SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
Jack London: Nasıl sosyalist oldum?           (gösterim sayısı: 1.148)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.992
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 23.11.2020- 08:51


Jack London: Nasıl sosyalist oldum

Beni asıl ikna eden, Toplumsal Çukur’un duvarlarının üzerimde yükseldiğini ve aşağılara doğru durmadan kaydığımı gördüğüm gündür.

Resim Ekleme

Çeviri: Ceren Soner

Benim sosyalist oluşumun, Töron putperestlerinin Hıristiyan oluşuyla benzer yönler taşıdığını söylemek mümkün; sosyalizm içime zorla işletildi. Dönüşümüm sırasında bırakın sosyalizmi aramıyor oluşumu, ona karşı mücadele ediyordum. Çok genç ve toydum, herhangi bir şey hakkında fazla fikrim yoktu ve “bireycilik” denen öğretiden haberim olmamasına rağmen, güçlülerin zafer şarkısını tüm kalbimle söylüyordum.

Bunun sebebi, kendimin de güçlü oluşuydu. Güçlü olmaktan kastım; sağlığım yerindeydi ve sert kaslarım vardı, bu ikisine sahip olmam yeterliydi. Küçüklüğüm Kaliforniya çiftliklerinde, çocukluğum zengin bir Batı şehrinin sokaklarında gazete dağıtarak, gençliğim ise San Fransisco Körfezi’nin ve Pasifik Okyanusu’nun ozon yüklü sularında geçti. Açıklıkta olmayı seviyordum, açık havada en zor işlerde çalışıyordum. Hiç zanaat öğrenmeden işten işe atlayarak dünyayı inceledim ve her bir parçasını sevdim. Hatırlatayım, bu iyimserliğim sağlıklı ve güçlü olmamdan ileri geliyordu; hiç ağrım sızım yoktu ve hiçbir patron tarafından “uygun olmadığım için” geri çevrilmemiştim.

Kömür küreme, denizcilik ya da bunlar gibi kol emeği isteyen işleri her daim bulabiliyordum.

Tüm bunlar sebebiyle gençliğimde, kendi işimi kendim görmenin iftiharını duyan deli dolu bir bireyciydim. Bu çok doğaldı, ben her daim kazanandım. Bundan dolayı, oynadığım ya da oynadığımı sandığım bu oyunun ERKEKLERE göre olduğunu düşünüyordum. Bir ERKEK olabilmek için, kalbime büyük harflerle bunu yazmalıydım. Bir erkek gibi maceraya çıkmak, erkek gibi dövüşmek, erkek işi yapmak (bir çocuğa ödenecek para karşılığında bile olsa). Bunlar beni etkileyen ve her şeyden çok sarıp sarmalayan şeylerdi. Önümde ERKEK oyununa göre oynamaya ikna olduğum belirsiz ve uçsuz bucaksız bir gelecek vardı. Bozulmayan sağlığımla, kazasız bir şekilde ve her zamankinden dinç olan kaslarımla yola devam etmeliydim. Dediğim gibi, geleceğim uçsuz bucaksızdı. Kendimi, sonsuz hayatın içinde, Nietzsche’nin ‘Sarışın Canavarları’ gibi üstünlük ve güçle saldırıp fethederken görebiliyordum.

Talihsizler için; hastalar, zayıflar, yaşlılar, sakatlar için pek fazla düşünmediğimi itiraf etmeliyim. Tek düşündüğüm, eğer kazaları saymazsak, onların da yeterince istedikleri takdirde benim kadar iyi çalışabilecekleriydi, o kadar. Kazalara gelince onlar; yine büyük harflerle, YAZGIyı temsil ediyorlardı ve YAZGIdan kaçış yoktu. Napolyon da Waterloo’da bir kaza geçirmişti fakat bu benim, yeni bir Napolyon olma isteğimi köreltmiyordu. Dahası, hurda demiri sindirebilecek bir mide ve zorluklarla gelişen bir bedenden beslenen bu iyimserlik; kazaların muhteşem kişiliğimle en ufak şekilde bağlantılı olma ihtimalini hesaba katmama izin vermiyordu.
Umarım Doğa’nın güçlü soylularından olmanın bana verdiği gururu yeterince açıklayabilmişimdir. Bana göre, dünya üzerindeki en etkileyici şey; iş onuruydu. Carlyle ya da Kipling okumama gerek kalmadan, onlarınkini gölgede bırakacak bir formül geliştirmiştim: Çalışmak her şeydi. Kutsallık da kurtuluş da ondaydı. Zor bir günün işini bitirmekten duyduğum gurur size inandırıcı gelmeyebilir. Şu andan dönüp baktığımda bana da inandırıcı gelmiyor. Neredeyse, kapitalistlerin sömürdüğü en inançlı ücretli köleydim. İşten kaytarmak ya da hasta numarası yapmak öncelikle kendime, sonra ücretimi ödeyen adama karşı işlenmiş bir günahtı. Bunu, vatan hainliğinden sonra ikinci en kötü suç olarak görüyordum ve en az ilki kadar kötüydü.

Kısacası, neşeli bireyciliğim; Ortodoks burjuvazi ahlakı tarafından belirleniyordu. Burjuvazinin gazetelerini okuyor, burjuvazinin vaizlerini dinliyor ve burjuva siyasetçilerinin tumturaklı palavralarına alkış tutuyordum. Su götürmez bir gerçek ki; diğer olaylar meslek yaşamımı değiştirmeseydi profesyonel bir grev kırıcıya (Başkan Eliot’ın kahraman Amerikalılarından birine) dönüşecektim ve kafamla beraber kazanma gücüm de militan sendikacıların eliyle onarılamayacak şekilde paramparça edilecekti.

Tam da bu sıralar, yedi aylık gemi seyahatimden dönmüş, on sekizime basmıştım ve otostopla yollara çıkma fikrini kafama koymuştum. Biletsiz yolculuklara çıktım, neşeli adamların olduğu ve işin adam kovaladığı açık Batı’dan, Doğu’nun sıkışık işçi merkezlerine; insanların önemsiz olduğu ve varını yoğunu iş bulmaya verdiği yerlere vardım. Kendimi, bu yeni ‘sarışın canavar macerası’nın içinde, hayata yeni ve bambaşka bir bakış açısıyla bakarken buldum. Proletaryadan, sosyologların “batmış olan yüzde on” demeyi sevdiği kesimin içine düşmüştüm ve bu ‘yüzde on’un nasıl oluştuğunu keşfetmek beni korkutmuştu.

Orada birçok çeşit adam gördüm. Birçoğu zamanında benim kadar, sarışın canavar kadar iyiydi; gemiciler, askerler, işçiler… Hepsi de çok çalışmaktan; zorluklardan ve kazalardan ötürü eğilip bükülmüş, yıpranmıştı ve bu nedenle de ustaları tarafından yaşlı atlar gibi terk edilmişlerdi. Onlarla birlikte sürüklenip kapı dışarı kondum; vagonlarda ve parklarda soğuktan titrerken, benimle aynı şartlar altında başlayan hayat hikayelerini dinledim. Toplumsal Çukur’un karmaşasında, gözlerimin önünde mahvolan mideleri ve bedenleri; bir zamanlar aynı benimkiler gibiydi, hatta benimkilerden bile iyiydi.

Dinledikçe, beynim çalışmaya başladı. Sokak kadınlarına ve köprü altındaki erkeklere yaklaşmıştım. Toplumsal Çukur’un resmini, sanki betondanmış gibi net bir şekilde gördüm. Çukur’un altında onlar vardı fakat ben, onların üstünde olmama rağmen çok da uzakta değildim, kaygan bir duvara tüm gücümle tutunuyordum ve kan ter içindeydim. İtiraf ediyorum, dehşete düştüm. Güçten düştüğümde ne olacaktı? Daha doğmamış bebekler kadar güçlü adamlarla omuz omuza çalışamadığımda ne olacaktı? Hemen oracıkta büyük bir yemin ettim. Bu yemin şöyle bir şeydi: Vücudumu zorlayarak çalıştığım günler arttıkça, Çukur’un dibine daha da yaklaşıyordum. Çukur’un dışına sıçramalıydım fakat bu sıçrayış, vücut kaslarım sayesinde olmayacaktı. Daha fazla ağır işle uğraşmayacaktım ve Tanrı kahretsin ki, yapmak zorunda olduğumdan daha fazlasını yapmayacaktım. O zamandan beri, ağır işlerden kaçmakla meşgulüm.

Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada çevresindeki on bin millik başıboş gezintim sırasında Niagara Şelaleleri’nde bir ödül avcısı polis tarafından tesadüfen yakalandım, suçluluğum hakkında beyanda bulunmayı reddettim, ikametgahım ve sabit bir işim olmadığı için doğrudan otuz günlük hapis cezasına çarptırıldım, kelepçelenerek ve aynı sebeplerden yakalanmış bir grup adamla birlikte zincire vurularak Buffalo’ya götürüldüm, Erie Hapishanesi’ne konuldum. Saçlarım kesildi ve yeni terleyen bıyığım tıraş edildi, mahkûm elbisesi giydim, bizim gibiler üzerinden tecrübe kazanan bir tıp öğrencisi tarafından mecburen aşım yapıldı, uygun adımda yürütüldüm ve Winchester tüfeklerle donatılmış gardiyanlar gözetiminde işe koşuldum -hepsi sarışın canavara göre bir macera yaşamak için.

Tanığın söylemediği detaylara gelirsek, çokça bulunan milliyetçi duygularının yatıştığına ve ruhunun bir yerlerinden sızıp çıktığına dair ipucu verse de- en azından, bu tecrübeyle birlikte farazi coğrafi çizgilerden daha çok önem verdiği şeyi fark etti; erkekler, kadınlar ve küçük çocuklar.

Dönüşümüme geri gelirsek… Deli dolu bireyciliğimin gayet etkili bir biçimde içimden çıkarıldığı ve yerine bir o kadar etkili başka bir şeyin işletildiği yeterince açık diye düşünüyorum. Fakat bir fikrim olmadan bireyci olduğum gibi, şimdi de bir fikrim olmadan Sosyalist olmuştum. Üstelik; ütopik bir sosyalist. Tekrardan doğmuştum fakat ismim tekrardan konmamıştı. Neyi benimseyeceğimi bulmak için oradan oraya koşturuyordum. Kaliforniya’ya döndüm ve kitaplara gömüldüm. İlk hangilerini okuduğumu hatırlamıyorum, zaten önemsiz bir detay. Ben zaten ‘O’ydum, ‘O’nun ne olduğunu ise, kitaplarda buldum: ben bir Sosyalisttim. O günden beri birçok kitap okudum fakat Sosyalizmle alakalı beni etkileyen şey ne iktisat teorisi oldu ne somut gerçekliği ne de kaçınılmazlığı. Beni asıl ikna eden, Toplumsal Çukur’un duvarlarının üzerimde yükseldiğini ve aşağılara doğru durmadan kaydığımı gördüğüm gündür.

https://gazetemanifesto.com/2020/jack-london-nasil-sosyalist-oldum-400881/



Yeni Başlık  Cevap Yaz



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Konu Klasör Sol, sosyalist bir siyaset de, nasıl? melnur 5 3384 28.03.2023- 03:32
Konu Klasör Biz bu hale nasıl geldik, nasıl kurtulacağız? melnur 3 2575 18.01.2020- 09:43
Konu Klasör Bu nasıl bir zihin yapısı, nasıl bir ruh halidir böyle... melnur 1 2474 13.05.2020- 13:17
Konu Klasör Nasıl ateist oldum? dayanışma 1 3779 29.09.2014- 13:12
Konu Klasör Belge ve İnsel okuduktan sonra AKP'li oldum denizcan 4 4615 05.06.2015- 18:09
Etiketler   Jack,   London:,   Nasıl,   sosyalist,   oldum
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS