SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 
Milliyetçiliğe önyargılardan uzak bir yaklaşım.           (gösterim sayısı: 7.067)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 16.09.2020- 10:16


Sol sempatizanların sağ sempatizanlara göre kitap okuma konusunda bir üstünlüğü olduğu gerçektir. Ne var ki, bu durumun sanıldığı kadar büyük bir fark oluşturmadığı da -bana göre- bir gerçek. Bu saptamaya bakılarak Türk toplumunun kitap okumadığı kanısına varılabilir ki, araştırmalar da bu gerçeği doğruluyor. Gelişmiş batı toplumlarında ve Japonya'da kitap okuma oranları almış başını almış gitmişken bizde yerlerde sürünüyor olması hem üzücü ve hem de düşündürücüdür.

Düzenli kitap okuma alışkanlığı gelişmiş ülkelerde yüzde 15'le yüzde 20 arasındayken bizde binde 1... Ortalama bir Japon yılda 25 kitap okurken Avrupa ülkelerinde bu sayı 10 civarındayken bizim ülkemizde bir kitap ancak 10 yılda okunabiliyor. Böyle olduğunda elbette bilgi, anlama, analiz vb. konularında da sorunlar çıkıyor. Aslında kitap okuduğunu söyleyenlerin de ne okudukları, nasıl okudukları da bir başka sorun değil mi?

Bu yaklaşımla bir solcunun entelektüel donanımıyla bir sağcının entellektüel durumunu aynılaştırdığım anlamı çıkarılmamalı. Elbette solda merak, öğrenme ve bilgiye ulaşma konusunda daha fazla bir çaba olduğunu söyleyebilmek mümkün. Ama bunun yeterli olmadığını, sol için ise çok daha yetersiz kaldığını düşünüyorum. Söylemeye çalıştığım da bu.

Altyapı bu olduğunda sola da sağa da yansıyor bu durum. Bir kere anlamını bilmeden kullandığımız, benimsediğimiz kavramları bir türlü yüzeysellikten kurtaramıyoruz. Face'te başıma gelen örnektir; Kürt hareketi için ulusalcı/milliyetçi bir çizgide siyaset yapıyor yorumunda bulunduğumda, geçmişinde örgütlü bir sol gelenek bulunan bir arkadaşımız benim için ''Kürt halkının düşmanı'' yakıştırmasında bulunmuştu. TKP'liydi, sonra HTKP çizgisini savunmuştu, şimdilerde TİP organizasyonu içinde yer alıyor. Sözde sol forumlarda da benzer yaklaşımlar var. Örnekse ulusalcı kavramı da böyle bir algı çerçevesinde kullanılıyor. Hatta bu konudaki eksiklik ve yanlışlıkların tahmin edilenin çok ötesinde bir yaygınlık taşıdığını söylediğimizde hiç de yanlış yapmış olmayız. Ve zaten ezbercilik dediğimiz şey de bu yaygınlık ve yanlışlık nedeniyle gerçekleşiyor ve buralardan besleniyor.

Cumhuriyet gazetesinde Mustafa Balbay ve Leyla Kılıç'ın Milliyetçilik başlığı altındaki çalışmalarını okuduğumda aklıma geldi bunlar.   Milliyetçilik konusu da tıpkı ulusalcılık gibi çok yüzeysel değerlendirilen bir kavram. Yararlı bir okuma ve başlık olacağını düşünüyorum.









Bu ileti en son melnur tarafından 16.09.2020- 23:45 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 16.09.2020- 10:18


Milliyetçilik Nereye-1: Vazgeçilemez ama bıçak sırtı bir kavram: Milliyetçilik


2004 yılıydı... Maltepe Belediye Başkanı Ali Kılıç o günlerde Türk-Alman Dostluk Federasyonu başkanıydı. Bihlun Tamaylıgil, Tufan Türenç, Baki Özilhan ve beni bir konferans için Münih’e davet etmişti. Bir günü Dachau Toplama Kampı Müzesi’ne ayırdık. İkinci Dünya Savaşı sırasında 45 bin kişiye mezar olan kampta insan yakma fırınları dahil her şey korunmuş. Ziyaretimiz sırasında öğrencileri de gördük. Kalabalık bir öğrenci topluluğu olabildiğince düzenli sıralarla öğretmenler eşliğine müzeyi geziyordu. Biz Nazi Almanyası’nın vahşetini izlerken ürperiyorduk. Öğretmen öğrencilere müzeyi nasıl anlatıyordu?
Resim Ekleme
Mustafa Balbay / Leyla Kılıç

Ali Kılıç’tan bir süre okul grubuna eşlik edip dinlemesini rica ettik. Kılıç dönüşte öğretmenin anlattıklarını şöyle özetledi:

“Çocuklar milliyetçilik temelde ikiye ayrılır; pozitif ve negatif. Burada negatif olanını görüyorsunuz. Pozitif milliyetçilik ise ülkenin kalkınmasını, gelişmesini istemektir. Bunu başkasına zarar vermeden yapmak gerekir... Biz Almanya’yı 1950’lerden sonra yeniden inşa ederek gerçek milliyetçiliği gösterdik...”

“Alman ırkı en üstün ırk” çılgınlığıyla yola çıkan Hitler’in siyasal yaşamı bugün de insanlık için en önemli derslerden biri.

Milliyetçiliğin ırkçılığa evrilmesiyle yurtseverliği güçlendirmesi arasındaki çizgi elbette kalın ama bu güçlü kavramın her iki yöne de zemin oluşturduğu gerçek.

1789 Fransız İhtilali’nden sonra yükselen milliyetçilik 250 yıldır dünyanın şekillenmesinde en önemli kavramlardan biri oldu. Milliyetçilik, imparatorluklar batırdı, yeni devletlerin tarih sahnesine çıkmasının yolunu açtı, toplumbilime ciltler kattı.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan 20’yi aşkın devletin çıkması sürecinde, imparatorluğun sahipleri kendilerine sordu:

- Peki, biz kimiz, bundan sonra nasıl devam edeceğiz?

Prof. Dr. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı ansiklopedik eserinde İstanbul’daki Osmanlı çevresi için şöyle diyordu: “Kendilerinin Türklükleri, yabancıların onlara “Türk” demesinden ileri geliyordu...”

Bu ortamda yükselen çıkış yolu arayışı üç damarı güçlendirdi:

Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük...

Rusya’da okumuş-yazmış Yusuf Akçura’larla Diyarbakır-İstanbul hattından yetişmiş Ziya Gökalp’lerin kalemleri Türkçülük akımını “Türk birliği” hedefi uyandıracak kadar etkiledi.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nın ardından kuruluş mücadelesinde inşa ettiği ulus devletin öznesi 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde yer alıyordu: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk denir.”

Uğur Mumcu’nun “40’ların Cadı Kazanı” kitabında Atatürk’ün ölümünden sonra farklı bir şekilde yükselen Türk milliyetçiğinin serüveni şu eksende irdeleniyordu: Sabahattin Ali-Nihal Atsız davası!

Partili milliyetçilik
Bu sürecin devamı milliyetçiliğin partileşmesini getirdi.

1970’lerde ise milliyetçilik bir “cephe”nin adı oldu ve AP-MHP-MSP ile Milliyetçi Cephe hükümetleri kuruldu. 5 bin gencin kıyıldığı 12 Eylül 1980 öncesinde milliyetçilikle ümmetçilik “Türk-İslam sentezi” olarak öne çıktı. 12 Eylül rejimi bu tanımın da bekçiliğini üstlendi.

Bu süreçte CHP’nin 6 okundaki “milliyetçilik” bir yanıyla “Atatürk milliyetçiliği” bir başka yanıyla “yurtseverlik” olarak vitrine konuldu.

Siyasetin başlıca konusu
Milliyetçilik dün olduğu gibi bugün de siyasetin ve siyaset biliminin başlıca konusu. Küreselleşmenin yükselmesi, bölge işbirliklerinin güçlenmesiyle ikincil duruma düşeceğini iddia edenler oldu ama koronavirüs salgınında Avrupa ülkelerinin “birlik ilkelerini” bir kenara itip “önce benim vatandaşım” demesi dikkat çekiciydi.

Türkiye kendi içindeki milliyetçilik tartışmalarının yanı sıra Orta Asya’da 1990’dan itibaren doğan Türk cumhuriyetleriyle yeni pencereler açtı. Kazakistan’ın Ankara Büyükelçisi Abzal Saparbek’in ODTÜ mezunu olması ilişkilerin pozitif sonuçlarından biri. Saparbek, Türk dünyasını Cumhuriyet için yazdı.

Bugün Türkiye’de iktidarı milliyetçi bir partiyle siyasal İslamcı bir partinin paylaşması yukarıda özetlediğimiz tartışmaları yeniden gündeme getirdi.

Bu yazı dizisinde çok geniş kavram olan milliyetçiliğin Türkiye’deki tarihsel gelişim içindeki yerini, bugün geldiği noktayı, konuya kafa yoran kişilerin penceresinden aktarmaya çalışacağız. Arkadaşlarımız Ankara’dan Selda Güneysu, İstanbul’dan Leyla Kılıç’la birlikte hazırladığımız dizi katkı koymak isteyenlere de açıktır.

Resim Ekleme

TÜRKOLOG PROF. DR. AHMET BİCAN ERCİLASUN:
SİYASAL TABANI GENİŞ, ENTELEKTÜEL BİRİKİMİ ZAYIF

Türk Dil Kurumu’nun eski başkanı, Türkolog Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’la Ankara Çayyolu’nda zaman zaman uğradığı bir kitabevinin yanında söyleştik.  

Sayın Ercilasun, geçen günlerde Yeniçağ’daki yazınızda Türk milliyetçiliğinin ihmal ettiği konuları yazdınız. Sizin gözünüzle bunlar neler?

Türk milliyetçiliği üç ayak üzerinde kuruldu. Türklük, İslamlık, Çağdaşlaşma... Böyle başladı, ilerici bir hareket olarak başladı... Kendi dönemlerinin bütün aydınlarını toparlayabilecek kadar güçlüydü, çekiciydi. Halide Edib, Yakup Kadri, hepsi Ziya Gökalp’in etrafındaydı, Türk Ocağı müdavimleriydi. Türklük, Müslümanlık zaten var, asıl hedef çağdaşlıktı... Gökalp, Yusuf Akçura, aynı zamanda Türk birliği hedefine sahipti. Buna gitmek için güçlenmek gerekiyordu. Güçlenmek için de çağdaş olmak gerekiyordu. Atatürk’ün yönetimde olduğumuz dönemlerde kesinlikle devletin temel felsefesi milliyetçilikti. Altı okun diğer bütün okları milliyetçilik içindi. Onun zamanında da çağdaşlaşma devam etti. İnönü zamanında Türklük geri plana atıldı... Çağdaşlaşma devam etti. Bu Türk milliyetçilerini Türklüğü ve manevi değerleri savunmaya itti. Bu defa Türk milliyetçileri çağdaşlaşmayı unutur gibi oldu. Bayağı da unuttular...

Sizin gözünüzde Türk milliyetçiliğini temsil eden siyasi parti ya da akım var mı?

Akım var ama parçalanmış durumda... Türk milliyetçilerinin bir kısmı, ülkücü hareket diyorlar, dışında da var... Bir kısmı çağdaşlaşmayı ihmal ettik dedi. Onlar daha çok İYİ Parti’de veya partide değil... Hâlâ farkına varmayanlar, yerli milli diye dolaşanlar çağdaşlaşmayı ihmal ettiğinin farkında olmayanlar. Onlar kendileriyle çok benzerliğimiz olmayan siyasal İslamcılarla birlikte. Milliyetçiler siyasal İslamcı değildir...

Siyasal İslam ne durumda?

Bugün iktidarda... Cumhuriyet, tarihinin en kötü günlerini yaşıyor. Siyasal İslam’ın, cepheler oluştuğu dönemlerde zaman zaman Türk milliyetçiliği ile bir araya geldiği oldu. Siyasal İslamı tanırız... Bunlar TC’de yüzde 5-10’luk kitleye sahipken yarısını kapsama alanına alacak bir güce ulaştılar. Türkiye’yi çağdaşlaşma yönünde giderken Ortadoğu ülkesi haline getirdiler. İhvancılık siyasal İslamın Mısır’da kurulmuş örgütü... Biz daha Sovyetler dağılmadan Azerbaycan’daki bir milliyetçiliği, Tataristan’daki milliyetçiliği tanırdık. 20 yaşından beri birbirimizi biliriz. Bunlar da 15-20 yaşından beri Mısır’daki İhvancıyı, Suriye’deki İhvancıyı biliyorlar. Kardeş gibiler. Onun için Mısır’da iktidara gelince yüklendiler, Suriye’ye, Libya’ya girişimizin sebebi bu...

AKP iktidarını ayakta tutan güç MHP. Bu yanıyla MHP’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?  

MHP Türk-İslam dediği andan itibaren biraz kaydı. Bizim fikrimizin adı Türk ülküsü, Türk milliyetçiliği... Belki “iktidarı PKK ile mücadele eder noktaya getirdik” diyorlar. Ama, oyları gittiği için AKP bu yolda. Bence hâlâ AKP’nin samimi fikri açılım politikası.

Amaçları din devleti

FETÖ, Türk milliyetçilerini etkiledi mi?

Hayır... Belki yüzde 5-10’unu etkilemiştir. Orta Asya’da okullar dolayısıyla. O arkadaşlara hep itiraz ettim. Tayyip Erdoğan, ‘Aynı menzilde olduğumuz’ dedi. O sözü ilk defa ben çıkardım. Aynı menzil dini kurallara dayalı devlet kurma... Bunun için Batı ülkelerinin şemsiyesine razılar... FETÖ de razı... Ne kadar ileri gitti, gördük ABD ile beraber...

Şemsiye derken manda mı?

Evet evet, her türlü şeye razılar. Ankara’nın şerrinden Brüksel’in şeyine diyen iktidarın mensuplarından biriydi... Avrupa Birliği’ne girmeyi de bunun için istiyorlar. Yani menzilleri bu. Türkiye’de dini kurallarla yönetilmesini istiyorlar. İktidar hedefe gitme yolundan hiç vazgeçmiyor. İki adım ileri, şartlara göre bir adım geri, ama hep oraya doğru.

Ortak hedefler anlamında Türk dünyasının lideri kim?

Bizimki olamaz. O kavrama sahip değil. Ülke sorarsanız Türkiye... Lider ülke... Toparlayıcı güç Nazarbayev.

Milliyetçiliğin entelektüel birikimi ne durumda?

Zayıf... Milliyetçilerin en büyük sıkıntılarından biri de entelektüel birikimlerinin zayıf olmasıdır. Bayağı zayıftır. Ciddi şekilde. Daha açık ifade etmek gerekirse milliyetçiliğin siyasal tabanı geniş, entelektüel birikimi zayıftır.

Bugün Türk milliyetçiliğinin genel görünümü nasıl?

Milliyetçilik siyasal olarak güçlü, yüzde 20-25’lerde, fakat entelektüel olarak son derece zayıf... Tam tersine Marksist sol entelektüel olarak çok güçlü, siyasal olarak bugün çok zayıf. Mensubiyet şuuru istiyoruz; kendisini Türk milletine mensup hissetme... Bu kan bağı, din bağı olabilir, tarih bağı olabilir... Kişi ben bu millete mensubum diyecek. Diyelim Kürt kökenli kardeşlerimiz kan bağı yok, dil bağı yok, beş bağ var; ortak tarih, ortak vatan, gelenekler var, din var... Mensubiyet eğitimle sağlanır. Cumhuriyet bunu sağlamıştır. 60’lara, 70’lere kadar... Şu an İngiltere’de Almanya’da milliyetçilik sözü edilmez ama o yüksek kültürü veriyorlar. O nedir? Fransa’da Viktor Hugo’dur. Ortak tarihtir. Tek başına Shakespeare İngilizi İngiliz yapıyor.

Bizim böyle değerlerimiz yok mu?

Var ama bu eğitimle verilir... Tek başına Dede Korkut, Yunus Emre, Karacaoğlan... Namık Kemal, Tevfik Fikret, Akif... Cumhuriyet bunları 70’lere kadar veriyordu... O zaman bunlar ortak kültürdü... Liseyi bitiren insanın sahip olacağı ortak kültür ilk ve ortaöğretim insanı Türk yapar.  
Resim Ekleme

KARAR GAZETESİ YAZARI TAHA AKYOL:

12 EYLÜL DÖNEMİNDEN DERS ÇIKARMAK GEREKLİ

MHP’de 1965 yılında siyasete başlayan ve 12 Eylül sonrası yaşamına gazeteci olarak devam eden Karar gazetesi yazarı Taha Akyol, Cumhuriyet’in sorularına şu yanıtları verdi:

1980 darbesi öncesinde MHP içinde aktif siyaset yaptınız. O dönemin MHP’sini ve ülkücü hareketini anlatır mısınız?

Siyasetle ilgilendiğim dönemde ülkücü hareket Türkiye’nin genel şartları içerisinde bir hareketti. Yani soğuk harp dönemindeki sağ-sol kutuplaşması, komünizm tehlikesi... Ancak Alparslan Türkeş’in etkisiyle Türkçü ve daha çok dış güçlere karşı, Turan vurgulu bir milletçilikti. Anadolu milliyetçiliğini benimsemiyorlardı. Atatürk milliyetçiliğine karşı değillerdi ama onu da benimsemiyorlardı.. Dönemin şartlarında mücadeleci ve çatışmacı bir hareketti. 12 Eylül’ü bugünkü şartlarda eleştirmek son derece kolaydır. Ancak 12 Eylül’den dersler çıkarabilmek için Türkiye’nin 12 Eylül’e gelmesinde politikacıların kusurunu, vebalini çok iyi anlatmak gerekir. Alparslan Türkeş’in bu sürece giderken tabanda çatışmayı önlemek için iki teşebbüsü olmuştur. Ancak sonuç olarak, sağdan ve soldan günde 20 genç birbirini öldürürken, politikacılar uzlaşmayı, teröre karşı en azından bir dil birliği sağlamayı, cumhurbaşkanı seçmeyi başaramadılar.

12 Eylül döneminde tutuklandınız. Neler yaşadınız?

Hakkımda gıyabi tutuklama vardı. Ben, Yaşar Okuyan ve birkaç arkadaş olmak üzere gidip teslim olduk. Aynı zamanda Türkeş’in avukatlığını yapıyordum. Hukuka güvenerek “15-20 gün sonra bu gıyabi tutuklamanın sorgusu yapılır ben bırakılırım” diyordum. Eşimle de böyle vedalaştım. Çabuk çıkacağım diye yanıma ufak bir çanta aldım. Tutukluluğum tam 14 ay sürdü. İlk hâkim karşısına çıktığımda tahliye kararı verildi.  

AKP ile MHP arasında çok fazla fikir ayrılıkları mevcuttu. AKP bunu nasıl değiştirdi?

Devlet Bahçeli’nin, Recep Tayyip Erdoğan hakkında çok ağır sözleri var. Bizim tarihimizde böyle ağır sözler kullanan başka bir lider bilmiyorum. Ayrıca parlamenter sistemi savunan, başkanlık sisteminin dış güçlerin bir tuzağı olduğunu söyleyen Bahçeli, baktık ki ittifak yaparak cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini destekliyor. Buna karşı olanlar ayrılarak İYİ Parti’yi kurdu. O arada perde arkasında neler olduğuna dair bir bulgum yok.

‘AKP’LİLER KULLANDI’
Erdoğan, Türkeş’in 9 Işık doktrini ile Devlet Bahçeli’ye başkanlık vurgusu yapmış ve olumsuz yanıt almıştı... Şimdi bu sistem üzerinde ittifak ortağı oldular?

Türkeş’in 9 Işık Doktrini bölüm bölüm baştan sona oturulup yazılmış bir kitap değildir. Benim öğrenciliğimde 18-20 sayfadan oluşan bir broşürdü. Zamanla Türkeş’in konuşmaları eklenerek genişletildi. Türkeş’in Başkanlık sisteminden bahsettiği dönem MHP’nin en fazla 1975’e kadarki dönemidir. Nasyonel sosyalizm olarak suçlanan milliyetçi toplumculuktan bahsettiği dönem. Türkeş orada “tabii senatörlükler” kaldırılsın diyerek başkanlık sistemi demiştir, 1970’ler dönemi olduğu bundan da belli . AKP’liler MHP’yi kazanabilmek için bunu kullandılar. Bahçeli de çıkıp dedi ki “Bu Türkeş’in o zamanki fikridir sonrasında parlamenter sistemin yanında olmuştur.” Sonraki dönemde milliyetçi-toplumcu kavramı da yoktur, başkanlık sisteminden bahseden bir konuşması da yoktur. Hatta parlamenter demokrasiyi savunan konuşmaları var.

Ülkücü hareket Atatürk ve ilkelerine sahip çıkan bir hareket mi?

Türkeş Atatürk’e saygılı bir liderdi. Türkeş’in benimsediği Atatürk, Cumhuriyet gazetesinin anlayacağı “devrimci” bir Atatürk değildi. Türkeş’in anladığı Atatürk daha çok milliyetçidir. MHP, Atatürk’e saygılı bir hareketti. Ama parti içinde keskin Atatürkçü de Atatürk düşmanı da görmedim.  

Milliyetçi ve ülkücüler siyasal İslam’a nasıl bakıyorlar?

MHP’de Gençlik Kolları İstanbul İl Başkanı olduğum dönemde ümmetçilik negatif bir kavramdı. O dönemde gençlerin söylemleri Türkçülük vurgusu taşırdı. Ancak parti halka bütünleşme çalışmalarına girdikçe milliyetçi muhafazakâr söylemler geliştirdi. 1969 CKMP Adana Kongresi’nde muhafazakâr milliyetçilik ile Türkçülük çatışma haline geldi. Şöyle bir çözüm bulundu: Gençlik kolları ve ülkü ocaklarının simgesi bozkurt, partinin simgesi üç hilal oldu. Partide her zaman Türklük ve İslamiyet vurgulandı ama asla siyasi ümmetçilik olmadı.  

1980’lerde öne çıkan Türk-İslam sentezinde bugün İslam kısmının öne çıktığı doğru mu?

Doğru. Türk-İslam sentezi kavramını ben de zamanında çok kullandım. Bunu deyişimizin sebebi, Erbakan hareketinden faklı olduğumuzu ifade etmekti. Bu kavram 12 Eylül’ün bir komplosu değildir. Bu kavram, bizi ümmetçilikten ayıran, Türk tarihinde gördüğümüz türden, milliyetçiliği de reddetmeyen bir İslam anlayışı. Düşünün size diyorlar ki “Kavmiyetçilik İslamiyette yoktur, milliyetçiyim dersen küfre girersin.” Bu kavram bir siyasi hareketin kendi içerisinde çatışabilecek iki kavramı birleştirme, bir sentez çabasıydı. Türklüğümüzü kaybetmeden Müslüman olmak ya da Türklüğümüz uğruna İslamı küçümsememek.

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/milliyetcilik-nereye-1-vazgecilemez-ama-bicak-sirti-bir-kavram-milliyetcilik-1766292



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 18.09.2020- 00:59


Milliyetçilik Nereye-2: Milliyetçi hareketin siyasal kronolojisi

1800’lü yılların sonu, 1900’lü yılların başlarında, dünya yeni bir yola evrildi. Elbette bu evrilmeden Ortadoğu coğrafyası, bu coğrafyada konumlanan Osmanlı Devleti de payını aldı. Osmanlı’nın son dönemlerinde uzun süren savaşlar ve bu savaşların sonucunda kaybedilen topraklar, halkta da “farklı bir bilincin uyanmasına” yol açtı. Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklarda önceleri “Osmanlıcılık” akımı ön plana çıkarken, artan toprak kayıplarıyla birlikte “Türkçülük” akımı “Osmanlıcılık” akımının önüne geçti. Peki, neydi “Türkçülük” akımı ve Türk siyasi yaşamını nasıl etkilemişti?

Mustafa Balbay / Selda Güneysu
Resim Ekleme

‘TÜRKÇÜLÜK’ AKIMINDAN ‘SİYASET ARENASINA’
Türkçülük, genel tanımla “Türk halkının kültürel ve siyasal birliğini sağlamayı amaç edinen” bir akım. Bugün, “Türk milliyetçiliği”nin de temeli kabul ediliyor. Hakkı Öznur, “Ülkücü Hareket” isimli eserinde, “Türk milliyetçiliğinin ilk bilince kavuşma tarihi olarak 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyet’i gösteriyor. Fikri gelişmeyi de aynı eserinde şu ifadelerle anlatıyor:

“Türk milliyetçiliğinin ilk şuura yani bilince kavuşması 1908’de kurulan Türk Derneği sayesinde gerçekleşti. 1908 İnkılabı’na kadar milliyet esasına dayalı dernek kurmak mümkün değildi. Bu tarihe kadar ‘Osmanlıcılık’ itibar görüyordu. 1908’den itibaren durum değişti ve Türkiye’de Türk milliyetçiliğine dayanan ilk Türk derneği kuruldu. Derneğin kurucuları arasında Yusuf Akçura, Ahmet Mithat Efendi, Necib Asım Bey daha sonra ise Mehmet Emin Yurdakul, İsmail Gaspıralı, Hüseyin Cevat yer aldı. Türk Derneği, ‘Türk Cemiyeti’ adı altında bir de dergi çıkardı. (...) 18 Ağustos 1911’de kurulan Türk Yurdu Cemiyeti’nin Türk Yurdu Mecmuası adlı bir dergisi vardı. Türk Yurdu Cemiyeti’nin kurucuları ise Mehmet Emin Yurdakul, Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu. Programı ise şöyle açıklandı:

- Türk Yurdu, umumi Türklerce makbul olabilecek bir mefkureyi meydana çıkarmaya çalışacaktır.

- Dahilde ancak Türklük ve Türk unsurunun siyasi ve iktisadi menfaatlarını temin edecektir.

- Mefkuresizlikten dolayı tembelliğin, rehavetin ve ümitsizliğin önüne geçmeye çalışacaktır.

- Türk Yurdu’nun beynelmilel siyasette takip edeceği istikamet Türk olanın menfaatlarını müdafaa olacaktır.”

‘ADIMIZ TÜRK GÜCÜ’
İkinci Meşrutiyet döneminde kurulan derneklerden biri de Türk Gücü Derneği. Dernek, 1913’te, İstanbul Türk Ocağı binasında kuruldu. Kuruluşundaki başlıca nedeni ise “1912 yılının sonlarında Türk Ocağı’nın kapatılma tehlikesi” olarak adlandırıldı. Türk Ocağı’na üye gençlerin 1913’te yeni bir yönetim oluşturmak üzere kongreye giderken, derneğin yönetiminde o dönemin “fikir insanlarından” oluşan Yusuf Akçura, Halis Turgut, Hüseyin Ragıp, Akil Muhtar ve Hüseyin Ertuğrul gibi isimler yer aldı. Derneğin amacı ise tüzüğünde, “Adımız Türk Gücü, şiarımız Türkün gücü her şeye yeter, maksadımız, soyumuzu huyumuzu düzelterek, atiye tam manasıyla bir er yetiştirmektir” olarak yer aldı. Ancak Cumhuriyet devrinde “en etkili yapının“Türk Ocağı Cemiyeti” olduğu belirtiliyor. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra kurulan Türk Derneği ve Türk Yurdu Cemiyeti’nin “Türk milliyetçiliğine bir bilinç ve yol vererek hareketin tohumlarını attığı” ifade ediliyor. Türk Derneği ve Türk Yurdu ile harekete geçen Türk milliyetçiliğinin Türk Ocakları’nın kurulmasıyla hız kazandığı, ocağın kurulmasında ise o zamanki adı Mekteb-i Tıbbiye olan askeri tıp öğrencilerinin önde olduğuna dikkat çekiliyor. Ocağın kurucuları ise Mehmet Emin, Ahmet Ferit, Ahmet Ağaoğlu ve Fuat Sabit. İlk başkanı ise Ahmet Ferit Bey. 23 Ağustos 1912 yılında ise başkanlığı Hamdullah Suphi Tanrıöver alıyor.

MİLLİ MÜCADELE’DE YER ALDI
Türk Ocağı, salt Osmanlı’nın son döneminde değil, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda da etkin rol oynadı. “Ocaklı gençler” olarak adlandırılan gençlerin kimi Kuvayi Milliye’ye katılırken, Anadolu’nun işgal edildiği 1919’da Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen ve Halide Edib Adıvar’ın konuşma yaptığı mitinge de Türk Ocağı ön ayak oldu. Adıvar, o gün meydanı dolduran kalabalığa şu sözlerle hitap etti:

“Ey Türk ve Müslümanlar, bugün gözlerimizin önünde öteyi görmeye mâni olan bir karanlık var. Bu karanlık belki aylar, belki de yıllarca devam edebilir. Fakat Türk ve Müslüman dünyası elbet bir sabaha kavuşacaktır. Ufkumuzda güneş doğacak ve ortalığı aydınlatacaktır. Türk istiklal ve zafer güneşi şimdi sapsarı olan benizlerimize taze bir pembelik, ümit ve saadet getirecektir. Gözlerimizi bu güneşi görmeye alıştırmalıyız. Fatih’lerin, Yavuz’ların, Kanuni’lerin ülkesi, istiklalsiz kalamaz. Onların torunları sizler, Mithat Paşa’ların ve Namık Kemal’lerin vatanı asla hürriyetten mahrum edilemez. Ulu Türk ve Müslüman kardeşlerim gözlerimizi bu istiklal ve zafer güneşini görmeye muktedir bir hale getirelim. Birbirimize ellerimizi uzatalım, tek bir hedefe, yalnız Türk istiklal ve hürriyeti gayesine doğru yürüyelim. Vatan behemehal kurtulacak, tarihte esaretin adını dahi bilmeyen Türk, bu kere de Türkü esarete davet edenlere şerefli bir ders daha vermesini bilecektir.”

Türk Ocakları’ndan son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne girenler de oldu. Hamdullah Suphi, Antalya vekili olarak, 22 Ocak 1920’de, Meclis’te, “Anadolu’daki Milli Mücadele’nin desteklenmesini” istedi. Düzenlenen bu mitingler ve ocağın Milli Mücadele’ye verdiği destek, dönemin işgal güçlerinin de dikkatini çekti. İngiliz ve Yunan işgal güçleri tarafından ocak merkezleri basılınca, ocak başkanı Hamdullah Suphi, Anadolu’ya geçmek zorunda kaldı. Arkasından da Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Ağaoğlu, Hikmet Müftüoğlu ve Yusuf Akçura gibi ocağın önde gelen isimleri de Anadolu’ya geçti. İngiliz ve Yunan işgal güçleri sonrasında kapatılan ocaklar ise Milli Mücadele sonrasında, yeniden faaliyet göstermeye başladı. İşgal edilen genel merkezi ise 1 Haziran 1923’te açıldı. 23 Nisan 1924’te Türk Ocakları’nın birinci kurultayının açılış konuşmasını ise Başkan Hamdullah Suphi yaptı. Suphi, Türk Ocakları’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde gerçekleştirdiği devrimleriyle ilgili tavrını ise şöyle açıkladı: “Türk Ocakları, üzerine kutsi bir vazife daha almıştır. Türk Ocakları inkılabımızın bekçisidirler.”

YOLLAR TEK TEK AYRILIYOR
3 Mart 1924’te hilafetin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının Türkiye Cumhuriyeti dışına çıkarılmasına dair yasa Meclis’te görüşülürken, bu yasaya ocak üyelerinden karşı çıkanlar oldu. Yasaya ilişkin tek alehte konuşmayı genç cumhuriyetin Gümüşhane Milletvekili Zeki Bey yaptı. Zeki Bey’in bu tutumu Mustafa Kemal Atatürk’ün de dikkatini çekti. Bu konuşmaya ocağın Adana, Biga, Çeşme, Denizli, Gerede ve Mersin gibi şubelerinden de tepki geldi. Şubeler, Atatürk’e telgraf çekerek “devrimlere olan desteklerini” bildirdiler. Ancak bu ilk yol ayrımı olmadı. Daha sonra o dönem hâlâ ocak başkanı görevini yürüten Hamdullah Suphi Tanrıöver, “tarihi bağların kopacağını” gerekçe göstererek, “tekke ve zaviyelerin kapatılmasının yanlış olduğunu” öne sürdü.

HARF DEVRİMİ’NE KARŞI
Yeni cumhuriyetin en önemli adımlarından biri de Harf Devrimi. Milli eğitimin de temelini oluşturan devrim, “gelecek neslin medeniyetle buluşmasını” amaçlıyordu, ancak   Osmanlıcanın kaldırılarak, yerine Latin alfabesinin kullanılması, ocak çevresindeki bazı aydınları da “rahatsız etti.” Hakkı Öznur, “Ülkücü Hareket” isimli eserinde, bu “rahatsızlığı” şöyle anlatıyor: “Yazıyı değiştirmek, kullanılan harflerin Kuran yazısı olduğu için o dönem ‘dini değiştirmek’ sayılmıştı. Türk-İslam birliğini çökerteceği endişesi ile ocak çevresindeki bazı aydınlardan Ziya Gökalp, Halide Edip Adıvar, Necip Asım Yazıksız, Sadri Maksudi Arsal, Fuat Köprülü gibi birçok kişi karşı çıktı. Türk Ocakları’nın tavrı ise diğer inkılaplara oranla ‘belirsizdi.’ 5. kurultayda Harf Devrimi ile ilgili lehte ya da aleyhte tavır ortaya konmadı. Fakat Harf Devrimi’nin Meclis’ten geçmesinden sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün de tavrını açıkça ortaya koymasıyla birlikte Türk Ocakları, 20 Ağustos 1928’de yayımlanan tamimde Harf Devrimi’nin desteklenmesi için şu direktifi verdi: ‘Lisanımıza büyük bir inkişaf verecek olan yeni harflerimizin her sınıf halkımız tarafından süratle öğrenilmesi hepimiz için bir mefkure olmalıdır.”

İYİ PARTİ İSTANBUL MİLLETVEKİLİ PROF. DR. ÜMİT ÖZDAĞ:
Resim Ekleme
YÜKSELEN MİLLİYETÇİLİĞİN DÜŞÜNSEL HEYECANI KAYBOLDU


İYİ Parti İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Ümit Özdağ, 1994’te çıkarmaya başladığı Avrasya Dosyası yayınlarıyla stratejik düşünce alanında adından söz ettirmeye başladı. 1999’da Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’ni, sonrasında da 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nü kurdu. Babası 27 Mayısçı Muzaffer Özdağ’ın Japonya görevi nedeniyle 1961 yılında Tokyo’da doğan Prof. Dr. Özdağ, 2011-2015’te MHP’den, 2018’de İYİ Parti’den milletvekili seçildi. Röportaj önerimizi kırmayan Özdağ, “İstediğiniz soruyu sorabilirsiniz” diye karşılık verdi.

- Türk milliyetçiliğinin tarihsel süreç içinde geçirdiği evreleri sıralar mısınız?

Türk milleti, Çinlilerle birlikte varlığını sürdüren tarihin en kadim iki milletinden birisidir. Türk milliyetçiliğinin kökenlerini Hunlar dönemindeki Mete Han’ın mitolojik efsanelerinden başlayarak resmi adı “Türk Kağanlığı” olan Göktürklerin devlet felsefesinin anlatıldığı 8. yüzyıla ait Orhun Abideleri’nde çok açık bir şekilde görmek mümkündür.

19. yüzyılda ise Rus Çarlığı’nın işgali altındaki Kırım ve Kazan’da Türk milliyetçisi aydınlar tarafından Türk milliyetçiliğinin teorik temellere kavuşturulduğunu görürüz. Bunu, gerileyen ve çöküş sürecine giren Osmanlı Devleti’ndeki Türk aydınlarının Ziya Gökalp başta olmak üzere teorik arayışları izlemiştir. İttihat ve Terakki, sınırları belirgin olmasa da büyük ölçüde Türk milliyetçiliği zeminine oturmuştur. İstiklal Harbi’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisi Türk milliyetçiliğidir. Bu dönemde Türk milliyetçiliğinin konumunu 19 Mayıs 1944’te İnönü’nün yaptığı konuşma çok açık şekilde ortaya koymuştur. İnönü mealen şöyle demiştir: “Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne değin Türk milliyetçisi olmak her Türk vatandaşının görevi idi, bundan sonra hakkıdır.” Bu açıklama devletin Türk milliyetçiliği ruhunu kaybetmesi ve ruhsuz bir bürokratik devlet milliyetçiliğinin doğması anlamına geliyordu. Ancak İnönü’nün bu adımı devlet aklı çerçevesindeki rasyonel çizgiyi yitirmiş, taktik bir adım olmaktan çıkmış, bir grup aydında ve devlette bir süre sonra Turancılığı-Türk Birlikçiliği zararlı akım olarak görme eğilimi başlamıştır.

TÜRKEŞ SONRASI DURGUNLUK

- Bu durum ne tür gelişmeleri beraberinde getiriyor?


Türk milliyetçiliğinin siyasal bir parti ile siyasete dönüşü 1964’te Alparslan Türkeş’in CKMP-MHP Genel Başkanı olması ile gerçekleşmiştir. 1944’te Turancılık suçlaması ile yargılanan genç üsteğmen 20 yıl sonra 27 Mayıs’ın kudretli albayı olmanın ötesinde Türk milliyetçiliğinin siyasal ve fikri liderliğini üstlenmiştir. 1990’lı yıllarda bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin kurulması ile Türk milliyetçiliğinin Türk birlikçi ideolojik temellerinde canlanma yaşanmıştır. Türkeş’in vefatı sonrasında Türk milliyetçiliği ideolojik-politik durgunluk dönemine girmiştir. İYİ Parti’nin kuruluşunu sağlayan ana dinamik, Türk milliyetçiliğini bu ideolojik-politik durgunluk döneminden sonra bir büyük atılım ile iktidara taşıma hamlesidir.

- AKP-MHP ittifakı bu bağlamda tarihsel bir sentez mi, dönemsel bir işbirliği mi?

AKP ile MHP arasında ideolojik bir ittifak, stratejik bir işbirliği olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bir tarafta milli kimlik ve bilinci sorun ve ortadan kaldırılması gereken hedef olarak görüp yerine siyasal ümmeti koyma mücadelesi veren AKP var, diğer tarafta bugün AKP’ye siyasal destek verse de Türk milli kimliği ve Türk siyasal bilincini esas alan MHP var. Özetle dönemsel bir işbirliği söz konusu.

- Küreselleşme tartışmaları milliyetçilik kavramını nasıl etkiledi?

Tek kutuplu dünya düzeninin ideolojik ekseni neo-liberalizm ve küreselleşme sona ererken neoliberalizm hızla egemen küresel ideoloji konumunu yitiriyor. Neo-liberalizme sert eleştiriler sadece gelişmekte olan ülkelerden değil, ABD’den ve Avrupa’dan da yükseliyor. Neo-liberalizm çökerken, milliyetçilik politik ve entelektüel anlamda büyük bir yükselişe geçmiştir. İçinde bulunduğumuz süreçte milliyetçilik, milliyetin yerine menfaatçı bireyi koyan, “toplum yok, fert var” diyen diğer enternasyonalist ideolojiyi yani neo-liberalizmi tasfiye etmektedir.

- “Atatürk milliyetçiliği” kavramına bakışınız nedir?

Ben, Atatürk milliyetçisi değilim, Atatürk’ün yorumladığı çerçevede Türk milliyetçisiyim. Atatürk, Türk milliyetçisi idi. Biz Türk milliyetçileri de öyleyiz. Eğer Türk milliyetçisi olduğunu söyleyen birisinin Atatürk ile ilgili herhangi bir sorunu varsa bilin ki ya Atatürk’ü gerçekten anlamamıştır ya da gerçekten Türk milliyetçisi değildir.

- Ülkücü hareket Türk milliyetçiliğini ne kadar kapsamaktadır?

Ülkücü hareket, siyasal Türk milliyetçiliğinin 1965 sonrasındaki özel adıdır. Ve MHP’de temsil edilmiştir. Belirli bir dönemde ülkücü harekete siyasal Türk milliyetçiliğinin tek temsilcisiydi. Bu tespit diğer partilerde Adalet Partisi, Anavatan, Doğru Yol veya CHP’de Türk milliyetçilerinin olmadığı anlamına gelmiyor tabii. Ancak Türk milliyetçiliğini siyasal örgüt olarak İYİ Parti’nin kuruluşuna kadar MHP temsil etmiştir. İYİ Parti’nin Sayın Meral Akşener’in liderliğinde kuruluşu ile 21. yüzyılda Türk milliyetçiliği potansiyeli ve Türk milliyetçiliğinin Soğuk Savaş sonrası sosyolojisi yeni bir hamle yapmıştır.

21. YÜZYILDA TÜRK BİRLİĞİ
- Türk milliyetçiliği, çağı, dünyadaki değişimi okuyabildi mi?


Evet, doğru okumuştur çünkü metodolojisi sağlamdır. Tarihin ana dinamiğinin millet ve milletler arası mücadele olduğunu gören milliyetçilik, çağı sosyalizm ve liberalizmden çok daha iyi okumuştur. Sosyalizm, sınıfsız toplum denemesi ile insani trajedilere yol açarken, liberalizm özellikle küreselleşmenin ideolojisi olan neo-liberalizmin insan ve doğanın en ahlaksız sömürüsünü meşrulaştırmıştır. Türk milliyetçiliği 20. yüzyılı iyi okumuş, İstiklal Harbi’nin ana dinamiği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi olmuştur. Türk dünyasının bağımsızlığına kavuşmasının mücadelesini vermiştir. Marksizm ve liberalizme karşı ancak aynı zamanda siyasal ümmetçiliğe karşı fikri mücadelede hep haklı çıkmıştır. 21. yüzyılın başında bazı teorik sıkıntıları ve dağınıklığı olmakla beraber ciddi bir entelektüel birikimi temsil etmektedir. Türk milliyetçiliğinin öngörüsü ve ülküsü olan Türk Birliği sakin fakat kesin adımlar ile gelişmektedir. Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğü bin senelik ayrılıktan sonra sosyolojik bütünleşme doğrultusunda önemli adımlar atıyorlar. Kültür alışverişi, ekonomik ilişkiler, askeri ilişkiler yoğunlaşıyor. Azerbaycan-Türkiye ilişkileri bu hususlarda çok büyük bir ilerleme kaydetmiş durumda. Güney Azerbaycan’da Türklük bilinci şahlanmaktadır. Tebriz’de yüz binler “Ne mutlu Türküm diyene” ve “Haray Haray men Türkem” diye slogan atıyor. Özetle, 21. yüzyılın içinde Türk birliğinin kurulacağını düşünüyorum.

- Türk milliyetçiliğinin entelektüel birikimini ve üretimini nasıl buluyorsunuz?

Türk milliyetçiliğinin entelektüel birikimi yüksektir. Birikim yüksek olmakla beraber içinde bulunduğumuz süreçte fikri üretimin olması gereken noktanın çok gerisinde ve örgütsüz olduğunu düşünüyorum. Türk milliyetçiliği düşünsel heyecanını kaybetmiş görünüyor. Oysa geleceği doğru öngören bir fikrin aynı zamanda geleceği inşa edecek projeleri aydınları olduğu gibi kitleleri de heyecanlandıracak şekilde ortaya koyması lazımdır.

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/milliyetcilik-nereye-2-milliyetci-hareketin-siyasal-kronolojisi-1766564



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 22.09.2020- 09:51


Milliyetçilik Nereye-3: ‘Sol kesimle’ ilk karşılaşma ve Nâzım Hikmet

Ülkücüler için en büyük lider olarak anılan Alparslan Türkeş, Harbiye yıllarında da 1994 yılındaki MHP kongresinde de Nâzım Hikmet şiiri okumuştu.

Mustafa Balbay / Selda Güneysu / Leyla Kılıç

Resim Ekleme
Selda Güneysu

Tarih 1929’u gösterdiğinde, yeni cumhuriyette “sol hareketler” de hız kazandı. “Hareketin öncüleri” kabul edilenler arasında Zekeriya Sertel ve Sabiha Sertel de vardı. Sertel’ler, o yıllarda “Resimli Ay” isimli bir dergi çıkarıyorlardı. Dergide, “Putları Yıkıyoruz: Abdülhak Hamit” ve “Putları Yıkıyoruz: Mehmet Emin Efendi” başlıklı yazılar çıktı. Yazıları kaleme alanların da dünyaca ünlü şair Nâzım Hikmet ile Sadri Ethem olduğu dile getirildi. Bu yazıların yayımlanması Türk Ocağı’nı sol kesimle karşı karşıya getirdi.

Karşılıklı yazılar yayımlandı. Bir yıl sonra, 15 Aralık 1930’da ise Hamdullah Suphi, “Ankara Türk Ocağı’nın tarihçesi ve iftiralara karşı cevaplarımız” konferansını verdi ve bu konuşma metni Türk Ocağı’nın dergisi Türk Yurdu’nda yayımlandı. Yazının yayımlanmasının üzerinden 9 gün geçtikten sonra da İstanbul Üniversitesi gençlerinden bir grup, İstanbul Türk Ocağı binasında, “Edebiyat mı Bolşeviklik mi?” adı altında toplantı yaptılar. Aynı toplantıda Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Çarliston Pantolonlu Gençler” başlıklı makalesi de yayımlandı. Türk Ocağı’ndaki gençler ise toplantıda şu bildiriyi yayımladı:

“Son zamanlarda mahdut bir kısım matbuatta zahiren edebiyat münakaşası şeklinde ve ‘Putları Yıkıyoruz’ unvanı altında yapılan, hakikatta ise edebiyat münakaşası diye sakladıkları komünizm ruhunu asil Türk gençliğine mal etmek küstahlığından çekinmeyen neşriyatı protesto etmek için biz Darülfünun gençleri, bugün Türk Ocağı’nda toplandık. Efkârı umumiyeye karşı şunu tasrih etmek isteriz ki bu gibi neşriyatın asil Türk gençliği ile katiyen alakası yoktur. Şahsi menfaatleri ve ihtirasları için ecnebi fikirlerini utanmadan yazan bu vatansızlar bilsinler ki nazarımızda yalnız menfur şahsiyetlerdir. Bütün milletin hürmet ettiği ve muhterem tanıdığı simalara karşı çok çirkin bir tarzda yapılan bu neşriyat karşısında duyduğumuz derin teessürleri burada alenen izharı bir borç bildik.” (Hakkı Öznur, Ülkücü Hareket.)

ATATÜRK TÜRK OCAKLARI’NI KAPATIYOR
Atatürk, bir yanda genç cumhuriyetin temellerini şekillendirecek devrimleri yaşama geçirirken, diğer yandan da cumhuriyette demokrasinin temellerini atmayı hedefliyordu. Bu amaçla 9 Eylül 1923’te “Halk Fırkası”nı kurdu. Amacı ise “çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni biçimlendirmek, çok partili sisteme geçerek, demokrasinin öncülüğünü sağlamaktı.” O süreçte, Türk Ocakları da 1927 yılında, daha sonraları başına “Cumhuriyet” adı eklenen Cumhuriyet Halk Fırkası’nı destekledi. Ocağın üçüncü kurultayında, “Türk Ocağı, Cumhuriyet Halk Fırkası ile devlet siyasetinde beraberdir” maddesi, ocağın yasasına eklendi. Ancak aynı yıl yapılan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kurultayında ise “bütün derneklerin parti tarafından denetlenmesi” ilkesi benimsendi. Bu duruma ocağın başkanı Hamdullah Suphi karşı çıktı. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kurultayında alınan bu kararın “yanlış olduğunu” savunarak itiraz etti. Bu itiraz “o dönem Cumhuriyet Halk Fırkası ile çok sorun olmadı ancak Atatürk’ün 1930 yılında, aynı amaçla, çok partili sisteme geçiş ve demokrasinin ön adımlarını atmak için” Serbest Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurdurması ise Türk Ocakları ile Cumhuriyet Halk Fırkası arasındaki kopuşu da beraberinde getirdi. O dönem Cumhuriyet Halk Fırkası’na karşı olanlarla birlikte Türk Ocağı’nın önde gelen isimleri Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Yurdakul gibi isimler, Serbest Cumhuriyet Fırkası kadrosuna girdi. 1931’de Türk Ocakları, Cumhuriyet Halk Fırkası ile birleştirildi. 10 Nisan 1931’de Türk Ocakları’nın 7. Kurultayı toplanarak, tüm ocaklar feshedildi. Türk Ocakları, bir daha Türk tarihine 18 yıl sonra , Atatürk’ün ölümünün ardından çıkacaktı. (Hakkı Öznur - Ülkücü Hareket)

TÜRKEŞ DEVRİ BAŞLIYOR

Resim Ekleme
Bugün Türk siyasetinde kendisini “ülkücü” diye adlandıran çoğu kesim “ilk Başbuğ’unu Mustafa Kemal Atatürk” olarak tanımlar. Ancak “ülkücülerin en büyük lideri ise şüphesiz Alparslan Türkeş.” Alparslan Türkeş’in ailesi 19’uncu yüzyılın sonlarında Kayseri’den Kıbrıs’a göç etti. 25 Kasım 1917’de Kıbrıs’ta dünyaya geldiğinde Kıbrıs, İngiliz işgali altındaydı. Birinci Dünya Savaşı da tüm hızıyla sürüyordu. 4 yaşındayken iptidaiye başladı. 15 yaşına geldiğinde de “Türkiye’ye göç etmeye aklına koydu.” 1924 yılında, baba ayrı iki ağabeyi ile birlikte Türkiye’ye geldi. (Alparslan Türkeş- 9 Işık)

Çocukluğunda savaşlar görmesi, Türkeş’in de ilerideki “siyasi kariyerinde” etkili oldu. Türkeş, “neden milliyetçilik ruhuna sahip olduğunu ve neden böyle bir yol seçtiğini” Hulusi Turgut’un “Şahinlerin Dansı” adlı kitabında şu sözlerle anlatıyor:

“Hocalarımız Kıbrıslı Türklerdi. Uyanık insanlardı. Faiz Kaynak Bey (rüştiyedeyken hocası), Hüsnü Bey, ilkokulda Mehmet Asım Bey ve Ragıp Tüzün Bey, hepsi milliyetçi kişilerdi. Bunlardan o duyguları alıyordum. Özellikle Turgut Bey Hocamızdan, yeryüzünde yaşayan Türkler hakkında bilgi aldık. Türkistan, Azerbaycan, Doğu Türkistan, Balkan Türkleri konusunda çok şeyler öğrendik. Bu soydaşlarımızın esaret altında olduklarını işitince milliyetçilik duygularımız kabardı. Dünyayı tanımayı henüz öğrenmiştik. 14-15 yaşındaydım.”

Türkeş, Kıbrıs’tayken İngiliz işgalinde yaşadıklarını da bu olaylar sırasında oluşan fikri temellerini de gazeteci Hulusi Turgut’a şu sözlerle anlatmıştı:

“Rum nüfusu her geçen gün Türkleri aşıyordu. Türkler göçüyor, Rumlar çoğalıyordu. Ama Türkler diriydiler. Rumlarla aralarında zaman zaman gerginlik ve çatışma oluyordu. Bize Rum mahallelerine gitmememiz tembih ediliyordu. Zaten çocuk olarak da birbirimizle karşılaştığımız zaman, hemen saldırıya geçerdik. Kimsenin kimseye bir şey söylemesine gerek yoktu. Yunan ordusunun Anadolu’ya çıkışı, büyük üzüntüye sebep oldu. Kıbrıs’ta daha sonra Türk ordusu İzmir’e girince, üç gün güç gece şenlik yapılmış...”

‘NÂZIM HİKMET’İN ‘SALKIM SÖĞÜT’ ŞİİRİNİ OKURDUK’
Türkeş, 1936 yılında, Kuleli Askeri Lisesi’ni “pekiyi” derece ile bitirdi. O yıl İstanbul Harbiye’deki Harp Okulu, Ankara Dikmen’e giden yol üzerine taşındı. İki yıllık Harp Okulu döneminde dikkate değer olay ise “1938 Harp Okulu Olayı” oldu. Bu olayda “dünyaca ünlü şair Nâzım Hikmet’in etkisi altında olduğu savunulan bazı öğrencilerin Komünizm faaliyetine girdikleri” ileri sürüldü. Öğrenciler, “Nâzım Hikmet okumakla ve onunla ilişkiye geçmek ve ‘yabancı devlet ajanı olmakla’” suçlandılar. Sonrasında tutuklandılar. Nâzım Hikmet de aynı nedenle tutuklanarak, hüküm giymişti. Bu olayı Alparslan Türkeş gazeteci Hulusi Turgut’a şöyle anlattı:

“Biz Harp Okulu’nda okurken, önemli bir olayla karşılaştık. O sırada Nâzım Hikmet şiirleri ile komünizm ideolojiye sahip bir insan olarak tanınıyordu, duyuluyordu. Biz de öğrenci olarak bunu biliyorduk ve onun şiiri öğrenciler arasında okunuyordu. Pek kimse başlangıçta ona tepki göstermiyordu. Mesela Nâzım Hikmet’in ‘Salkım Söğüt’ diye başlayan bir şiiri vardı. O, bizim aramızda da okunurdu. Milli Kurtuluş Savaşı’nı anlatan bir şiir olarak okunurdu.”

Türkeş, uzun yıllar sonra, 1994’teki MHP kongresinde Nâzım Hikmet’in yine şiirini okuyacaktı ve bu durum onu destekleyenleri de şaşırtacaktı. (Alparslan Türkeş - 9 Işık)                              

YAZAR TANIL BORA:
‘FİKRİ İKTİDARDA’ TELKİNİ TABANDA BENİMSENMİYOR

Resim Ekleme

Ülkücü hareket üzerine yazdığı “Devlet, Ocak, Dergâh” ve “Devlet ve Kuzgun” kitaplarıyla akademi dünyasına ışık tutan yazar Tanıl Bora’ya göre milliyetçi hareketin tarihi “travmalar, hayal kırıklıkları ve gelgitlerle dolu”. Bora, Cumhuriyet’e geçmişten günümüze ülkücü harekete yönelik tahlillerini anlattı.

Leyla Kılıç
- Milliyetçi-ülkücü hareketin geçmişten bugüne evrelerini siz nasıl tanımlarsınız?


1960’ların ortalarından 70’lerin ortalarına inşa evresi diyelim. 1970’lerin ikinci yarısı, iç savaş ortamı ve paramiliter yapının belirleyici olduğu evredir. 1980’ler, bir iç hesaplaşma ve ayrışma evresi. 1990’lar, “düşük yoğunluklu savaş” boyutlarına ulaşan Kürt meselesi etrafında bir yeni seferberliğin merkezinde olduğu güçlenme ve popülerleşmeyle sağlanan restorasyon evresi; biliyorsunuz DSP ve ANAP’la koalisyon iktidarı ortaklığıyla “taçlanıyor” bu evre. 2000’lerde, AKP iktidarına muhalefetle geçen uzun bir kriz evresi var. 2015’ten itibaren girdiğimiz evrede ise hem bölünme var, yani İYİ Parti’nin ayrışması, hem de MHP’nin fiili iktidar ortaklığı. Bu evrede de kriz sürüyor aslında; iki kanadın da geleceğine ilişkin belirsizlikler, kendileri açısından endişeler var.

- Kitaplarınızda bu hareketin devletle olan ilişkisini irdelediğinizi görüyoruz. Ülkücü hareketin devletle ilişkisi ne ölçüde?  

Taze bir kaynaktan örnek vereyim. 12 Eylül yargılamalarında öne çıkan, militan MHP avukatlarından Şevket Can Özbay’ın, bir iki ay önce çıkan anılarından. Orada diyor ki, “Biz TSK’nın yapacağı ‘ihtilal’de bölücüler, komünistler cezalandırılırken ülkücülerin TSK’ye yardımcı olacağını bekliyorduk, ama büyük şok ve hayal kırıklığına uğradık.” 1980’lerde de   “Öpmeye davrandığımız el bize tokat attı,” gibi sözler söylenmişti. Agâh Oktay Güner’in “Biz hapisteyiz ama fikirlerimiz iktidarda” sözü zaten meşhur ve simgeseldir. Ülkücü hareket, kuruluşundan itibaren, kendisini, tehdit altında gördüğü devlete destek olma misyonuyla özdeşleştirdi. Mücadelelerini, tehditlere karşı devletin temsil etmesi gereken “milli refleksin” ikamesi olarak meşrulaştırdılar. “Milli refleks” de 12 Eylül mahkemelerinde Nevzat Kösoğlu’nun kullandığı terimdir. Devletin gayri nizami harp aygıtı içinde de ülkücü hareketi “komünizm tehlikesine” karşı paramiliter güç ve kadro kaynağı olarak görerek destekleyen, donatan bir nüve oldu. 12 Eylül darbesi, devletin kendi zaafını giderdiğinin bir nişanesi olarak, ülkücü paramiliter gücü de tasfiye etti, ona deyim yerindeyse “haddini bildirdi”. Bunun yarattığı hayal kırıklığı, ülkücülerin bazılarında bir sorgulamaya yol açtı. Devletle mesafeli, özerk ve “sivil” bir tavır ihtiyacı etrafında epey tartışıldı. Devlete ve yine o dönem sık kullanılan tanımıyla “resmi ideolojiye” mesafelenme, o dönem güçlenen İslamcılaşma eğiliminden de destek aldı. BBP’nin kuruluşu, kısmi hesaplaşmanın bir neticesiydi.

- İlk kitabınızda Türkeş’ten “süper subay” olarak bahsediliyor. Laik kesimlere sıcak yaklaşan ve geleneksel bir isim. MHP’de Türkeş döneminde taban ve üst yönetim arasında İslamiyet konusunda bir farklılık var mıydı?

70’lerin ikinci yarısında MHP kitleselleşirken, taşralı muhafazakâr taban dinamiğinin taşıdığı bir dindarlaşma etkisini yaşadı. 1980’lerde, 12 Eylül’ün travmatik etkisiyle hem maneviyat hem sosyal olarak baş etme gayretinde, İslamcılığın etkisi arttı. İslamcılığın canlı, heyecanlı olduğu o dönemde, kimi ülkücüler arasında, Türkeş ve çevresindekilerin “muhafazakâr Anadolu çocuğu” profilinden ziyade “Kemalist seçkin” tipine yakın profilde olduğuna dair yorumlar ve hoşnutsuzluklar kendini duyuruyordu. Fakat bu seyir de 1990’ların başından itibaren kendi reaksiyonunu doğurdu. Zaten güçlenen bir İslamcı hareket vardı ve onunla farkını koymak gerekiyordu. Ayrıca gerek Sovyetler’in çöküşüyle ortaya çıkan “Türk dünyası” konjonktürü, hem de Kürt kimliğinin tanınma talebine karşı reaksiyon, Türkçü mayayı canlandırdı. Buna bağlı olarak, 1970’lerin ikinci yarısında hacca giden, daha dindar bir portre çizen Türkeş de daha seküler tavra yöneldi. Sanırım kendini daha rahat hissettiği profil   buydu.

‘İSLAMCILIĞA SOĞUK’
- Ülkücü hareket ve temsilcisi olan siyasi partiler Siyasal İslam’a nasıl bakıyorlar?


MHP’nin de İYİ Parti’nin de ‘İslamcılığa’ genellikle soğukça baktıklarını düşünüyorum. MHP’de bu soğukluk hem koalisyon hem de oy coğrafyası itibarıyla, destek bulduğu tabanın “hassasiyetleri” icabı o kadar bariz görünmeyebilir. O taban tümüyle İslamcılığa yatkın olduğundan değil ama İslamcılığa karşı görünmekten rahatsız olacağından, zira İslamcı söylem böyle bir tavrı “İslama karşı” diye sunabiliyor. İYİ Parti’nin ise özellikle tabanında, İslamcılık karşıtı tutumun güçlü olduğunu sanıyorum.

‘KADROLAŞMA SINIRLI TATMİN’
- Şimdi ülkücü hareketi temsil eden MHP, AKP ile ittifak halinde...


Malum, 2015’te “çözüm sürecinin” bitmesi ve haziran seçimleri sonrasındaki büyük dönüm anı... MHP bu ittifakı yine malum, devletin bekasının yüksek gerekleriyle açıklıyor. Bazen, beka davası icabı AKP’nin bazı münasebetsizliklerine de katlanıyor havası içinde, kendi siyasi ikbalini hiç düşünmeyen dervişane, fedakarane bir edayla birleştiriyor bunu. Fakat parti üst yönetimi esasen, Erdoğan’ın neticede kendi dediklerine geldiğini, yani “fikri iktidarda” bir vaziyette olduklarını telkin ediyor. Tabanda bu telkinin canı gönülden benimsendiğinden şüpheliyim. Fakat özellikle kadrolaşma cinsinden iktidar imkânları, sanıyorum belirli bir tatmin sağlıyor.

- Bugün milliyetçilik olarak “Türk dünyası” ne durumda?

“Turan”, ülkücü-milliyetçiler için “ülkü” kıymetini koruyor. Bu, genellikle Türkiye-merkezli bir “ülküdür”, yani Türkiye’yi Türk dünyasının “abisi” olarak görür. Ancak 1990’larda bağımsızlığını kazanan Türk dilli devletlerle ve halklarla ilişkide bu “abi” tavrını fazlaca kibirli ve görgüsüz bir şekilde göstermiş olmakla ilgili bir muhasebeye girişenler de var. Özellikle modern, şehirli, seküler ve genç çevrelerde, Türk dünyasına, edebiyatlarına, kültürlerine artan bir ilgi ve mesai gözleniyor.

- İYİ Parti’nin ülkücü hareket için öneminden bahseder misiniz?  

Önemi, her şeyden önce kopmayı ve kendi binasını dikmeyi başarmış olmasından geliyor. En azından şimdilik! Aslında İYİ Parti’nin kuruluş projesi, tıpkı AKP’nin Milli Görüş geleneğinde yaptığı dönüşümü MHP bazlı olarak gerçekleştirmekti. İYİ Parti, görebildiğim kadarıyla Türkçülüğün bir “modernizasyonu” eğiliminin zemini.

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/milliyetcilik-nereye-3-sol-kesimle-ilk-karsilasma-ve-nazim-hikmet-1766875



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 22.09.2020- 09:57


Milliyetçilik Nereye-4: Tarikatlarda ava giderken avlandık

12 Eylül döneminde MHP davasında yargılanan, ANAP, DYP, MHP, BBP ve DP’de siyaset yapan, Türk dünyasına ilişkin çalışmalarıyla tanınan Namık Kemal Zeybek’le Ankara Çayyolu’ndaki Kafkas Sitesi’nde başkanı olduğu Ahmet Yesevi Vakfı’nda söyleştik.

Mustafa Balbay / Selda Güneysu

Resim Ekleme

NAMIK KEMAL ZEYBEK:

Tarikatlarda ava giderken avlandık
- 9 yaşında Türk milliyetçiliği bilincim oluşmaya başladı diyorsunuz. Nasıl başladı?


Benim Türkçülüğe ısınmamda babamın eğittiği öğretmenim etkili oldu. Düşünce olarak Atsız’dan etkilendim. Zamanla Atatürk’ten çok etkilendim, onun gibi bakıyorum. Atatürk’ü hâlâ anlamaya çalışıyorum. Bence Atatürk, Türke âşık. Onun sevgi ile anlatılması mümkün değil. Bilimin bilincinde, insan ve doğa sevgisi sonsuz... Uğur Mumcu sınıf arkadaşımdı, konuşurduk. Bugün yaşasaydı beraber olurduk. Efendim milliyetçiliği Avrupa’da 1789’la başlatıyorlar... Onlar için doğru olabilir... Türk ilk ortaya çıkan budundur. Türkler tarım uygarlığında var. 10 bin yılı geçen bir tarih.

- Türk milliyetçiliğini milattan önce mi başlatıyorsunuz?

Bizim milliyetçiliğimizin yanında Fransız İhtilali dün kalır. Türk töresi laiktir, dilini korur, ekonomiyi güçlendirmeyi bağımsızlık kuralı sayar. Timur Müslümandır, şeriatı uygulamaz töreyi uygular, kendi yazdığı tüzükatı uygular... Türkçülük anlayışı Atatürk’ten uzaklaştığı için 2200 yıl öncesine kadar götürürler... Atatürk’ün bakışıyla Türkçülerin bakışı farklı; Atatürk Sümerlerle başlatır... Sümerlerin Türk olduğu kesinleşmiştir... Atatürk dönemi sonrasında kesinleşti.

- Bugüne gelirsek...

1944 dönüm noktası. Türk devleti 1944’e kadar Türkçüdür... Atatürk’ten sonra Türklükten hafif kayma var ama Şükrü Saracoğlu başbakan olarak Türkçüdür... İnönü, 44’te yaptığı konuşmayla Turancılarla, Türkçülerle devletin arasına uçurum açtı... Turancılık suç benzeri hale geldi...  

-İnönü’den sonra Menderes dönemi nasıl?

Türkçüler Demokrat Parti’ye yaklaştılar. Kimisi DP’den milletvekili, bakan oldu... Karşıdevrimcilerle Türkçülerin yakınlaşması oldu. Bir Türkçü nasıl olur da ezanın Arapçaya çevrilmesine yandaş olur. Bir taraftan da Milliyetçiler Derneği kapatıldı, 1952’de. CKMP ile milliyetçiliğin siyasileşmesi başladı. Nasıl Erbakan dini siyasallaştırdı, milliyetçiliği siyasallaştıran da Türkeş’tir...

- İslami hareketlerle bağlantı var mıydı?

Türkeş’in tarikat oylarını almak için çabasını ben yaşadım. Türkeş bir mektup verdi; Adıyaman’a Menzil şeyhine götür, dedi. Bir milyon müritleri var... Türkiye’nin her yerinde. Biz olmasak komünizm gelecek, gelince ne tarikat, ne cami, ne cemaat kalır... Bunu işliyoruz. Bizim ülkücülerden kimileri 80’den sonra oraya gidip saklandılar... Ama ava giden avlanır... Biz onları ayarlarız derken... Olmadı... Ara seçim oldu... Ülkücülerde din duygusu yukarda... Ülkücülerin bir kısmını kaptırdık. Adıyaman’a kaptırdık. Bir kısmını 80’den sonra Fethullah’a kaptırdık.

TÜRKEŞ YALNIZ KALDI
- 12 Eylül sonrası hareketin seyri nasıldı?


Hapiste bazı arkadaşları ülkücülükten koptu... Dil okulundakiler Türkeş’ten koptu. Kopmayan kalmadı... Sağ-sol herkes için çok ağır bir dönemdi. Pek çok ülkücü küstü. 12 Eylül’den sonra Milliyetçi Çalışma Partisi’ne destek bulmak da sancılı oldu. Türkeş, sık sık yalnız kaldı. O da pek kişiyi gözden çıkardı. Türkeş’in konuştuğu pek çok kişi, 12 Eylül’den önce yaptığımız her şeyin devlet için olduğunu sandık. Sonra da illegal iş yapmakla suçlandık diye söylendi. Önce o dönemi iyi analiz edelim dediler. Ama olmadı, yapılmadı.

- Bugün kafanızdaki milliyetçiliği temsil eden parti hangisi?

Şu anda ne Türkçü parti var ne Atatürkçü... Devlet Bahçeli dışarıdaki Türklere ilgi göstermedi. Elbette vatansever ama onun vatanı Türkiye... Çok keskin ideolojik ayrım var.

-   Bugün ülkücüler içinde durum ne?

Bir kısmı diyor ki MHP’li değiliz, ülkücüyüz. Ve belli bir yaş grubunda din artık tamamen bireyin meselesidir. Cumhuriyetin bile ilk yıllarını aşan gerçek laiklik anlayışı gittikçe yayılıyor. Bu arada dinden kopanlar da yayılıyor. Bir kısmı fanatik dinci oldu. Eski dine dönmek isteyen dernekler çıkıyor. Tengrici gruplar... Bunların hepsi gençler değil... Bir Atatürk’e dönüş başladı, Türkçüler arasında. Bizim liderimiz başbuğumuz Atatürk’tür, diyorlar. Derneğimiz Ata-Der’de her kesimden buluşuyoruz.

- Derneği niçin kurdunuz?

Benim için Atatürkçü olmayan Türkçü değildir. Sadece laiklikle Atatürkçülük olmaz. Birinci ilkesi Türkçülüktür. Derneği kuralı 8 ay oldu. Atatürk’ün bekçisi değil bahçıvanı olmak lazım... Atatürk yolunun bahçıvanıyız... Atatürk devrimlerinin hepsi doğru. Kendi döneminde tümü gerekliydi. Atatürk’ün en son iki değeri kalsın dersek, bir Türklük bilinci iki bilim bilinci...

- 1989’da ANAP hükümetinin Kültür Bakanı oldunuz. Türk dünyasına ayrı önem verdiniz, bugün durum ne, ortak hedefler oluştu mu?

Türkiye’de 94’e kadar güzel şeyler yapıldı. Devam etse 6 devletimiz Türk Cumhuriyetleri Birliği’ni kurmuştu. Ancak 94’te Tansu Hanım başbakan oldu. Türkiye’nin önüne AB’ye giriş denen havuç konuldu. Türk cumhuriyetlerine arkamızı döndük...

İSLAMCILIK VE BATICILIK BİTİYOR
-Bugünkü iktidarda AKP ile MHP hangisi hangisini etkiliyor?


Bundan hiçbir şey doğmaz. AKP hedeflerine gider ama bazen MHP’ye rüşveti kelam... Ümmetçilik bitiyor. Bu iktidar ümmetçidir. Hiç gizlemiyorlar ki zaten. Bu iktidar bir dönem iktidarda kalabilmek için ABD’yi ve AB’yi kullandı. Onlar da bunu kullandı. Kullanma da bitmedi daha aslında... Kafasında ümmetçilik var. Ellerinden gelse resmi dili Arapça yapar. Çağdaş Arap şairleri diye iktidarın başındaki kişinin oğlu toplantı düzenliyor. Biz sanki İhvanı Müslimin genel merkezi gibi olduk. Bütün bunlar sonucunda ne oldu? Halk kitleleri bu iktidardan soğudular. Gidiş başlamıştır... Artık Devlet Bahçeli de kurtaramaz... İşin bir de başka tarafı var. Orta vadede ve uzun vadede nerede duracağını anlamak için 7 bin genç arasında yapılan araştırmaya bakmak gerek. 7 bin kişinin 5 bini dine inanmıyor. Bu iktidara oy yok diyor. İktidara da dine de inanmıyor...

- AKP, dindar ve kindar kuşak hedefliyordu. Kendi kuşağını yetiştiremedi mi?

Mümkün değil, çünkü ideolojisi yanlış. Bu çağ, bu ideolojileri sırtından atıyor. Her yere cami açarak olmaz... Çağın gelişmesi başka bir Türkiye getirecek...

MİLLİYETÇİ HAREKETİN SİYASAL KRONOLOJİSİ
1944 TÜRKÇÜLÜK OLAYLARI
SELDA GÜNEYSU


1940’lı yıllar Türkiye için “zor yıllardı.” İkinci Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü yıllarda, genç Türkiye Cumhuriyeti de “savaşa dahil edilmek” isteniyordu. İsmet İnönü ise Türkiye’yi ikinci bir dünya savaşına sokmamakta kararlıydı. Türk dış politikasında bu süreçler yaşanırken, Türkçülük ve Türk milliyetçiliği hareketinin çok önem atfettiği bir olay yaşandı. 3 Mayıs 1944 Türkçülük olayı.

Bugün hâlâ yazdığı eserler “en çok satanlar” listesinde olan Sabahattin Ali, o yıllarda bir yandan yazmaya devam ederken, bir yandan da ortaokul ve konservatuvarda öğretmenlik yapıyordu. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel de Sabahattin Ali gibi isimlerin devlet kadrolarında görev yapmasını sağlıyordu. Nihal Atsız ise “devletin kadrolarına komünist kadroların yerleştirilmekte olduğunu düşünüyordu.” Dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu da 5 Ağustos 1942 yılında, TBMM’de yaptığı konuşmada, şunları dile getirmişti: “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daime Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız.”

Saracoğlu’nun bu konuşmasının ardından Nihal Atsız, 21 Mart 1944’te, Orhun dergisinde, Başbakan Saracoğlu’na açık bir mektup yazdı. Mektubunda, özetle şu ifadeleri kullandı: “Bunlar, vatan düşmanlarına karşı pek kayıtsız davranan Maarif Vekâleti’nin gafletinden faydalanarak mühim yerlere geçmişler ve oradan zehirlerini saçmaya başlamışlardır. (...) Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkisinde, Maarif Vekili Hasan Âli’nin şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır.”

Yazı üzerine Sabahattin Ali, Atsız’ı mahkemeye verdi. Şikâyet edilenler arasında Ahmed Cevad Emre, Sadrettin Celal Antel ve Hasan Âli Yücel de vardı. İlk mahkeme 26 Nisan 1944’te görüldü. “Milliyetçi gençlik” ise Atsız’a sahip çıkarak mahkeme salonunu doldurdu. Mahkeme de 3 Mayıs’a ertelendi. Milliyetçilerin “dönüm noktası” olarak tanımladığı “3 Mayıs Türkçülük Günü” de o gün başladı. Nihal Atsız, hakkında açılan dava için Ankara’ya geldiği sırada, milliyetçi gençler salona alınmadı. Salona alınmayan milliyetçi gençler ise “Nihal Atsız’a sevgilerini belirtmek” için mahkeme salonundan Ulus Meydanı’na doğru yürüyüşe geçtiler.

BERKES’İN KALEMİNDEN

Niyazi Berkes, “Unutulan Yıllar” adlı eserinde, 3 Mayıs 1944 gününü şu sözlerle anlatıyor: “Dava, 3 Mayıs 1944 tarihinde, Ankara’da, Samanpazarı’na giden yolun üstündeki Adli Sarayı’nın birinci katındaki bir salonda başlayacaktı. Denildiğine göre birinci katın koridorları, salonun içi, sarayın önündeki kaldırım ve sokak mahşer gibi doluymuş. (...) Dışarıda komik şeyler oluyordu. Birdenbire gözüken güvenlik kuvvetlerinin araçlarının içine polisler ağaçtan düşmüş armutları toplar gibi ellerine geçeni toparlayıp polis müdürlüğüne taşımaya başlamışlar, sonra çoğunu salıvermişler. Demek, kimlerin ayıklanacağını biliyorlardı. Öğrencim Hikmet Tanyu adlı kişinin bana sonradan anlattığına göre o gün vilayet binasına, arkadaşlarının tutuklandığını duyduğu için gidince onu da enselemişler. Demek listede o da vardı. Bir diğeri Zeki Sofuoğlu adlı biri. İstanbul’da da bir dizi kişi tutuklanmış. İçlerinde Türkeş, Fethi Tevetoğlu gibi genç subaylar da varmış. Tam listeyi bilmiyorum. O zamanki gazetelerde hepsinin adı geçiyordu.”

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/milliyetcilik-nereye-4-tarikatlarda-ava-giderken-avlandik-1767122



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 23.09.2020- 05:35


Milliyetçilik Nereye-5: Türk-İslam sentezi Yeşil Kuşak taktiğiydi

Ülkücülerin başbuğu olarak adlandırılan Alparslan Türkeş’in yakın dostu, akademisyen, yazar, Prof. Dr. İskender Öksüz, AKP’nin içinde hâkim olduğu söylenen siyasal İslamın “Müslüman Kardeşler” düşüncesi olduğunu savundu. Öksüz, Türk-İslam sentezini de Yeşil Kuşak taktiği olarak değerlendirdi. İskender Öksüz, şunları söyledi:

Mustafa Balbay / Selda Güneysu / Leyla Kılıç

Resim Ekleme

PROF. DR. İSKENDER ÖKSÜZ:

TÜRK-İSLAM SENTEZİ YEŞİL KUŞAK TAKTİĞİYDİ
LEYLA KILIÇ

- 12 Eylül süreci Alparslan Türkeş’in en aktif olduğu süreçti. O dönemin milliyetçiliğini ve ülkücü hareketini anlatır mısınız?


Türk milliyetçiliği ve onun özel ismi Türkçülük, çok daha eski bir geçmişe ve derin köklere dayanır. Gök-alp, Akçura... Ve kuşkusuz Atatürk. CHP’nin altı okuna bakınız... Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisidir Türkçülük. “Ülkücü” ve “ülkücülük”, o dönemin gençlik yapılanması için kullandığımız bir ad. Gökalp’ten, Atatürk’ten, Atsız’dan esinlenerek... Milleti, sınıf, ümmet gibi büyük toplum birimlerine tercih edene milliyetçi derdik... Milleti kendisinin ve yakınlarının çıkarından üstün tutana da ülkücü denir diye tarif etmiştik. Türkeş’in getirdiği yenilikler var. Milliyetçiliği bir siyasi partiyle iktidara taşıma girişimi onundur. Bir başka atılımı, Atatürk’ün altı okundan sonra ikinci kez, “Beni seçerseniz bunları uygulayacağım” anlamına gelen yapılandırılmış bir doktrin teklif etmesidir. Altı ok ve dokuz ışık birbirine benzer. MHP, 1980 öncesinde hızla büyüdü. 1980 ihtilali olmasaydı ya iktidar yahut iktidar ortağıydı.

- 1980 sürecinde dikkat çeken Türk-İslam sentezi sizce şimdi ne durumda? Türk-İslam sentezi kavramı var fakat buna katılmayanlar da var.

Aynı kategoride olan şeylerin birbiriyle rekabetinden veya sentezinden bahsedebilirsiniz. İslam ve Türk aynı kategoride kavramlar değildir. Biri dindir, diğeri milliyet. Bu yaklaşım, Sovyetler’e karşı “Yeşil Kuşak” projesinin taktiğidir. Çok şaşırdım ama menşeini Mao’da buldum. 1972’deki Nixon-Mao buluşmasının zabıtlarında şu notlar var: “Mao, ABD ve Çin’in, “Sovyet piçini” halletmede işbirliği yapması gerektiğini söyledi ve Washington’un müttefikleriyle, özellikle NATO birliğini korumak için daha yakın çalışmasını önerdi. Mao, ABD’nin Avrupa, Türkiye, İran, Pakistan ve Japonya’yı da içine alan bir anti-Sovyet ekseni kurmasını da öngördü.” Tabii işin Türkiye-İran-Pakistan ve hele Afganistan ayağı yeşil kuşak! Afgan mücahitlerine en büyük destek de Çin’den gelmiş. 12 Eylül’den hemen sonra Türkiye’de Seyyid Kutb’un ve Mevdudi’nin kitapları dağıtıldı. Çok ucuz veya bedava. Hapishanedeki ülkücü gençlere de... Kucak kucak... Sonra ne görelim, Kutb’u MİT Müsteşarı Fuat Doğu Paşa çevirtip bastırmış! Bu kitaplar, Müslüman Kardeşler’in temel eserleri. Milliyetçi Nasır’a karşı desteklenen Müslüman Kardeşler’in. Türkiye’de iktidarda olduğu söylenen fikirler de bunlar. Merak ediyorum Fuat Doğu Paşa ve 12 Eylül’ün askerleri bugünleri görseler ne düşünürdü?

- Ülkücü hareketin geçirdiği evreleri nasıl tanımlarsınız? Sizce en rahatsız edici dönemi hangisi?

Tercih ettiğim niteleme Türk milliyetçiliği veya Gökalp’in verdiği adla, “Türkçülük”tür. Türkçülük önce bir fikir ve edebiyat hareketi, sonra sosyoloji ve siyaset bilimine dayanan bir tezdir. Cumhuriyet öncesinde Osmanlıcılık ve İslamcılık tekliflerine karşı Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’inde anlatılan tercihtir. Cumhuriyetin kurucu ilkesi ve temeli olmuştur. Atatürk’ün mensup olduğu görüştür. Atsız ve 1944 hadiselerinde Türkçüler, iktidara muhaliftir. Sonra Türkeş ve MHP ile iktidara taliptirler. Halkta karşılık bulan ve dizginlenmeye çalışılan bir harekettir. En rahatsız edici dönem, bilinçli şekilde parçalandığı 1980 sonrasıdır. Sebebini şu ana kadar anlattıklarımdan çıkarabilirsiniz.

- Ülkücü hareket devletle iç içe bir sisteme sahip diyebilir miyiz? Anlatabileceğiniz örnekleri var mı?

Türkçülük, gayet tabii devletle iç içedir, çünkü devleti kurmuştur... Milli, üniter, laik, sosyal, hukuk devletini. Ve bugün gürültü devletin bu niteliklerini değiştirme etrafında kopuyor. Çoğu zaman, Türk milliyetçiliği ve iktidar yan yana değil, karşı karşıyadır. 1938’den değilse bile 1944’ten beri öyledir.

- AKP, ülkücü hareketi yıllar içinde nasıl etkiledi? İktidarda savunuculuğunu gördüğümüz siyasal İslama ülkücü hareket nasıl bakıyor?

Türk milliyetçileri 19. ve 20. asırda iki kozmopolitizmle mücadele etti. Birincisi, komünizm idi. İkincisi, siyasi ümmetçilik. AKP’nin içinde hâkim olduğu söylenen siyasi İslam, Müslüman Kardeşler düşüncesidir. Müslüman Kardeşler’in fikir babası Seyyid Kutb’a göre bakın milliyetçilik nedir: “Milliyetçilik tarihi zamanı geçmiş bir bayraktır... Dünya, düşünce ve doktrine dayanan ideolojik komplekslere doğru ilerlemektedir. İslami hareket bu global eğilimin bir parçasıdır. Kabile kimliğine, ırk veya toprağa dayanan asabiyye gerici, cahili bir kimlik tarzıdır.” Tercümesi: Vatan da milliyet de cahiliyeden kalma kavramlardır. Siyasal İslam bana böyle bakıyor. Tahmin edersiniz ki ben de ona aşk ile karşılık veremem.  

- Siyasi partiler olarak baktığımızda MHP’den kopan bir İYİ Parti var. Türkiye’de milliyetçiliği temsil eden hareketlerde dağınıklık ve bölünme oldu diyebilir miyiz?

12 Eylül zaten bu bölünmeyi sağlamak için yapıldı. Başarılı da oldu. Sadece MHP-İYİ Parti bölünmesini değil, 12 Eylül’den önce milliyetçileri iktidara taşımakta olan kitlelerin bölünmesini de kastediyorum. Darbeden sonraki seçimlerde partilere bakın. Hepsinin tabanında bol sayıda 1980 öncesi MHP’liler vardır. Halen de öyledir.

- 1990’lara dek milliyetçiliğin “Esir Türkler” mücadelesi vardı. Bugün Orta Asya’da bağımsız devletler var. Onlarla milliyetçilik bağlamında ilişkileri nasıl görüyorsunuz?

O mücadele hedefine büyük çapta varmıştır. Bağımsızlık asla olmaz, hayaldir, diye bakanlar ne diyecekler? Onu merak ederim. Türk ülküsünün ilk adımı istiklaldir, bağımsızlıktır. Bu, büyük çapta gerçekleşti. İlişkiler gayet iyi gidiyor. Her geçen yıl yakınlaşma artıyor. Siyasi açıdan da ekonomik açıdan da bu işbirliğine bütün Türk devletlerinin ihtiyacı var. Türki dedik, Türkçe konuşan dedik... Artık sadece Türk diyoruz. Nahcıvan zirvesinde Nazarbayev’in teklifiyle Türk Keneşi (Türk Konseyi) adını aldı. Başka bazı kurumlara da karar verildi. Bu kurumlar istenen seviyede olmasa da işliyor. Alfabe birliği bazı harf farklarıyla tamamlandı gibi. Televizyon, video, internet, yakınlaşmada yönetimlerden hızlı ilerliyor. Aynı filmleri, aynı dizileri seyrediyoruz. Türk devlet ve toplulukları böyle kendiliğinden de aynı yöne ilerliyor.

‘ATATÜRK, TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDE ZİRVEDİR’
- Küreselleşme, milliyetçiliği nasıl etkiledi?


“Globalleşme” net bir kavram değil, fakat sonuçta dünyanın iletişim ve ulaşımla küçülmesi demektir. İşte milliyetçiliğin kazanımı tam burada başlar. Globalleşmeye tarihin sonu dendi, iki kutup tek kutba indi, sonra da yok-kutba inilecek, şirketler, milletlerden daha etkili olacak dendi. Hiçbiri gerçekleşmedi. Dünya hâlâ milletler evreninde dönüyor.

- Atatürk milliyetçiliği ile bugünkü Milliyetçilik arasında farklar nedir?

Milliyetçilik, Cumhuriyetin temelinde var. Halkta, seçmende de karşılığı var. Atatürk düpedüz Türk milliyetçisidir. Bunu ispata kalkışmaya gerek yok. Bütün sözleri, bütün eylemleri, hayatının tamamı Türk milliyetçiliğidir. Ve Atatürk, kendinden sonra gelen devlet adamları arasında Türk milliyetçiliğinde zirvedir. Şöyle bir egzersiz yapınız: Gençliğe Hitabe’yi her cümleyi düşünerek okuyunuz. Sonra bu sözleri bugün hangi lider söyleyebilir diye bir düşününüz. Birinin televizyonda söylediğini hayal ediniz. İmkânsız geliyor değil mi?

PROF. DR. HAKKI UYAR
CHP VE MİLLİYETÇİLİK

Milliyetçilik, Fransız Devrimi ile ortaya çıkan bir siyasal düşünce olarak bilinmekle beraber sosyal, ekonomik ve kültürel boyutuyla onun köklerini 16. yüzyıla kadar götürebiliriz. 16. yüzyılda ulusal burjuvazilerin, ulusal dillerin ve ulusal kiliselerin yükselişi, milliyetçiliğin temellerinin atılması açısından önemli bir kilometre taşıdır. Bu, sekülerleşmeye ve ulusal egemenlik kavramının oluşumuna zemin hazırladı. İşte Fransız Devrimi, bu tarihsel arka planda siyasal bir akım olarak milliyetçiliğin yayılmasına imkân sağladı.

Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi, çok milliyetli ve çok dinli bir tarım imparatorluğu olan Osmanlı Devleti’nin sonunu da getirdi. Ayrılıkçı milliyetçi hareketler karşısında Türk milliyetçiliğinin yükselişi aslında hem geç ortaya çıktı ve hem de tepki niteliği taşımaktaydı. Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp gibi Türk milliyetçiliğinin babaları bile başlangıçta pür milliyetçi değillerdi. Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık arasında bocalamışlardı. Ancak son tahlilde devletin kurtuluşunu milliyetçilikte görmüşlerdi. Onların milliyetçilikleri bir boyutuyla azınlık milliyetçiliklerine tepki niteliği taşırken diğer boyutuyla romantik özellikler de taşıyordu. Bu milliyetçiliğin romantiklikten çıkıp gerçekçi bir zemine oturması Misakı Milli, Milli Mücadele ve Atatürk ile mümkün olabildi.

Türk milliyetçiliğinin iki ana damardan beslendiğini söylemek mümkün. Birincisi kültüre dayalı Fransız milliyetçiliğidir. İkincisi ise ırka dayalı Alman milliyetçiliğidir. İkinci Meşrutiyet’te Türk milliyetçiliğinin Gökalp, Akçura, Ağaoğlu gibi önemli sembol isimlerinin Fransız milliyetçiliğine daha yakın oldukları söylenebilir. Türk milliyetçiliğinde iki çatalın oluşması için 1930’lar sonrasını ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı yıllarını beklemek gerekecektir.

Milli Mücadele döneminde Atatürk’ün millet, milliyetçilik ve milli egemenlik gibi kavramları sıklıkla kullandığı görülmektedir. Bununla beraber Birinci Meclis’te dinsel kimlik ile ulusal kimlik konusunda yaşanan çatışma nedeniyle uzlaşmacı ve arabulucu bir söylem kullanması dikkat çekicidir. Çünkü Meclis’in önceliği vatanın kurtuluşudur; devrimler kurtuluş sonrasında olacaktır ve dinsel kimliğin yerini ulusal kimlik alacaktır.

‘TÜRKİYE’ TARTIŞMASI
Cumhuriyetin ilanı sonrasında kabul edilen ve en uzun ömürlü anayasamız olan 1924 Anayasası’nın TBMM’deki görüşmeleri sırasında ele alınan konular arasında bugün de tartışılan Türklük ve Türkiyelilik kavramları da vardır:

Madde 88: Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk denir. Türkiye’de veya dışarıda bir Türk babadan olan veya Türkiye’de doğup da memleket içinde yaşayan ve rüştünü ispat ettiğinde resmen Türklüğü benimseyen veya vatandaşlık kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür.

Bu maddeye ilişkin -TBMM’ce kabul edilmeyen- iki farklı değişiklik önergesi verildi. Birincisi:

Niyazi Bey (Mersin): “Efendim, kanunun birçok yerinde Türkiye kelimesi vardır. Anayasa Komisyonu ile de görüştük. Onlar da bunu kabul ediyorlar. Vatandaşa Türk dedikten sonra Türkiye demek doğru değildir. Esasen Türkiye deyimi İtalyancadan alınmıştır ve Arapça bir kelimedir. Buna hiç gerek yoktur. Türk devleti; Türk vatandaşı, Türk Büyük Millet Meclisi, hepsi Türk, hepsi eşittir. Sonuç olarak Türkeli şeklinde değiştirilmesini teklif ediyorum.”

İkincisi ise Konya milletvekili Naim Hazım tarafından Meclis Başkanlığı’na verilen teklifti: “Maddenin birinci fıkrasındaki Türk kelimesinin Türkiyeli şeklinde tadil ve diğer fıkralarının da buna göre tashih ve tanzimini teklif ederim.”

1924 Anayasası ve bu anayasa üzerine yapılan tartışmalar Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik temeller üzerine kurulduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Aslında Türklük kavramına yüklenilen içeriğin 1876 Anayasası’nda tanımlanan Osmanlılık kavramından (madde 8) farklı olmadığı dikkat çekicidir. Nitekim sonraki yıllarda da Atatürk’ün yaptığı iki tanım, resmi milliyetçiliğin etnik ve dinsel kimliğe dayanmadığının açık bir göstergesidir. 1925’te “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” tanımı ile 1930’daki “Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir topluluktur” tanımı bu anayasal ve tarihsel arka planın ürünüdür. İkinci tanım 1931 tarihli CHP programında da yer almaktadır (Birinci kısım, madde 2). Bu tanımın öncesinde CHP programında “vatan” kavramının tanımı da yapılmaktaydı ve aslında bu tanım, milliyetçilik anlayışı ile örtüşen, yurtseverlik anlamı da içeren bir tanımdı (Birinci Kısım, madde 1):

“Vatan, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını koruyan eserleri ile yaşadığı bugünkü siyasal sınırlarımız içindeki yurttur.   Vatan, hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir bütündür”.

Devrimlerin gelişim sürecine paralel olarak, 6 ilkenin aşamalı bir şekilde parti programına girdiğini söylemek gerekir. 1927 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda kabul edilen Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerine, 1931 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda Devletçilik ve İnkılapçılık ilkeleri ilave edildi. 1935 yılındaki CHP Kurultayı’nda ise bu ilkeler Kemalizm olarak tanımlandı. 5 Şubat 1937 tarihinde ise 6 ilke anayasaya girdi.

1938 yılında, Atatürk’ün vefatından kısa bir süre önce yayımlanan On Beşinci Yıl Kitabı’nda, CHP’nin milliyetçilik anlayışı şöyle anlatılmaktadır:

“Cumhuriyet Halk Partisi’nin milliyetçiliği, gerek bağımsız ve gerek başka devletin vatandaşı olarak yaşayan bütün Türkleri bir kardeşlik hissiyle sevmek, onların refahını dilemekle beraber dışarıdaki bu Türkleri, kendi siyasal faaliyet alanının dışında tutar. Partinin ve yeni devletin anlayışına göre, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde Türk diliyle konuşan, Türk kültürüyle yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş hangi din ve kökenden olursa olsun Türktür. Bu esas anayasada açıkça yazılıdır. Yeni Türk milliyetçiliğine göre, Türk milleti büyük insanlık ailesinin yüksek ve şerefli bir parçasıdır. Bu itibarla bütün insanlığı sever ve milli menfaatına ilişilmedikçe başka milletlere karşı düşmanlık beslemez ve bu yönde politika izlemez”.

İNÖNÜ FIRSATÇILIĞI SEÇMEDİ
Lozan sonrasında sorunlarını barışçı bir şekilde çözmeye yönelen, içeride ve dışarıda barışçı politikalar benimseyen Türkiye, Boğazlar sorununu ve Hatay sorununu diplomasi yoluyla lehine çözmeyi başarabildi. Yine ayrı politikalar çerçevesinde ve Birinci Dünya Savaşı’ndan ders çıkararak İkinci Dünya Savaşı’na girmedi. Bunun mimarı başta İnönü olmak üzere dönemin üst düzey yöneticileriydi. Dönemin lider kadrosu, savaşın dışında kalmayı temel prensip olarak belirlerken savaşı fırsata çevirmeye yönelik bir milliyetçilik anlayışına da sahip değillerdi. Almanya ve müttefiklerinin kazanacağı algısına da sahip değillerdi. Oysa CHP’nin ya da Atatürk’ün milliyetçilik anlayışının dışında yer alan Türkçü/Turancı milliyetçilik anlayışı, Almanya’nın da etkisiyle savaşı Almanya’nın kazanacağına inanıyordu ve savaşa Almanya yanında girmekten yanaydı. Bunlar üzerinde ciddi bir Alman etkisinin olduğu söylenebilir. Savaş bittiğinde artık Türkiye’de iki ayrı milliyetçilik anlayışının olduğu açık bir şekilde ortadaydı. Bu günümüze kadar da devam etti.

MİLLİYETÇİ HAREKETİN SİYASAL KRONOLOJİSİ
’27 MAYIS İHTİLALİNİN FİİLİ LİDERİ...’
SELDA GÜNEYSU


Türkeş, 1958 yılında “Kurmay Binbaşı” görevindeyken Amerika’dan Türkiye’ye döndü. Elazığ 243. Piyade Alayı I. Tabur Komutanlığı’na atandı. Türkeş, 21 Mayıs 1963 yılındaki ihtilalde “ihtilale teşebbüs suçundan” yakalanıp idam edilen Kurmay Binbaşı Talat Aydemir ile de Elazığ’dan arkadaştı.

Türkeş, 21 Mayıs 1963’te, Talat Aydemir’in idam edildiği darbeye karşı çıktı.

Türkeş, yapılan 27 Mayıs 1960 darbesine ilişkin de şunları söylemişti:

“27 Mayıs ihtilalinin fiilen lideri benim. General olmamama rağmen fiilen liderliğini ben yaptım. General olsaydım, herhalde bir disiplin, sağlam bir disiplin kurmuş olacaktım örgüt içinde. Örgüt, hiçbir zaman disiplinli bir örgüt olmadı. Bundan dolayı da birçok aksaklık meydana geldi.”

27 Mayıs 1960’ta Türkiye Cumhuriyeti tarihine geçen askeri darbenin en önemli noktası “emir komuta zinciri içinde olmaması.” Tümgeneral Cemal Madanoğlu’nun komutanlığında yürütülen darbe sırasında DP iktidardaydı. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve bazı hükümet üyeleri de darbe sonrası tutuklandı. 235 general ve 3 bin 500 civarında subay da emekliye sevk edilirken, üniversitelerde bulunan 147 öğretim üyesi de görevden alındı, bazı üniversiteler ise kapatıldı.

37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi anayasayı ve TBMM’yi feshetti. İşte bu Milli Birlik Komitesi içinde yer alanlardan biri de Alparslan Türkeş’ti. Türkeş, “darbenin bildirisini” de yazan isimdi aynı zamanda.

Türkeş, bildiriyi nasıl hazırladığını da şu sözlerle anlatıyor: “Şube müdürünün odası boştu. Işığı açtım, müdürün masasına oturdum. Ankara Radyosu’nda yayımlanacak bildiriyi yazmaya başladım. Bildirinin yarısına gelmiştim ki baktım dışarıdan tank sesleri geliyor. Gerisini sonra tamamlarım diyerek, yazdıklarımı katladım, cebime koydum. Dışarı çıktım, baktım, tanklar lambalarını, ışıklarını yakmışlar, komutanlar da tankların üzerinde, bizi selamlayarak önümüzden geçmeye başladılar. O bildiriyi yazmayı düşünürken, daima şuna dikkat ettim:

Milletin birliğini pekiştirmek, Halk Partisi ile DP arasında bulunan zıtlaşmayı ve gerginliği yumuşatmak ve halkın, yapılan bu askeri müdahaleye sempati duymasını temin etmek. Bu amaçla, bunu sağlayacak kelimeleri seçerek hazırladım. Bir mühendisin, bir inşaat projesini hazırlarken hangi taşı, hangi köşeye oturtacağı veyahut dökeceği betonun yoğunluk hesabını nasıl yapacağı, koyacağı demirin hangi kalınlıkta olacağı gibi ben de her kelimeyi, her cümleyi, bu amacı sağlamaya hizmet edecek şekilde seçmeye, hazırlamaya dikkat ettim.” (Hulusi Turgut - Şahinlerin Dansı)

Türkeş, darbeden sonra Hindistan’a sürüldü.

VE ‘SİYASET SAHNESİ...’
27 Mayıs darbesinin ardından DP kapatıldı. Deyim yerindeyse “merkez sağ” blokta da boşluk oluştu. Türkeş de Hindistan’daki sürgünden döndükten sonra, siyasete atılmayı düşünüyordu. Siyaset yapılacak en uygun partinin ise Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) olduğunu düşünüyordu.

CKMP, 16 Ekim 1958 yılında Cumhuriyetçi Millet Partisi ile Türkiye Köylü Partisi’nin birleşmesiyle kurulmuş bir partiydi. Kurucuları arasında da Osman Bölükbaşı, Ahmet Tahtakılıç, Hasan Koçdemir gibi isimler yer alıyordu. 1961 genel seçimlerinde de yüzde 14 oy alarak, CHP ve Adalet Partisi’nden sonra TBMM’ye giren üçüncü parti oldu. Ancak tarih 1962 yılını gösterdiğinde, partinin genel başkanı Osman Bölükbaşı istifa ederek, Millet Partisi’nin başına geçti.

Bölükbaşı’nın partiden ayrılmasıyla birlikte Türkeş de siyaset sahnesinde yerini aldı. Partinin kongresinde “genel başkan adayı” oldu. Partiye, kurucular arasında yer alan Ahmet Tahtakılıç da adaydı. Türkeş, kurultayda Tahtakılıç ile yarıştı ve Tahtakılıç’ın 516 oyuna karşılık delegelerden 698 oy alarak, genel başkanlığa seçildi.

CKMP’nin başına Türkeş’in geçmesiyle birlikte de “ülkücü hareket” de ivme kazandı. O kurultayda Türkeş ile birlikte yer alan ve aralarında şimdi İYİ Parti Istanbul Milletvekili Ümit Özdağ’ın babası olan Muzaffer Özdağ’ın da yer aldığı ve “14’ler” denilen grup da yer aldı. Türkeş, 1965 yılındaki seçimlerde de Ankara milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Muzaffer Özdağ ise aynı seçimde Afyon’dan seçildi. Böylece fiilen 1965 yılında Türkeş, askeri yaşamdan, siyasete adım atmıştı. Parti 1969 yılında da Milliyetçi Hareket Partisi adını aldı. Ancak Türkeş’in 1965’te başlayan siyasi kariyeri, 12 Eylül darbesiyle son bulacak ve yeniden seçimlere girebilmesi için 11 yıl beklemesi gerekecekti.


Türkeş’in siyaset geçmişinde “Cumhurbaşkanlığı adaylığı” da bulunuyor. CKMP Genel Başkanı ve TBMM üyesi olduğu dönemde, 1966’da, Cemal Gürsel’in 38 doktorun imzasını taşıyan raporuyla Cumhurbaşkanlığı yapamayacağı kesinleşince, yeni cumhurbaşkanı için seçim yapılması kararlaştırıldı. 28 Mart 1966 yılında CKMP’nin genel idare kurulu toplanarak “Türkeş’i cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi” kararı alındı. Diğer partiler ise Cevdet Sunay üzerinde mutabakata vardı. Partinin ilk gençlik kolu başkanı da Kemal Zeybek oldu.

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/milliyetcilik-nereye-5-turk-islam-sentezi-yesil-kusak-taktigiydi-1767378



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 23.09.2020- 05:41


Milliyetçilik Nereye-6: Kasaba mantığından çıkılamadı

Yazı dizisi öncesinde diyalog kurduğumuz kişilerden biri de Türk milliyetçiliğinin sembol ismi Nihal Atsız’ın Almanya’da yaşayan oğlu Yağmur Atsız’dı. “Babalar ve oğullar” bağlamında ele alındığında ilginç bir durumdur; Yağmur bir buçuk yaşına geldiğinde 4 Mayıs 1941’de bir şiir yazar Nihal Atsız. Bu, oğluna “vasiyetnamedir”. Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in, “Türk Kimliği” kitabında ayrı bir “belge” olarak yayımladığı şiirde Nihal Atsız, Türk’ün düşmanlarını tek tek sıraları bu kadar çok düşmanla çarpışması için iyi hazırlanmasını ister. Yağmur Atsız ise daha farklı bir yaşam seçer.

Mustafa Balbay / Selda Güneysu

Resim Ekleme

Uğur Mumcu, 1990 başında kaleme aldığı “40’ların Cadı Kazanı” kitabında şöyle der: “Bugün Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali, Cumhuriyet gazetesinde fikir yazıları yazıyor. Atsız’ın büyük oğlu Yağmur Atsız da uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinin Köln muhabirliğini yaptı. Yağmur benim de arkadaşım. 1978’de Köln’de evinde kaldım. Yağmur bu evden çıktı, aynı eve Örsan Öymen taşındı... Yağmur Atsız ilerici bir aydın. İnançları nedeniyle 12 Eylül döneminde Türkiye’ye gelemedi...” Biz de eylül başında Yağmur Atsız’ı aradığımızda ilk sözü şu oldu: “Ali Sirmen nasıl? Çok selamımı söyleyin...” Kendi deyişiyle “Doğu Türk devletleri” ağırlıklı yazmak istediğini, tartışma olursa öteki konuları da kaleme alabileceğini söyledi. Prof. Dr. İlber Ortaylı ile söyleşimizde onun derin bilgi birikimi içinde çerçeveyi sınırlı tutmak elbette zordu. Ortaylı, Osmanlı’nın son döneminde, özellikle Balkan göçünde en büyük kaybın “münevver kaybı” olduğunu söylüyor. Ortaylı’nın ve Yağmur Atsız’ın çok farklı ortamlardaki görüşmemizde birleştikleri nokta şu oldu: “Türkiye’de yetişmiş devlet adamı sıkıntısı var.”

YAĞMUR ATSIZ
DÜN, BUGÜN... YARIN?

Eskiler “teşhiri silah” derlerdi, eğer bir kimse elindeki silahı bir biçimde göstere göstere dolaşıyorsa... Bunun anlamı etrafa korku salmaktır. Tabii aksi de vardır. Korkunuzu örtmek üzere silah gösterebilirsiniz. Bu “üzerime fazla varma” mesajıdır. Ben milliyetçiliği de biraz bu duruma benzetirim. Peki, ama nedir milliyetçilik? En kestirme tanımıyla kendi milletini öbür milletlerden üstün görme eğilimi, inancı...

Bunun kaynağı ise tıpkı korkuda olduğu üzere kendi milletinin bir ihtimal öbür milletlerden daha güçlü ve daha kaliteli olmadığı endişesidir. Dikkat edilirse bu üstünlük vurgusu özellikle tehlike çanlarının çalmağa başladığı zaman dilimlerinde kendini belli ediyor. Mesela 16’ncı yüzyılda bu tür çabalara rastlamıyoruz pek. Gerçi Kanuni Sultan Süleyman’ın 1. Fransuva’ya ünlü şu mektubu da var ama bu daha ziyade “diplomatik” bir işaret, bir tür dans figürü. Zaten o da bu metni bir Türk olarak değil bir Osmanlı olarak kaleme almış. Gerçi milliyetçilik kavramı aslında 1789 büyük Fransız Devrimi’nin bir ürünü ama ondan önce de bu duygu ve davranış tarzının hiç olmadığı anlamına gelmiyor.

FRANSIZ DEVRİMİ ADINI KOYDU
Fransız Devrimi “çocuğa adının konulması” eylemi. Milliyetçilik bizde 1850’lerden itibaren bir tür manevi “çimento” işlevi görmüş. Tabii başka yerlerde de durum farklı değil. Çokuluslu bir imparatorluk dağılırken, yani diğer bütün milliyetler birer “millet” olma aşamasına geçerken asli unsur olan Türklerin varlıklarını sürdürebilmek için zaten başka çareleri de yoktu.

19’ncu asırda şiddetli bir rüzgâr olarak esen milliyetçilik 20. asır boyunca adeta bir kasırga halini aldıktan sonra üçüncü dünyadaki bağımsızlık hareketlerinin bir şekilde tamamlanmasıyla durulur gibi oldu. Çünkü artık “biçimsel” bağımsızlığı elde etmek üzere ille de silaha sarılıp kanlı savaşlar verme devri sona ermişti. Ancak “şeklen” bağımsızlık kazanmanın gerçek anlamıyla bağımsızlık kazanmak olmadığı da nispeten kısa zamanda anlaşıldı. Daha doğrusu bu durum üçüncü dünya ülkelerinin kafasına “dank” etti. Bu açıdan bakılınca 20’nci yüzyıl esaret altındaki ülkelerin bağımsızlık kazanması bağlamında ancak bir “ara merhale” olarak kabul edilebilir. 21’nci yüzyılda bu tür ülkelerin tam bağımsızlık uğruna verdikleri savaşımları tespit ediyoruz. Ediyoruz ama “tam bağımsızlık” derken neyi kastettiğimiz hususu biraz bulanık.

Zira “tam bağımsızlık” durumunun temel şartı olarak kabul edebileceğimiz “ekonomik” bağımsızlığın ABD gibi dünya tarihinin ilk ve şimdilik tek “süper gücü” için bile bütünüyle geçerli olmadığını görüyoruz. Tek süper güç diyorum; çünkü süper güç olmanın temel şartı bütün dünyada borusu öten bir ülke olmaktır. Bu niteliği ise daha önce ne Sovyetler Birliği ne de Çin kazanabilmiştir. Onun için tek “süper güç”... 21’nci yüzyılın ilk çeyreği sona ererken ise artık yeryüzünde bu tanıma uyan bir devrin bulunmadığı görülüyor. Türkiye açısından bu değişikliğin önemli tezahürlerinden biri bizim devletimizin yanı sıra bir dizi başka “Türk devletinin” daha tarih sahnesine çıkması, daha doğrusu tarih sahnesine geri dönmesidir. Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’la beş Türk devleti daha...

‘BAHT UTANSIN’
Ben 1989’dan itibaren bu devletlerin doğuşlarına nispeten yakından tanıklık ettim. Bugün geriye bakarak şunu söyleyebilirim ki Türkiye’ye başlangıçta sanki bir “gaip cennet” nazarıyla bakan bu ülkelerin bugün hiçbiri ama kesinlikle hiçbiri Türkiye’yi artık kaale almamaktadır. Hem de haklı olarak. Çünkü Türkiye böyle bir bakışa layık olmadığını kanıtlamıştır. Başka bir söyleyişle “kalıbının adamı” olmadığını açığa vurmuş, vurmak zorunda kalmıştır.

Bunun sebebi ise basittir: Bir devletin özelliği ve kalitesi onu yönetenlerin özellikleri ve kalitesiyle kaimdir. Ben bugün Türkiye’yi “kalitesiz” insanlar yönetiyor iddiasında değilim. Benim iddiam bu bahsettiğim bağlamda devlet adamlarına sahip olmayışımızdır. Diğer alanlarda çok yüksek kalite sahibi olabilirler ve belki de gerçekten öyledirler. Ama ben bundan bahsetmiyorum, tek bir örnek vereyim: 1989’da bu “Doğu Türk” ülkeleri bağımsızlıklarına kavuşurken Ruslar tarafından dayatılmış bulunan Kiril alfabesi temelli alfabelerini de değiştirerek Latin temelli alfabeye geçme kararı da almışlardı. Eğer bizimle aynı alfabeyi kabul etmiş olsalardı bugün hem lehçelerimiz arasındaki farklar asgariye inmiş olacaktı hem de gazete ve kitap tirajları olağanüstü artışlar kazanacaktı. Ben henüz bu karar araştırma safhasındayken, yani alfabe meselesi çözümlenmeden önce bizim kullandığımız alfabenin kabulü için çalmadık kapı bırakmadım. O sıralar işbaşında bulunan Ecevit hükümeti Milli Eğitim Bakanı ne cevap verdi bilir misiniz? Hadi sevabına söyleyivereyim; biz Turancılık yapmıyoruz.

Bunu Turancılık zanneden kafayla nereye varılabileceğini okuyucuların takdirine bırakıyorum. Bugün Doğu Türk cumhuriyetleriyle münasebetlerimiz ne merkezdedir doğrusu pek bilmiyorum. Bu tür münasebetlerimiz var mı yok mu, onu da bilmiyorum. Bu tür ilişkilere mevcut olsa herhalde bugün mesela Birleşmiş Milletler’de bir “Türk Bloku” kurulmuş olurdu. O bakımdan ne oluyor ne bitiyor bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da şudur; bütün varlık amacını “Avrupa Birliği” adındaki bir Hristiyan kulübünün yanaşması olmaya adamış bir devlet Doğu Türk ülkeleriyle ilişki kursa ne yazar kurmasa ne yazar. Bütün ömrünü bu Doğu Türk ülkeleriyle ilişkilere harcamış olan büyük Atsız (1905-1975) bugün sağ olsaydı ne derdi sualine gelince muhtemelen bu gibi durumlarda hep söylediği cümleyi tekrarlardı: “Baht utansın”!

PROF. DR. İLBER ORTAYLI:
KASABA MANTIĞINDAN ÇIKILAMADI
- Hocam yakın tarihi anlatıyorsunuz, yazıyorsunuz... Milliyetçilik tarafından bakarsak tarihi açıdan ne görünüyor?


İmparatorlukta milliyetçilik geç çıkar. Belki kuvvetli gelir sonra ama geç çıkar. Alman, Avusturya imparatorluğu’ndan çok Çekler, Polonyalılar önce başladı. Bizimkiler de bu şekilde çıktı. Rumeli göçleri Türk münevver zihniyetini harap etmiştir. Çok ümitsizliğe, karamsarlığa itmiştir.

RUSYA’DAN ÇOK ETKİ VAR

Rusya’nın münevverleri o muhitte okuyorlar. Rus milliyetçiliğiyle karşı karşıyalar. Tahsil imkânları geniş. Karşılarında bir tane daha akım var: Müslümanlık... Molla Müslümanlığı, muhafazakâr bir Müslümanlık. Ama milliyetçilik kendi içinde gelişiyor. Bunlara cedidciler diyorlar. Usulü Cedid, okullarının adı öyleydi. Hızlı okuma yazma öğretiyordu... Benzer zamanda Siyonizm çıkıyor. Dindar, muhafazakâr Yahudiliğe karşı modernist Avrupa’ya uyum sağlamak için. Tohumları var... Birdenbire patlıyor. Kendi mecrasında muhit bulmaktan çok Avusturya, Rusya’da buluyor... Bunun Türkiye’ye yansıması göç edenler, Rusya’dan gelenler... Etkileri var. Azerbaycan’dalar. O zaman İstanbul edebiyatını temel alıyorlar. Öyle bir devir var.

- O sırada İstanbul’da da Abdülhamit vardı...

Abdülhamit’in sansürü İstanbul dışında etkin değil. Selanik’te Genç Kalemler çıkıyor. Beyrut’ta işlemiyor. İstanbul en zor yer. Bu ortamda milliyetçilik Türkiye’de hakikaten bir siper falan değil, metot dışardan, kendi öz kaynaklarıyla giden, Rusya coğrafyasında gelişen bir akım. Maalesef Cumhuriyetten sonra kontrol altına alınmış. Bakılmış ki çok verimli değil. Halkevleri hareketine dönüşmüş. Türk Ocağı kapandıktan sonra Türk milliyetçiliği devletin beslediği, artık dış politika unsurlarına da dikkat edilen bir hareket haline geliyor.

- Cumhuriyet kadrolarıyla uyum sorunu mu oluşuyor?

İçeride azınlıklara karşı sevimsiz tavırlar takındıkları bir gerçek. Bu arada Nihal Atsız, Orhan Şaik gibi laik yapılı, dinle tarikatla ilgisi olmayan adamların elinden çıkıyor, İslamcıların arasına kaymaya başlıyor. Yani kasabalılaşıyor. Bugünkü Türk milliyetçiliği fevkalade kasabalı milliyetçiliktir. Albay Türkeş de daha başka kaynaktan gelmesine rağmen realiteyi kabul etti. Bunlar normal gelişmeler gibi görülüyor fakat Türk milliyetçiliği kasabaya mahkûm oldu. O bakımdan bugün için gelişmesi mümkün değil. Türk kasabası öncülüğü taa Evliya Çelebi devrindedir. Üretim gücü yok, tahsil müesseseleri kurumuş, 17’nci asırda kimse kasabada yetişememiş, okulların açılması 19’ncu asır...

- Bugün hâlâ aynı döngü mü?

Türkiye’de birtakım etnik gruplar çıkıyor. Bunlar eskiden çıkmamış kendini ihmal etmiş... Bana kalırsa bunların İslamlıkları da solculukları da tamamen bir örtü. Ortama uyuyorlar, milliyetçilik yapıyorlar. Bunun siyasi ayakta tartışmaları var... Sünni grubun içinde, laik geçinen grubun içinde etkileri var. Dinle alakaları yok, milliyetçilik yapıyorlar. Kimliklerin birbirini tanıyarak, saygı duyarak gelişeceği bir hareketin bugünkü ortamda gelişmesi mümkün değil. Çok zor...

‘DÜNYA KALIPLARIYLA ALAKAMIZ YOK’
- Yapılacak bir şey yok mu?


Tanzimat’tan bu yana adımlar atıyoruz, zaruretten. Bir şey yapılacaksa ölçü de biz olacağız, geçen asırda olduğu gibi. Taklit edilecek yer yok. İslam dünyasında biri bizden öne gidip problemleri halletmiş mi? O mücadelede değil... Milliyetçilik tamamen kasabaların geleneksel İslam, geleneksel düşünce, geleneksel yaşam kalıplarına sığınan kasaba milliyetçiliği. Kimseyi tatmin etmez. Bu ortamda aydınların saflaşması da ideolojik değildir. Ama hazin şeyler yaşamışlardır. Bunu Yalçın Küçük iyi ortaya koymuştu. Bugünkü durumumuz, Osmanlı’nın batışındaki rengârenk ortam. Yüzde 70 şehirliyiz, kasaba şehre gelmiş, dünya kalıplarıyla alakamız yok. Vatandaşlık başka bir şey... Bunun örneği Fransa’dır.

- Aydınların durumunu açar mısınız?

Nihal Atsız, Sabahattin Ali, birbirleriyle kavgaları... Kurtuluş Savaşı kadrolarından olmayan bir Vali, Nevzat Tandoğan... O dönemin aydınları talih ve tarih kurbanı oldular. İnalcık gibi bazıları da tamamen kabuğuna çekilip üretmeyi seçtiler.

- Sonra 1971, 1980... Ve Türkİslam Sentezi...

Türk-İslam sentezini Evren çıkarmadı. Önceden başlamıştı. 12 Eylül’den sonra solcular, aydınlar, Türkeş’ler hepsi hapse atıldı... Onun devamında siyasete atılanlar bilinmeyen insanlardı.

- Yine kasaba politikası mı öne geçti?

Sonuçta Anadolu kasabasında küçük menfaat birliktelikleri olur sonra ayrılırlar, birleşirler. Yüksek sesle konuşurlar... Geçicidir... Hiçbir şey değildir... İnsanı bir yere götürmez. Kasaba milliyetçiliği bu. Haa şunu not edelim, Türk milliyetçiliği var ve bu kadar ucuz değil. Adamını bulamıyor, bulsa gürler gider... Ama bugün öyle değil... Mevcut durumdan nehir mehir çıkmaz...

- Siyasetin dışında, kıyıda duran bir milliyetçilik mi var?

Siyasete hevesli de heves etmekle olmuyor. Cesur olacaksın, bir köprü geçeceksin... Bu arada şans, zamanın kullanımı... Niye Balkan Savaşı başında Mustafa Kemal olmuyor da sonra oluyor... Bugün Türkiye’de durgun adamlar var. Şaşkın ördek kıçından dalar derler... Bazı yetenekler de var ama yetenek de yetmiyor... Bugün milliyetçilik dünyanın her ülkesinde yaşıyor. Almanya’da bitti mi? Yok canım, şekil değiştirdi. Eğitim vermek lazım, sosyal bilimlerde bunlarla uğraşmak lazım...

‘SİYASET ADAM YETİŞTİRMİYOR’
- Başlangıçtaki aydınlar bugün yok mu diyorsunuz?


Yusuf Akçura, Halide Edib çok güzel... Enternasyonal kalitede... Müslüman Hint problemine bakışı fevkalade isabetlidir. Hâlâ okunuyor. Sinekli Bakkal’la bitmez... Ulus bilincini tarih inşa eder... Atatürk’ün önemli bir mareşalliği var... Kimlerle ne yapacağını biliyor. Adam buluyor. Bazıları planlar, adam bulamaz... Bu toplum gitmez, öndersiz, beyinsiz... Elitsiz... Şu anda sıkıntı döviz değil, adam yok...

- Karamsar bir tablo çizdiniz. Çıkış görünmüyor mu?

Kestirmeden söyleyeyim, siyasette hemşericilik yapıyor, mezhepçilik yapıyor... Aydınlar da adam yerine konmadığı için girmiyor... Partiler çalışmıyor ve adam yetiştirmiyor. Öyle şey olmaz. Sağdan soldan toplama adamla gemi kalkar mı? Canını sıktım hadi tatlıya bağlayarak bitireyim; bütün bunlara rağmen, Orta Asya’da da İslam dünyasında da bizden daha ilerisi yok. Buna eğitim, teknik dahil... Bizim her şeye rağmen bir atılım gücümüz, organizasyon gücümüz vardır. Onun için hep kontrol altında tutmak isterler.

MİLLİYETÇİ HAREKETİN SİYASAL KRONOLOJİSİ
ATSIZ İLE YOLLARI AYRILDI
SELDA GÜNEYSU


Alparslan Türkeş, siyasete yeni doktrinler kazandırmayı hedeflemişti. Bu nedenle, 1964 yılında 14 sayfadan oluşan “9 Işık Doktrini”ni yayımladı. Bu doktrinler “Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, İlimcilik, Toplumculuk, Köylülük, Hürriyet ve Şahsiyetçilik, Gelişmecilik, Endüstri ve Teknikçilik.” Bu doktrinleri oluştururken yanında Nihal Atsız da yer almıştı ancak Atsız ile 1970’lerin başında ilişkilerini kopardı. Türkeş, partiyi bir yapıya kavuşturmayı amaçlıyordu. Bu nedenle ilk iş olarak da partinin amblemini ve adını değiştirmeyi hedefliyordu. Partiye gençlerin de ilgi duyduğunu görünce, “partiyle bağı olmayan derneklerin kurulması gerektiğine” de inanıyordu.

Bu nedenle üniversitelerde ve yüksek okullarda açılacak olan ülkü ocaklarının kurulmasına da hız verildi. 1967 yılının sonlarına doğru Ankara’da, ülkü ocakları kurulmaya başladı. 1968 yılında da ülkü ocakları birliği çatısı altında toplandı. Aynı yıllarda partinin adı ve amblemi üzerine de tartışmalar yaşandı. Bazıları “Köylü İşçi Partisi” adını önerirken, bazı kesim de partinin adının Türkeş’in yayımladığı doktrinden yola çıkarak “9 Işık” olması gerektiğini düşünüyordu. CMKP’nin 8 ve 9 Şubat 1969 tarihinde, Adana’da yapılan kongrede adı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirildi ve amblemi de “üç hilal” olarak benimsendi. Gençlik kolları için de hilal içinde Bozkurt olan amblem seçildi. Bu amblemi daha sonra ülkü ocakları kullandı.

Milli Hareket dergisinde, partinin adının ve ambleminin değiştiği kongreden sonra çıkan sayısında şu yorumlara yer verildi: “Türk milliyetçilerinin ocağı durumundaki MHP, adını, tarihi Türk milliyetçiliğini temsil edeceğiz iddia ve inancıyla değiştirmiştir. Partinin amblemi ise manasına Türkeş’in Beşiktaş İlçe Kongresi’nde izah ettiği gibi, tarihimizin derinliklerinden almakta, Türk - İslam sentezini sembolize etmektedir. Üç hilal bazılarının sandığı veya iddia ettiği gibi oy kaygısıyla veya başka düzmece sebeple değil, taşıdığı mana itibarıyla alınmıştır. Buna mana Türk-İslam medeniyetini yeniden kurma, yeniden ihya etme ülküsüdür. Gençlik kolları için de Türk-İslam sentezini sembolize eden hilali kurdu seçen MHP, büyük hedefine doğru yürümektedir.” (Alparslan Türkeş - 9 Işık, Bilge Oğuz Yayınları)

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/milliyetcilik-nereye-6-kasaba-mantigindan-cikilamadi-1767573



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 24.09.2020- 10:00


Milliyetçilik Nereye-7: Akşener ve Bahçeli, milliyetçilik düşüncelerini paylaşmaya ‘mesafeli’!

“Milliyetçilik Nereye?” başlıklı yazı dizisine başlamadan önce, eylül ayı başında İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye de başvurduk. Şunu önerdik:

Mustafa Balbay
Resim Ekleme

“20. yüzyıldan 21. yüzyıla milliyetçiliğin geldiği nokta ve geleceğine ilişkin bir yazı dizisi hazırlıyoruz. Sayfalarımız bu konudaki görüşlerinize açıktır. Sorularımızı yanıtlamak isterseniz salgın koşullarını dikkate alarak görüşmek isteriz. Yazı yazmak isterseniz aynen kullanırız...”  

İYİ Parti yöneticileri, Cumhuriyet gazetesine duydukları saygıyı özenli ifadelerle dile getirdiler, Akşener’in diziye katkıda bulunabileceğini söylediler. Birkaç gün sonra ise “Partimizin ikinci olağan kurultayı var, kurultayın ardından genel başkanımız sorularınızı yanıtlayabilir” mesajını paylaştılar.

Bahçeli’ye, Cumhuriyet Kitapları’ndan yayımlanan “Orta(daki) Asya Ülkeleri” kitabımızı ulaştırdık. Türk dünyasındaki gelişmeleri yerinde de izlediğimizi, yazı dizisinde Orta Asya’daki milliyetçiliğin durumuna da yer vermek istediğimizi ilettik. İki gün sonra MHP Genel Merkezi özel kaleminden Özgür Bey aradı, “Müsaitseniz Genel Başkanımız Devlet Bahçeli görüşmek istiyor” dedi. Kısa telefon görüşmesinde Bahçeli, “Kitabınızı aldım, teşekkür ederim, çalışmalarınızın devamını dilerim” dedi. Dizi yazısıyla ilgili olarak da şunu söylemekle yetindi:

“Arkadaşlar bilgi verdiler. Değerlendireceğiz...”

‘ESKİ GENÇLER’ MHP’Yİ ONAYLAMIYOR
1970’li yıllarda gençliği, 1980’li yıllarda hapisliği, 1990’lı yıllarda yeni arayışları yaşamış ülkücü kuşağın önemli bir bölümünde, bugünkü MHP yönetimine kızgınlık, kırgınlık, küslük, öfke var. MHP Genel Merkezi’nin milliyetçi kökenli aydınları, akademisyenleri dışladığını, dışlamaktan öte partiye “yaklaştırmadığını” düşünüyorlar.

Bugün sorularımızı yanıtlayan Selçuk Özdağ ve İrfan Sönmez, düşüncelerini açıkça ifade edenler. Kimileri de konuşmak istedi, yazılmasını istemedi!

Özdağ ve Sönmez, yukarıda yaptığımız tanımdaki kişiler. 1980 sonrası Özdağ 7 yıl, Sönmez 10.5 yıl hapis yatmış. Ülkü Ocakları’ndan geliyorlar. MHP’nin bugünkü çizgisini ve ortaklığını onaylamıyorlar, ağır ifadelerle eleştiriyorlar.

MHP, bu tür eleştirilere farklı tonda yanıt veren bir parti. Güzel bir Balkan atasözü var: “Kardeşe kardeş demeyen, yabancıya efendi der.”

Bunu, “Kardeşiyle konuşamayan, yabancıya efendi der” diye de değiştirebiliriz. Bu bağlamda MHP’nin vereceği yanıtlara sayfalarımızın açık olduğunu bir kez daha vurguluyoruz.

Resim Ekleme

DOÇ. DR. SELÇUK ÖZDAĞ: 12 EYLÜL, ATATÜRK POMPALAYIP TÜRK-İSLAM SENTEZİ DİKTE ETTİ
Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Selçuk Özdağ, milliyetçiliği demokratikleştirmek ve sivilleştirmek gerektiği görüşünde. AKP-MHP birlikteliğini “ortaya karışık”, çıkara dayalı bir durum olarak görüyor. Göktürk Yazıtları’yla Nutuk arasında benzerlikler olduğunu düşünüyor.   Özdağ’ın siyasi yaşamı Ülkü Ocakları’nda başladı, Büyük Birlik Partisi’nde devam etti, 2011 yılında AKP’den Manisa milletvekili seçildi, 2019’da istifa ederek Gelecek Partisi’ne geçti.  

- Siyasi geçmişinizin ışığında 1970’lerden bugüne milliyetçiliği nasıl yaşadınız?

1980 sonrası milliyetçilik kavramının daha çok aksiyoner tarafında yer alan ülkücü kesimlerin birçoğu, malum olduğu üzere sancılı bir süreç geçirdi. Bu kesim (ki içinde benim de olduğum ve 1 senesi hücrede 7 yıl cezaevinde kaldım) cezaevi sürecinde, inandıkları ve yanında durdukları devletin kendilerine bu kadar acımasız davranması karşısında ciddi travmalar yaşadı. Bazı arkadaşlarımız farklı oluşumlara itildi. Bunlardan bazılarının manevi boşluklarını gidermek istemeleri neticesinde İslami okumalar yapmaları ile ileride radikal denebilecek tarzda fikirleri benimsemeleri söz konusu oldu. Bu süreçte 1980 askeri darbesi ile güçlenen “Türk-İslam sentezi” fikriyatının darbeciler eliyle bir devlet politikası haline gelmesi de ayrıca manidardır. Kenan Evren ve arkadaşlarının görünürde Atatürk söylemleri ve zorlamaları ile halka Atatürkçülük pompalarken, alttan alta “Ilımlı İslam, Türk-İslam sentezini” dikte etmeye çalışması hep kuşku yarattı. Bu kuşku, geçmişten bu yana ciddi bir birikime sahip olan milliyetçilik kavramının içinin boşaltılması ile yerini gerçeğe bıraktı.

- Bu süreci bugüne taşırsak AKP-MHP birlikteliği tarihsel bir sentez mi, dönemsel bir işbirliği mi?

Koalisyon iktidarının paydaşı olan ve adına kendilerinin Cumhur İttifakı dedikleri yapı, tarihi ve ilmi perspektiften vareste, “ortaya karışık” bir oluşum görüntüsü vermektedir. Aslında Cumhur İttifakı ile oluşturulan sözde birlik, aynen 80 darbesi sonrası devlet eliyle oluşturulan yapay Türk-İslam sentezci içi boşaltılmış milliyetçilik ve İslam anlayışının bir benzeridir. O zaman resmi bir görüş olarak uygulanan bu pratik, bugün de Cumhur İttifakı ile kendine yeni bir mecra bulmuştur. Belki tek farkı öncekine göre daha bir çıkarcı ve oportünist olmasıdır. Yanlışlarının ve hukuksuzluklarının üstünü örten bir birliktelik tarihsel bir sentezden ziyade dönemsel bir çıkar işbirliğine dayanmaktadır.

- Atatürk’ün mücadelesini ve onun adıyla ifade edilen milliyetçiliği nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mustafa Kemal Atatürk, 1921 yılında “Ne İslam birliği ne de Türk birliği bizim için bir doktrin veya mantıklı bir politika meydana getirebilir. Bundan böyle yeni Türkiye’nin, hükümet politikası kendi milli sınırları içerisinde Türkiye’nin kendi öz egemenliğine dayanma ve bağımsız yaşamadan meydana gelmektedir” diyerek en baştan ulus devlet özelinde gerçekçi ve ayakları yere basan bir milliyetçilik anlayışını benimsediğini ifade etmiştir.

Mustafa Kemal ve arkadaşları, sonuç odaklı, vatandaşlarının refah ve zenginliğini amaçlayan, muasır medeniyet idealini gerçekleştirmeye yönelik somut adımlar atmıştır. Bu manada milliyetçilik anlayışının vatandaşlık bilinci ile güç kazanan tarafına işaret ederek ırk temelli yaklaşımları dışlamıştır. Türk milletinin beka ve gerçekçi hedeflerinin İslamcılık (ümmetçilik) ve Turancılık gibi uzak hayaller yerine tüm milletler ile medeni ilişkiler kurabilen gerçekçi ve modern bir milliyetçilik modelini ortaya koymuştur. Esasen Atatürk, bugünün, modern dünyanın da kabul ettiği, işbirliğine açık, eski dönemlerin emperyal ve sömürgeci anlayışından uzak bir anlayışı o günlerde görerek ufkunun ne kadar açık olduğunu göstermiştir. Özelde yerel ama genelde evrensel bir tarafı olan milliyetçilik kavramını “Yurtta sulh cihanda sulh” terkibi ile somutlaştırmıştır. Benim de milliyetçilik anlayışımın bu manada Atatürk’ün temellendiği ilkeler etrafında şekillendiğini ifade etmeliyim. Atatürk’ün milliyetçilik kavramının geçmişte olduğu gibi gelecekte de Türk milletine rehber olacağı kanaatindeyim. Bugün yukarıda da eleştirdiğim içi boşaltılmış slogana dayalı ve dışlayıcı milliyetçilik anlayışının başka tepkisel milliyetçilik akımlarını da beslediğini unutmamak gerekiyor. Ülkemizde mesela Türk milliyetçiliğinin karşısında Kürt milliyetçiliğinin nüve bulması bu sebepledir.

- Ülkücü hareketin 70-80’li yıllarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

O dönem vatanımızın bölüneceğine, özellikle Sovyetlerin etkisi ile hareket eden grupların ülkemizi parçalayacağına inandırılmış gençlerdik. 12 Eylül sonrasında MHP’nin darbeciler eliyle kapatılması, lideri Alparslan Türkeş başta olmak üzere yöneticilerinin cezaevine gönderilmesi, ülkücü hareket içinde kopuşlar ve farklı alanlara yönelişler meydana getirdi.

‘Farklı olabilirdi’

- Ülkücü hareket kendini, işlevini sorguladı mı?

Ülkücü hareket, darbelerin arkasındaki mantığı anlasa, kendine ona göre bir misyon biçseydi bugün hem hareket hem ülke olarak başka bir konumda olabilirdik. Ancak onları devletten uzak tutmak isteyenlerin oyununa gelerek hep vatan nöbetinde kaldı, bazıları da milletin malını çalarak onun üzerinden saltanat sürdü.

- Türk milliyetçiliğinin entelektüel birikimini ve üretimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türk milliyetçiliğinin, yazılarıyla (şiir, nesir, tarih, sosyoloji vs.) ve söylemleri ile teorisyenliğini yapan ciddi bir entelektüel birikimi vardır.

Maalesef Türk milliyetçiliği, bugün kısır tartışmaların içinde ciddi hiçbir söylem üretemeyen bir yapıya evirildi. İşçi hakları, çevre, kadın hakları-cinayetleri, demokrasi, yargı bağımsızlığı, medyaya baskı, işçi ölümleri-çocuk işçiliği, küresel ısınma, erken yaşta evlilik (çocuk gelin, berdel) gibi konularda bir milliyetçinin söyleyecek hiç mi sözü yoktur? Kendisini karşıtlarına göre tanımlayan ve münhasır bir söylem ve fikir geliştiremeyen milliyetçilik kavramının çağa ayak uydurması beklenemez.

- Hareketin siyasal birikimi 21. yüzyıla ne taşıdı?

Önceleri bir reaksiyon olarak tezahür ederken sonraları aksiyoner olma çabalarını gözlemliyoruz. Reaksiyoner dönemlerini özeleştirilerle değerlendirenler olsa da genelde “kavgaların” nedeni, niçini sorgulanmamaktadır. “Lider, teşkilat, doktrin tartışılmaz” sözü ile hür düşünce, sorgulayarak hakikate ulaşmak şimdilik muhal gibi. Her eleştiren, özeleştiri yapan, sorgulayan, tartışan “hain” sıfatı ile dışlanmakta ve çoğulculuk bu tür bir yapının semtine maalesef uğrayamamaktadır. İktidarı hedeflemeyen “doldur boşalt” metodu ile kaliteyi değil itaati ve biatı önceleyen, kendi partisinin dışında ülkücülük olmaz mantığı ile hareket eden sakim bir örgütlenme ve söylemlere şahitlik etmekteyiz.

MHP’nin AKP’ye eklemlenmesi ile beraber ülkücü hareket içindeki kafa karışıklığı ve kimlik krizinin daha da derinleştiğini söyleyebiliriz. Özellikle parti mensubiyeti ile sınırlı bir ülkücülük ve milliyetçilik anlayışı yoğun bir şekilde sorgulanıyor. Milliyetçiliği ayaklar altına alanlar kimseye kendi şemsiyeleri altında milliyetçilik yaptırır mı? Yalan medyası aksini empoze etmeye çalışsa da yavaş yavaş bir dönem kapanıyor, yeni bir dönem açılıyor.

Yol gösterici olamadı

- Orta Asya’daki bağımsız devletlerle kurulan bağları nasıl görüyorsunuz?

SSCB gibi bir emperyalist yönetiminden yakasını kurtaran bu milletler, yerli işbirlikçiler eliyle farklı formatlarla yeni diktatörlere teslim oldu. Maalesef demokrasiden ve özgürlüklerden nasibini alamayan bu milletlere hamilik yapacak, yol gösterecek bir devlet olamadık. Bu milletlerin bir ağabey gibi gözlerinin içine baktığı Türkiye Cumhuriyeti, maalesef kendi sorunları ile uğraşmaktan bu devletlere vakit ayıramadı.

GÖKTÜRK ANITLARI’YLA NUTUK BENZER!
- Yine 20. yüzyılın ana konularından “Turan” kavramını bugün nasıl değerlendiriyorsunuz? Turan neresi?


“Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir Turan” sözünün terennüm edilmesi, o günün tarihi ve siyasi ortamında son derece anlaşılabilir bir idealdir. Ellerinin altından kayıp giden bir devletin (imparatorluğun) ve esaret altında kalmak düşüncesinin yarattığı endişe, kızgınlık ve sahipsizlik duygusu böyle bir kavramı idea olarak ortaya koymuştur. Yazılı ilk Türk kayıtlarında mesela Bumin ve İstemi Kağan’ların, dağılmış olan Türkleri yeniden bir araya getirerek Göktürk devletini kurmaları anlatılır. Türk milletinin, yüzyıllar sonra, İstiklal Savaşı ile beraber Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde tarihin küllerinden yeniden doğması, benzer bir ideanın ürünüdür. Göktürk Yazıtları’nda dile getirilenler ile Atatürk’ün Nutuk’ta ifade ettiği söylem, aslında ortak duygu ve düşünceleri içerir. Her iki metinde de devletin başı, Türk milletine seslenmiştir.

Resim Ekleme

İRFAN SÖNMEZ: MHP, MİLLİYETÇİLİĞİ PARTİ POLİTİKALARINA KURBAN YAPTI
AB hukuku dalında doktora yapan, 45 yıl önce 16 yaşındayken Ülkü Ocakları’na giren avukat İrfan Sönmez, milliyetçiliğin iki büyük zaafı olarak “partiye dönüşmesini” ve “devlet odaklı doktrin” haline gelmesini gösteriyor. MHP’nin, milliyetçiliği siyasete kurban ettiği görüşünde. Elazığ’da oturan Sönmez, sorularımızı şöyle yanıtladı:

- Yaşamınıza yön veren milliyetçilik kavramını nasıl tarif ediyorsunuz?

Milliyetçilik, muhtevasını, rengini bağlamından alır. Millet ve devlet olarak var olmayı hedefler ve dikkatini bu var oluşun gereklerine yöneltir. Türk milliyetçiliği, milleti kültürel bir topluluk olarak görür ve bu kabulden hareketle tüm Türkiye’yi bir bütün olarak kucaklar.

- AKP-MHP ittifakını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir tarafta milliyetçiliğin siyasetini yapma iddiasında olan bir parti, diğer tarafta milliyetçiliği dini ve siyasi anlamda gayri meşru gören bir başka parti. Birinin ötekini meşru görmediği bir beraberlik, ilkesel bir beraberlik değil, olsa olsa parti ve kişisel çıkarlardan kaynaklanan dönemsel bir beraberlik olur. İki partiyi bir araya getiren saik milliyetçilik zemini değildir. Bugüne kadar da taraflar böyle bir iddiada bulunmamışlardır. J.J. Rousseau, bir halkın yeteneğini karakterini, zevklerini, âdetlerini biçimlendiren ve ona vatan sevgisini ilham eden şeyin milli kurumlar olduğunu söyler. Bugün bu kurumlar tek tek tahrip edilirken ilkesel bir beraberlikten söz etmek mümkün değildir. MHP, milliyetçi siyaseti parti politikalarına kurban etmiştir.

- Küreselleşme, milliyetçiliği nasıl etkiledi?

Küreselleşme, uluslararasılaşma, ekonomilerin daha çok entegrasyonu, coğrafyasızlaşma, milliyetsizleşme, Amerikalılaşma gibi ifadelerle tanımlanmıştır. Ancak tam aksine küreselleşme, milli refleksleri harekete geçiren, milli değerleri muhafaza hassasiyetini öne çıkaran etkiler yarattı. Öyle ki yerel kültürler üzerinde yarattığı tepkisel etki, etnikçiliğin yükselmesine neden oldu. Demokrasinin, insan haklarının yaygınlaşmasında küreselleşmenin büyük etkisi oldu, ama milli kültürleri yok etme iddiası boş çıktı. Milli kültürleri etkiledi ama onu yok edemedi, asla da yok edemeyecek.

‘Yeni açılım şart’

- Milliyetçilik, küreselleşmeyi bir bakıma yendi ama kendisi çağı yakalayabildi mi?


Milliyetçiliğin, günün şart ve ihtiyaçlarına göre güncellenmesi, dünün milliyetçi tecrübesini de dikkate alarak yeni çözümler üretmesi gerekir. Yaşadığımız dünya, yüz yıl öncenin dünyası olmadığına göre milliyetçiliğimiz de farklı olacaktır. Bugün milliyetçiliğin en büyük zaaflarından biri, bir parti projesine dönüşmüş bulunmasıdır. Din ve milliyetçilik gibi konular partileştirildikleri zaman kuşatıcılıklarını kaybeder, siyasi bir rekabet aracı haline gelirler. Oysa milliyetçilik, milletten beslenir ve tamamının tercümanı olma iddiasını taşır. Bugün Türk milliyetçiliği iki önemli zaafla maluldür: Birincisi, parti ideolojisi haline getirilip siyasetin kaygan zemininde ilkesizleştirilmesi. İkincisi, devlet odaklı bir doktrin olması münasebetiyle devletçiliğe evrilmesi, zamanla devletin denetimi altına girerek sistemin her siyasetini onaylayan bir hüviyete bürünmesidir. MHP, kendi dışında milliyetçilik yapma yolunu tıkadığı için milliyetçilikle MHP siyaseti özdeşleşmiş, bu yüzden milliyetçilik hem demokratikleşememiş hem de sivilleşememiştir. İYİ Parti, işte MHP’deki bu milliyetçiliği güdüleme, kullanma siyasetine tepkiden doğmuş, milliyetçilik için yeni bir nefes alanı olmuştur. Katılımcı milliyetçilik, ideolojik farklılıklara bakmadan bizi var eden ve varlığımızın devamını sağlayacak değerlerde ortaklaşmayı hedefler. İç ve dış tehditler, tarihi şartlar Türk milliyetçilerini yeni açılımlar yapmaya zorlamaktadır.

Bugün, Turan demokrasidir

- Orta Asya’da tarih sahnesine çıkan Türk devletleri ilk 30 yılda ne kadar yol aldı? 21. yüzyılda Turan tarifiniz nedir?


Sovyet emperyalizminin pençesinden kurtulmakla mesele bitmiyor. Bir esaretten kurtulurken başka esaretlerin pençesine de düşmemek gerekir. Günümüzde bu bölgelere yönelik bir Turan idealimiz olacaksa -ki olmalıdır- artık bu o ülkelerde demokrasinin kurumsallaşması, karşılıklı işbirliğinin geliştirilmesini teşvik etmek şeklinde olmalıdır. Alfabe ve dil birliği de bu hedeflerden biridir. Bugün sınırlar dillere göre çiziliyor. Turancılığı artık siyasi olmaktan ziyade, kültürel ve ekonomik işbirliği anlamında düşünmeliyiz. Mevcut iktidarda hiçbir zaman bir dış Türkler meselesi olmadığı için uzun vadeli politikalar oluşturulamadı. Türk milliyetçilerinin de bağımsızlık sonrasına dönük bir hazırlıkları yoktu, hâlâ da bilgi alışverişini aşan bir politikaları yok.

‘Dünya değişti ama...’

- Türkiye’deki milliyetçiler ve ülkücüler çağı yakaladı mı?


Bugün milliyetçilik terör karşıtlığına sıkıştırılmıştır. Milliyetçilere biçilen rol de jandarmalık. Milliyetçiliğin önce bu sıkışıklık ve dar alandan kurtarılması, ülke ve milletin tüm sorunları ile ilgili bir düşünce biçimi haline getirilmesi gerek. 45 yıldır bu hareketin içindeyim, dolayısıyla tarihinin bir parçasıyım. Ülkücü hareket, 45 yıl önce ne söylüyorsa bugün aynısını söylüyor. Halbuki Türkiye değişti, insanlar değişti, sorunlar değişti, tehditler değişti. Yeni Türkiye, eskinin fikirleri ile idare edilemez. Sözünüz, bir sorunun karşılığı değil, yahut bir problemden neşet etmiyorsa, düşüncenizin toplumda bir karşılığı olmaz. Düne dönerek bugünün problemlerine çare bulamayız. Ülkücüler önce, ülkücülüğün parti veya sistem jandarmalığı olmadığını, bir milletin kaderine talip olmak olduğunu bilmeli ve ona göre davranmalıdır.

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/milliyetcilik-nereye-7-aksener-ve-bahceli-milliyetcilik-dusuncelerini-paylasmaya-mesafeli-1767806



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.954
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 27.09.2020- 08:03


Milliyetçilik Nereye-8: Orta Asya'da bağımsızlık kuşağı

1998 yılı ağustos ayı... Orta Asya ülkelerinin bağımsızlığının daha ilk10 yılı dolmamış... Tüm coğrafyayı sırt çantasıyla dolaşırken Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te Roman adlı 30 yaşlarında bir gençle İpek Yolu Caddesi’ni gören kafelerden birinde sohbet ediyoruz... Askerliğini Sovyetler Birliği döneminde Bulgaristan sınırında yapmış. Hangi duyguyla anlatacak diye merak ettim, sordum: - Kırgızistan nasıl bağımsız oldu? Votkasından bir yudum aldı, aynen şu karşılığı verdi: - Sovyet ittifakı dağıldı, bizi bağımsız bıraktılar!

Resim Ekleme
Mustafa Balbay / Sertaç Eş

Orta Asya ülkelerinin hemen tümünde böyle bir duygu vardı. Dört kuşak boyunca devam eden “Sovyet İttifakı” Aralık 1991’de kansız ama büyük bir toz bulutuyla çökmüş, 16 özerk cumhuriyet art arda bağımsızlığını ilan etmişti. Batıdaki cumhuriyetler, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından usul usul   buna hazırlanıyordu. Orta Asya’dakiler bir şeyler hissediyordu ama hazır değildi.

TÜRKİYE DE HAZIR DEĞİLDİ...
Türkiye’de özellikle 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısından itibaren “esir Türkler” mücadelesi ve söylemi iç politikanın da bir parçasıydı. Bu dönemde Türkiye’de milliyetçiliğin taşıdığı bayraklardan biri buydu. Eylül ayı başındaki görüşmemiz sırasında Namık Kemal Zeybek anlattı. Uğur Mumcu ile Ankara Hukuk Fakültesi’nden arkadaşlar. Farklı siyasal düşüncedeler. 1965’te Ankara’ya Azerbaycanlı sanatçı Reşit Beybutof konser için gelmiş. Salonda karşılaşıyorlar. Zeybek, Uğur Mumcu’ya soruyor:

- Bu sanatçı bizim, senin ne işin var burada?

Uğur Mumcu karşılık veriyor:

- Bu sanatçı sosyalist. Asıl senin ne işin var?

Gülüşüyorlar... Konseri birlikte izliyorlar.

Konser böyle geçmiş ama “esir Türkler” söylemi o dönemde başta MHP olmak üzere milliyetçi sağın solla geriliminde önemli bir unsurdu.  

01 DİPLOMATİK   PLAKALAR TÜRKİYE’YE
Türkiye hazır değildi ama heyecan o kadar yüksekti ki dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve Başbakanı Süleyman Demirel bu kucaklaşmanın fotoğraflarını verdiler. Özal’ı Bakû Havaalanı’nda 80 bin kişi karşıladı. Devlet başkanları bir yana Türkiye’den giden her heyet büyük törenlerle karşılanıyordu.

Belleklerde kalan karşılama söylemlerinden biri şuydu:

- At sırtında gittiniz, uçakla geldiniz!

Beş kelimelik bu cümle yüzlerce yıllık tarihi özetliyordu.

Bir Özbek’in Türk heyetine bakıp dile getirdiği ilk izlenimse şu olmuştu:

- Abaa bunlar renkli gözlü olmuş!

İlk karşılaşmalarla birlikte Orta Asya ülkelerinin bağımsızlığını ilk tanıyan ülke de Türkiye oldu. 01 numaralı diplomatik plaka da Türkiye’ye verildi.

ATATÜRK ETKİSİ
Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te Türkiye’de eğitim almış bir devlet memuru ile sohbet ederken konu Özbekistan’ın bağımsızlığına, bunu koruma gücüne geldi. Yeni kuşakların daha güzel hayaller kuracağına inanıyordu. Bunda kendine de pay veriyordu: “Onlara devlet sahibi olmanın ne kadar güzel olduğunu biz anlatacağız... Böyle büyükleri olacak...”

Bir süre daha benzer konulardan söz ettikten sonra şöyle dedi: “Özbekistan’ı seviyorum... Türkiye’yi çok seviyorum...”

Şaşırdım:

“Türkiye’yi kendi ülkenden daha çok seviyorsun... Nasıl yani?”

Şöyle devam etti: “Vatanı sevme duygusunu Atatürk ve Türkiye sayesinde öğrendim...”

Orta Asya’nın her yerinde Atatürk adı gündeme geliyor. Bunu çok sahiplenici bir biçimde ifade ediyorlar. Semerkant’a giderken Nevai şehrinden geçiyorsunuz. Birden 5-6 metre yüksekliğinde bir heykel bizi karşıladı; Ali Şir Nevai... Bana nasıl anlatacağını merak ettim; sürücü Marvan’a heykeli gösterip kim olduğunu sordum. Yutkunup şu karşılığı verdi: “Bizim Atatürkümüz!”

Azerbaycan’ın başkenti Bakû’da, şehri birlikte dolaştığımız Hacı Aga’yla ülkenin önde gelen siyasetçi ve yazarlarından Neriman Nerimanov’un heykeli önünde durduk. Bana dönüp şöyle dedi: “Bu da bizim Atatürkümüz olup duru...”

Bunlar sokakta yaşadıklarımız. Orta Asya cumhuriyetleri Atatürk’ün başardığını kendi pencerelerinden gözlemleyip o yolu izlemeye çalıştı. Türkmenistan’ın bayrağında beş aşiretin motifi var: Teke, Yamut, Ersarı, Salır, Sarık...

İlk devlet başkanı Saparmurat Niyazov, 27 Eylül 1991’de bağımsızlığını ilan ettikten sonra “Atatürk” soyadını almak istedi. Türkiye, diplomatik bir dille bunun uygun olmayacağını iletti. “Türkmenbaşı” soyadını aldı. Eşi Rus olan Niyazov’a dönemin Rusya   Devlet Başkanı Yeltsin şöyle sesleniyordu: Süper Murat Türkmen Paşa!

ENGELS’TEN AMİR TİMUR’A
Bir ülkede tercih edilen cadde-sokak adları, o ülkenin siyasi, sosyal, kültürel birikimini ve önceliklerini ortaya koyar. Orta Asya cumhuriyetlerinde 70 yıllık Sovyet dönemindeki cadde adlarının bağımsızlıktan sonra değiştirilmesi pek çok şeyi ifade ediyordu. Saptayabildiklerimizden bazılarını paylaşalım...

Kazakistan’ın o dönemdeki başkenti Almatı’da Komünistikeski Caddesi: Abay Han, Karl Marks: Kuneyeva, Kalinin: Kobanbay Batır, Gorki: İpek Yolu... Taşkent’te Kirova Caddesi: Mustafa Kemal Atatürk, Engels: Amir Timur, Pravda: Büyük Turan, Frunze: Halide Samatova, Protereskaya: Maveraünnehr. Semerkant’ta Frunze: Amir Timur, Titova: İbn Sina, Engels: Mahmut Kaşgari, Karla Marksa: Ulubeg... Buhara’da Lenin: Nakşibend, Kummonorov: Hoca Nurabad, Tolstoy: Eşoni Pir, Sovyetskaya: Arabon...

Kırgızistan’ın başkentinin adı Sovyet döneminde Frunze idi. Mihail Frunze, çarlık döneminde 10 yıl sürgün yaşamış, 13 Aralık 1921’de Sovyet delegasyonunun başı olarak Ankara’ya gelmiş. Türkiye ile işbirliği antlaşmasını imzalayan kişi. Bugün Taksim Anıtı’nda da yer alıyor. 1991’den sonra Frunze adı, Sovyet öncesi adı Pişpek olan bu şehre verildi. Bişkek, keşkek aşını karıştırmak için kullanılan büyük kepçe anlamına geliyor. Frunze burada doğduğu için Sovyetler şehre bu adı vermişti. Orta Asya Cumhuriyetleri, bağımsızlığını pekiştirmenin ana unsuru olarak milliyetçilikle tanışırken, tarihlerinde bu duyguyu besleyecek çok şey vardı. Cadde adları bunun bir yansımasıydı.

ORTAK TÜRK KİMLİĞİ VE TÜRK DÜNYASININ GELECEĞİ: KAZAKİSTAN’DAN BAKIŞ
Soğuk Savaşın sona ermesi ve iki kutuplu dünya düzeninin değişmesi ile kimlik sorunları uluslararası gündemin ilk sırasına yerleşti. Yeni dünya düzeninde din, dil, kültür, ırk ve medeniyet konuları ön plana çıkmaya başladı. Bu şekilde değişmekte olan ortamda bağımsızlığını ilan eden Kazakistan için de ulusal kimlik inşası öncelik haline geldi. Nitekim Rusya ve Çin gibi dünya ve bölge politikalarında etkili güçlere komşu olan Kazakistan’ın büyük devletlerin arasında dengeli politika üretebilmesi için ülkenin sağlam, yüksek bir milli bilince ve kültürel temele dayanması gerekmekteydi. Bu konunun ehemmiyetini anlayan ülkenin Kurucu Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Kazakistan’ın ulusal kimliğinigüçlendirmeye yönelik milli bir politika izlemeye başladı.

1990’lı yılların başında kaleme aldığı “Tarihin Akışı” kitabında Nazarbayev, kimlik bağlamında Kazakistan’ın dünya tarihindeki yerini, bugünkü konumunu ve geleceğini tahlil etmeye çalışmakta ve bu bağlamda Kazakistan’ı Türk dünyasının bir parçası olarak tanımlamaktadır. Ne var ki Sovyet döneminin baskıcı politikaları ve yarattığı olumsuzluklar, ortak tarih, kültür ve medeniyet bilinci temelinde sarsılmalara yol açmıştı. “Sovyet insanı” oluşturma sürecinde diğer Türk halkları da benzer baskıya maruz kalmıştı. Öyleyse, yeni dönemde her Türk devletinin ulusal kimliğinin güçlenmesine yol açacak ihtişamlı Türk Tarihi’nin yeniden hatırlanması, ortak çabalarla daha kolay gerçekleşecekti. Dolayısıyla, Kazakistan diğer Türk devletleri ile çok boyutlu işbirliğini güçlendirmeye karar verdi.

Ulusal kimliği yeniden canlandırma konusunda Kazakistan’ın iki avantajı bulunmaktaydı. Birincisi, 20. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan genç Türkiye Cumhuriyeti, aynı süreci yaşamış, akabinde Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde ülkenin millileşmesi sürecinde Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi önemli kurumlar o dönemde genç cumhuriyetin ulusal kimliğinin oluşma sürecinde önemli görevler üstlenmişti. Dolayısıyla, Kazakistan ve bağımsızlığını yeni elde eden diğer Türk devletlerinin önünde takip edebilecekleri bir model vardı ve Türkiye Cumhuriyeti kendi tecrübesi, bilgi ve birikimini paylaşmaya hazırdı.

Resim Ekleme
Nursultan Nazarbayev: “Mekân her nesnenin, zaman tüm olayların ölçüsüdür. Mekân ile zamanın kesiştiği yerde milli tarih başlar.”

SOVYET KESİNTİSİ   GENLERİ ETKİLEMEDİ
İkincisi, Sakalardan Hunlara, Göktürklerden Kazak Hanlığı’na kadar devam eden devlet geleneği Sovyet döneminde kesintiye uğramış olsa da bu gelenek halkın hafızasında ve genetik kodlarında canlı olarak yaşamaktaydı. Kazak dili, folkloru, atasözleri, gelenek ve görenekleri, hasılı Kazak kültür ve medeniyeti, atalar yadigârı büyük Türk medeniyetinin kodlarını korumaktaydı. Dahası, Kazakistan’ın coğrafi konumu, dağı, taşı ve hatta engin gökleri bile “Büyük Bozkır Medeniyeti” mirasının bir parçası idi. Buna ek olarak, diğer Türk topluluklarında unutulmaya yüz tutmuş boy temelindeki toplum yapısı ve boy adları Kazak toplumunda güncelliğini korumaktaydı. Örneğin, Üysün, Kıpçak, Kanglı, Celayir gibi Hun, Göktürk ve Cengiz dönemi boylarının isimleri, Kazaklar arasında kendi kimliklerini tanımlamada etkin olarak kullanılmaktaydı.

Bu avantajlar bir yandan Kazakistan’ın diğer Türk devletleri ile uyumlu hareket etmesini ve ortak politika üretmesini gerektirirken, diğer yandan Kazakistan’ın belirli alanlarda sorumluluk almasını zorunlu hale getirmekteydi. Bu çerçevede Nazarbayev, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ın başlattığı Türk dünyasının kucaklaşma sürecine destek vermiştir. Nazarbayev’in 1990’lı yıllarda başlayıp, 2009 yılında Türk Keneşi’nin kurulmasıyla taçlanan Türk devlet başkanları zirvelerinin tamamına katılan tek devlet başkanı olması önemlidir. Nitekim, 1990’lı yılların başındaki merhum Özal ve merhum Demirel ile temeli atılan istişareli iş birliği, Nazarbayev’in vizyoner inisiyatifleri ile kurumsal işbirliğine dönüştü.

Kazakistan’ın Türk dünyasına yönelik geliştirdiği dış politikası, ülke içinde ulusal kimliğin güçlendirilmesi ile paralel yürütüldü. Bu, birbirini besleyen iki yönlü süreçtir. Kazakistan’ın ihtiyaç duyduğu güçlü ulusal kimliğin inşası, doğal olarak Türk medeniyeti değerlerinin gündemde olması ve ortak Türk kimliğinin oluşmasından geçmektedir. Onun için Kazakistan’ın Türk devletleri arasındaki bütünleşme sürecine etkin olarak katkıda bulunması gerekmektedir. Bu sürecin sonucunda Kazakistan Türk Keneşi, TÜRKSOY, TÜRKPA, Türk Akademisi gibi uluslararası örgütlerde etkin tutum içindedir.

Bugün gelinen noktada, 1990’lı yıllarla karşılaştırdığımızda Türk dünyası daha iyi durumdadır. Ortak çabanın meyvesi olarak, Türk devletlerinin arasında ekonomi, ticaret, ulaştırma, kültür, eğitim ve bilim alanlarında işbirliği gelişmektedir. Bu bağlamda bugünkü Türk dünyasının vaziyeti iki önemli etken tarafından şekillenmektedir.

MACARİSTAN, TÜRK KONSEYİ’NDE GÖZLEMCİ
Birincisi, Türk devletleri artık uluslararası politikanın birer öznesi olarak hareket etmektedir. Nursultan Nazarbayev ve Recep Tayyip Erdoğan gibi liderlerin vizyoner politikaları neticesinde Türk dünyası bütünleşmesi kurumsallaşmaya başlamıştır. Uluslararası arenada Türk Keneşi’ne gösterilen ilgi bunun somut kanıtıdır. 2009 yılında Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye tarafından kurulan Konsey’e 2019 yılında Özbekistan’ın da üye olması, Türk Konseyi’ni daha da etkili hale getirmiştir. Macaristan’ın Konsey’de gözlemci statüsünün olması Türk Keneşi’nin geleceğine dair büyük beklentilerin göstergesidir. Gelinen aşamada en önemli sonuç şudur ki, farklı seviyelerde olsa da artık bütün Türk devletlerinde ve topluluklarında ortak bir “Türk Dünyası” bilinci oluşmuş bulunmaktadır.

İkincisi, küresel politikadaki gelişmeler, Türk Dünyasına yeni fırsatlar sunmaktadır. ABD ve Çin arasında gün geçtikçe artan rekabet Pasifik’te, daha net olarak Doğu ve Güneydoğu Asya kıyılarında gerginliklere sebep olmaktadır. Bu durum Çin’in daha güvenli olan Avrasya’ya açılmasını gerektirmektedir. Nitekim 2013 yılında ilan edilen “Kuşak ve Yol Girişimi” bu durumun tezahürüdür. “Yeni İpek Yolu” olarak tanımlayabileceğimiz Kuşak-Yol güzergâhlarının büyük kısmının Türk devletleri üzerinden geçtiği görülmektedir. Bu durum Türk dünyasının bütünleşmesinde ve küresel politikada ortak tutum geliştirilmesine olanak sağlamaktadır.

Sonuç olarak, son otuz yılı Türk Dünyasının yeniden toparlanma süreci olarak değerlendirebiliriz. Bu süreçte başta Nazarbayev olmak üzere Türk devlet liderlerinin dış politikada büyük güçler arasındaki dengelerin doğru oturtulması, Türk dünyasının önünde büyük fırsatların açılmasına zemin hazırlamıştır. Kazakistan’ın ikinci Cumhurbaşkanı Kasım Jomart Tokayev’in de siyasi ve diplomatik tecrübesiyle bu süreci ileriye taşıyacağını söylemek mümkündür. Cumhurbaşkanı Tokayev, Kazakistan’ın çok vektörlü dış politikasının ortaya çıkışında ciddi bir etki alanına sahiptir. Bu yönüyle Türk Dünyasında istikrar ve ikili/çoklu ilişkilerin inşasında Sayın Tokayev’in büyük katkıları olacaktır. Cumhurbaşkanı seçildiğinde ilk resmi ziyaretini kadim Türkistan şehrine yapması etkili bir mesaj olarak değerlendirilmelidir. Son tahlilde otuz yılın en önemli sonucu, Türk dünyasında ortak kimliğin oluşmasıdır. Bundan sonraki aşamada Türk dünyasının geleceği, Türk devletlerinin bu ortak kimlik etrafında kenetlenmesine ve ortak hareket edebilmesine bağlı olacaktır.

FETÖ OKULLARI
Orta Asya’nın ilk 20 yılındaki en ciddi konu, 1990’lı yılların yaygın deyimiyle Gülen Okulları idi. İlk bakışta Türkçenin yaygınlaşmasını sağlayan ve “Türk Okulları” diye adlandırılan bu yapılanmanın bir Amerikan planı olduğunu yine 1998’deki gezimiz sırasında dikkat çekmiştik.

Türkiye’deki en üst düzey yöneticilerin muhatap ülke liderine özel mektubu ile kapıyı çalan bu yapı Sovyetler çöktükten hemen sonra ilk Orta Asya’da parladı.

Bunun nedeni açıktı: Sovyetler’den boşalan bölgelere ABD’nin girmesini sağlamak! Bu doğrudan ABD eliyle olamazdı. FETÖ en uygun maşaydı.

Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’da yedi katlı Dünya Ticaret Merkezi binasının ikinci katı Amerikan danışmanlık şirketinin, üçüncü katı IMF’nin, dördüncü katı da Türk Kolejleri’nindi!

İLK UYANANLAR
Bu duruma ilk “uyanan” Ruslar ve Özbekler oldu. 2000’lerin başında bir sabah aniden Zaman gazetesinin bürolarını, okulları kapattılar. Türkiye’deki Özbek öğrencileri de geri çağırdılar.

2002’de başlayan AKP iktidarı döneminde ise bu okulların Türkiye’den aldığı destek artarak devam etti. Bu durum ilişkilerde ciddi gerginlik yarattı. Orta Asya’dan 20’den fazla Türkiye büyükelçiliği çalışanı “istenmeyen adam” ilan edildi.

15 Temmuz’dan sonra bu okulların tümü kapatılamadı. Özellikle Kırgızistan’da kök salmışlardı. Kimi yöneticiler doğrudan FETÖ’ye bağlıydı. ABD de böyle istiyordu.

YENİ KUŞAKLAR
1998’deki gezimizi Orta Asya ülkelerinin bir bölümünü özetlediğimiz sorunlarını, dönüşümlerini dikkate alarak şu başlıkla kitaplaştırmıştık: Orta(daki) Asya Ülkeleri. 30 yıl sonra ortaya şu tablo çıktı:

1- Bağımsızlık bilinci oluştu.

2- İşbirliğinin gücü anlaşıldı. Bunun kurumları oluşmaya başladı.

3- Her ülke kendi kimliğini çağa uygun bir şekilde geliştirme yoluna girdi.

4- Rusya ve Rusça etkisi devam etse de azaldı.

5- Türkiye sistemli, uzun erimli bir strateji çizemedi. Ancak ilişkilerin doğası ortak noktaları arttırdı. BM’de “Türk Bloku” denebilecek bir yapı olmasa da zaman zaman birlikte oy kullanmanın gücü tüm ülkeleri birbirine yakınlaştırdı.

SAPARBEKULY YAZDI
Bunların ayrıntılarını anlatmayı Kazakistan’ın Ankara Büyükelçisi Abzal Saparbekuly’ye bırakıyoruz. 45 yaşındaki Saparbekuly, 1999’da Ortadoğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. 2000 yılında Kazakistan Dışişleri’ne girdi. 2003-2008 arası Kazakistan’ın Ankara Büyükelçiliği ataşeliği ve kâtipliğinde bulundu. 2017’den beri büyükelçi. Saparbekuly’ye Ankara Temsilciminiz Sertaç Eş’le birlikte gittik. Tabii ki Türkçe sohbet ettik. Bize bu yıl doğumunun 175. yılı kutlanmakta olan Kazak Şair Abay Kunanbay için Muhtar Avezov’un yazdığı 3 ciltlik “Abay Yolu” kitabını armağan etti.

“Türk Dünyası” ortak tanım ama elbette rekabet de olacak. Ona göre Türk dünyasına hizmet edenlerin başında Kazakistan’ın “görevi kendisi bırakan” kurucu devlet başkanı Nazarbayev geliyor.

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/milliyetcilik-nereye-8-orta-asyada-bagimsizlik-kusagi-1768020



Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör 60'lardan 68'lere gençlik hareketleri spartakus 1 8120 31.01.2015- 19:00
Konu Klasör Yine ulusalcılık histerisi, önyargılar ve klişeler... melnur 4 5867 22.02.2014- 17:18
Konu Klasör Beka yaklaşımından Öcalan açılımına... melnur 0 1924 17.05.2019- 20:32
Konu Klasör Belediye seçimleri yaklaşırken, ne yapmamalı. melnur 1 141 15.01.2024- 08:51
Konu Klasör Anti-emperyalizm ve milliyetçilik melnur 1 1962 17.05.2021- 00:41
Etiketler   Milliyetçiliğe,   önyargılardan,   uzak,   bir,   yaklaşım.
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS