem Osmanlı Devleti için kurtuluş reçetelerinin aranması hem savaş ve sonrasındaki işgal hem işçi hareketlerinin doğuşu ve yükselişi hem işgale karşı direnişin örgütlenmesi ve hem de komünist hareketin kuruluşu bu tarihsel kesitte çakışmıştır. Tüm bu olguları ve bunlarla birlikte dünya tarihini de değiştirense Ekim Devrimi olmuştur.

Komünistlerin ulusal kurtuluş mücadelesiyle ilişkisi ancak bu nesnellikle birlikte ve dönemin karmaşık siyasal tablosu içinde değerlendirilebilir. O dönemde yaşayan tek bir komünist militan ya da küçük bir komünist topluluk açısından bakmaya çalışırsak –herhangi bir önem sıralaması atfetmeksizin- karşımıza şöyle ana başlıklar/hedefler çıkar:

İstanbul’da, Anadolu’da ve Rusya’da faaliyet yürüten irili ufaklı birçok komünist örgütlenmenin biraraya getirilmesi ve tek parti çatısında organik birliğinin sağlanması
Ülkedeki yerli ve yabancı sömürücü sınıfların egemenliğine son verecek bir sosyalist devrim için mücadele edilmesi
Ülkeyi işgal eden emperyalist ülkelere karşı savaş verilmesi
Yeni kurulan sosyalist ülkeyle sağlıklı ilişkilerin kurulması, Sovyetler’in desteklenmesi/korunması
Uluslararası komünist hareketin örgütü olarak 3. Enternasyonal’in politikalarının desteklenmesi/uygulanması
Hem Anadolu’daki hem de yakın coğrafyalardaki halklarla dayanışmanın güçlendirilmesi.
Böylesi bir tablonun son derece zorlu, heyecanlandırıcı ve aynı zamanda da hata yapmaya müsait olduğunu, ama Türkiyeli komünistlerin bu tabloda ulusal kurtuluş mücadelesiyle kurdukları ilişkiden alınları açık çıktıklarını hemen söylemeliyiz. Mustafa Suphi Bakü’de yayınladığı Yeni Dünya dergisinin 4. sayısında (18 Temmuz 1920 tarihli) ulusal kurtuluş mücadelesine bakışı şu şekilde anlatıyor:

“Biz, Rusya, Türkistan ve Kafkasya’da olduğu gibi Türkiye’de de başlayan mücadeleyi Avrupa emperyalizmine karşı ve evrensel bir mahiyet ve manada anlıyoruz. Fakir ve sefalet altında ezilen Türkiye ve Şark memleketlerindeki ayaklanma, milli müdafaa şiarı ile başlasa bile, dünyayı saran ve zulm ile çarpıştıkça mağdur amele ve rençper sınıflarının gönüllerini fetheden inkılâp hareketlerinin az zamanda beynelmilel bir alana geçmesi bir zarurettir. Ve zaten bu böyle olmasa, muazzam Avrupa kapitalistlerine karşı yükselen herhangi bir milli müdafaa, beynelmilel yardıma hakkıyla erişemeyecek, ergeç iflasa mahkum olacaktır.

Onun için biz Türkiye’de Milli Müdafaa şeklinde baş gösteren ayaklanmaya, müşterek düşman tarafından bu hareketin söndürülmesine yol vermemek için, her türlü yardımı, bu yardım mutaassıp milliyetçilere bile olsa, tarihin bize yüklediği bir görev olarak biliyoruz. Hayat ve mücadele ruhunu mağdur halk kitlesinde derinleştirmeye çalışan İştirakiyyun Teşkilat’ının memleket içinde açılıp yayılmasına gelince, bunun da Kuvay-ı Milliye yöneticilerinin karşısında duran yine o ehemmiyette tarihi bir mesele olduğunu zannediyoruz.”

Yani, Türkiyeli komünistler ulusal kurtuluş mücadelesi için her şeyi yapacaklarını söylüyorlar; asıl hedeflerinin toplumun tümünün kurtuluşu anlamına gelen sosyalist bir iktidar olduğunu gizlemeden ve Türkiye’de örgütlenme ve açık çalışma yapma niyetini beyan ederek.

Kuruluş ve ülkeye dönüş…

Öncelikle Suphi’nin yazdıklarının 3.Enternasyonal’in politikalarıyla uyumunun altını çizelim. 3.Enternasyonal’in 2.Kongresi’nin önemli başlıklarından biri sömürgeler meselesiydi ve bağımlı ülkelerdeki burjuva demokratik hareketlerin, devrimci hareketlerin ezilenler arasında yapacağı çalışmalara engel olmaması şartıyla, desteklenmesi gerektiği yönünde bir karar alınmıştı. Bu karar 1-8 Eylül 1920 tarihleri arasında Bakü’de yapılan Doğu Halkları Kurultayı’nda da tekrar onaylanır. Kurultay’ın hemen ardından 10 Eylül’de TKP’nin kuruluş kongresi toplanır. Kongrenin önemli çıktılarından biri milli kurtuluş mücadelesinin desteklenmesi ve Parti’nin ana faaliyetinin Anadolu’ya taşınmasıdır. Bu kararın Komintern tarafından çok sıcak karşılanmadığı biliniyor, ama bu Suphi’lerin dönüş kararını değiştirmiyor.

Devam etmeden bir parantez açalım. Komünistlerin ya da komünist siyasetin 1920 yılına gelinceye kadar ve yukarıda bahsettiğimiz kararlar alınmadan önce ulusal kurtuluş mücadelesiyle farklı biçimlerde kurulmuş ilişkileri vardır zaten. 3 başlık etrafında toparlanabilir bunlar. 1) Komünist grupların doğrudan yürüttükleri faaliyetler. Gerek İstanbul’da gerek Anadolu’daki birçok komünist hücre işgale karşı direnişi örgütlüyorlar, silah ve lojistik destek sağlıyorlar, fiili olarak çatışmalarda bulunuyorlardı. TKP’nin farklı örgütlenmelerinde görev alan ordu kökenli komünistler asker kimlikleriyle de cephede savaşıyorlardı. Suphi’lerle Karadeniz’de katledilen İsmail Hakkı’nın kurduğu Gönüllü Halk Alayı bunların bilinen örneklerdendir mesela. 2) Doğrudan TKP’nin etkisiyle değil de Ekim Devrimi’nin ya da Bolşeviklerin etkisiyle yürütülen faaliyetler. Bolşevizmin o dönem politikacılar ve askerler arasında prestijinin yüksek olduğu bilinir. Bunun bir politik-ideolojik bağlılıktan öte bir tür pragmatizm olduğu da saklı değildir. Bununla birlikte Kuvayi Seyyare-Yeşil Ordu gibi Bolşeviklerden ve kurdukları yeni düzenden gerçekten etkilenen ve dolayısıyla Ankara’daki siyasi iradenin kontrol edemediği önemli örnekler de ortaya çıkmıştır. 3) Bolşeviklerle Ankara hükümeti arasındaki ilişkiler, ki bu ilişkilerde TKP’nin/Türkiyeli komünistlerin etkisinin neredeyse hiç olmadığını söylemek yanlış olmaz.

Suphiler’in dönüş kararı aldığı bu tabloda kritik nokta Anadolu’daki net bir önderliği ve şekli olmayan Bolşevik etkisinin Suphiler’in varlığında nereye doğru evrileceğidir. Mustafa Suphi’nin dönüş kararı öncesinde hem Bolşevik Parti üzerinden hem de doğrudan Mustafa Kemal’e mektup yazarak sağlamaya çalıştığı TKP’nin yasal çalışma olanaklarına sahip olması çabası bu açıdan önemli bir veridir. Suphi dönüşlerinin hoş karşılanmayacağının farkındadır, ama bir komünist partinin asıl görevinin kendi ülkesinde mücadele etmek olduğunun da bilincindedir. Ankara hükümetinin dönüş meselesine bakışı açıktır. Mesela, Mustafa Suphi’lerin Anadolu’daki kurtuluş savaşına katılmak üzere esir Türklerden oluşturdukları “Türk Kızıl Alayı” (11.Ordu Komutanlığı’na bağlı Birinci Nişancı Alayı) Ankara Hükümeti’nin Moskova temsilcisi İbrahim Tali tarafından “bize asker değil, silah ve cephane lazım” sözleriyle reddedilir. Buna rağmen dönüş kararı hayata geçirilir ve sonucu Suphiler’in katledilmesi olur. Suphiler’in katledilmesi TKP’nin Türkiye’deki varlığının nasıl karşılanacağının ve dolayısıyla Ankara Hükümeti’nin sınıfsal pozisyonunun iyice netleşmesi anlamına gelmiştir.

Bolşeviklerin yardımları…

Son olarak, TKP dışında Bolşeviklerin Türkiye’deki ulusal kurtuluş mücadelesine katkılarıyla ilgili birkaç bilgi verelim. Bolşevikler Ankara Hükümeti ile diplomatik bir ilişkiyi hızlıca kurdular ve kesintiye uğratmadan devam ettirdiler. Savaş döneminde kurulan bu ilişki sonraki yıllarda da çeşitli ekonomik ve dostluk anlaşmalarıyla devam etti zaten. Kurtuluş Savaşı’nda kurulan ilişkiler ve bu ilişkiler sonucunda yapılan yardımlarsa yeni kurulan sosyalist ülkenin savaşın kazanılmasındaki rolünün büyüklüğünü gösterir. Stefanos Yerasimos 1920-22 arası Sovyetler’in yaptığı yardımları şu şekilde aktarıyor:

“Toplam para yardımı o dönemin kağıt Türk Lirası hesabı ile 8o milyon civarındadır. Oysa Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1920 bütçesinin toplamı 63.018.354 TL., 1921 bütçesinin toplamı ise 79.160.058 TL.’dir. Bu toplam giderler içinde ise Milli Savunma bütçesi 1920 yılında 27.576.039 TL., 1921 yılında 54.160.058 TL. kadardır. Yani iki yıldan daha az bir zaman içinde verilen Rus para yardımı Ankara Hükümeti’nin bir yıllık bütçesinden fazla, 1920 ve 1921 yılları için Meclisce onaylanan Milli Savunma giderlerinin toplamı kadardır.

Silah yardımına gelince, Rusya’dan alınan piyade tüfekleri “Milli Mücadele” boyunca sağlanan tüm tüfeklerin dörtte birini aşar. Ancak Sakarya savaşının başladığı gün 23 Ağustos 1921’de bu savaşa katılan Türk gücünün silah mevcudu 54.572 tüfek idi. 28 Temmuz 1921 tarihine kadar ise Rusya’dan teslim alınan ve Anadolu’ya taşınmış olan tüfek sayısı 30.083’tür, yani Sakarya’daki tüfek gücünün yarısından fazlası. Aynı şekilde Sakarya savaşı başlarken Batı Cephesi birliklerinde 9 milyona yakın piyade mermisi bulunuyordu. Savaş boyunca, yapılan hesaplara göre ıo milyona yakın mermi tüketilmiştir. Oysa 28 Temmuz’a kadar Rusya’dan alınan piyade mermisi sayısı 300 milyonu aşıyordu. Tüm “Milli Mücadele” dönemi içinde ise sağlanan piyade mermisinin yarısından fazlası Rus yardımı olarak alınmıştır. Daha ağır silahlara gelince, makineli tüfeklerin dörtte biri, topların üçte biri Rusya’dan gelmiştir.”

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-kurtulus-savasi-ve-komunistler-349238/



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 11.005
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 20.04.2020- 11:42


Her iktidar boşluğunda ortaya çıkanlar: Karşı devrimci işbirlikçiler!


Tarih yasalarının işleyişi gösterir ki iktidar boşluğu var ise bu boşluğu almak için bir çok özne ortaya çıkacaktır devrimci ya da karşı-devrimci.

Resim Ekleme
Vedat Altan

1. Paylaşım savaşı sonrası ortaya çıkan Osmanlı’nın parçalanması ve çöküşü, benzer toplumsal olaylarda yaşanan deneyimler gibi bu topraklarda da benzer sonuçlanmıştır. Bu sürecin sonucu bir devrimci durum ortaya çıkarmış ve devrimci durumların olmazı ise olmazı iktidar boşluğu olmuştur. Tarih yasalarının işleyişi gösterir ki iktidar boşluğu var ise bu boşluğu almak için bir çok özne ortaya çıkacaktır devrimci ya da karşı-devrimci.

Daha önceki yıllarda okul müfredatlarında Milli Mücadele dönemi anlatılırken var olan örgütler ikiye ayrılırdı; Yararlı cemiyetler ve zararlı cemiyetler. Tarih yazımı açısından İttihat ve Terakki’yi dışarıda bırakmayı bir yere kadar anlasak da alternatif iktidar odaklarını hiçbir zaman bu seviyede bakamayız.

Gelelim tarihteki sürece kısa bir göz atmaya; 30 Ekim 1918’deki Mondros Ateşkes Anlaşması’na dayanak göstererek İtilaf devletleri Haydarpaşa önlerine demirleyip İstanbul’a girerler; tarih 13 Kasım 1918’i göstermektedir. O tarihte İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemilerinin oluşturduğu bir deniz filosu Boğaziçi’ne gelerek İstanbul’a 35 bin üzerinde   kuvvet çıkarır. İtilaf devletleri baskısı karşısında Vahdettin, 21 Aralık 1918 günü Meclis’i dağıtır. 16 Mart 1920’de ise resmi işgale dönüşür. Şehrin komutası ve denetimi Britanya yüksek komiserliğine geçer. İşgal 6 Ekim 1923’te Türk ordusunun şehre girişine kadar 5 yıl sürecektir.

Cemiyetlerin bir kısmı oluşan iktidar boşluğundan faydalanmak isterken, esen ulus devlet rüzgarlarından etkilenerek kendi ulus devlet kurma projelerini hayata geçirmek isteyen azınlıkların ve ulusların oluşturduğu cemiyetler daha çoktur. Bu cemiyetleri kısaca sayacak olursak; Mavri Mira Cemiyeti, Pontus Rum Cemiyeti, Etnik-i Eterya Cemiyeti, Kardos Cemiyeti, Taşnak ve Hınçak Cemiyetleri, Alyans İsrailit ve Makabi Cemiyetleri, Kürt Teali Cemiyeti.

Bu cemiyetler genel olarak bağımsız bir devlet kurmaktan daha çok var olan işgal kuvvetlerinin toplumsal meşruiyetini artırmaya yönelik varlık göstermişlerdir. Karşılıklı fayda ilişkisini gözetilerek bu cemiyetlerin yapılanmaları ve çalışmaları engellenmemiş daha çok nüfuz ve meşruiyet kaygısı güdülerek önleri açılmış sayabiliriz.

Gelelim konumuzun esas bileşenlerine; ne kendilerini iktidarı alacak kadar güçlü görüyorlar ne de bunun için mücadele örgütleyecek kadar bu topraklara bağlılar. İktidar persfektifsizliği onları programatik olarak işgalciler ile birlikte yaşamaya, onlardan güç almaya, hatta bir adım ileri giderek kendi programlarını dayatarak sömürge devlet yapılanmalarındaki ‘aparatçık’ hükümet kurma isteğini dayatacak kadar ileri götürmüştür. Bu cemiyetlere kısaca göz atacak olursak;

Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası

14 Ocak 1919 tarihinde İstanbul’da kuruldu. “Sulh ve Selamet” ile “Hukuk-ı Beşer” gazeteleri bu cemiyetin yayın organı olarak anılır. Cemiyetin kurucuları arasında Fazıl Efendi, Mehmet Ali, Hüseyin Hakkı ve Ferit Paşalar gibi bazı tanınmış isimler mevcuttur. Ülkenin içinde bulunduğu olumsuz durumunun nedenini İttihat ve Terakki yönetimine olarak görüyordu ve onları suçluyordu. Sulh ve Selameti Osmaniye Cemiyeti’nin en önemli özelliklerinden biri batı demokrasisi kendisi için referans kabul etmesi ve çağdaşlaşmayı benimsemesidir. Fakat padişaha bağlılığı savunmuşlardır(!). Ayrıca İngilizlerden maddi destek aldıkları da bilinmektedir.

Hürriyet ve İtilaf Fırkası

İkinci Meşrutiyet döneminde iktidardaki İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı kurulmuş olan en önemli muhalefet partisidir. Birinci dönemleri İttihat ve Terakki’nin Bâb-ı Âli Baskını ile hükûmeti ele geçirmesiyle sona erdi. Mondros Mütarekesi’nden sonra Ocak 1919’da yeniden kurulan parti, I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı yenilgisi ile sonuçlanması üzerine   genel af ilan edildi ve Sinop’ta ve yurt dışında bulunan sürgünler İstanbul’a dönmeye başladı. 17 Kasım 1918’de eski Tokat mebusu Mustafa Sabri Efendi’nin, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın yeniden örgütlenmesine dair yazısı yayın organında yayınlandı. 2 Aralık’ta Ali Kemal, Sabah’taki başyazısında hükümetin Hürriyet ve İtilaf tarafından kurulmasını savundu. Bunu izleyen günlerde ülkenin çeşitli yerlerinde şubelerinin açıldığına dair haberler çıktı. 3 Mart 1919’da kurulan birinci Damat Ferit Paşa hükûmeti kamuoyunda genellikle “Hürriyet ve İtilaf hükümeti” olarak değerlendirildi. 23 Haziran’da başbakanın Fransa lehine verdiği bir demeç, İngiliz politikasını savunan parti sözcüleri tarafından basında şiddetle eleştirildi. 25 Haziran’da cemiyetin merkez-i umumisi, yayınladığı bir bildiri ile, hükümetle fırka arasında hiçbir münasebet kalmadığını ilan etti.

İslam Teali Cemiyeti

Teali-i İslam Cemiyeti, medrese öğretmenleri tarafından kurulmuştu. İlk kuruluşunun adı Cemiyet-i Müderrisin (Medrese Öğretmenleri Derneği) olup, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı destekleyen, padişahlık düzenine karşı olanları istemeyen bir cemiyet olarak göze çarpar. 26 Eylül 1919’da bu cemiyet, İkdam gazetesinde, Anadolu hareketi aleyhinde bir beyanname yayınlamıştır. İlk yönetim kurulunda Mustafa Sabri, İskilipli Mehmet Atıf –meşhur-, Said-i Kürdi (İttihat-ı Muhammediye Cemiyeti önderlerinden) bulunuyorlardı.

Teali-i İslam Cemiyeti padişahtan başka kuvvet tanımıyor ve Kuva-yı Milliye taraftarlarını kesinlikle tasvip etmiyordu. Programında ise amacını “Cemiyet-i Müderrisîn, 14 Kasım 1335/-1919 tarihinde toplanan genel kurulda almış olduğu karar ile İslâmiyetin yüce gerçek ve gayelerini anlamış ve günün şartlarını idrâk eden Müslümanları da cemiyet bünyesine alabilmek amacıyla yani dairesini genişletmek üzere, bir meslek cemiyeti hüviyetinden çıkmak gayesi ile Teâli-i İslâm Cemiyeti’ne inkılâb etmiştir” şeklinde tanımlamıştır.

İngiliz Muhipleri Cemiyeti

İngiliz Muhipleri Cemiyeti (İngiliz Dostları Derneği), 20 Mayıs 1919’da kurulan Milli Mücadele Karşıtı cemiyettir. Başkent İstanbul’daki resmi çevrelerden, bilhassa Vahdettin ve Damat Ferit Paşa’dan önemli bir destek görmüştür. Rahip Frew ve Sait Molla Cemiyetin en etkili isimleriydi. Amacını ulusal varlığı ve toprak bütünlüğünü sağlamak olarak açıklayan Cemiyet’e göre, bu amacı sağlamak için İngiliz desteğinin sağlamaktan başka çıkar yol yoktu. Cemiyete göre, yüzyıllardır süren Osmanlı-İngiliz dostluğunu sürdürmek ve güçlendirmek İslamiyet’in yararınadır. Nitekim milyonlarca Müslüman İngiliz İmparatorluğunun egemenliği altında yaşamaktadır. İttihat ve Terakki Partisi‘nin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ile ittifak yapması, Osmanlı Devleti ve İngilizler arasındaki ilişkilerini zedelemiştir. Cemiyet, bu nedenle İngiltere’nin dostluğunu yeniden kazanmak için çalışacak ve böylece Osmanlı’nın varlığını koruyacaktır. Mustafa Kemal Nutuk’ta bahsediş şekli ile cemiyet; “İstanbul’da önemli sayılabilecek kuruluşlardan biri İngiliz Muhipleri Cemiyeti (12) idi. Bu addan, İngilizlere dost olanların kurduğu bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar kendi şahıslarını ve kendi çıkarlarını gözetenler ile, kendi çıkarlarının korunma çaresini Lloyd George (Loyt Corc) hükûmeti aracılığı ile İngiliz himâyesini sağlamakta arayanlardır. Bu zavallıların, İngiliz Devleti’nin Osmanlı Devleti’ni bir bütün olarak korumak ve himaye etmek isteğinde olup olamayacağını bir defa olsun dikkate alıp almadıkları, üzerinde düşünülmeye değer.” Net olarak tarif edilmektedir ki sınıf karakteri de o dönem için belirleyici konumdadır. Verili konumlarını ve durumlarını kaybetmek istemeyen ayrıcalıklı sınıf kendisini koruyacak ve devam ettirecek desteği aramıştır.

Wilson Prensipleri

4 Aralık 1918’de İstanbul’da kurulmuş ve iki ay faaliyet göstermiş bir dernektir. I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra yabancı işgaline uğrayan Anadolu’daki egemenlik sorununa Wilson İlkeleri doğrultusunda bir çözüm bulmayı amaçlar. Dernek üyelerinin bir kısmı barıştan sonra ülkenin Amerikan mandası altına girmesi düşüncesini ortaya atmıştır. Cemiyet çok kısa ömürlü olmuş ancak ortaya attığı Amerikan mandası fikri özellikle İzmir’in işgalinden sonra yaygınlaşmış;   Erzurum ve Sivas Kongrelerinde tartışılmıştır.

Ömürleri çok uzun olmasa da tarihsel akışın farklı olabileceği bir durumda bu gibi örgütlerin ülkeyi nereye götürebileceğini tahayyül etmek zor olmasa gerek. Siyasal İslam geleneğinin yekten İngilizci olduğunu not düşerek okumamızı yapabiliriz.

https://gazetemanifesto.com/2020/pusula-her-iktidar-boslugunda-ortaya-cikanlar-karsi-devrimci-isbirlikciler-349257/



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Yerel seçim bir kurtuluş olur mu? melnur 2 3414 06.04.2019- 11:18
Konu Klasör Kurtuluş Kılçer (TKH) ne yapmak istiyor? melnur 1 2372 23.08.2020- 04:53
Konu Klasör TİP: Kurtuluş ve kuruluş için temel ilkeler... melnur 1 1475 22.10.2021- 00:02
Konu Klasör 'Kaba materyalizm illeti' ve kurtuluş fikri... melnur 0 1448 12.11.2019- 06:37
Konu Klasör Kurtuluş Yolu: Sefalet Solunun göçmenlik hülyaları: Enternasyonalizm mi Ümmetçilik mi? tarihselmaddeci 1 1021 15.06.2022- 03:20
Etiketler   Ulusal,   Kurtuluş,   Mücadelesinde,   Gerici,   Ayaklanmalar.
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS