SolPaylaşım  
Ana Sayfa  |  Yönetim Paneli  |  Üyeler  |  Giriş  |  Kayıt
 
OTURUYORSAN KALK; AYAKTAYSAN YÜRÜ; YÜRÜYORSAN KOŞ!
Yurt ve dünya sorunlarına soldan bakan dostlar HOŞGELDİNİZ .Foruma etkin katılım yapabilmeniz için KAYIT olmalısınız.
Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 
Bu dünyadan Nâzım geçti...           (gösterim sayısı: 3.109)
Yazan Konu içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

36 kere teşekkür etti.
50 kere teşekkür edildi.
Konu Yazan: melnur
Konu Tarihi: 03.06.2020- 07:19


Bu dünyadan Nâzım geçti

Komünist şair Nâzım Hikmet 57 yıl önce sürgün yaşadığı ikinci yurdunda öldü. Şiiriyle, mücadelesiyle sadece ülkesinin değil, tüm insanlığın tarihinde onurlu yerini aldı. Bugün on kendi yazdıklarıyla, onun hakkında yazılmış olanlarla, yaşadıklarıyla ve şiirlerinden yaratılmış şarkılarla andık.

Resim Ekleme

Şiirlerinin, mücadelesinin, yaşamının, kişiliğinin hamurunda yer etmiş her zaman kendi ülkesi olarak gördüğü, bir açıdan ikinci vatanı, bir başka açıdansa öz yurdu olan Sovyetler Birliği'nde yaşamı son buldu.

Nâzım Hikmet Kolekifi'nin katkılarıyla hazırladığımız Nâzım dosyamizda, büyük şairin, yoldaş Nâzım'ın az bilindiğini düşündüğümüz bazı yazılarına, onunla ilgili yazılara yer verdik.

İyi okumalar...

https://editor2020.sol.org.tr/haber/bu-dunyadan-nazim-gecti-6049



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 03.06.2020- 07:22


Yankiler Türkiye’de

1952'de böyle yazmış Nâzım: Şimdilerde Türkiye’yi Amerikan emperyalistlerine satanlar, Türk yurtseverlerinin kalbinden Sovyetler Birliği sevgisini silmek için her tür çabayı gösteriyor. Beyhudedir! En büyük tutkusunu kılavuz edinen Türk halkı, Amerikan emperyalistlerine ve onun ülke içindeki ajanlarına karşı mücadele ediyor.

Resim Ekleme

Nâzım Hikmet Kolektifi'nin Notu: Çevirisini Yasin Çalış'ın Rusça aslından yaptığı "Yankiler Türkiye'de", Sovetskiy Moryak (Sovyet Denizcisi) Dergisi'nin 1952'de yayımlanan yedinci sayısında yayımlanmıştır.

On dört yaşımdayken çok resim çizerdim. Çizdiklerim arasında çokça savaş gemisi resmi vardı. Bunlar da gerçeklerine çok benzediği için ailem beni Bahriye Mektebi’ne göndermeye karar verdi.

Birinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Okulda o zamana kadar eğitim vermiş olan İngiliz subaylarının yerini Alman eğitmenler almıştı.

Eğitmenlerimiz arasında tıknaz, saman gibi renksiz saçlı, Gun soyadlı bir astsubay vardı. Alman Askeriyesi’nin tipik temsilcilerinden biriydi. Biz Türk çocuklarına sömürge bir ülkedeki yerli çocuklarına davranır gibi davranırdı. Alman Donanması’nda bahriyelilere sövüp sövmediklerini, onları dövüp dövmediklerini bilmiyordum. Ancak bizim eğitmen bizi tokatlamak ve ağır şekilde azarlamak fırsatını hiç kaçırmazdı.

Bahriye Mektebi, Marmara Denizi’ndeki Prens Adaları’ndan biri olan Heybeliada’nın kıyısında, İstanbul’a yakın bir yerde bulunuyordu.

Bir kış mevsimi, ağır ağır kar yağıyor. Astsubayın komutası altında tam teçhizatlı bir şekilde eğitim gerçekleştirdik. Her birimiz sıraya dizildik. Bölükteki en uzun ben olduğum için en önde ben varım. Astsubay verdi komutu. “İstikamet - deniz, koşar adım – marş!”

Hemen başladım koşmaya ve rıhtımda, kıyının dibinde durdum. “Dur!” komutu gelmemesine rağmen durdum. Durdum çünkü benim çocuk aklım kışın denize atlamanın gereksiz bir saçmalık olduğunu düşündü. Çoğu yoldaşım zatürreden kurtulabilse de ben astsubaydan birkaç tokat kazanmış oldum.

Yaklaşık bir hafta geçti. Yine talime aldılar bizi, dizildik yine sıraya. Tabii yine en önde ben varım. Ancak bu sefer astsubay, eteklerinde durduğumuz tepeye tırmandı. Tepenin üstünde durdu, bacaklarını iki yana genişçe açıp ellerini de göğsünde çaprazlama kavuşturdu, tıpkı İmparator Wilhelm’in küçük karikatür bir heykeli gibiydi. Parmağıyla göğsüne doğru işaret ederek komut verdi:

“İstikamet – ben. Koşar adım – marş!”

Şimşek gibi fırladım tepeye, ardımdan da yoldaşlar. O kadar hızlı koştuk ki astsubay “dur” komutunu vermeye fırsat bulamadı.

Adamı devirdik yere, tüm bölük üzerinden geçti koşarak. Astsubayı hastaneye kaldırdılar, beni de ne oturabileceğim ne de uzanabileceğim, su bile vermedikleri bir hücreye attılar. İlk hapsedilişimdi bu benim; küçük de olsa, işgalcilere karşı duruşumuz böyle sonlanmıştı. On beşimdeydim o zaman.

Birinci Dünya Savaşı sona erdi. İstanbul ve Türkiye’nin diğer büyük şehirleri Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistleri tarafından işgal edildi. Okulu bitirdim ve deniz lisesinde, iskeleye demirleyen ve silahlarından arındırılmış eski bir gemi olan “Hamidiye”de eğitime katıldım. Gemide, savaş zamanı Almanya’ya eğitim görmeye gönderilen bahriyeliler görev yapıyordu. Alman Donanması’ndaki devrimci isyanlara katılmışlardı. İlk kez bu bahriyelilerden işittim Lenin adını. Bolşeviklerin ne istediklerini ve ne için savaştıklarını ilk kez bu bahriyelilerden dinledim. Bu bahriyeliler örgütlediler biz öğrencileri ve biz de eğitim gemimizde başlattık isyanı. Böylece halkımın anti-emperyalist mücadelesine ilk kez katılmış oldum.

Sonra Türk Halkı, yurdunun topraklarını işgal eden emperyalistlere karşı ulusal kurtuluş savaşında Anadolu’da yükseltti isyan bayrağını. İstanbul’dan Anadolu’ya geçtim ve oradaki limanlardan birinde karşılaştım ilk kez Sovyet denizcileriyle.

Etraflarını liman işçileri, kayıkçılar ve köylüler çevirmişti. Özgürlük Ülkesi’nin insanlarıyla sevgiyle ve derin bir saygıyla sohbet ediyorlardı. Gördüğüm ilk Sovyet insanları, Lenin’in ve Stalin’in ülkesinin denizcileriydi. On sekizimdeydim o zaman.

Üstünden nice zaman geçti. Ama ülkemde hala yabancılar hüküm sürüyor.

Bir avuç Türk kapitalisti ve toprak ağası sattılar Türkiye’yi Amerikan emperyalistlerine; vatanım, Amerikan emperyalizminin bir sömürgesi ve askeri-politik bir üssü haline geldi.

Türkiye’yi kim ve neden sattı?..

Alman faşizmini bozguna uğratan Sovyet Ordusu ve Donanması’nın başarıları neticesinde Avrupa’da halk demokrasilerinin ortaya çıkışının ardından Türkiye’deki halk hareketi de güçlendi ve daha önce görülmemiş bir boyuta ulaştı. Türkiye’nin egemen sınıfları bu hareketten korkuyor, kendi halkından korkuyor. İşte bu yüzden Amerikan emperyalistlerini “yardıma” çağırdılar, Marshall Planı’na dahil edildi Türkiye, yankilere sınır kapılarını sonuna kadar açtılar. Türkiye’de öteden beri hüküm süren yoksulluk ve ıstırap katmerlendi. Başta tekstil işletmeleri olmak üzere yerli işletmelerin yarısından fazlası kapandı. Köylüler ve zanaatkârlar bütünüyle iflas etti. İşçi sınıfı içindeki işsizlik oranı inanılmaz bir hızla artmaya devam ediyor. Yalnızca İstanbul’da sadece tekstil işçileri arasındaki işsiz sayısı bir yıl içinde 10 bin kişi daha artmış oldu. Bunlar resmî veriler. Aynı resmî verilere göre veremli hasta sayısı nüfusun yüzde 60’ını buluyor. Bugün Türkiye’nin köylerinde yeni doğan her 5 bebekten 3’ü hayatını kaybediyor. Aynı zamanda ülke bütçesinin yüzde 75’inden fazlası ise askeriyeye ayrılıyor. Türkiye ekonomisini tamamen iflas ettiriyor bu durum da.

Amerikalılar Türkiye’nin şehirlerinde sanki kolonilerindeymiş gibi hareket ediyorlar. Caddelerde sarhoş sürüleri olarak dolaşıyor, vitrinleri parçalıyor serserilik ediyorlar. En gerici, satılık basın bile bu gerçekleri yazmak zorunda kalıyor.

Küstah Amerikan terörü şiddetleniyor. Türk jandarmasına öncülük eden ABD’li emperyalistler, yeni işkence yöntemleri icat ettiler. Birkaç ay önce yüzlerce Türk yurtseveri tutuklandı; “yeni” Amerikan usulleriyle öylesine işkence gördüler ki bazıları akıllarını yitirdi.

Türkiyeli gericiler özgür düşüncenin herhangi bir şekilde ifadesi için idam cezası getiren bir yasa çıkardılar. Bu yasayı öyle formüle ettiler ki, Türk dış politikası hakkında herhangi bir şey söyleyen herkes hapse atılabilir ve hatta idam edilebilir. Yasa taslağı Amerikalı bir “profesör” tarafından hazırlandı.

Türkiye Atlantik Paktı’na katıldıktan sonra ülkem Amerikalıların işgaline açık hale getirildi. Amerikan askerî birlikleri Türkiye topraklarını istila etti ve en önemli stratejik noktaları işgal etti.

Amerikan emperyalistleri Türkiye'de askeri deniz ve hava üsleri ve stratejik karayolları inşa ediyorlar. Karadeniz ve Akdeniz kıyılarında üç büyük askerî deniz üssü kuruldu çoktan. Askerî meselelerden anlamayan en sıradan insan bile Amerikan saldırganlarının bu eylemleriyle Sovyetler Birliği’ne bir saldırı hazırlığı amacı güttüğünü hemen anlayacaktır.

Türk Donanması da bugün bütünüyle Amerikalıların elindedir. Türkiye’ye fahiş fiyatlarla eski denizaltıları satıyor Amerikalılar. Alman astsubayların yerini alan her rütbeden Amerikan subayları Türk denizcilerine köpeklerinden daha kötü davranıyor. Ancak gün geçmiyor ki, Türkiye’deki yankiler, zamanında Wilhelm’in astsubayı Gun’un yaşadıklarından daha nahoş hadiseler yaşamasın.

Şimdilerde Türkiye’yi Amerikan emperyalistlerine satanlar, Türk yurtseverlerinin kalbinden Sovyetler Birliği sevgisini silmek için her tür çabayı gösteriyor. Beyhudedir! En büyük tutkusunu kılavuz edinen Türk halkı, Amerikan emperyalistlerine ve onun ülke içindeki ajanlarına karşı mücadele ediyor.

Çeviri: Yalçın Çalış

https://editor2020.sol.org.tr/haber/yankiler-turkiyede-6043



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 03.06.2020- 07:25


Böyle Bir Ülke Var!..


Nâzım Hikmet'in 'Böyle bir ülke var' başlığını taşıyan yazısı 1952 yılında Rusça yayımlanan Smena dergisinde çıkmıştı.

Resim Ekleme
Nâzım Hikmet Kolektifi'nin notu: Çevirisini Yasin Çalış'ın Rusça aslından yaptığı 'Böyle Bir Ülke Var', Smena Dergisi'nin 1952'de yayımlanan birinci sayısında yayımlanmıştır. İlgili sayı toplamda 120.000 adet basılmıştır.

Bu yüzyılın başında hayatını kaybeden demokrat Türk şairi Tevfik Fikret, oğlu Haluk’a adadığı şiirinde şöyle yazmıştı:

… dünya dönecek cennete insanla, inandım.
… ben o hayale de bin canla inandım…

Bu şiirleri daha bir okul çocuğuyken dinlemiştim. Edebiyat öğretmenimiz okurdu. Kısa boylu, zayıf, gözlüklü, ağarmış sivri sakallı, yaşlı bir adamdı. Öfkeli, hayatın yaraladığı bir insandı, gençliğinde muhtemelen o da hayal kurmuş, ama o hayallerinden biri bile gerçekleşmemişti.

Bize bu dizeleri okuduktan sonra şunları söylemişti:

- Böyle hayal etmiş şair. Ama işte o, hayal ettiği için bir şair. Ben ise Tevfik Fikret’in hayallerinin günün birinde gerçekleşeceğine inanmıyorum.

Yurduna ve insanlığa faydalı olmak için iyiliğe, insan sevgisine dair hayaller kuran ve henüz çok genç olan bizlerin, öğretmenimizden duydukları işte bunlardı. Avrupalı emperyalistlerin bir sömürgesi olan Sultan Türkiyesi’nin hazin gerçekliği, bir insanın hayallerini gerçekleştirmesine izin vermemişti.

Ancak bence en iyi düşünürlerin, şairlerin ve bilim insanlarının hayalleri her zaman gerçekleşir. Gerçeklik, Türk şairin en cesur hayallerinin bile sınırını aştı. – evet doğru, henüz tüm yerkürede değil. Ama sadece genel olarak bir halkın değil, ayrı ayrı her bir insanın en güzel hayallerinin gerçeğe döndüğü, o en parlak en mükemmel toplumun insanların elleriyle inşa edildiği bir ülke artık var. Bu ülke büyük Sovyetler Birliği’dir.

Sosyalizmin tüm insanları gibi Sovyet gençleri de çalışmalarında elde edecekleri her başarının, dünya barış, demokrasi ve sosyalizm cephesinin başarısı olacağını, bu başarılarla faşizm ve savaş kampına darbe vuracaklarını biliyor. Sovyetler Yurdu’nda milyonlarca genç erkek ve kadın eğitim görüyor, ustalaşıyor ve gelecek için çalışıyor. Her biri, tüm dünyadan iyi niyetli insanların umutla gözlerini diktiği çelikten barış kalesinin çelik bir parçasıdır.

Geçenlerde Bulgaristan’ı ziyaret etmiştim. Orada Bulgar halkının lideri yoldaş Vılko Çervenkov’un Sovyet heyetinin onuruna verdiği davete katıldım. Dost meclisindeydik. Bulgar arkadaşlar Sovyet arkadaşlardan izlenimlerini anlatmaları, zengin deneyimlerini paylaşmaları hususunda ricada bulundu. Sovyet bilim insanları, sanatçıları teker teker ayağa kalktı; anlattılar, övdüler, eleştirdiler ve her biri kendi alanında değerli pratik öneriler sundular.

Ancak sonra yirmi iki, yirmi üç yaşlarında orta boylu genç bir adam kalktı yerinden. Tüm ciddiyetiyle ve meseleye dair derin bilgisiyle, Sovyet emekçilerinin deneyimi, Bulgar işletmelerinin çalışmasında fark ettiği eksiklikler ve öncü Sovyet işçilerinin deneyiminin benimsenmesinin gereği gibi hususlarda konuşmaya başladı. En çetrefilli teknik ve toplumsal meseleleri tartışan bu genç adamın kim olduğunu sordum. Bana onun akademisyen ya da mühendis değil, sıradan bir Sovyet işçisi, tornacı Çikiryov olduğunu söylediler.

Birkaç saat sonra onunla Sofya’dan Moskova’ya giden uçakta karşılaştık. Bana çalışma yöntemini anlattı, eşi görülmemiş kesme hızlarını nasıl hayal ettiğinden ve bu hayalinin nasıl gerçekleştiğinden bahsetti. Sonra bizimle beraber yolculuk yapan küçük bir kızı dizlerine oturttu ve bukleleriyle oynayarak gelecekteki hayat planlarından, gelecek için, halkı için, dünya için neler yapacağından bahsetmeye başladı.

Sosyalizm ülkesinin bu emekçisi yeni, dünyada henüz eşi görülmemiş Gerçeğe Dönen Hayaller Ülkesi’nde büyüyen genç neslin timsaliydi benim için. Bu gençlik, gökyüzünde en önde uçan genç doğan sürüsü gibi tüm yolların kendilerine açık olduğu gençliktir. Bu gençlik, daha okul sıralarındayken büyük Sovyet şairi Mayakovskiy’nin sözlerini işiten gençliktir:

… Yarat,
hayal et,
dene!

Bu gençlik, hayallerinin gerçekleşeceğinden emin olan gençlik. Tüm gücünü barış davasına veren özgür ve mutlu gençlik. Ve böylesi bir gençliğin var olduğu gerçeği, Sovyet devlet sisteminin en parlak ve dikkate değer başarılarından biridir. Bu gençlik dünyanın henüz tanımadığı, insanlığın en iyi zihinlerinin hayalini kurduğu komünizmi, benzeri görülmemiş bir toplumu inşa eden gençlik. Ve ben onları kıskanıyorum.

Altı aydan fazla zamandır Sovyetler Birliği’nde yaşıyorum. Benim bile hayallerim fevkalade hızla gerçekleşmeye başladı. Her zaman, istediğim gibi bir oyun yazmak ve onu istediğim gibi sahneye koymak istemişimdir. Şimdi, daha önce hayal etmeye bile cesaret edemediğim iki oyun yazma ve bunları tiyatrolarda sahneleme imkânım oldu.

Eğer Sovyetler Birliği’nde insanların arzuları bu kadar çabuk gerçeğe dönüşüyorsa, bunun nedeni, komünizmin Stalin ve Bolşevik Parti önderliğinde inşa edildiği ülkede, gerçekliğin en cesur hayallerin bile önüne geçmesidir.

Çeviri: Yasin Çalış

https://editor2020.sol.org.tr/haber/boyle-bir-ulke-var-6042



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 03.06.2020- 07:27


Türkiye çocukları

Nâzım Hikmet'in bu yazısı Sofya'da Türkçe olarak basılan toplu eserlerinin 8. cildinden alınmıştır.

Resim Ekleme
Nâzım Hikmet Kolektifi'nin notu: Nâzım Hikmet'in bu yazısı, editörlüğünü Ekber Babayev'in yaptığı, Sofya’da Türkçe olarak basılan toplu eserlerinin 8. cildinde yer almaktadır. Yıllardır yapılan YKY baskılarında yayımlanmamaya devam etmektedir.

Benim memleketimde, Türkiye’de, kapitalistlerin, büyük toprak sahiplerinin, büyük memurların şımarık, tembel çocuklarıyla halk çocukları arasında en ufak bir benzerlik yoktur. Oyuncak, oyun, spor, okul, temiz elbise, yiyeceklerin, içeceklerin çeşidi, doktor, zengin çocukları içindir. Halkın çocukları, Türkiye çocuklarının büyük çoğunluğu, şu yukarıda gelişi güzel saydığım nimetlerden mahrumdur. Meselâ bir işçi çocuğunu ele alalım. Bu çocuğun adı, meselâ Hüseyin olsun. Hüseyin, şehrinin en güneş görmez, yazın tozdan, kışın çamurdan geçilmez fukara mahallelerinden birinde yaşar. Şimdi on bir yaşındadır ve demir eşya yapan bir fabrikada günde on saat çalışmaktadır. İşlediği demirler sıska kollarının taşımayacağı kadar ağırdır. Hüseyin öylesine yorgundur ki, bazı günler dayanamaz, iş başında gözleri kapanıverir ve ustabaşıdan boyuna dayak yer. Hüseyin, bu yaşa gelinciye dek bir kere olsun çarşıdan alınmış bir oyuncakla oynamamıştır. Hüseyin’in bir tek kitabı yoktur. Zaten ilk okulun, ancak iki sınıfını bitirebilmiş, sonra evin geçimine yardım etmek için fabrikaya girmiştir. Hüseyin’in bütün ömrü boyunca yediği et, yani dokuz on yılda yediği et, iki üç kilodan fazla değildir. Bütün çocuklar gibi Hüseyin de şekeri, çukulatayı sever, fakat şekeri ancak bayramdan bayrama yemiştir, çukulataya gelince, şöyle iki küçük parça yediğini hatırlıyor. On saatlik işe karşılık Hüseyin’in eline geçen gündelik kırk beş kuruştur, halbuki ekmeğin kilosu otuz kuruştur, yani Hüseyin on saat çalışır ve ancak bir buçuk kilo ekmek getirebilir eve.

Şimdi bir zanaatkâr çocuğun hayatını gözden geçirelim: Onun hayatı da bizim Hüseyin’in hayatına benzer. Bazı farklar vardır tabiî. Meselâ, diyelim ki, bir kunduracının yanında çıraklık ediyor. On iki yaşındadır. Günde on dört, on beş saat çalışır. Ustadan para almaz, boğaz tokluğuna çalışır. Kunduracılığı öğrenip kalfa olduktan sonra, yani yirmi yaşlarına bastığı zaman gündeliği yüz kuruş olacaktır. Çalıştığı dükkân küçüktür, karanlıktır, gece gündüz lamba yanar, tavanından ve duvarlarından rutubet sızar, çünkü eski, harap, taş bir evin bodrum katıdır. Kendini doktora gösterebilse, ona verem olduğunu söyleyecekler.

Şimdi fakir bir köylü çocuğunu ele alalım. Adı Ahmet olsun, Ahmed’in anası birçok kardeş doğurmuştur ona, fakat ancak ikisi, bir o, bir de ağabeyi sağ kalabilmişlerdir. Ahmet dokuz yaşındadır, daha çorap ve çarık giymemiştir. Çorabı ve çarığı on beş yaşına bastığı zaman giyebilecektir. Altı yaşında sığırtmaçlığa başlamış, yazın güneş altında, kışın karda, yağmurda dağ başlarında sürtüp durmuştur. Okuması yazması yoktur, olmayacak da. Gelecek sene, çift sürmeğe gidecek. Bu işte geç bile kalmıştır. Üç çeşit, yalnız üç çeşit yemek bilir: Tarhana çorbası, kabak haşlaması ve ekmek. Ömründe bir kere, köy ağasının düğününde et yemiştir. Üç defa da yumurta çalıp içmiş, bu yüzden babası onu bayıltıncaya kadar dövmüştür. Çünkü dört tavuklarının yumurtası ve bir tek ineklerinin sütü, yağı, kendileri için değil, pazara götürülüp satılmak, birkaç kilo tuz, biraz gazyağı almak içindir. Ahmet, iki yaşından beri sıtmalıdır. Karnının böyle şiş, yüzünün böyle sapsarı oluşu bundandır. Fakat Ahmed’i hiçbir doktor görmemiştir. Köyde en ufak bir sağlık kurumu yoktur. Babası kasabadan kinin getirdi, ama kininler hileliymiş, Ahmed’in sıtmasını kesemediler.

Benim memleketim, Türkiye, bugün Amerikan emperyalistlerini sömürgesi olmuştur. Türkiye’nin büyük kapitalistleri, büyük toprak sahipleri, büyük memurları, onu Amerikalılara sattılar. Amerikan kapitalistleri ve onların generalleri Türkiye’de istedikleri gibi at oynatıyorlar. Memlekete Amerikan mallarının dolması yüzünden yerli fabrikalar, zanaatkâr atölyeleri kapanıyor, şehirlerde işsizlik, açlık günden güne artıyor, şehirlerdeki halk çocukları her gün biraz daha az ekmek yiyor, evlerinde her gün biraz daha az kömür yakılıyor, şehirlerde sokaklar dilenen çocuklarla dolu. Anaları babaları işsizlik, açlık, hastalık yüzünden ölmüş on binlerce çocuk, köprü altlarında, yangın yerlerinde geceliyor. Şehirlerde şimdi, kucaklarında çocuklarıyla dilenen köylü kadınlara da adım başında rastlanmaktadır. Marşal plânı gereğince — bu plân sözüm ona Amerikan yardımı Türkiye’ye — işte bu kahrolası plân gereğince büyük toprak sahipleri Amerika’dan traktör aldılar, tarlalarında fakir köylüleri çalıştırmaz oldular. Aç kalan topraksız, yahut az topraklı köylüler iş aramak için şoselere, şehirlere döküldü. Halbuki şehirlerdeki işsizlik şimdiye kadar Türkiye’de görülmemiş bir derecede olduğu için buralara gelen köylüler, çolukları, çocuklarıyla dilenmeğe başladı. Şose boylarında açlıktan, hastalıktan ölen fakir köylü çocuklarının haddi hesabı yok.

İşte size kısaca benim memleketimdeki halk çocuklarının halinden ahvalinden bahsettim. Fakat şunu da söyleyeyim ki, bu çocuklar, fırsat düştükçe, babalarının ve ağabeylerinin yanı başında, Türkiye’nin millî bağımsızlığı, Amerikan emperyalistlerinin ve yerli uşaklarının elinden kurtulması ve barış için mücadele ediyorlar. Yazımı bitirmeden önce, size bu mücahitlerden birini anlatacağım.

Adı İbrahim’di. On yaşında vardı galiba. Elâ gözlü, daracık omuzlu, uzunca boyluydu. İbrahim’in babası benimle ayni hapishanede yatıyordu. Terziydi, vergisini veremediği için dükkânını hacze gelmişler, o da haciz memurlarından birini yaralamıştı. Yedi buçuk yıla mahkûmdu. Evi, yani hasta annesini ve küçük kız kardeşini İbrahim bir dokuma fabrikasında çalışarak geçindirmeğe çabalıyordu.

Hapisteki babasını her hafta ziyarete gelen İbrahim’le dost olduk. Bir aralık İbrahim’in babası da, ben de hastalandık, bizi hapishanenin revirine kaldırdılar, orda çocuk babasıyla ve benimle daha rahat ve daha uzun görüşebiliyordu. Bana boyuna bir şeyler soruyor, başka memleketlerde işçi çocuklarının nasıl yaşadıklarını öğrenmek istiyordu. Ona çocukların cenneti olan Sovyetler Birliği’nden bahsediyordum, ona Türkiye’de, kendi memleketimizde ve başka esir memleketlerde halk çocuklarının nasıl mücadele ettiklerini anlatıyordum. Ona bir gün bir şiirimi okudum. Hemen oracıkta ezberledi.

Revirde bulunmamdan faydalanarak daha çok yazmağa başlamıştım, fakat bunları hapishanede muhafaza etmenin imkânı yoktu. Bu yazıları hemen dışarı çıkarmak lâzımdı. O güne kadar yazıların dışarı çıkarılması işini kolaylaştıran ve burada neden ibaret olduğunu size söyleyemeyeceğim imkân, çünkü aynı imkândan hâlâ hapiste bulunan arkadaşlar faydalanıyorlar, işte o imkân muvakkaten ortadan kalkmıştı. Düşündüm, yazıları İbrahim’le dışarı çıkartmağa karar verdim. İbrahim çocuk olduğu için kapıdaki gardiyanlar ve jandarmalar girip çıkışında üstünü pek de öyle sıkıdan sıkıya aramıyorlar, hattâ bazan hiç bakmıyorlardı. Meseleyi İbrahim’e açtım. Hemen razı oldu. İbrahim, dedim, üstünü arayacaklar, tutar da bu şiirleri bulurlarsa seni tevkif ederler. “Etsinler” dedi. “Çok fena döverler, işkence ederler”, dedim, “Etsinler” dedi. “Seni çocuk ceza evine atarlar, ev halkı hasta annen, küçük kız kardeşin aç kalır”, dedim. İbrahim biraz düşündü, sonra nasırlı çocuk işçi elini uzatarak “Yazıları ver amca, dedi, onların, çıkması, yerine gitmesi, okunması lâzım”.

Yazıları verdim ve onlar yerine gitti ve okundu ve İbrahim’in, on yaşındaki işçi İbrahim’in sayesinde o yazılar kavganın saflarında yerlerini alabildi.

https://editor2020.sol.org.tr/haber/turkiye-cocuklari-6040



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 03.06.2020- 07:38


'Evlerin, yurtların, dünyaların ve kozmosun kardeşliği adına'

Büyük şair Nâzım Hikmet’in 57. ölüm yıldönümünde, onun kendi yaşamı, mücadelesi ve şiirlerinin verdiği ilhamla farklı dillerde üretilen müziklerden bir seçki hazırladık bugün sizler için. Bu seçkiyi hazırlarken de, çok bilinmeyen örneklere yer vermeye çalıştık.

Resim Ekleme
ULAŞ ÖZER
Nâzım Hikmet, yaşamının son anına dek yapıtlarını, komünist bir şair, sosyalizm mücadelesinde bir nefer olarak üretti. Şiirleri, umudu, işçi sınıfına duyduğu büyük ve karşılıksız sevgiyi ve insanlığın kurtuluşunda işçi sınıfına olan inancını anlattı. Zincirlerini koparıp ayağa kalkan insanlık sözünü Nâzım’ın dilinden söyledi ve Nâzım da benliğini, bu kavga içinde kazandı. İnsanlık, dünyanın herhangi bir yerinde ne zaman “yeter artık” dese Nâzım’ı buldu hep en ön sırada, hemen yanı başında. Yapıtları, sayısız eserin yaratımına ilham oldu. Büyük şair Nâzım Hikmet’in 57. ölüm yıldönümünde, onun kendi yaşamı, mücadelesi ve şiirlerinin verdiği ilhamla farklı dillerde üretilen müziklerden bir seçki hazırladık bugün sizler için. Bu seçkiyi hazırlarken de, çok bilinmeyen örneklere yer vermeye çalıştık.

Türkiye'de "Nâzım Hikmet'in şiirlerinden bestelenmiş yabancı şarkılar" dendiğinde ilk akla gelen şarkılar, Yunanca olanlar. Yunanistan'da Nâzım şiirlerinden yaptıkları bestelerle tanınan iki büyük müzisyen dikkatimizi çekiyor. Manos Loizos ve geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Thanos Mikroutsikos. Yunanistan'da pek çok Nâzım Hikmet şiirinin bestelenmiş olmasında Selanik doğumlu olan Nâzım Hikmet ve Yunan halkı arasındaki kültürel yakınlığın etkisi var kuşkusuz. Fakat Yunanistan'da köklü ve güçlü bir komünist hareketin bulunduğunu unutmamak gerekiyor. Bu bakımdan Nâzım'ın Yunan halkıyla olan bağının politik bir bağ olduğu da tartışmasız. İlk olarak Nâzım Hikmet'in "Karıma Mektup" adlı şiirinden bestelenmiş olan bir şarkıyı dinleyeceğiz. Şarkıyı, bestecisi Manos Loizos seslendiriyor.

Bir tanem!
Son mektubunda:
"Başım sızlıyor
        yüreğim sersem!"
                          diyorsun.
"Seni asarlarsa
          seni kaybedersem,"
                          diyorsun,
                            "yaşayamam!"

Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı,
en fazla bir yıl sürer
            yirminci asırlılarda
                              ölüm acısı.
(...)


'Karıma Mektup'

Bu seçkide yer vereceğimiz Yunanca şarkılardan ikincisi ise Thanos Mikroutsikos'a ait. Nâzım Hikmet'in "Mikrokozmoz" adlı şiirinden bestelenen şarkıyı ilginç yapan şeylerden biri de şarkının müzikal formu... Tek bir müzikal cümlenin her tekrarlanışında yeni vokal ve enstrümanların katılımıyla yükselmesi ve ısrarla tekrar edilen bu cümlenin dinleyenle adeta inatlaşması, bu şarkıyı müzikal bir meydan okumaya dönüştürüyor.

(...)

Ve ben,
haber veriyorum ki, size:
Hindistan`ın

      Kalküta şehrinde bir insanın

              yolu üstünde durdular.

Yürüyen bir insanı

              zincire vurdular...

Ve ben,

tenezzül edip
başımı ışıklı boşluklara kaldırmıyorum.
Yıldızlar uzakmış

      toprak ufakmış

              umurumda değil,

                    aldırmıyorum...

Bilmiş olun ki, benim için

              daha hayret verici

              daha kudretli

              daha esrarlı ve kocamandır:

              yolu üstünde durulan

                    zincire vurulan

                    İNSAN...


'Mikrokozmos' -Thanos Mikroutsikos bestesi

Nâzım Hikmet’in çok sayıda şiirinin şarkıya dönüştürüldüğü ülkelerden biri de Fransa. Nâzım’ın şiirleri, pek çok önemli Fransız müzisyen tarafından bestelenmiş. Bu şarkılardan az bilinen bir örneğe yer veriyoruz seçkimizde. André Grassi tarafından bestelenen şarkıyı, Fransa’daki sol müziğinin önemli şarkıcılarından biri olan Francesca Solleville seslendiriyor.

İnsanların türküleri kendilerinden güzel,

                    kendilerinden umutlu,

                    kendilerinden kederli,

      daha uzun ömürlü kendilerinden.

Sevdim insanlardan çok türkülerini

İnsansız yaşayabildim


      türküsüz hiçbir zaman.

Hiçbir zaman beni aldatmadı türküler de.

Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin.

Bu dünyada yiyip içtiklerimin,

              gezip tozduklarımın,

              görüp işittiklerimin,

              dokunduklarımın, anladıklarımın

                    hiçbiri, hiçbiri,

      beni bahtiyar etmedi türküler kadar...


André Grassi bestesini Francesca Solleville söylüyor


Nâzım Hikmet’in "En Güzel Deniz" adlı şiiri, büyük şairin farklı dillerde en çok bestelenen şiirlerinden biri. Bunlardan birini Fransız aktör ve şarkıcı Yves Montand’dan dinleyeceğiz. Bu şarkı, Montand’ın, "Montand 7" isimli albümünde yer alan ve sözleri Nâzım Hikmet’e ait olan iki şarkıdan ilki...

En güzel deniz:

              henüz gidilmemiş olanıdır.

En güzel çocuk:


              henüz büyümedi.

En güzel günlerimiz:


              henüz yaşamadıklarımız.

Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:


              henüz söylememiş oldum sözdür.


En güzel deniz


Yves Montand söylüyor

Bu iki Fransızca şarkının ardından İspanyolca bir şarkı var seçkimizde. Arjantin’de rock müziğin öncü müzisyenlerinden biri olan Juan Carlos Baglietto’nun "El Gigante de Ojos Azules" adlı şarkısı, Nâzım Hikmet’in "Mavi Gözlü Dev" adlı şiirinden aynı adla bestelenmiştir.

O mavi gözlü bir devdi.

Minnacık bir kadın sevdi.

Kadının hayali minnacık bir evdi,

              bahçesinde ebruliii

                    hanımeli

                            açan bir ev.

Bir dev gibi seviyordu dev.

Ve elleri öyle büyük işler için

      hazırlanmıştı ki devin,

yapamazdı yapısını,

      çalamazdı kapısını

bahçesinde ebruliiii

      hanımeli


                    açan evin.

O mavi gözlü bir devdi.

Minnacık bir kadın sevdi.

Mini minnacıktı kadın.

Rahata acıktı kadın

              yoruldu devin büyük yolunda.

Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,

girdi zengin bir cücenin kolunda

              bahçesinde ebruliiii

                    hanımeli

                            açan eve.

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,


dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:

bahçesinde ebruiiiii

              hanımeli


                    açan ev..


Mavi gözlü dev

Juan Carlos Baglietto bestesi

Seçkimizde İtalyanca bir şarkı var sırada. "Don Chisciotte e gli invincibili" adlı şarkı, İtalyan müzisyen Gianmaria Testa tarafından, Nâzım’ın Don Kişot adlı şiirinden bestelenmiştir. Bu şarkıyı bestecisi Gianmaria Testa’dan dinliyoruz.

Ölümsüz gençliğin şövalyesi


                            ellisinde uydu yüreğinde çarpan aklına,

bir Temmuz sabahı fethine çıktı


                            güzelin, doğrunun ve haklının:

önünde, şirret, aptal devleriyle dünya,


                            altında mahzun, fakat kahraman Rosinant'ı.

Bilirim,


hele bir düşmeyegör hasretin hâlisine,


hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,

yolu yok, Don Kişot'um benim, yolu yok,

yeldeğirmenleriyle dövüşülecek.

Haklısın,


elbette senin Dülsinya'ndır en güzel kadını yeryüzünün,

sen, elbette bezirganların suratına haykıracaksın bunu,

alaşağı edecekler seni


bir temiz pataklayacaklar.


Fakat, sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,


sen, bir alev gibi yanmakta devâmedeceksin

                    ağır, demir kabuğunun içinde

ve Dülsinya bir kat daha güzelleşecek..


Don Kişot - Gianmaria Testa kendi bestesi



Dünyanın en önemli protest şarkıcılarından biri olan, Amerikalı müzisyen Pete Seager’in bir uyarlamasını dinleyeceğiz şimdi. Seger, Nâzım Hikmet’in "Kız Çocuğu" adlı şiirini bir İskoç halk ezgisine nasıl uyarladığını bir konserinde şöyle açıklıyor: "Türkiye’de mahpusta bir adam vardı, ama mahpusta bu adam Hiroşima’yı duydu ve bir şiir yazdı. New Yorklu birisi bu şiiri İngilizce’ye çevirdi ve ben de bir başkasından duyduğum, şimdi dinleyeceğiniz melodiyi bu şiire kattım"... Seager’in bu uyarlaması, pek çok müzisyen tarafından yorumlandı. Seçkimizde, Seager’in bu uyarlamasını dinliyoruz: "I Come And Stand At Every Door"...


Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler.


Kız Çocuğu - Pete Seeger kendi bestesini söylüyor

Farklı dillerde bestelenen Nâzım şarkılarına bir örnek de Finlandiya’dan... Finlandiyalı rock grubu Ultra Bra’nın, Nâzım Hikmet’in "Yine de İyimserlik" adlı şiirinden bestelediği şarkı, ilginç örneklerden biridir.

Kardeşim


sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana

uçak sağ salim inebilsin meydana

doktor gülerek çıksın ameliyattan

kör çocuğun açılsın gözleri

delikanlı kurtarılsın kurşuna dizilirken

birbirine kavuşsun yavuklular

düğün dernek yapılsın hem de

susuzluk da suya kavuşsun ekmek de hürriyete

kardeşim


sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana

onların dedikleri çıkacak

                            eninde de sonunda da. . .


Yine de İyimserlik - Finlandiyalı rock grubu Ultra Bra


Seçkimizin son şarkısı, Nâzım’ı Nâzım yapan unsurların başında gelen Sovyetler Birliği’nden... Sovyetler Birliği’nde 1979 yılında yayınlanmaya başlayan "Fantastik Dünya" adlı televizyon dizisinin müziklerinden birini dinleyeceğiz şimdi. Nâzım Hikmet’in "Kozmosun Kardeşliği Adına" adlı şiirinden bestelenmiş bu şarkıyı Sovyet aktör Sergey Sazontiev seslendiriyor.

Kosmosta bizden başka düşünen var mı

var


bize benzer mi


bilmiyorum

belki bizden güzeldir

bizona benzer mesela ama çayırdan nazik

belki de akarsuyun şavkına benzer


belki çirkindir bizden


karıncaya benzer mesela ama tıraktörden iri

belki de kapı gıcırtısına benzer

belki ne güzeldir bizden ne de çirkin

belki tıpatıp bize benzer


ve yıldızlardan birinde

                    hangisinde bilmiyorum

yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz

                    hangi dilde bilmiyorum

yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz onunla

Tovariş diyecek


söze bu sözle başlayacak biliyorum


Tovariş diyecek

ne üs kurmağa geldim yıldızına


ne petrol ne yemiş imtiyazı istemeğe

Koka-kola satacak da değilim

selâmlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına,

bedava ekmek ve bedava karanfil adına

mutlu emeklerle mutlu dinlenmeler adına

"Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber" diyebilmek adına

evlerin

      yurtların

              dünyaların

                    ve kozmosun kardeşliği adına.

kOZMOSUN KARDEŞLİĞİ ADINA - Sovyet aktör Sergey Sazontiev seslendiriyor


https://editor2020.sol.org.tr/haber/evlerin-yurtlarin-dunyalarin-ve-kozmosun-kardesligi-adina-6010



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 03.06.2020- 07:42


Aslolan değiştirmektir! Nâzım’ın 'Manzaraları'nda Diyalektik

Engels’in yüksek sezgilerine işaret ettiği şairlerin, sanatçıların 'sırrını' açıklamak iddiasında değiliz ama bir başka şey yapmaya çalışacağız bu yazıda: Nâzım’ın yöntemi üzerinde durmaya çalışacağız. Daha önce, 15 Ocak 2020’de yazdığımız yazıda ele almaya başladığımız önemli eser 'Memleketimden İnsan Manzaraları' üzerinden (yazı boyunca 'Manzaralar' olarak anacağız…

Resim Ekleme
ÇAĞRI KINIKOĞLU, KAYA TOKMAKÇIOĞLU


ABD’de George Floyd’un öldürülmesinin ardından başlayan gösteriler devam ediyor.

Meseleyi anlamaya çalışırken, kimilerimizin aklına,

“(…)Ben ve bizim mahalle bakkalı
ikimiz de kuvvetle meçhulüz Amerika’da.
Fakat ne zarar,
Çin’den İspanya’ya, Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar
her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var (…)”
dizelerini yazan Nâzım Hikmet’in “kartal kanatlı kanaryam / inci dişli zenci kardeşim / türkülerimizi söyletmiyorlar bize” diye seslendiği ABD’li müzisyen Paul Robeson’a yazdığı “Korku” şiiri (1949), kimilerimizin aklına ise “Umut” şiirinin (1958) şu bölümü gelmiş olabilir:

“(…) İşler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken zenci şoförü
ağaca asarlar yol kıyısında
gazyağına bulayarak yakarlar
sonra kimi kahve içmeye gider
kimi saç tıraşı olur berberde
kimi dükkânını açar erkenden
kimi genç kızını öper alnından (…)”

Yazılmasının üzerinden yarım yüzyıldan fazla süre geçtiği halde ve 1939’da “büyük olasılıkla tanınmadığı”, hiç ayak basmadığı bir ülkeye dair, hâlâ geçerliliğini koruyan bu dizeleri nasıl yazabilmişti Nâzım? Sadece ABD de değil: Örneğin “Karanlıkta Kar Yağıyor” şiirinde anlattığı, İspanya İç Savaşı sırasında, o Madrid kapısında bekleyen nöbetçiyi veya Şeyh Bedreddin Destanı’nı veya cezaevinde dört duvar arasındayken yazdığı o partizan Tanya’yı anlattığı dizeleri nasıl yazabildi?

Engels’in yüksek sezgilerine işaret ettiği şairlerin, sanatçıların “sırrını” açıklamak iddiasında değiliz ama bir başka şey yapmaya çalışacağız bu yazıda: Nâzım’ın yöntemi üzerinde durmaya çalışacağız. Daha önce, 15 Ocak 2020’de yazdığımız yazıda1 ele almaya başladığımız önemli eser “Memleketimden İnsan Manzaraları” üzerinden (yazı boyunca “Manzaralar” olarak anacağız), Nâzım’ın, bizce geçerliliğini ve yaşamsallığını halen çok canlı bir şekilde korumakta olan yöntemine bakmaya çalışacağız.

En başta şunu söylemek gerek: Nâzım’ın formasyonu bugünün ve yarının sanatçısını, sanatçı adaylarını yakından ilgilendirmeli. Nâzım’ı taklit etmek değil, altında ezilmek değil, ideal olarak tarif etmek değil, bugünün ve yakın geleceğin sanatçısına kendisini sıçratacak anahtarları ve enerjiyi sunan bir miras olarak yaklaşmak koşuluyla…

Nâzım kendi formasyonunu öncelikle siyasallaşarak, memleketinin kurtuluşu için kolları sıvayarak, siyasallaşmayı da Marksizm ve Leninizm gibi bir omurgaya kavuşturarak canlı tutabilmesiyle edinmişti. Sahip çıkmak, korumak istediği yurdunu, halkını, ancak koşullar kökten bir şekilde değişirse koruyabileceğini anlayarak yoluna devam etmişti Nâzım. Bu koruma – aşma diyalektiği önemli bir nokta: Nâzım’ın düşünce sistematiğini, poetikasını anlamakta önemli bir nirengi noktası.

Bu nirengi noktasını iyi anlayabilmek, üzerine kafa yorabilmek için, bu yazı boyunca, iki uğraktan geçmeyi planladık: Önce, diyalektik düşüncenin tarihi ve mantığına ilişkin bir zemin oluşturmaya çalışacağız. Ardından, elbette kısa tutmaya çalışarak, Rusya’da 1922 itibariyle devam ettiği KUTV’da2 Marksizm’le tanıştıktan sonra tüm eserlerine içkin hale gelen diyalektik düşüncenin “Manzaralar”da nasıl işlediğini birkaç örnek üzerinden incelemeye çalışacağız.

Diyalektik materyalist düşünceye ilişkin yazıda özel bir ara başlık açmamızın şöyle önemli bir zorunluluğu var bizim açımızdan: İçinden geçmekte olduğumuz çağ, bu bir yandan durağanlığıyla içimizi daraltan ama diğer yandan dinamizmiyle başımızı döndüren, bir yandan bizlere hiçbir şeye gücümüz yetemeyecekmiş gibi hissettiren ama diğer yandan her şeye meydan okumaya çağıran bir çağ ve tam da bu nedenlerle, bu içinden geçmekte olduğumuz çağ, diyalektik düşünceyi de aforoz edildiği düşünce dünyasına yeniden çağıran bir çağ.

On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda da hiç eksik olmadı ama özellikle 1970’lerden itibaren şiddetlenen bir ideolojik yönelim, kafaları fena halde karıştırdı, dağıttı: Bir şeyi bir başka şeyden daha önemli, daha değerli, vb. olarak niteleyebilir miydik? Bir şeyin geri olması, ileri olması, tarihsel ilerleme filan ne demekti? Neye dayanarak, hangi hakla böyle tanımlamalar yapılıyordu? Dünyayı değiştirmeye kalkmak kimin haddineydi? Belki “dünya” değişmek istemiyordu?
Bu kafa karışıklığının dünyayı hangi noktaya getirdiğini hep birlikte görüyoruz, yaşıyoruz.

Diyalektik materyalist yöntem, işte bizi çağımızı anlamaya yarayacak sorulara ve yanıtlarına yaklaştırıyor; bir sürü olgu arasında önemli ve belirleyici olanı nasıl ayrıştırabiliriz, olgular arasındaki nedensellik ilişkilerinin mantığı nedir ve en çok da şu soruların yanıtına: Neyi değiştireceğiz, nasıl değiştireceğiz?

I. Diyalektik materyalizmin serüveni
Marx ve Engels’in büyük tarihsel katkıları, materyalizmi toplumların işleyiş mekanizmasına diyalektik yöntemi kullanarak uyarlayabilmeleriydi. Bunu göz önünde bulunduran Lenin şu tespitte bulunur:
“Eski materyalizmin tutarsızlığı, eksikliği ve tek-yanlılığının anlaşılması ‘toplum bilimini… materyalist temel ile uyum haline getirmek ve bu temele dayanarak onları yeniden kurmak’3   gerekliliğine Marx’ı inandırdı. Materyalizm, genel olarak, bilinci, varlığın bir sonucu, tersi değil, olarak açıkladığına göre, öyleyse, insanlığın toplumsal yaşamına uygulandığında materyalizm, toplumsal bilinci de toplumsal varlığın sonucu olarak açıklaması gerekir.”4

Bu önerme bize Marksizm’in felsefi altyapısını oluşturan diyalektik materyalizmin işçi sınıfının dünya görüşü olduğunu hatırlatıyor. Marksizm, bilimsel ve benzersiz bir felsefe olarak tüm ilerici insanlığın hâlâ en ileride mevzilenmiş dünya görüşünü oluşturmaktadır. Bilginin nesnel ve maddi dünya ile ilişkisinin yanı sıra doğanın, toplumun ve düşüncenin hareketiyle gelişiminin en genel yasalarını inceleyen bilimdir diyalektik materyalizm.

I.I. Kökenler

Marksizm ve onun felsefi altyapısı olan diyalektik materyalizm, proletaryanın tarih sahnesine yeni bir siyasal güç olarak ortaya çıktığı 1840’larda şekillenmeye başladı. Lyon Ayaklanmaları’ndan, Çartist harekete ve oradan Silezyalı dokuma işçilerinin ayaklanmasına pek çok toplumsal olay diyalektik materyalizmin yasalarının ortaya konulmasını kolaylaştırdı.Proletaryanın toplumsal kurtuluşu için verdiği sınıf savaşımı, toplumsal yaşamın yasalarının ortaya konulmasını zorunlu kıldı.Ancak, maddi ve diyalektik bir tarih kavrayışı olmadan insanlığın karşı karşıya olduğu görevlerin çözümü olanaksızdı.Marx ve Engels toplumsal gerçekliği derinlemesine çözümlediler; felsefede, doğa ve toplum bilimlerinde gelinen noktayı eleştirel bir süzgeçten geçirdiler, böylelikle yeni bir dünya görüşü oluşturdular.

Marx ve Engels, Hegel’in idealist diyalektiğini ve Feuerbach’ın materyalizmini yaratıcı bir biçimde dönüştürdüler.Hegel’in idealist diyalektiğinin içindeki devrimci yönü, yani onun harekete geçirici gücü olarak gelişme ve çelişki düşüncesini keşfettiler. Feuerbach’ınki de dahil olmak üzere, varlığın sadece bir nesne olarak göründüğü ve özneyi tamamıyla idealizmin kucağına bırakan kendilerinden önceki materyalizmlerin kısıtlarının üstesinden geldiler.

“Feuerbach, kendisini çevreleyen duyusal dünyanın, doğrudan doğruya, ezelden beri hiç değişmeden kalan bir şey değil, sanayinin ve mevcut haliyle toplumun bir ürünü olduğunu; üstelik tarihsel bir ürün olması bakımından her biri bir öncekinin omuzları üstünde yükselen, onun sanayisini ve ekonomik ilişkilerini geliştiren ve değişen ihtiyaçlara uygun olarak toplumsal düzenini değiştiren bir nesiller silsilesinin ürünü olduğunu göremez.” 5

Marksizm teori ve pratiğin birliğinin zorunlu olduğunu ilan eden ilk dünya görüşüydü. Dünyanın devrimci bir biçimde dönüştürülmesini devrimci bir teorinin önkoşulu saymakta,Feuerbach üzerine yazılan tezlerin on birincisinin anlamı burada yatmaktaydı: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, aslolan onu değiştirmektir.”

I.II. Diyalektiğin Kategorileri ve Yasaları

Diyalektik materyalizm hem dış dünyanın hem de insan bilincinin gelişiminin en genel yasalarının öğretisidir.En genel yasaları, niceliğin niteliğe dönüşümü, karşıtların birliği ve çelişkisiyle yadsımanın yadsınması olarak ele alınabilir.Bu yasalar, maddi dünyanın gelişiminin ve onun bilgisinin evrensel biçimlerini, yollarını ve itici gücünü ifade eder ve diyalektik düşüncenin evrensel yöntemini oluşturur.

Niceliğin niteliğe dönüşümü, yeni bir kategorinin ortaya çıkışının nasıl gerçekleştiğini gösterir. Belli bir niceliğin ve niteliğin birliği olan nesnel gerçeklik insan bilincinden bağımsızdır. Nicelikteki gerçekleşen yavaş ve sürekli değişimler, maddenin niteliğinde sıçramalı bir değişime neden olur. Nicel birikim ve nitel sıçrama aynı sürecin farklı yönlerini gösterirken, bunlar arasındaki geçişkenliği de göz önünde bulundurur.

Karşıtların birliği ve arasındaki çelişki yasası, maddenin kendi içinde karşıtını içerdiğini dikkate alır. Verili bir birlik içindeki karşıtların çatışmasında ifadesini bulan çelişki, gelişimin kaynağını oluşturur. Karşıtların birliği ve çelişkisini ifadeeden yasa,kuramsal bilginin oluşumu açısından kritik önemdedir ve diyalektik yöntemin temel ekseniyle çekirdeğini oluşturur: “Öz anlamında ise diyalektik, çelişkinin, doğrudan doğruya nesnelerin özü içinde incelenmesidir.”6

Her gelişme belirli bir yöne doğru akan süreçte kendisini bulur.Gelişmenin bu yönü, yadsımanın yadsınması yasası ile ifade edilir.Yadsıma gelişimin gerekli koşuludur, çünkü sadece eskinin olumsuzlanmasını değil, aynı zamanda yeninin de olumlanmasını teşkil etmektedir.Nitel dönüşüm, yeni kategorinin eskisini kapsayarak aşmasına yol açar. Yadsıma başka bir yadsıma tarafından içerilir ve tüm gelişim zinciri yadsımanın yadsınması olarak yansır. Yadsımanın yadsınması yasası, gelişmenin iç bağlarını ve kademeli karakterini açığa çıkararak, onun genelleştirilmiş bir ifadesini sunar.

I.III. Diyalektik Materyalizme Leninist “Aşı”

Kapitalizm, en yüksek ve nihai aşamasına 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken girdi. Emperyalizmin varlığı bu süreçte proleter devrimlerin çağının açılmasına da tanıklık etti.Rusya’nın sanayi proletaryasının gelişmesiyle, Çarlık rejimi burjuva demokratik bir devrime kapı araladı.Bu koşullar altında, dünya devrimci hareketinin merkezi Batı Avrupa’dan Rusya’ya kaydı ve Rus proletaryasının önderi olan Lenin aynı zamanda uluslararası proletaryanın da yol göstericisi haline geldi. Söz konusu tarihsel bağlamda, diyalektik materyalizmin gelişimindeki yeni aşama, temel olarak emperyalizm ve sosyalist devrimler çağında proletaryanın devrimci pratiğinin evrenselleşmesiyle dikkat çekmekteydi. Bilimsel gelişmenin kat ettiği yolla birlikte Lenin’in kuramsal katkısı diyalektik materyalizmi, işçi sınıfının düşünsel plandaki temel silahı ve aracı konumuna getirdi. 1894’te yayımladığı “Halkın Dostları” Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?, aynı yılın sonu ve 1895’in başında kaleme aldığı “Narodnizmin Ekonomik İçeriği ve Bunun Bay Struve’nin Kitabındaki Eleştirisi” başlıklı makale, 1899’da yayımladığı Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, 1909 tarihli Materyalizm ve Ampiryokritisizm, ölümünden sonra yayımlanan Felsefe Defterleri, Ekim Devrimi’nin arifesinde kaleme aldığı Devlet ve Devrim, 1920 tarihli “Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, 1922’de kaleme aldığı “Militan Materyalizmin Önemi Üzerine” başlıklı makale vd. tüm üretimlerinde, sosyalist devrim kuramından proletarya diktatörlüğü öğretisine, öncü parti modelinden işçi sınıfının köylülükle ittifakına, sosyalizmin inşasından sosyalizmden komünizme geçiş sorununa kadar ele aldığı tüm başlıklarda diyalektik materyalizmin tüm burjuva ideolojilerine karşı olan üstünlüğünü gösterir.

Emperyalistler arası paylaşım savaşının başladığı 1914’te siyasal sürgün olarak İsviçre’de yaşamakta olan Lenin, sosyal demokrat partilerin kendi ülkelerinin burjuvazilerinin yanında yer almalarıyla sarsılmış bir biçimde Hegel’in Mantık Bilimi üzerine çalışmaktaydı. 2. Enternasyonal’in ve Rusya’da özellikle Plehanov’un Marksizm’i yorumlayışından kopuşunda ilgili sürgün döneminin büyük payı vardır. Hegel’in idealist diyalektiğinin Marx tarafından “materyalist bir biçimde baş aşağı çevrilmesi”nden sonra, yöntem olarak diyalektikteki ikinci sıçramanın Lenin tarafından gerçekleştirildiğini söylemek mümkündür.

Lenin’in diyalektik materyalizme yaptığı aşı, devrimci öznenin nesnel koşulların sınırlarından kurtulma çabasında ve nesnelliğe meydan okumasında kendisini gösterir. Özne, nesnelliği dönüştürdüğü, ona müdahil olduğu ölçüde onu kavrayabilir ve kendisini de dönüştürebilir. İster sanatçı ister bilim insanı olsun, özne öncülüğün tarihsel hedeflerini gerçekleştirmek için işçi sınıfını kapsayan nesnelliğe durmadan müdahale etmelidir. İster sanat yapıtı ister bilimsel araştırma söz konusu olsun, öznenin ilgili müdahaledeki isabetliliği kendisinin donanımıyla doğru orantılıyken, kendisine dair kavrayışının eksiksiz olmasını zorunlu kılar.

II. Manzaralar’daki diyalektik

Yazının başında andığımız ilk yazıda “Manzaralar”ın yazılış hikâyesini de, konusunu ve temasını da anlatmıştık. Hatırlatmak gerekirse, 1941 baharında başlayan eser, Anadolu’nun içlerindeki dört cezaevine nakledilen dört TKP’li mahkûmun trenle nakledişleri ile açılıyordu. Aynı gün kalkan iki trenden ilki yoksul halkın, taşralıların ağırlıklı olarak kullandıkları trendi; ikinci tren ise, daha geç kalktığı halde yaklaşık aynı saatlerde Ankara’ya varan, zenginlerin kullandığı trendi. Bu iki tren yolculuğu ve yolcuları üzerinden Nâzım, bir mekik gibi hem zamanda hem mekânda sıçrayarak, 1908-1945 arası Türkiye ve dünyanın haline ilişkin benzerine zor rastlanacak bir panorama çiziyordu. Eseri benzersiz ve önemli kılan, hem çok zengin bir üslup çeşitliliğine sahip olması hem de bunu alabildiğine süssüz, gösterişsiz, yalın bir dille ama çok çarpıcı sahneler, ilişkileri, çözümlemeler ortaya koyarak gerçekleştirmesiydi. Rüyalar, masallar, destanlar, halk hikâyeleri, kâh doğrudan anılarak, kâh bir olayın içine yedirilerek, kâh bilinç akışı tekniğiyle, kâh çağrışımlarla, müthiş bir dinamizmle kaynaşıp durur eserde…

Eserin bütünü büyük bir zenginlik içermekle birlikte, bu yazının sınırları çerçevesinde, biz tek bir olgu üzerinden Nâzım’ın diyalektik kavrayışının niteliğini çözümlemeye çalışacağız.

Kendisinin, Kemal Tahir’e yazdığı kimi mektuplardan da, eserin 1961 yılındaki Moskova baskısına yazdığı önsözden de biliyoruz, “İnsan Manzaraları” olarak tasarlayıp yazmaya başladığı eseri 1939 yılında doğuyor. Ancak ilk baştaki tasarısı, 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla şiddetli bir müdahaleye maruz kalıyor. Bu savaşın eserin yapısında yol açtığı dönüşümü şöyle ifade edebiliriz: O kadar güçlü bir etki ki bu, savaş olgusu, eserin neredeyse tamamının ruhuna siniyor. Nâzım, kendi çağının içinde canlı bir şekilde soluk alıp veren bir komünist sanatçı olarak, eserinin kapılarını çağının gelişmelerine ardına kadar açıyor. Zaten Nâzım’ın sanat anlayışında en önemli ayrım çizgilerinden biri burada çizilebilir: Çağından kaçmak, uzak durmak, soluklanmak için değil, çağına müdahale etmek için yazdığını biliyoruz.

Gündemdeki popüler konulara değinen tüccar sanatçıdan farkını nasıl anlayacağımız sorulursa, yanıt vermek kolay. Nâzım’ın eseri okunduktan sonra ulaşılan kavrayış, alımlayıcısını, aktif bir şekilde rol üstlenmeye yaklaştırıyor. Uzaktan gözlem yapıp hayatına devam etmesi zordur Nâzım okurunun; çünkü Nâzım belirli meseleleri ele alırken bir ideolojik tartışma da kuruyor: ahlâki, politik çıktıları da olan bir tartışma, okuyucunun kayıtsız kalamayacağı bir tartışma, kendini, okuduğu şey karşısında belirli bir tarafa ait hissedeceği bir tartışma…

Yazının ilk cümlesinde ABD’de yaşanmakta olan kaynaşmaya işaret etmiştik: Öldürülen bir zenci, arkasından başlayan gösteriler, polisin ve ABD yönetiminin gösterileri dağıtmaya, bastırmaya çalışması, zaman zaman görülen yağmalamalar, araç ya da bina yakmalar… Tüm bu hengâmeyi nasıl kavramak gerek? Örneğin göstericileri şiddete başvurmakla itham edenler, “dışarıdan gelenlerin müdahalesi” olduğunu söyleyenler, politikleşmesine karşı olanlar, doğru söylüyor olabilir mi? Bizde Gezi ve Haziran Direnişi sürecinde de çok benzer tartışmalar yaşanmıştı: İyi, doğru, güzel olanla, kötü, yanlış, çirkin olanı nasıl ayrıştırabiliriz böyle büyük toplumsal çalkantılarda?

İşte savaş olgusu da böyle bir tartışmaya vesile olacak şekilde ele alınıyor “Manzaralar”da… Nâzım 1941 baharında, ilk tren 15:45’te kalktığında bu trenin yolcuları arasında öyle tartışmalar geliştiriyor, onlarda öyle bilinç sıçrayışları yaratıyor, onları öyle bellek dehlizlerine sokuyor ki, okuyucu, bir anda güncel olarak kendini dayatan savaş meselesinin bir sürü yüzü ile karşı karşıya geliyor.

“Manzaralar”da Nâzım’ın işlettiği diyalektiğin en önemli uğraklarından biri olarak tarihselleştirme boyutuna işaret edebiliriz dolayısıyla… Güncellik, elbette insanların içine doğdukları bir koşullar bütünüdür ama o güncelliği, belirli bir sürecin bir evresi olarak kavramakla, içinde debelenilen, “içine fırlatılıp atılınan” bir bilinemezlik olarak kavramak çok başka sonuçlar doğurur. Tarihselleştirme, okuyucusunu / alımlayıcıyı, güncelliğin neden o halde olduğuna ilişkin bir yaklaşıma sahip kıldığı gibi, yani nasıl bir geçmişten o güncelliğe gelindiğini ortaya koyduğu gibi, güncelliğin kendisinin de değişebileceği, başka bir koşullar bütününe doğru değişebileceği nosyonunu da kazandırır. Yani hem nesnelliğin kavranabileceği nedensellik ilişkileri kurar hem de o nesnelliği değiştirmeye dönük eylemlilik fikriyle buluşturur, özne olmaya kapıları açar.

Bu soyut ifadeleri bir örnekle açıklamaya çalışalım:

Beş kitaptan oluşan “Manzaralar”ın ilk kitabında, 15:45 Katarı’nın üçüncü mevki vagonunda aynı kompartımanda yol almakta olan birkaç yolcu, kendi aralarında “savaşın sonu ne olacak? Kim kazanacak?” diye konuşuyorlar… Kompartımandaki yolculardan biri, Kuvayı Milliye destanı’ndan da tanıdığımız Kartallı Kâzım. Bir yolcunun “bence Alaman kazanır” şeklindeki ifadesi, Kâzım’ın belleğini kışkırtıyor. Karşısındakine bakar göründüğü esnada, o çoktan Seferberlik yıllarına gitmiştir bile… Pozantı’da bir tren istasyonuna üzerine kapıların kilitlenerek getirilmiş olan Mehmetçik’i hatırlar Kâzım; o yıllarda, yani 1914-1918 arasında demiryollarında çalışmakta. Pozantı’da, açlıktan, bakımsızlıktan, bitten, hastalıktan, yorgunluktan tiridi çıkmış Mehmetçik’in tıkıldığı yük vagonlarının kapıları açılınca, bir lokma yiyecek bulmak için atların dışkılarından arpa ayıklamaya koşan Mehmetçik’i hatırlar… O dönemde de “Alaman” Osmanlı ordusunda yönetimdedir. Pozantı’daki istasyonda açlıktan bitap düşmüş Mehmetçik ile, kendilerine fazla gelen salçalı makarnayı köpeklerine veren Alman subayları aynı sahnede buluşturur Nâzım. Köpeğin tabağındaki makarnayı gören bir Mehmetçik, hedefine kilitlenir ve köpekle mücadeleye tutuşur ve kazanır mücadeleyi. Alman subaylar bu olaydan etkilenip alkışlarlar köpekten makarnayı kapan Mehmetçik’i… Bu sahneyi ve yine seferberlik yıllarına ilişkin birkaç sahneyi daha hatırladıktan sonra Kâzım, yine 1941 baharındaki tren kompartımanının içine döner bir başka “bence Alaman kazanır” sesiyle… Bu tekil örnekte bile görüldüğünü sanıyoruz, burada savaşın, örneğin birileri için işgal, birileri için yurdunu savunmak; birileri için macera, birileri için perişanlık; birileri için kendilerine uzak bir “hadise”, birileri için can derdi (…) olduğuna ilişkin önemli tartışma tohumları atabilir bu sayede… Nâzım’ın eseri yazdığı yıllar, esas olarak da 1939 ve 1945 arası, ilginç bir dönemdir: değil Balkan Harbi’nin, Çanakkale’nin, Yemen’in, Kurtuluş Savaşı’nın hatıralarının canlı olması, bu savaşlarda çarpışmış olanların kendileri bile hayattadır (ki “Manzaralar”da böyle birkaç savaşa birden katılmış karakterler de mevcuttur). Dolayısıyla, tarihselleştirmenin kendisi soyut bir tartışma olarak değil, gayet güncel, yakıcı boyutlarıyla da karşımıza çıkar.

Savaş meselesine ilişkin bir diğer örneği de “Manzaralar”ın ikinci kitabından verelim. İkinci kitap, ikinci trende, 19:00’da kalkan Anadolu Sürat Katarı’nda geçer esas olarak. Bu trenin de yemekli vagonunda… Sürat Katarı, o dönemin en zenginlerinin ulaşım aracıdır. 1941 yılında henüz uçağın, otomobilin böyle yaygın olmadığı tahmin edilebilir. Sermaye düzeninin kalbi İstanbul ile yeni kurulan cumhuriyetin kalbi Ankara arasındaki tren yolculuklarının önemli yolcuları da tahmin edilebilir aynı şekilde… İş bağlamak, bağlantı kurmak, lobi çalışması yapmak, vs., ve tabii yurdun başka noktalarına ulaşmaya çalışan bir sürü başka toplumsal konumlardan insan… Bu “önemli yolcu”ların ancak bir kısmı “yemekli vagon”da yolculuk edebilecek rahatlıktadır. Çeşitli masalardaki öbekleşmelerle karşı karşıya getirir Nâzım okuyucusunu bu bölümde de… Tarihselleştirme, bu bölümde, 1941 baarındaki sürat katarında yemekli vagonda yemek yiyerek yolculuk edebilecek kadar rahat durumdakilerin, nasıl olup da o konuma geldiklerinin tarihlerini anlatarak realize edilir. Her bir masadaki sermayedarlar, arkalarında sermaye birikim süreçlerinin kaçınılmaz, olmazsa olmaz zulmünü sergileyerek canından ettikleri insanların hayaletleriyle birlikte yolculuk etmektedirler. Hemen hemen tamamı, geride bırakılan dönemdeki savaşlardan kendi çıkarları için yararlanmışlardır. Biri Bolşevik Devrimi’nden kaçan bir Azeri, bir diğeri İkinci Fransa’yı Naziler işgal ettiği için oradan buralara kadar kaçan ama Nazilere süt tedarik etmeye devam eden bir Fransız, bir diğeri Kurtuluş Savaşı’nda Ankara hükümetine silah tedarik ederken dolandırıcılık yapan bir Türk, bir diğeri Osmanlı’dan yeni cumhuriyete devrolan bir bencillik abidesi asilzade, bir başkası ormanları ve orman köylüsünü yağmalayan bir Çerkez (…)… Ve onların karşısında, yemekli vagonun mutfağında, içeride yatmakta olan bir şairin yazdığı destanı okuyan bir garson ve onu duygulanarak dinleyen bir aşçıbaşı… Aşçıbaşı da, okunan destandaki Kurtuluş Savaşı’nda çarpışanlardandır… Destanın okunması bitince, içini burukluk kaplar… Mutlu sonla bitmiştir bitmesine ama bir burukluk kalmıştır içinde… Daha iyi bir yaşamı hak edenler, döktükleri terin, verdikleri emeğin mükâfatını beklemedikleri halde, hak ettiklerinden o kadar uzaktırlar ki…

Yeni cumhuriyetin temel çelişkilerinden birini, bu tarihselleştirme ile de ortaya koymuş olur Nâzım.

Bu iki örnekte kısaca betimlemeye çalıştığımız yöntemsel olanaklar, bir taraftan okuyucuda belirli bir tarih bilincini inşa ederken, diğer tarafta toplumsal olgu ve süreçlere ilişkin ölçütler oluşturmak, değerlendirmelerini ve takınılacak tavrı kişisel değil, toplumsal ve hatta daha açığı sınıfsal ilişki ve mücadelelerden hareketle takınmaya çağırmak gibi ufuk açıcı ve sadeleştirici niteliklere de sahip. Bu omurga, perspektif veya ölçütlere sahip olduktan sonra, ihanet nedir, sevmek / bağlanmak nedir, bencillik nedir, yiğitlik nedir, mücadele nedir, kurtulmak nedir, kurtulamamak nedir (…), tüm değerler ve sorular için bir kerteriz oluşmuş olur ve bu kerteriz keyfi değil, tarihsel ve toplumsal bir karakter taşır. Bunun ötesinde, güncellik – tarihsellik diyalektiği kadar, an – süreç, birey – toplum, yerellik – evrensellik, parça – bütün ilişkilerinin de özünü ve görüngülerini ayrıştırabilme ve kavrama araçlarını sunar. Üslup, biçim açısından ise, eski deyişle nazım ve nesir arasındaki yapay sınırları aşmaya olanak sağladığı kadar, bir epik destan anlatısının kahramanlık yüklülüğünü, bir masalın veya rüyanın uçuculuğunu, kavgaya çağıran bir marşın meydan okuyuculuğunu aynı anda, aynı yapıda barındırabilmenin olanaklarını da sunar.

Sonuç yerine
Çok sınırlı sayıda örnekle ve sadece bir tek tarihselleştirme yöntemi çerçevesinde, Nâzım’daki diyalektik kavrayışının, hem anlatının yapısını hem anlatının üslubunu hem içeriği hem de tartışmak istediği meseleleri ne kadar zengin boyutlarıyla ortaya koyma potansiyeli taşıdığına işaret etmiş olmayı umuyoruz. En azından esere ve eserin yöntemine ilişkin bir merakı dürtmüş olmayı diliyoruz.

2020 yılında, ölümünden elli yedi yıl sonra, özellikle TKP’li olma sürecine somut olarak girmesinden itibaren ortaya koyduğu külliyatı ile Nâzım hâlâ yirminci yüzyılın dünyadaki en önemli şairlerinden, sanatçılarından biri; hem siyaset - sanat ilişkisinin sığlık anlamına gelmediğini pratik olarak ve büyük bir gelişkinlikle ortaya koymuş, hem alabildiğine siyasallaşmış ve alabildiğine nitelikli eserlerin yaratıcısı olarak, güncelliğini koruyor, yönteminden feyz alınmayı, mirasına sahip çıkılmayı bekliyor.

Ne mutlu onun mirasını ve mücadelesini geleceğe taşıyacak ve geliştirecek olanlara…

Ne büyük sorumluluk…

Ne büyük heyecan!

1.https://haber.sol.org.tr/blog/kent-kultur-sanat/kaya-tokmakcioglu-cagri…
2.KUTV: Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin Rusçasının kısaltması.
3.Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, çev.: Sevim Belli, 1976, s. 31.
4.V.I. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, çev.: Vahap Erdoğdu, 1990, s. 21.
5.Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, çev.: Tonguç Ok & Olcay Geridönmez, 2013, s. 50.
6.V.I. Lenin, Felsefe Defterleri, Sosyal Yayınlar, çev.: Attila Tokatlı, 1976, s. 207.

https://editor2020.sol.org.tr/haber/aslolan-degistirmektir-nazimin-manzaralarinda-diyalektik-6056




Bu ileti en son melnur tarafından 03.06.2020- 07:43 tarihinde, toplamda 1 kez değiştirilmiştir.
Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 03.06.2020- 07:45


Nâzım Hikmet’in pek bilinmeyen Bulgaristan ziyareti


"...Bulgaristan’da 12 gün kalır. Nâzım Hikmet burada kaldığı sürece Türklerin sosyalist sisteme entegrasyonunun nasıl sağlanacağı konusunda kafa yorar. Türklere yapılan propaganda faaliyetlerinin halkın ilgisini çekecek şekilde nasıl yeniden düzlenebileceği konusunda BKP’ye tavsiyelerde bulunur. Yoksul Türk köylüsünü Hocalar ve Türkiye’den yapılan anti-komünist propagandan kurtarmak…

Resim Ekleme
NESLİŞAH BAŞARAN

“…[Nâzım] Guslar köyünün yeni TKZS’sine [Trudovo-Kooperativnote Zmedelsko Stopanstvo/Kolektif çiftliklere veril ad] Bulgar-Türk üye kaydına başlıyor. Köy odası hınçahınç insan dolu. Gaz lambasının oynak alevi, Bulgar kalpaklarının, Türk sarıklarının ve dağınık saçların heybetli gölgesini yansıtıyor duvarlara. [...] Kararsızlık içinde olanlar dışarıda toplanıyor, görünmemek istiyorlar; fakat meraklarını da yenemedikleri için pencerelerden ve kapılardan bakıyorlar. Genel sevinç adeta bulaşırcasına etki yapıyor. Bunların yüzlerinde gülümsemenin verdiği sevecenlikle birlikte bir çeşit korku ve şüphe ifadesi de seziliyor.”1

Nâzım Hikmet 1951’de Türkiye’den kaçmak zorunda kalıp Sovyetler Birliği’nde yaşamaya başladıktan sonra dünya komünist hareketi ve pek çok ülkede sosyalizm propagandası için aktif olarak çalıştı. Bunlar Nâzım Hikmet’in daha az bilinen faaliyetleri arasında yer alır. Örneğin 1951 sonrası Dünya Barış Konseyi’nin yönetiminde yer almış, pek çok uluslararası toplantısına katılmıştır, Dünya Gençlik Federayonu’nun festivallerine katılır, dünya gençlerine hitap eder, oraya gelen Türkiyeli öğrenciler ile buluşur vs. Ancak bunlar arasında yine az bilinen Bulgaristan ziyaretinin Nâzım için özel bir yeri olmuştur. Kim bilir belki Karadeniz kıyılarını memleketine benzettiğinden, belki de memleketdaşları, dildaşları ile buluşma fırsatı verdiğinden. Nâzım’ın en güzel memleket hasreti şiirleri de Bulgaristan’da yazılmıştır denebilir.

Nâzım Hikmet Bulgaristan’a iki kez gider. İlki memleketten ayrıldıktan birkaç ay sonra 1951 Haziran’ında diğeri de 1957 yılında. İlk ziyareti gezme amaçlı değildir; özel bir misyonu vardır: Bulgaristan’daki Türk azınlığa mensup köylüleri genç Halk Hükümeti’nin yaygınlaştırmaya çalıştığı kolektif çiftliklere katılmaya ikna etmek. Zira Türk köylüler kolektif çiftliklere özel olarak karşı çıkarlar. Bunun bir sebebi Türklerin önemli bir kısmının zengin köylülerden oluşması ve zenginliklerini kaybetmek istememeleridir. Diğer önemli bir etken de hem bu zengin toprak sahibi köylülerin hem de Türk köylüleri üzerinde çok etkili olan Hocaların ve Türkiye’den yapılan radyo programlarının anti-komünist propagandalarıdır.

Bu durum sadece kolektivizasyon ile ilgili değildir. Bulgaristan Türkleri yeni başlayan Soğuk Savaş’ta bir cephe hattının ortasında kalmıştır. 1947 itibariyle Türkiye Soğuk Savaş’ta safını netleştirir ve Türkiye’de anti-komünist faaliyetler hız kazanır. 1948 sonrası yıllar aynı zamanda Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmek için çalıştığı ve bunun için de örneğin hiç ilgisi olmadığı halde Kore’ye binlerce asker yolladığı yıllardır. Bulgaristan-Türkiye sınırı da soğuk savaşın yoğunlaştığı noktalardan biri, yani cephe hattı olur. Bulgaristan’da yaşayan Türkler sosyalizme mi yoksa kapitalizme mi ikna olacaktır?

Bu sürecin ortasında bir göç dramı yaşanır. Bulgaristan Hükümeti Türk köylülerini kolektif çiftliklere geçiş sürecinde bir engel olarak gördüğü için Türkiye’ye gitmelerini teşvik etmek için sınırdan geçişi serbest bıraktığını açıklar. Ancak Türkiye böyle bir göçü kabul etmeyeceğini bildirir ve sınırını kapatır. Dolayısıyla Türkiye’ye gitme umuduyla yola koyulan binlerce Türk aile Bulgaristan sınırından geçer ancak Türkiye sınırında yığılır kalır. 1950’nin Aralık ayında dramın boyutları büyüyünce Türkiye sınırı açmaya karar verir ve bu şekilde 150 bin kadar kişi Türkiye’ye geçer. İki yıla yakın devam eden bu sürecin sonunda Bulgaristan Hükümeti göçü sona erdirir ve geri kalan Türkleri kolektif çiftliklere katılmaya ikna etme doğrultusunda propagandaya girişir. Ve Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi, özel olarak da Genel Sekreteri Vilko Çervenkov Nâzım Hikmet’i propaganda konusunda yardımcı olmak için Bulgaristan’a davet eder.

Nâzım Hikmet ve şiirleri Türkiye’de ve dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Bulgaristan Türkleri arasında da sevilmektedir. 1950’de, yıllardır haksız yere hapishanede yatmakta olan şairin serbest bırakılması için Türkiye’de olduğu gibi dünya çapında da “Nâzım’a özgürlük” kampanyaları düzenlenmiştir. Dünya Barış Konseyi’nin öncülüğünde, içerisinde Jean Paul Sartre, Pablo Picasso ve Paul Robeson gibi aydın ve sanatçıların da yer aldığı bir komite Nâzım’ın serbest bırakılması için kampanyalar düzenlemiştir. Bu uluslararası kampanyanın Bulgaristan’da da yankıları olur. Burada da bir komite oluşturulur. Nâzım Hikmet’i tanıtmak ve Türk hükümeti üzerinde baskı oluşturmak için yayınlar yapılır, kampanyalar düzenlenir. Bulgar köylerinden Türk hükümetine Nâzım’ın hapisliğine son verilmesini talep eden yüzlerce telgraf gönderilir. Bu dönemde pek çok eseri Bulgarcaya tercüme edilir, okullara ve meydanlara şairin adı verilir. Bulgaristan Yazarlar Birliği 15 Mayıs’ı Nâzım Hikmet günü ilan eder. Dolayısıyla 1951 Haziran’ında Nâzım Bulgaristan’a geldiğinde sevgi ve hayranlıkla karşılanır.

Bulgaristan’da 12 gün kalır. Nâzım Hikmet burada kaldığı sürece Türklerin sosyalist sisteme entegrasyonunun nasıl sağlanacağı konusunda kafa yorar. Türklere yapılan propaganda faaliyetlerinin halkın ilgisini çekecek şekilde nasıl yeniden düzlenebileceği konusunda BKP’ye tavsiyelerde bulunur. Yoksul Türk köylüsünü Hocalar ve Türkiye’den yapılan anti-komünist propagandan kurtarmak gerekmektedir. Bunun için Türklere dönük propaganda faaliyetlerinin önemi, radyo programları, gazete ve dergiler aracılığıyla yayınlar yapılması konusundaki düşüncelerini bir rapor haline getirir. Nâzım’a göre Türklerin Bulgarca bilmemesi sorunu entegrasyonu ve siyasi katılımı engellemektedir. Öte yandan Türklerin dillerini ve geleneklerini iyi bilmeyen Bulgar yetkililer de Türk köylüler ile iletişim kurmakta zorlanmaktadır. Örneğin domuzu günah olarak gören Türklerin domuz çiftliklerinde çalışması istenmektedir.

Nâzım Hikmet de Bulgaristan’da memleketdaşları ile birlikte olmaktan ve Bulgaristan Komünist Partisi adına onlara hitap etmekten ve onları sosyalizme örgütlemek üzere çalışmaktan çok mutlu ve umutludur. Köylerdeki Türklerle tek tek görüşerek koşullarını, yaşadıkları sorunları, neden Türkiye’ye gitmek istediklerini ve Bulgar hükümetinden taleplerini anlamaya çalışır. BKP yetkililerinin de katılımıyla 30’un üzerinde toplantı yapılır ve bu toplantılara 130 bin kadar Türk katılır. Nâzım yoksul ve topraksız köylülere seslenir. Türkiye’de kapitalizmin hüküm sürmekte olduğunu ve sosyalizm ve kapitalizm hakkındaki farkları anlatır. Türkiye’deki işçilerin ne kadar zor koşullar altında ekmeklerini kazanmakta olduklarından bahseder. Bulgaristan’daki Türklerin Bulgar kardeşleri ile birlikte kolektif çiftliklere katılarak sosyalizmi kurmak için birlikte çalışmalarının getireceği yararları anlatır. Toplantıların sonunda köylülerden ikna olanlar kolektif çiftliklere katılmak için listeye adlarını yazdırır. Bunların sayılarının ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Ancak Nâzım’ın ilgiyle dinlendiği muhakkaktır.

Nâzım’ın Bulgaristan ziyaretini yakından takip eden BKP MK üyesi Ali Rafiev şairin bu ziyaret sırasındaki çabalarının meyvelerini oldukça gerçekçi bir şekilde şöyle tanımlar:

“Hayat, olayların gidişi, Nâzım’a sorunun yüzeyde, sözle, bir çırpıda çözülür cinsten olmadığını, yeni düzenin, sosyalizmin hatası da olmadığını gösterdi. Bu bir. İkincisi, yine de, Nâzım’ın gezisinin ve gösterdiği inandırma çabalarının, duygusallık ve coşkusunun bu ahaliyi iç ve dış gericilik etkilerinin olmayacak bir düzeye çıkarmada belirli bir yardımı oldu. Biri sömüren ve ezenlerin, biri de sömürülen ve ezilenlerin iki Türkiye olduğu gerçeğini bazı kafalara daha da yerleştirdi.”2

Yani, kısaca söylemek gerekirse, bu Bulgaristan ziyareti komünist şairin sosyalizmin mümkün ve gerçek olduğuna inanmışlığının da bir göstergesidir.3

1.Blaga Dimitrova. “Bulgaristan Gezisi Notları”, F. Erdinç, Nazım Hikmet ve Bulgaristan içinde (Evrensel Dostluk Yayınevi, 1977) s. 146.
2.Fahri Erdinç. Nazım Hikmet ve Bulgaristan ( Evrensel Dostluk Yayınevi, 1977) s.48.
3.Bu yazıdaki bilgiler için şu makaleden yararlanılmıştır: Gözde Somel ve Neslişah Leman Başaran. “Engagement of a Communist Intellectual in the Cold War Ideological Struggle: Nazım Hikmet's Bulgaria Visit in the 1951”. Cangül Örnek ve Çagdas Üngör. Turkey in the Cold War: Ideology and Culture içinde (PalgraveMacmillan, 2013).

https://editor2020.sol.org.tr/haber/nazim-hikmetin-pek-bilinmeyen-bulgaristan-ziyareti-6057



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 03.06.2020- 07:48


ÇEVİRİ | 'Yeni Türkiye'nin Şairi'

Nâzım Hikmet Kolektifi, Nâzım Hikmet'i Türkiye dışında tanıtmayı amaçlayan ilk makaleyi tarihi bir belge olarak soL okurlarıyla paylaştı. Nermin Muvaffak'ın kaleme aldığı makaleyi Merve Tokmakçıoğlu'nun çevirisiyle yayımlıyoruz.

Resim Ekleme
NERMİN MUVAFFAK

Nâzım Hikmet Kolektifi’nin Notu: Nermin Muvaffak'ın, Merve Tokmakçıoğlu'nun çevirisiyle yayımladığımız bu makalesi, bilebildiğimiz kadarıyla, Nâzım Hikmet'i Türkiye dışında tanıtmayı amaçlayan ilk makaledir. Oryantalist bir bakış açısının izlerini taşıdığı söylenebilse de, Nâzım'ı başta ABD olmak üzere Batı kapitalizminin toplumlarına tanıtmayı amaçlayan bu makaleyi, tarihî belge niteliği itibariyle, okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Bâbıâli’nin aşağısındaki, önünde taksilerin beklediği ve korna çalıp durduğu köşe dükkânda, His Majesty’s Voice gramofonları satılır. Biraz yukarıda ise çiçek, yumurta, limon ve biraz da renk olsun diye domates ile süslenmiş vitrinlerinde çirkin çirkin sırıtan koyun kelleleriyle salaş lokantalar yer almaktadır. Hemen bitişiğinde sıra sıra kitap dükkânları dizilmiş. Notre-Dame’ın yakınındaki sahafların haricinde, belki de dünyanın en küçük kitapçılarıdır bunlar. Birkaç metrekarelik vitrinlerinde modern Türkiye’nin en ufak kitaplarını sergiliyorlar çünkü Arap harflerinden Latin alfabesine geçilen bu dönem, ne lüks baskıların ne de üzerinde uzun uzun çalışılmış eserlerin zamanıdır. Ancak bu dükkânların içinde muhtemelen ne hazineler vardır: tezhipli Kuranlar, sadece birkaç adet kalmış eski vakayinameler, erken dönem Karagöz oyunları, büyük şairlerin divanları, sayfaları daha ayrılmamış ilk baskı dergiler ve gazeteler gibi Halide Edip’in romanlarına gelene kadar on yıllar boyunca birikmiş, hemen hemen hepsi çok nadir ve yakın bir gelecekte basılması mümkün olmayan nice eserler.

Caddenin daha yukarısındaki binaların üst katlarında, tehlike arz eden merdivenlerle çıkılan, her yeni basılan sayfa ile zeminin titrediği ve camların sallandığı gazete büroları vardır. Eskiden medrese olan binada yer alan böyle bir gazete bürosunda, ağaç ve yeşillik dolu küçük bir bahçeye bakan matbaa makinası havada asılıymış gibi durmakta. Burayı geçince, cadde tepeye doğru keskince kıvrılarak dik açı yapar. Sonra, memleketin ileri gelenlerinin gömülü olduğu, Sultanahmet Meydanı’na yakın gizli kalmış bir mezarlıkta bitene kadar değişerek devam eder. Tepedeki bu muhteşem alan, birçok yazgının değişimine ve yok oluşuna tanık oldu: imzalanan antlaşmalar, çıkan ve bastırılan isyanlar, bir imparatorluğun ihtişamı ve düşüşü... Bugün burası geçmişinden çok az şeyi barındırıyor; asi yeniçerilerin geçidi ve huzura çıkacak olan elçilerin at arabalarının yerini okul çocuklarının millî bayramlardaki geçit töreni almış.

Her ne kadar Bâbıâli’nin yukarı tarafı tarihsel önemini yitirmiş olsa da aşağı tarafı hâlâ edebî hareketliliğin merkezi olmaya devam ediyor. Burada günümüz şairleri, romancıları ve gazetecileri çalışıyor, yiyor içiyor ve evreni tartışıyorlar. Ve burada küçük tozlu dükkânların içinde, yayıncılar İran işi bardaklardan çay içiyorlar. İyiliksever bir topluluk bu, zira gençlere fazla para ödeyemeseler de onları işe başlatmaya hevesliler. İçlerinde öyle kişiler var ki iyi para getiren işlerini ellerinin tersiyle itip, tüm gün kitaplar arasında oturmayı, kitaplar hakkında konuşmayı tercih etmişler. Sessiz sakin bir dünya gibi görünse de, eskinin klasik kibri, dünün romantik karamsarlığı ve bugünün kaotik canlılığı ile tuhaf bir şekilde harmanlanmış fikirlerin birinden diğerine aktarıldığı bir ortam. Ancak sadece fikirlerden oluşma bir dünya da değil; dışarda devam eden akışta insanlar yiyecek, içecek ve gramofon alıyorlar, kaldırımda ayakkabılarını cilalatıyor ve bazen de araba kazalarına karışıyorlar.

Bu ortamda, berrak mavi gözleri, açık renk saçları ve proletaryayı temsil ettiğini düşündüğü kasketi ile uzun boylu, geniş omuzlu ve geniş adımlı genç bir adama nerdeyse her gün rastlanabilir. Bu genç adamın adı Nâzım Hikmet, komünist şair ve belki de yeni nesil şairler arasında en kalıcı izi bırakacak olan tek şair.

Gençliğinde hali vakti yerindeyken, o zamandan bu yana varlıkları hayli azalmış kültürlü bir aileden geliyor. Babası bir zamanlar basın müdürüymüş.1 Ressam olan annesi yetenekli olduğu kadar güzel ve alımlıymış. Ona, taşrada vali olan dedesi Nâzım Paşa’nın adını vermişler. Çocukluğunun büyük bölümünü eğitimli bir insan olan dedesi ile geçirmiş. Dedesi ona mum ışığında uzun saatler boyunca Farsça şiirler okurmuş. Küçük çocuk hiçbir şey anlamasa da kulakları ahenk ile dolarmış. Annesi onu Avrupa edebiyatı ile tanıştırmış. Çok okuyan annesi fikirlerini de paylaşmayı severmiş, böylece oğlunun genç dimağının gelişmesinde büyük etkisi olmuş.

Nâzım on üç yaşındayken şiir yazıyormuş. On altı yaşında da şiirleri basılmış. 1921’de –ki o zaman on dokuz yaşında– o ve üç arkadaşı, işgal altındaki İstanbul’dan Anadolu’ya kaçmışlar. Kurtuluş Savaşı’na katılıp hem ülkeyi hem de insanlarını kurtarmayı ümit ediyorlarmış. Yazdıklarına göre, asker değillerdi. Büyük bir yeniden doğuş olacaktı ve bunun bir parçası olmak istiyorlardı. Önlerinde macera dolu bir yol vardı ve bunu kaçırmak istemiyorlardı.

Akın var,

        güneşe akın!

Güneşi zapt edeceğiz,

        güneşin zaptı yakın!

Karadeniz kıyısındaki İnebolu’dan Ankara’ya kadar yürümüşler. On gün süren bu uzun yürüyüş boyunca Nâzım’ın çocukluğunu geçirdiği ve savaş sırasında gerilimli bir bekleyiş içindeki Anadolu’nun çeşitli yerlerinden geçtiler. Kemalistlere destek vermeye hazır olduklarını belirttiler; dört gençten ikisi –Nâzım ve Vâlâ Nurettin– Anadolu’nun geniş ovalarından, dört bir yanı dağlarla çevrili Bolu’ya öğretmen olarak gönderildiler.

Bolu’da, sanki bir Poe öyküsünden fırlamış gibi duran bir handa üç ay yaşamışlar. Hanın altındaki ahırlara bütün gece insanlar at değiştirmek için girip çıkıyorlarmış. Oradayken Baudelaire ve Verhaeren okuyup, politika konuşup Türkiye’ye yeniden hayat verdiklerini düşünmüşler. Aynı zamanda da yapılacak ne kadar çok şey olduğunun farkına varmışlar. İstanbul’da düşlediklerinin aksine çok farklı bir Türkiye keşfetmişler. Nâzım’ın şimdi söylemek istedikleri artık ne eksi karmaşık Arap veznine ne de yerine Türk edebiyatına yerleşmekte olan çok basit ve çok düzenli hece ölçüsü kalıplarına sığıyordu. Nâzım Hikmet bütün bu biçimlerden kurtularak kendine ait bir şiir ölçüsü bulana kadar denedi. Yarattığı biçim, uzun ya da “statik” ve kısa ya da “dinamik” dizelerin uyaklarla zengin etkileşimi olup dilin evrimi için yeni ve son derece önemli bir adımdı. Birkaç yıl içinde Nâzım Hikmet’i çığır açan şairlerden biri yaptı.

Ancak o dönem edebiyatta çığır açmaktan daha önemli meseleler vardı. Ankara’da Nâzım ve Vâlâ Nurettin Marksistlerin arasına katılıp Baudelaire ve Verhaeren’e elveda derler. Kemalist bir şehirde, ortaya çıkan tüm görüşlerin içine şevkle daldılar. Gecelerini, sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın problemlerini çözmek için gereken geleceğin olası devlet biçimlerini konuşup tartışarak geçiriyorlardı. Yirmi yaşına basmak üzere olan Nâzım, o zamanlar tam bir anarşistti. Her şey için yeni, tertemiz bir sayfa açmak istiyordu. Bir bomba atıp yeryüzünü temizlemek mümkün olsaydı, o bombayı atardı.

Harika günler geçiren iki arkadaş yalınayak ve hayli aç olarak Anadolu’da geziyor, yürümeye devam ediyor ve bir yandan da sohbet ediyorlardı. Trabzon’a ve Batum’a gittiler. Bir gün sınırda buldular kendilerini –sınırı geçip Moskova’ya vardılar. Moskova’da üniversiteye yazıldılar ve –edebiyat değil– ekonomi politik, felsefe ve sosyoloji okudular. Önde gelen Bolşevik sanatçılarla dost oldular. Sahne yönetmeni Meyerhold, sonradan intihar edecek olan şair Mayakovski, Nâzım’ın bazı şiirlerini Rusçaya çeviren Edward Bagiski bunlardan birkaçıydı. Meyerhold’a ve sanatına saygı etkinliğinde Nâzım bir şiir okumuştu. Nâzım, Meyerhold’un sahneye koyacağı “Piramitler” adlı oyunu yazdı. Oyun daha sonra Nâzım’ın diğer pek çok şiiri gibi Türk polisi tarafından yakıldı.

1925 yılında –Kürt isyanı günlerinde– Nâzım Türkiye’ye geri dönmüştü, komünist bir derginin editörlüğünü yapıyordu. Derginin ömrü kısa sürmüştü. İstiklal mahkemeleri o zamanlar çok faaldi, siyasi açık sözlülüğü sert biçimde bastırıyorlardı. Nâzım komünist propaganda yaptığı için on beş yıl hapis cezası almıştı, Rusya’ya kaçtı. İki yıl sonra dönmek istediğinde Türkiye Konsolosluğu ona pasaport vermeyi reddetti. Bir kaçakçı grubu ile sınırı geçti ama yakalandı. Hopa cezaevinde üç ay, Rize cezaevinde bir ay hapis yattı. Sonra İstanbul’a geri getirildi ve akıllarda kalacak bir günde, elleri kelepçeli halde yanında Vâlâ Nurettin ve arkasında bir katil ve bir deli ile silahlı jandarmalar eşliğinde Bâbıâli’nde yürütüldü. Kimbilir belki de deli, Nâzım’ın şiirlerindeki “sembolist”lerden biriydi:

Çıplak omuzlarıyla atlar


                        çekiyor yedeklerinde:

gecenin siyah yelkenli gemisini…

Zindanın sarı ışıklı havasında sular şıpırdıyor.

Mapuslar abanmış̧

                geminin


                        parlıyan küreklerine...

        - "Ormanın içinde tuttum horozu

        başında kanlı bir tarağı vardı.

        Beni kesme dedi, bana yalvardı.

        Kesmedi horozu körmüş̧ bıçağım.

        Horozun başını koparacağım.

                Koparacağım.

                Koparacağım.

                Kopara

                        kopara

                                kopara

        koy parayı çak kozu..

                Ormanın içinde tuttum horozu.

                Ateş kanadını açtı horozum,

                fırladı elimden, kaçtı horozum.."

Karşımızdaki


        "NEZARET"e atılan deli :

Sembolist bir şair gibi bağırmaktadır.

Ateş̧ kanatlı horozunu çağırmaktadır.

- "Ormanın içinde tuttum horozu.

Beni kesme dedi.."

Ses kesildi.

Ses yükseldi haykırarak :

- "Vurma bana

kırıldı ateş̧ tarak!!"

Deli şimdi yüzüstü yerdedir.

Ve beyaz donlu bir adam,

                çiğneyip bıyığını,

                        bu et yığınını

        polis palaskasıyla dövmededir..

Hasan dayı bağırdı yanımdan

                sarılıp demir parmaklığa :

- Dövmeyin be deliyi..


                Yol vergimi arttırın iki misli.

                Yatarım doksan gün daha!!

Sarardı Yusuf oğlu :


        gözleri bir mavzer namlusu gibi

                kurşunla dolu..

İstanbul’daki cezaevinin revirinde yirmi gün kalan Nâzım sonraki üç ayı tekrar yargılanacağı Ankara cezaevinde geçirdi. Nâzım sekiz ay süresince gözü pek ve mücadeleci halde şiirlerini yazmaya devam etti. Bu sürenin sonunda Gazi tarafından affedilerek serbest bırakıldı.

İstanbul’a vardığında meteliksizdi ve şairin bol paranın az olduğu Bâbıâli’de iş bulma derdine düştü. Yeni alfabe ile basılan ilk şiir kitabı için kırk beş lira –yirmi dolardan biraz fazla– almıştı. Sinema yazarlığı gibi şiirden daha iyi para kazandıran değişik işler almaya başladı. Daha sonra aylık bir dergide redaktör olarak çalıştı. Ancak bunların hiçbiri çözüm değildi. Her ne kadar kapitalist olmak gibi bir hırsı olmasa da yaptığı işin hamallığından bezmişti:

Ve ben şair musahhih,

ve ben her gün

iki liraya

2.000 kötü satır okumıya

                mecbur olan adam

Yüzünde mürekkep lekesi, cebinde yetmiş beş lira ile matbaadan kaçışını anlattığı şiirde yaptığı işten hoşlanmadığını açıkça belirtiyordu. Nâzım, son birkaç yıl içinde beş küçük şiir kitabı yayınladı. 835 Satır, Jokond ile Sİ-YA-U (uzun şiir), Varan 3, 1+1=1 (yarısı başka bir şairin katkısıyla yazılmış 32 sayfalık bir broşür) ve Sesini Kaybeden Şehir. Hepsi toplamda iki yüz altmış iki sayfa tutuyor. Bu kitaplardaki birkaç şiir 1929’dan önce yazılmış. Nâzım şiirlerin teker teker basılmasında ve ucuz kâğıt kullanılmasında ısrarcı olmuş, zira başlıca iki kesimin şiirlerini okumasını istiyormuş: işçiler ve öğrenciler.

Jokond ile Sİ-YA-U adlı uzun şiirinde, Doğu ve Batı’nın sembolik bir karşılaştırmasını yapan Nâzım, şiirde “Britanya ve Fransız emperyalizmine olan nefretini” ve “Çin’de devam eden asil özgürlük mücadelesine duyduğu sempatiyi” dile getirmiş. Kısa şiirlerine baktığımızda, bazılarının Türkçede bulunan en güzel dizeler olduğunu, bazılarının ise fikirlerinin bariz bir propagandası olduğunu görüyoruz. Bunların yanında fazla önem taşımayan, cezaevinde kaldığı sekiz ay boyunca öfke anlarında yazdığı hicivler de bulunuyor. Şiirleri her daim cesur ve çarpıcı olup, imgeleri makinaların, fabrikaların, tren yollarının ve köprülerin dünyasından alınmadır. En güzel dilin sanayi dili olduğunu, edebî dilden daha kesin olduğunu ve söyleneni tam verdiğini düşünüyor. Canlı anarenkler, en çok da bütün güçlü tonlarıyla kırmızı renk, bakır ve tunç ve de günışığı en sevdikleridir. Atik imgeler hoşuna gidiyor: (“Havada sesler /ateş tazıları gibi koşuyor”). Kızgın olduğunda, ve hatta olmasa da, bol bol lanet okur. Türkçedeki o kısa ve hayli uygun küfrün virgül gibi değerli olduğunu söyler. Ama bazen sözcükleri aklıselim kullandığı zamanlar da oluyor; tıpkı İstiklal mahkemelerinin yaptıklarını ciddiyetle anlattığı ve bir nevi “Ballades des Pendus”2 adlı şiirin modern versiyonu olan dizelerde yazdığı gibi:

Yuvarlak


                bir masa

Dört şişe.

Dört kişi

                ve dört bardak şarap.

Şarabın

        markası

                Medok.

Bardakta

        şarap var

        şarap yok,


                şarap var.

Dört kişi şarap içiyorlar...

Boşaldı bir şişe.

Dedi ki bir kişi :


-Yarın iddiam müthiştir,

                ilk sözümde işi bitmiştir;

                        mutlak

                                asılacak...

Boşaldı üç şişe .

Cevap verdi üç kişi,

cevap verdi üç ağız :

- Mutlak

        asacağız . . .

Yuvarlak


          bir masa,

boşalmış dört şişe


                ve dört kişi...

Bir şiirinde “güle, bülbüle /ruha mehtaba falan filan karnımız tok” diye yazan Nâzım, bir başka şiirde de “benim şiirime ilham veren perimin omuzlarında açılan kanat, asma köprülerimin demir putrellerindendir” der. Makinalara olan inancı ve hayranlığı, üniversite okuduğu Rusya’ya ve ait olduğu Türkiye’ye has bir durum. Her iki ülkede de makinalar bir anda ortaya çıktı, beraberinde ustalığa dair yeni bir hissiyat ve neredeyse yeni bir öğreti de getirdi. Nâzım’ın şiirinin büyük bir bölümü mekanik olana duyulan tutkudan oluşuyor. Ama öte yandan da bir Rus şiirde görülmesi istenmeyen ama günümüz Türkiye’sinin bir yönünü temsil eden belli bir şiirsellik de mevcut. Örneğin böyle bir şiirselliği, aslında daha güzel olan, aşağıdaki şiirde görüyoruz:

Akıyordu su

gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.

Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!

Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere

koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!

Birden

bire kuş gibi

vurulmuş gibi

kanadından

yaralı bir atlı yuvarlandı atından!

Bağırmadı,

gidenleri geri çağırmadı,

baktı yalnız dolu gözlerle

uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!

Ah ne yazık!

Ne yazık ki ona

dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,

beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!

Nal sesleri sönüyor perde perde,

atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!

Atlılar atlılar kızıl atlılar,

atları rüzgâr kanatlılar!

Atları rüzgâr kanat...

Atları rüzgâr...

Atları...

At...

Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!

Akar suyun sesi dindi.

Gölgeler gölgelendi

renkler silindi.

Siyah örtüler indi

mavi gözlerine,

sarktı salkımsöğütler

sarı saçlarının

üzerine!

Ağlama salkımsöğüt

ağlama,

Kara suyun aynasında el bağlama!

el bağlama!

ağlama!

Böyle bir şiir, türünün hakkını veren her şiir gibi, çevrilemez. Keats’in dizelerini Fransızca düşünsenize:

Le beauté est la vérité, la vérité la beauté; c'est tout ce que tu sais

Et tout ce que tu as besoin de savoir sur cette terre.3

Doğrusu okur, Nâzım’ın şiirinin çevirisinde, aslında yer alan atlıların azalan nal seslerini pek duyamıyor.

Nâzım Hikmet, başka hiçbir şairin olmadığı kadar Doğu ile Batı arasında duruyor; dünyaya iyilik yapmış olanların mirasını alıp, kötü ve zamanı geçmiş olanla uzlaşmıyor. Batılı yazarların Doğu’yu allayıp pulladıkları sahte albeniyi paramparça ediyor. Pierre Loti’yi alaya alıp, duygulanım peşinde koşan inancı yitik sanatçıları hicvediyor:

Esrar!

Tevekkül!

Kısmet!

fes, han, kervan

      şadırvan!

Gümüş̧ tepsilerde rakseden sultan!

Mihrace, padişah,

bin bir yaşında bir şah.

Minarelerden sallanıyor sedef nalınlar,

burunları kınalı kadınlar

ayaklarıyla gergef dokuyor.

Rüzgârlarda yeşil sarıklı imamlar ezan okuyor!"

Ama sonra bir anda kendisi gibi yeni bir düzen getirmek için mücadele eden Batı’daki kardeşlerine dönüp sesleniyor:

Ben elimi size verdim,

size verdik biz elimizi

kucaklayın bizi

      Avrupanın sankülotları!

Sürelim yan yana bindiğimiz al atları!

Walt Whitman’ın “yoldaş veriyorum elimi sana!” deyişini hatırlatıyor bu dizeler. Gerçekten de her iki şairde kardeşliğin önünde engel olan tüm sınırlara karşı aynı hoşnutsuz bakış var. Ama Türk şair aynı zamanda bir de savaşçı; mücadele edip zorluk çekmemiz ve “yanmamız” gerektiğini, böylece mavi günlere ulaşabileceğimizi söylüyor:

ben yanmasam

      sen yanmasan

                  biz yanmasak,

                  nasıl

                        çıkar

                        karan-

                              -lıklar

                                    aydın-

                                          -lığa..

Mavi günler elbette yeni toplumsal çağın günleridir; Nâzım Hikmet de bu günlere dair çok şey söyledi. Gül ve Bülbül vakti geçti gitti, onun yerine gelecek yeni dönemde “yalnız cumaları, yalnız pazarları” yürüyeceğimiz çiçekli bahçeler tüm gün yeni şarkılar söyleyen yeni insanlar için açık olacak:

Belki ben

      o günden

                  çok daha evvel,

      köprü başında sallanarak

      bir sabah vakti gölgemi asfalta salacağım.

Belki ben

      o günden

                  çok daha sonra:

      matruş çenemde ak bir sakalın izi

                        sağ kalacağım...

Ve ben

      o günden

            çok daha sonra:

                  sağ kalırsam eğer,

şehrin meydan kenarlarında yaslanıp

                                    duvarlara

son kavgadan benim gibi sağ kalan

                                    ihtiyarlara,

bayram akşamlarında keman

                        çalacağım...

Etrafta mükemmel bir gecenin

                  ışıklı kaldırımları

ve yeni şarkılar söyliyen

                  yeni insanların

                        adımları...

Çeviri: Merve Tokmakçıoğlu

1.Hikmet Bey, Matbuat Umum Müdürlüğü görevinde bulunmuştur.
2.“Asılmışların Şarkısı” olarak da bilinen, şair François Villon'un kendi idamını beklerken yazdığı şiirdir.
3.İngiliz şair John Keats’in (1795-1821) “Ode to a Grecian Urn” [Bir Yunan Vazosuna Övgü] adlı şiirinden alınmadır. [Bunu bil, yeter sana, yeryüzünde bunu bil!/ Güzellik, büyük gerçek, tek gerçek, başka değil!..]

https://editor2020.sol.org.tr/haber/ceviri-yeni-turkiyenin-sairi-6018



Cvp:
Yazan Cevap içeriği
Üye Profili boşluk
melnur
[ Gelenek ]
Kurucu
Varsayılan Kullanıcı Resmi
Kayıt Tarihi: 02.08.2013
İleti Sayısı: 10.994
Konum: İstanbul
Durum: Forumda Değil
İletişim E-Posta Gönder
| Özel ileti Gönder

50 kere teşekkür edildi.
36 kere teşekkür etti.
Cevap Yazan: melnur
Cevap Tarihi: 03.06.2021- 10:12


Büyük usta Nazım Hikmet'in ölümünün üzerinden 58 yıl geçti.
O hala yaşıyor...
Hala...





Yeni Başlık  Cevap Yaz
 Toplam 2 Sayfa:   Sayfa:   [1]   2   >   son» 



Forum Ana Sayfası

 


 Bu konuyu 1 kişi görüntülüyor:  1 Misafir, 0 Üye
 Bu konuyu görüntüleyen üye yok.
Konuyu Sosyal Ortamda Paylas
Benzer konular
Başlık Yazan Cevap Gösterim Son ileti
Benzer konu yok
Etiketler   dünyadan,   Nâzım,   geçti.
SOL PAYLAŞIM
Yasal Uyarı
Sitemiz Bir Paylasim Forum sitesidir Bu nedenle yazı, resim ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenebilmektedir. Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir. Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazı ve materyalleri 48 Saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır.
Bildirimlerinizi info@solpaylasim.com adresine yollayabilirsiniz.
Forum Mobil RSS