Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

MARKSİST DEVLET KURAMI VE SOVYETLER BİRLİĞİ

İLHAN ACAR



BÖLÜM I


Giriş



Marksist ideoloji, her dönemde çok çeşitli karalama, çarpıtma ve saldırılara hedef oldu. Kapitalist sistemin kaçınılmaz çıkmazını gösteren, buna karşı yeni bir dünya düzeni öneren ve bunun için proletaryayı son hamleyi yapmaya çağıran Marksizm’in düşmanları tarafından bu saldırılar bir yerde anlaşılabilir. Ama, genellikle Marksist ideolojiyi benimsemiş görünen veya Marksist düşünce sistematiğini kullananların Marksizm’i tahrif etmeye çalışmaları, her zaman için açıklıkla tanımlamak mümkün olmaz.

Çoğunlukla Marksist çerçeveden yola çıkılır. Bayağı Marksizm, üretimin ilişkisini göz ardı ederek paylaşımı öne çıkartır ve bunun adil olması ve toplumsal nitelik kazanmasını sosyalizmin başlıca hedefi olduğunu söylerken, esas olarak Marksist üretim ve dağıtım modelini esas almaktadır. Bernstein revizyonizmi görüşlerini Marx’ın sınıf hareketine verdiği önceliğe dayandırır, ama giderek teoriyi inkâra yönelir. İkinci Enternasyonal önderliği, sınıf hareketinin dönüm noktasına ulaştığı dönemde çark ederek burjuvazi ile uzlaşma yolunu seçer. Yakın zamanda, soğuk savaş propagandasından kendini kurtaramayan Avrupa komünizmi, proletarya diktatörlüğünü inkar ederek Avrupa işçi sınıfının devrimci özünü yok eder.

Marksizm’in her zaman çok düşmanı oldu. Kapitalist toplumda burjuvazi ve onun yandaşlarından başlayarak çıkarları burjuvazi ile az çok uzlaşan geniş bir yelpazede yer alan sınıf ve tabakalar, bilinçli olsun olmasın Marksizm’e düşman kesildiler. Ama bu düşmanlık, Ekim 1917 devriminden sonra çok daha farklı bir nitelik kazandı. Proletarya, eski Çarlığın tüm Doğu Avrupa’yı kapsayan ve en uzak Asya steplerine, kuzeyde Sibirya düzlüklerine yayılan geniş topraklar üzeride hüküm süren muazzam bir devlet olarak egemenliğini ilan etmişti. Yeryüzünün altıda biri, komünistlerin egemenliğindeydi! Bu düşmanlık, artık tümüyle resmi, ulusal, uluslararası ve en geniş saldırı, karşı propaganda, karalama ve yıldırma kampanyasına dönüşmüştü. Genç proletarya devleti, ülke içinde devrimcilerin başlattığı iç savaş yanı sıra, emperyalist ülkelerin kışkırtması ile proletarya devletine saldırıya geçen on dört ayrı kapitalist saldırganla savaşmak durumunda kalmıştı.

Ama her şeye rağmen, proletarya devleti gelişmesini sürdürdü. Dünyada yükselen devrimci dalga insanlığın mahvına ramak kalması pahasına yürütülen faşizme rağmen durdurulamıyordu. İkinci savaş sonrası dünya, komünizmi yepyeni ufuklara taşıdı. Artık proletarya devrimi, eski Rusya sınırlarının çok ötesi kapsıyordu. Bütün Doğu ve Orta Avrupa, Güneyde Balkanları içine alan ve neredeyse yalnızca zengin Batı Avrupa dışarıda kalacak şekilde Bütün Avrupa, Doğuda, 1949’dan sonra Çin, biraz sonra Kore’nin bir kısmı, Uzak doğuda Vietnam, Laos, Kamboçya, son olarak Küba, proletarya devletlerinin egemenliğini ilan ediyordu.

Proletarya egemenliğini izleyen Asya ve Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin bir çoğunda, proletaryanın güçlü olmadığı ya da hiç olmadığı ulusal kurtuluş hareketleri hızla yükselmeye başlamıştı. Artık dünyanın dört bir tarafında, Sovyetler’in desteği ile dünya devriminin emin adımlarla yükselmesine tanık olunuyordu. Ama bu durum, emperyalist ülkeleri kesin bir tavır almaya yöneltmekte gecikmeyecekti. Komünizmin yükselmesi, emperyalist kapitalist ülkeleri kendi içinde birlik ve dayanışmaya iten bir motivasyon oldu. Soğuk savaş ilan edildi, emperyalist ülkeler çeşitli askeri ve stratejik birlikler altında bir araya geldi ve sosyalist dünyaya karşı saldırgan tavırlarla gerginliği tırmandırma politikası izlenmeye başlandı.

Geleneksel ve nükleer silahlanma öyle bir noktaya vardı ki, bir ara tüm dünya nükleer bir savaşın eşiğinden döndü.

Sovyetler’in kurulduğu ilk günden başlayarak kendisini çevreleyen kapitalist ülkeler, en son bir nükleer savaş dünya savaşı tehdidi ile karşı karşıya kalması ile artık yepyeni bir aşamaya gelecekti. Bu yeni aşama, hem kapitalist ve hem de sosyalist sistem için karşılıklı belirleyici nitelik taşıyacaktı. Sovyetler, kapitalist zincirin en zayıf halkasında, dünya kapitalist sisteminin çok özgün koşullarında kurulmuştu. Bu özgün koşullarını belirleyen temel faktör de, kapitalist ülkeler arası çelişki idi. Ama yine de, Sovyetler’in kuruluşu ve gelişimi, tümüyle kapitalist düşmanlıklar ile belirlenmiş olmaktan kurtulmayacaktı. Emperyalist saldırılara karşı yurt savunması, Sovyetler içinde sürekli olarak gücünü merkezi değil, yerel otoriteden alan sosyalist demokrasinin kurulmasına engel oluşturacaktı.

Ama artık Sovyetler’in kapitalist ülkeler arası çelişkilerden yararlanma imkanının kalmadığı ortadaydı. Art arda iki defa insanlığın mahvına yol açan dünya savaşı sonrasında, artık bu süreçte niteliksel bir dönüşüm yaşanmış, kapitalist dünya içinde oluşturulan askeri ve ekonomik ittifaklar ve tabii, ekonomik güç dengelerinde savaş sonrası ortaya çıkan yeni durum nedeniyle Amerika süper güç olarak ortaya çıkmıştı.

Sorun, kuşkusuz kapitalist ve sosyalist ekonomilerin askeri veya ekonomik üstünlükleri ile bağlantılı değil, çünkü her iki sistem de birbirini tümüyle yok etmeye yetecek nükleer silah üretmişti, ama sorun, iki sistem arasındaki çelişkinin, her iki tarafın da yok olabileceği bir nükleer savaş çelişkisi temelinde gelip dayanmasıydı. Üstelik bu durum, kesinlikle Amerika’nın süper güç olması nedeniyle tek başına temsil ettiği bir karşı karşıya gelme durumuydu. Sovyetler’in artık kapitalist ülkeler arası çelişkiden yararlanma olasılığı kalmamıştı.

Bu durum, Sovyetler için tam bir tıkanma noktasıydı. Birbirinden tümüyle farklı iki ekonomik sistem, aynı rekabet koşullarında karşı karşıyaydı. Savunma ve savaş ekonomisi kapitalist sistemin can damarını oluştururken, Sovyetler için tam bir yıkım anlamını taşıyordu. Kapitalist sistemde üretim pazar için yapılır. Kapitalist sistem, uluslararası gerginliğin tırmandırılması politikası ile, gerek kendi askeri makinesi – Pentagon ve gerekse dünya çapında oluşturduğu silah pazarlarına yaptığı silah satışları ile ekonomisini besler ve güçlendirir. Oysa, Sovyetler’de meta üretimi ve pazar yoktur. Sosyalist ekonomilerde sadece kullanım değeri olan mallar üretilir. Sovyetler’de üretilecek silah veya nükleer başlıklar, yurt dışına satılmıyorsa, ülke içinde hiç bir değer taşımaz ve tümüyle ekonomiye yüktür. Kuşkusuz, bu kapitalist ekonomi için de yüktür, ama bu yükü kapitalist ülkelerde başta emekçi kesim olmak üzere vergi verenler ve uluslararası sömürü yolu ile yoksul ülkeler çeker.

Dünyanın nükleer savaş tehdidi altında kalması, olası bir savaşta bir anda yok olacak binlerce, milyonlarca insan bir yana bırakılırsa, kapitalistlerin giderek zenginleşmesi için temel bir motivasyon oluştururken, öte yandan Sovyetler’in yoksullaşmasına yol açan bir mekanizma niteliğini taşıyordu. Kuşkusuz, bir kez daha söylemek gerekir ki, silahlanma yarışı, sadece kapitalist ekonomiyi elinde tutan sermayeyi zenginleştirir; Sovyetler’de ekonomiyi zayıflatan etkinin benzeri, kapitalist ülkeler için de geçerlidir; ama orada etki daha dolaylıdır: ABD hükümeti – bütçeden daha fazla silahlanmaya kaynak aktardığında bu kaynaklar, halkı Sovyetler’den gelebilecek bir tehdide karşı koruma bir yana bırakılırsa, vergi verenlerin cebinden silah sanayicilerinin zenginleşmesi anlamını taşır. Aynı durum, uluslararası sömürü aracılığı ile tüm dünya ülkeleri kaynaklarının silah sanayicilerinin kasalarına aktarılması demektir. Bu nedenledir ki, istisnasız bütün Afrika ülkelerinin son 30 yıldır ulusal geliri azalma gösterirken, bütün yoksul ülkelerin emperyalist ülkelere olan borçları artmakta, açlık sınırında yaşamaya mahkum edilen milyonlarca insan sayısı her geçen gün artmakta, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki uçurum güç geçtikçe derinleşmektedir. Bir taraftan kapitalist ülkeler zenginleşirken (ama gelir dengesizliğinin daha da bozulması pahasına) bu zenginleşme, küresel çapta emperyalizmin mezar kazıcılığını hızlandırmaktadır.

Yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlayan ve zaman içinde iyice olgunlaşarak son aşamada tam bir nükleer çatışma noktasına gelen süreç, artık Sovyetler’in kuruluşundan bu yana karşı karşıya kaldığı emperyalist kuşatmadan artık kesinlikle sıyrılamayacağını açıklıkla gösteriyordu. Ekim devrimi ve sonrasında iç savaş, bunun ardından emperyalist kuşatmaya karşı devrimin savunulması için verilen savaş, daha sonra faşizmin saldırısı ile milyonlarca insanının hayatı ve ülkenin büyük ölçüde tahrip edilmesine yol açılmasından sonra barışın sağlanması ile yeşeren umutlar bir kez daha, bu sefer Soğuk Savaş’ın yol açtığı tırmanma ve muhtemel bir nükleer yok oluşa doğru gidiş ile kayboluyordu. Sosyalist toplumda insanların karşı tarafın bu çılgınca tırmanışına dayanacak güçlerinin sınırına yaklaşılıyordu.

Sovyet sistemi, sosyalist toplum vaadi ile yola çıkıyordu. Bu, en başta barış, ekmek ve özgürlük, daha sonra da sosyalist toplum ve sosyalist yaşam tarzı vaat ediyordu. Ama sosyalist toplumun kurulması, nihai olarak ancak bir dünya devrimi ile mümkün olabilirdi. Emperyalist kuşatma altındaki Sovyetler’in bu vaadini gerçekleştirmesi, mümkün olamazdı. Sovyetlerin kesintisiz bir emperyalist saldırı tehdidi altında kalmaya mahkum olması, zorunlu olarak vaat edilen toplum biçiminin yerleştirilmesi için mutlak bir engel oluşturmaktaydı. Sovyet insanı, uzunca yıllar yurdun savunması için fedakarlıklarda bulunmuştu. Ama şimdi, bir taraftan sosyalist toplumun ulaştığı düzey ile değerlendirme yaparken kendini uzun yıllar emperyalist sömürü ve talan sonucu zenginleşmiş kapitalist ülkeler insanı ile kıyaslıyordu. Hatta bu kıyaslamayı yaparken, o ülkelerdeki milyonlarca işsiz, evsiz barksız, ve açlık sınırının altında olanları bile görmüyordu.

Kuşkusuz, Sovyet insanının bu bakış açısındaki öznel yaklaşımı makul karşılanmalıdır; çünkü artık emperyalizmin topyekün dünya sistemi olarak kendi içindeki bütünleşmesini – şimdilik sağlanmış görünüyordu ve bu Sovyet toplumu için sosyalizmin kurulmasını bir başka bahara ertelemesi anlamını taşıyordu.

Sovyetler’de sosyalizmin kuruluşunu engelleyen bu dış dinamiğin yanı sıra, büyük ölçüde bundan kaynaklanan, ama yine de kaçınılmaz nitelikte olmayan bazı sorunların olduğu görülüyor. Sovyet Devriminin ilk yılarında, içinde proletarya devriminin ve yeni toplumun kuruluşu yolunda sınıfı hareketinin karşı karşıya kaldığı çok büyük sorunlar var. Devrimin başlangıç ve yeni toplumun ilk temellerinin atıldığı ve “devrim yılı” olarak tanımlanabilecek bu dönemde, bugün gelinen noktada temel olan sorunların nüvesini barındırıyor. Gerçekte devrim yılı, Brest Litovsk anlaşmasının imzalandığı 1918 yılının ilk aylarına kadar devam ediyor ve bu süreç tamamlanıyor. Daha sonrasında da, devrim sonrasında, yeni toplum düzeninin az çok belli olduğu 1918 yılı ortalarına kadar, en fazla iş savaşın başlangıcında kadar olan süre ile sınırlamak mümkün. İç sonrasında ise bir kez daha devrimin çizdiği rotanın kaderinin belli olacağı bir yol ayrımına geliniyor. Bütün bir 1921 yılı, Sovyet devriminin kurumlarının, Sovyetler, parti, işçi sendikaları ve proletaryanın sosyalist örgütlenme biçimi üzerinde tartışmalar ve derin çalkantılarla geçer, ama bu tartışmaların ve özellikle muhalefet olarak nitelenen ve ağırlığını işçilerin oluşturduğu kesimlerden gelen uyarılar ciddiye alınmaz. Sovyetler, kendisi için hayati nitelik taşıyabilecek ve yeni toplum için büyük bir anlamını taşıyan bu uyarıları kendisini çok erken gösteren bir bilgiçlik ve küçümseme ile elinin tersiyle iter.

Bu çalışmada esas olarak daha çok Lenin, Kollontai ve Troçki, ile özdeşleştirilecek olan Sovyet öncülerinin düşünce ve uygulamaya soktuğu Marksist eylemler; Şubat ve Ekim devrimi, proletarya diktatörlüğü, işçi-köylü ittifakı, işçi kontrolü, Sovyetler ve parti, enternasyonalizm ve son olarak bütün bunların ışığında Sovyet toplum tarihinin kısa bir değerlendirilmesinin yapıldığı teori ve pratik bölümleri altında ele alınarak incelendi. Sovyet liderlerinin görüşleri, K. Marx, F. Engels, R. Luxemburg gibi Marksizm’in kurucularının görüşleri ile bir kez daha ele alınmaya çalışıldı. Bu çalışmanın amacı, Sovyet toplumunun çözülmesi nedenlerini geriye dönerek, bu başlıklar altında yeni toplumun ilk kuruluş döneminde aramak.

Sovyet devriminin başarısızlığının faturasını yalnızca Sovyetlerin ayakta kalamaması nedeniyle kapitalizmin pençesine düşen Rus halkı ile sosyalist sistem içindeki Bulgar, Romen, Macar, Polonya ve Çekoslovakya’da ve diğer ülkelerde yaşayan halklar ödemekle kalmadı. Rus işçi sınıfına gönülden destek veren, ama hayalleri yıkılan tüm dünya proletaryası ödedi. Neredeyse yüz yıla yaklaşacak bu süreç, tüm dünya sosyalizmin çizgisini belirledi. Bu nedenle, bu döneme ait deneyimler adım adım izlenmeli, olabildiğince dersler çıkarılmalıdır.

Sosyalist sistem, tarih boyunca süregelen sömürü ve yoksulluk ile buna bağlı uygulanan her türlü baskı ve şiddetin sonu demekti. Tüm dünya halkları, Bolşeviklerin başarısını büyük bir heyecanla karşıladılar. Bütün coşku ve heyecan uyandıran tarihsel olaylarda olduğu gibi, Bolşevik devrimi de uzun süre bir gizem ve mit perdesinin ardında kaldı. Yaratılan mitlerin başında, Marksist toplum biçimi gelmekteydi. En basit anlatımıyla bu mit, kapitalizm, özel mülkiyet biçimi olduğuna göre, sosyalizmin de devlet mülkiyeti biçimi olduğuna ilişkin basitleştirme ile bağlantılıydı. Sovyetler tam da bunu başarmış, özel mülkiyet tasfiye edilmiş, devlet mülkiyetinin en geniş biçimi uygulanmaya başlamıştı. Bu anlamda Sovyetler ideal sosyalist toplum modeliydiler.

Oysa tam tersine, devlet ile ilgili yakıştırılacak bir şey varsa, o da Marksizm'in her türlü devlet anlayışına karşı olduğudur. Kuşkusuz, bu tavır öznel ve voluntarist olarak algılanmamalıdır. Bir kere tarihsel süreç içinde devlet olgusunun ortaya çıkışı kaçınılmazdır; bu üretim araçları mülkiyeti ile bağlantılı bir ayrıcalıktır; bu mülkiyet biçimi, devletin örgütlenişini kaçınılmaz ve mümkün kılar. İkincisi Marksizm’e göre, üretimin toplumsallaşmasına karşı üretim araçlarının toplumsallaşması süreci tarihi materyalist gelişme sürecin bir sonucudur; bu şekilde üretim araçları mülkiyeti ortadan kalktığında da, devletin varlığı kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Bu yaklaşım itibarı ile, Marksizm'in devlete yandaşlığı ya da karşı oluşu yaklaşımı, Marksizm ve devlet bağlamında yanlış olur. Kuşkusuz, bir önceki önermeden hareket edildiğinde, sonuç olarak Marksizm ve devlet ile bağlantının çok zayıf, ancak, Paris Komünü tipi devlet biçiminde olduğu gibi, salt burjuvazinin saldırılarına karşı savunma amacını taşımalıdır. Bu çok kısa süreli dönem dışında, her türlü devlet biçimi düşünülemez.

Marksist kuram, yeni toplum biçiminin daha çok nasıl olmayacağı üzerinde durmuş, nasıl olması konusu üzerinde ise hemen hemen hiç durmamıştır. Bu açıdan bakıldığında, Sovyetler’de kapitalist ülkelere has temel kategorilerin tümünün geçerliliğini yitirdiği görülür: Burjuva devleti, üretim araçları özel mülkiyeti, piyasa ekonomisi, meta üretimi, artı değer, genişletilmiş yeniden üretim. Marx ve Engels, sosyalizmin proletaryanın sayıca nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu gelişmiş ülkelerde ve bir dünya devrimi olarak gerçekleşeceğini söyler; bu bakımdan Sovyetlerde bir sosyalist topluma özgü bazı özelliklerin geliştirilip yerleştirilmesi bu ön koşulların gerçekleşmesine kadar zaman alabilirdi. Bunların en başında, belki de Anayasada ifadesini bulmuş şekliyle, Sovyet toplumunun tüm meşruiyetinin temelini oluşturan Yerel Sovyetler tarafından bir bakıma halkın kendi kendisini yönetilmesi ilkesi gelmekteydi. Ama bu mümkün olamadı; her seferinde bir kere daha koşulların buna uygun olmadığı zamanla bu bahanenin geçerliğini yitirmesine rağmen hala daha öne sürüldü. Sovyetler Birliğinde, proletaryanın tek başına devrimi sürdürecek güce ve olgunluğa oluşmamış olduğu görüşleri artık akla başka şeyler getirmekteydi.

Sovyetler Birliği için sis perdesi içinde kalan bir başka gerçek, işçi sınıfının kendiliğinden hareketi sonucu ortaya çıkan Şubat Devrimi ve bunun sonucunda Çarlık monarşisine son vermesi ile bağlantılıydı. Şubat devrimi gerçek bir proletarya devrimiydi. Rusya’da devrim koşullarının oluşması ile kendiliğinden harekete geçen proletarya, Paris Komünü ile benzer şekilde, bu sefer 1905 devrimi ile kazandığı deneyiminden de yararlanarak çok daha olgun ve kararlı bir biçimde harekete geçer ve oluşturduğu işçi asker Sovyeti ile Çarlığa son verir. Şubat devrimindeki devrimci koşullar, proletaryanın bu koşullar altında kendiliğinde harekete geçişi ve feodalizme son verişi; bütün bunlar devrim anında kitlelerin bilinçliliği, devrimi gerçekleştirişi ve iktidara gelişi ile ilgili zengin deneyimler sağlar.

Şubat devrimi ile feodalizmin yıkılmasının hemen ardından kurulan burjuva yönetimine son veren Ekim devrimi, Şubat devrimi ile gerçekleştirilen burjuva demokratik devriminin hemen ardından Lenin’in sosyalist devrim hedefi doğrultusunda gerçekleştirildi. Lenin bu konuda kendisi dışında hemen herkesten farklı düşünüyordu. Rusya’da devrimin sosyalizm aşamasına geçişi ve bunu gerçekleştirecek öznel unsurların (işçi sınıfı ve onun devrimci iradesini temsil eden partinin) yeterli düzeyde oluştuğunu söylüyordu. Ama Ekim devriminden hemen sonra Bolşevik parti ve Rusya’da işçi sınıfı mücadelesinin 1917 yılı ve sonrasında ulaştığı olgunluk düzeyinin yeterli olamayacağı kısa bir zaman içinde anlaşıldı. Rusya’da halk komiserlerini oluşturan Bolşevikler, karşılarında yalnızca feodalite, burjuvazi ve çıkarları onlarla birlikte olan ara sınıf ve tabakaları değil, ama Rusya nüfusunun yüzde 80’ini oluşturan köylülüğü bulacaktı.

Rusya’da sosyalizmin kuruluş amacı, yerini sosyalizme geçiş strateji ve taktiklerine bıraktı. Bolşevikler, köylülüğü, bir bakıma eski Narodniklerin uzantısı olan, ama şimdi orta ve büyük köylülüğü de içine alacak şekilde temsilciliğini yapan Sosyal Devrimcilerle koşulsuz işbirliğine gidildi. Lenin, işçi-köylü ittifakını stratejisini geliştirdi. Ekim devrimi, iç ve dış düşmanlarının saldırısı ufukta görünmeye başladığında yeni biçimini almaya başlamıştı. Artık devrimin savunulması ön plana çıkmıştı. Siyasi otoritenin sağlanması adına, sanayide ana hatları ile, şu yada bu biçimde oluşturulan merkezi otoriteye sıkı sıkıya bağlı bir yapı, devrimi gerçekleştiren proletaryanın devrimci örgütlenme biçimine son verilmesi ve eski düzene bağlı geleneksel sendika örgütlenme biçimine tabi kılınması ve tarımsal kesimde tarım burjuvazi yararına demokratik devrim olarak tanımlanan, eski serfliğin tasfiyesi ile sınırlı kalan burjuva devrimi.

Günümüzde Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin dağılması, Marksist hareketin genel olarak yılgınlığa düşmesine yol açtı. Artık tarihin sonuna gelindiğini düşünen herkes, yeniden en başa dönerek bayağı Marksistlerin yaptığı gibi, sınıf mücadelesini kapitalist toplum sınırları içinde kalınarak işçi sınıfı yani sıra diğer çeşitli sosyal katman ve zümreler adına belli kazançlar sağlanması olarak değerlendirilmeye başladı. Artık demokrasi, insan hakları, etnik kimlik arayışı, kadın hakları, üçüncü cinsiyet hakları, vs. için mücadele çağrısı, sınıf mücadelesini gölgede bırakmaya başladı. Demokratik mücadelenin yeterli olmayacağını düşünenler bile suçu küreselleşmeyi savunan ve devlet, kamusal alanlar, sivil toplum kurumları vs. gibi “kutsal” yapıları eline geçirenlere atarak emperyalist kapitalizmin dönüşümü ile yok olma sürecine giren unsurlarla aynı kaderi paylaştılar.

Geriye dönüp bakıldığında Marksist hareketin ortaya çıkmasından bu yana geçen tüm işçi sınıfı tarihinin inişli çıkışlı bir süreç içinde olduğu, elde edilen onca başarının yanı sıra bir dizi hayal kırıklığı ve başarısızlıklarla dolu olduğu görülür. Daha yakından bakıldığında ise, bütün bu hayal kırıklıklarının gerçekte her birinin birer kazanç, deneyim ve ilerleme olduğunu görmek mümkündür. Ama gerçekte bütün olup bitenler, kendine özgü somut yasaları olan insanlık tarihinin sübjektif yönlendirmelerden sapmaksızın adım adım ilerleyişinden başka bir şey değildir. Nasıl ilk ortaya çıkışından bu yana tarih bilimini anlayamayan, veya yanlış anlayanlar eninde sonunda hüsrana uğramışlarsa, aynı şey, bir kez daha, en umulmadık bir şekilde, tüm sosyalist sistemin dağılmasına yol açmıştır. Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin yüz yüze geldiği bu durum, tarihin kendi mecrasında somut ilerleyişinin ne kadar umulmadık ve olmayacakmış gibi görünse bile, hiç bir engel tanımayacağını göstermektedir. Marx’ın, Luis Bonapart’ın 18. Brumairesi içinde dile getirdiği gibi, proletarya hareketi sürekli kendini eleştirir, kendi akışlarına kendileri engel olur, bir an hasımlarını yere serermiş gibi görünmesine rağmen onları yeniden güçlenmiş olarak karşısında görür, kendi hedeflerinin muazzam sonsuzluğu karşısında sürekli gerilerler; ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar onu artık son hamleyi yapmaya çağırana kadar.

spartakus  |  Cvp:
Cevap: 1
12.12.2014- 01:04

 
BÖLÜM II

Şubat Devrimi - Ekim Devrimi



Sovyetler, ilk defa Ekim 1905 grevi sırasında, tam olarak A. Kollontai’nin tanımlamış olduğu gibi, proletaryanın kendiliğinden inisiyatifi sonucu gelişen devrim sürecinde ortaya çıkar. Başlangıçta basit birer grev komiteleri olan işçi konseyleri, yani Sovyetler, toplum yönetiminin bir bütün olarak kendi içinde oluşturduğu eylemlilik içinde keşfedilir.[1]

1905 devriminde işçi hareketleri beklenmedik bir biçimde gelişir. Demiryollarında başlayan grev, politik bir nitelik kazanarak bütün ülkeye yayılır. Sovyetler, büyük yığınları ayaklandırır. İşçiler, Sovyetler'in çevresinde kenetlenir. Çarlık rejimi, 1905 yılında büyük bir yara alır. Ama iktidar Çarkını elinde tutmayı başarır.[2]

Trokçi, Ekim 1905 devriminin ayrı bir yeri olduğunu düşünür. Devrim, tek başına, hiç bir başka sınıf ve katmanla işbirliği olmaksızın, işçi sınıfının, kendi bağrından oluşturduğu Sovyetlerin önderliğinde gerçekleştirmiştir. Sovyetler önderliğinde gerçekleştirilen 1905 devrimi, 1917 devrimi için bir prova niteliğindedir.

Şubat günleri

Rusya’daki devrim sürecinde Sovyetler, Şubat 1917 günlerinde bir kere daha sınıf hareketinin kendiliğinden gelişimi sürecinde devrimin öncülüğünü üstlenir.[3] 23 Şubat, Uluslararası Kadınlar Günü olarak kutlanacaktır. Petrograd’ta düzenlenen gösteriler, en yoğun sömürü altında olan kadın tekstil öncülüğünde gelişir. Savaşı etkileri ve süregelen grevler işçi sınıfı hareketinin yükselmesine ortam hazırlar. Öğleye doğru halk kitlelerinin oluşturduğu dalga, “Ekmek İsteriz” sloganı ile kolluk kuvvetlerinin barikatlarını zorlamaktadır.

Şubat eylemleri bir gün ile sınırlı kalmaz. Ertesi gün hiç kimseden bir emir gelmeksizin, şaşırtıcı bir kitlesellik içinde gösteriler devam eder. İkinci günkü gösterilerde artık siyasi talepler dile getirilir. Ama yine de hareket yeterince olgunlaşmamıştır. Gösteriler bundan sonra da ertesi günde devam eder. Üçüncü günde göstericiler son defa silahsız yürüyecektir. Dalga dalga yükselen devrimci hareket, göstericileri sonuca götürmeye yeter. Askerler artık silahlarını bırakır. Halk silahlanır. Askeri depo yağma edilir, Adalet Sarayı yakılır; bunu İçişleri ve Saray Bakanlığı izler. Ortalık tam bir savaş alanına döner. Artık Kışlık Sarayın kardan bembeyaz kesilmiş damları üzerinde kızıl bayrak dalgalanmaktadır.

Göstericilerin sokağa hakim olması ve hükümetin istifa etmesi ikili bir iktidar oluşumuna yol açar: Biri Geçici Duma Komitesi, Diğeri de İşçi ve Asker Sovyetleri sözcüsü Geçici Yürütme Komitesidir. Yürütme komitesi, artık fiilen Çarlık Duma'sı içindeki devrimci yandaşları ile bir araya gelerek ortak görüşmeler yapar. Anısı 1905 yılından beri bütün işçi sınıfını büyülemekte olan Sovyetlerin yeniden diriltip kurma kararına varılır. Yürütme Komitesi, Şubat Günlerinin üçüncü günü, 27 Şubatta bir bildiri yayınlar. Sovyetler hakkında ilk resmi yayını belgeleyen bu bildiride işçi, asker ve halkın temsilcisi olarak Sovyetlerin oluşturulduğu belirtilir. Halkın yanına geçen askerlerin her bölük başına bir temsilci atanır. Fabrikalardan her bin kişi başına bir delege gönderilecektir. Daha az işçi çalıştıran fabrikalar ise bir temsilci seçilecektir.[4]

Böylece, Şubat devriminin daha ilk saatlerinden itibaren işçi temsilcileri, burjuva parlamentarizmi karşısına bir halk meclisini çıkartır.

İki yüz elli delegeden oluşan ilk Sovyet, bu doğrultuda bildirinin yayınlandığı gün toplanır. Başkan Çkeidze’nin raporundan sonra, Çarlığın bu eski başkentindeki genel hayatı kontrol altına almaya yönelen devrimci nitelikte ilk önlemler kabul edilir: Darphaneye devrim muhafızları gönderilmesi, beslenme komisyonu ve garnizona komuta edecek askeri komisyonun kurulması kararlaştırılır. Bolşeviklerin önerisi ile mahalle komiteleri oluşturulur. Böylelikle devrimci akışı denetleyecek sıkı bir düzen yaratılmaktadır. Sovyetlerin 1905’teki resmi organı olan İzvestiya’nın da yeniden yayınlanmasına karar verilir.

Bütün bu gelişmeler, Sovyetler Çarın elindeki iktidarın doğrudan doğruya halka devredilmesini gösteriyordu. Olaylar, hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği şekilde, önceden planlanmaksızın, kendiliğinden gerçekleşen bir devrimi simgeliyordu.

Ama bu, henüz tam devrim değildi. Devrim, esas olarak Çara yöneltilmiş, ama parlamenter otokrasinin bir parçasını oluşturan, içinde halkın gerçek temsilcilerinin de yer aldığı ve uzun yıllar süren Çarlık monarşisinde demokrasiyi temsil ettiği için saygınlığını koruyan Duma’yı hedef almamıştı. Bu doğrultuda, Duma ve Sovyetler karşılıklı pazarlık yaparak Duma’nın varlığı tanındı, ancak bütün temel siyasi özgürlükler tanınacak, kapsamlı bir af çıkartılacak ve en kısa zamanda Kurucu Meclis toplantıya çağrılacaktı. Kurucu meclisin toplanmasına kadar geçecek süre içinde ise geçici hükümet kurulacaktı.

Duma ile varılan anlaşma çerçevesinde Sovyetler, “kamu düzenini” sağlamaya yönelik 1 no.'lu kararnameyi yayınlar. Bu kararname ile Sovyetler ve Duma arasında öngörülen anlaşma ilkeleri resmileştirilir. Buna göre, tüm askeri birlikler, oluşturulan asker komiteleri emrine girecek, tüm siyasi faaliyetler, Sovyetlere bağlı komitelerce denetlenecek, Duma kararları Sovyet denetiminde yürürlüğe girecek, askeri mühimmat Sovyetlerin denetiminde olacaktır. Her türlü aristokrat unvanlar kaldırılacaktır. Bütün bunlar, Sovyetleri tüm ülke yönetimini ipotek altına alma yetkisi vermekten başka bir anlam taşımamaktadır.

2 Martta kurulan geçici hükümet, Kurucu Meclisin toplanmasına kadar ilk icraat olarak bütün Çarlık valilerini azlederek yerine bunların yetkilerini üstlenen Zemstvo başkanlarına aktarır. Sovyetlerin talebi doğrultusunda bütün imparatorluk toprakları devlet malı ilan edilir. Artık eski rejimin yıkılışı tamamlanmıştır.

Petrograd Sovyeti’nin faaliyetleri, bütün ülke çapında örnek oluşturur ve kısa zamanda tüm ülkeye yayılır. Rusya’nın her köşesinde askerler ve işçiler, kendiliğinden yerel Sovyetler seçerler. Bu Sovyetler, Petrograd Sovyeti'ni resmen tanıdılar. Böylelikle, Sovyetlerin önem ve temsil kabiliyeti artar oldu. 29 Mart- 3 Nisan tarihleri arasında ilk Duma milletvekilleri Sovyeti Konferansı toplanır ve böylelikle Sovyetler resmi nitelik kazanır.

Oluşturulan ikili iktidar içinde bir taraftan Sovyetler, diğer taraftan da geçici hükümet arasında bir meşruluk yarışı vardı. Fabrika, atölye ve kışlalardan seçilmiş Sovyetler, salt oluşum bakımından bile gerçek halk meclisini temsil etmekteydiler. Aslında birer sınıf organı olan bu halk meclisleri, genel seçim yapılmadıkça, ülkenin en geniş ve en fazla temsil gücü olan organları durumundaydılar. Kısmi seçimlerde sık sık yenilenmesi, halkın iradesinin tam olarak yansıtılmasını sağlıyordu. İki rakip kurum arasında meşruluk yarışını Sovyetler kazanıyordu.

Sovyetler, henüz ürkek ve tecrübesizdir, ama hızla örgütlenen yepyeni Rusya’yı temsil etmektedir. Bir tarafta parlamenter demokrasi, diğer tarafta oybirliği veya sınıf demokrasisi yer almaktadır. Devrimci dalga devam ettikçe de bu yeni demokrasi biçimi, tüm ülke çapında yaygınlaşır, kararları kanun yerine geçer. Ne var ki Sovyetler, henüz iktidara gelmeyi talep etmez. Bunu açıklıkla belirtir. O sıralarda herkes, Çarlığın yerine geçecek iktidarın burjuva nitelikte olmasında hemfikirdir. Rus Marksizm’inin kurucusu Plehanov bu görüştedir. Ama bir bakıma hükümet karşısında emekçilerin çıkarlarını koruma doğrultusunda adeta bir heykel gibi dikilen Sovyetlerin yapısı ve siyasi yönelişi, Bolşevik ve Menşevikleri arasında bir kez daha karşı karşıya getirecektir.

Geçici hükümet, savaşa karşı tavır konusunda Sovyetlerin barışçı bir çözüm uygulanması çağrılarına uymaması ile başlayan bunalım sonucu ile istifa eder. Bundan sonra kurulan Kerenski başkanlığındaki ikinci geçici hükümete Menşevik ve solcu milletvekilleri de katılır. Bu katılım ile daha geniş bir tabanı temsil eder yapıya kavuşan hükümet, reformları askıya alma ve yürütülen savaşı devrimi savunma adına sürdürme politikası izler. Bu arada Sovyetlerin ısrarlı çabaları sonucu, yeni rejimin temelini oluşturacak Kurucu Meclisin 30 Ekimde toplanmasına karar verilir.

Ekim Devrimi

Ekim devrimi sürecinin, Sovyetlerin Şubat devriminden bu yana olan süreçte işçi sınıfının devrimin korunması ve sürdürülmesinde kararlı ve inançlı olduğunun iyice ortaya çıkması ve buna karşı burjuvazinin harekete geçmeye karar verdiği Kerenski hükümetinin işbaşına geçmesi ile birlikte başladığı kabul edilebilir. Burjuvazi, ilk şaşkınlığını atlattıktan sonra, esas olarak devrimin burjuva demokratik nitelikte olmasında ısrarlı olan başta Menşevikler olmak üzere, hemen hemen Bolşeviklerin dışındaki tüm kesimlerle birlikte Sovyetlere saldırıya geçmeye karar verecektir.

Haziran 1917 ayı içinde 1. Sovyetler Kongresi toplanır. Bu kongreye katılan 800’ün üzerindeki delege arasında Bolşevikler sadece küçük bir azınlığı oluşturmaktadır. Kongre çalışmaları sonrasında bir karar taslağı kabul edilir ve toplantıların üç aylık aralıklarla düzenlenmesi kararlaştırılır. Ancak radikal kongre kararlarına karşın, geçici hükümet ile iktidar konusunda yürütülen rekabet açısından geri adım atılır; Bolşevikler karşı çıkmasına rağmen bir uzlaşma yolu arayışı içine girilir. Sovyet liderleri, geçici hükümeti oluşturan burjuva partileri ile, burjuva demokratik devrimi savunan ve bu nedenle burjuva nitelikteki geçici hükümeti desteklenmesini savunan Menşeviklerin etkisi altında hareket eder. Ama Lenin ve Bolşevikler farklı düşünmektedir. Artık Sovyetlerde geçici hükümet taraftarı Menşeviklerle, uzlaşma karşıtı Bolşevikler arasında kavga derinleşmektedir.

Sonunda Lenin ve partisi, burjuva geçici hükümetini destekleyen ve onun savaş politikasını onaylayan Menşeviklere karşı Sovyetler içinde mücadele başlatır. Petrograd ile tüm Rusya’yı temsil eden delegeler arasında Bolşevikler azınlıktadır; ama çoğunlukla sanayi proletaryasından delegelerden oluşan Petrograd Fabrika Komiteleri büyük çoğunlukla Bolşevikleri desteklemektedir. Öyle ki, Sovyetlerin Bolşeviklerin azınlıkta olan 1. Sovyetler Kongresinin düzenlediği gösteri yürüyüşü, artık tümüyle Petrograd'a hakim olan Bolşeviklerin etkinliğinde yürütülmektedir. Bolşevikler, artık sokağa da hakim olmaya başlamıştır. Burjuva politikalarının canlandırılması doğrultusundaki çalışmalar yapan ve savaşın sürdürülmesinden yana tavır koyan geçici hükümete karşı işçi ve askerlerin öfkesi yükselmektedir. Bu durum vaktinden önce bir eylemin yol açacağı tehlikeyi gören Bolşevik parti yöneticilerini tedirginliğe sürükler. 1’inci mitralyöz alayının başlattığı ve “Sovyetler İktidara” sloganı ile düzenlenen isyan Bolşevik parti yöneticilerinin çabaları ile ucuz atlatılır. [5]

Ancak devrimci dalganın yükselişi, Kerenski başkanlığındaki geçici hükümetinin acele etmesine yol açar, Bolşeviklerin etkin olduğu alanlarda geçici hükümet önlemler almaya başlanır; baş kaldıran alaylar tasfiye edilir, Bolşeviklere karşı devrimci mahkemeler kurulur, Almanya’dan mühürlü trenle gelen Lenin, hain ilan edilir.

Artık Rusya’da devrim hareketi tüm ülkeyi kapsamıştır. Devrim dalgası içinde kent merkezlerinde oluşturulan Sovyetler, aynı şekilde kırsal kesimde de ortaya çıkmaktadır. Reformların gerçekleşmesini beklemekten usanmış köyler, yerel tarım komitelerinin onayı ve teşviki ile topraklara el koymakta ve el konulan arazileri ekip biçilmektedir. Öte yandan geçici hükümet şehirlerde tümüyle denetimi elden kaçırmış, fabrikalar ve mahallelerde oluşturulan kendi başına buyruk fabrika ve işyeri hücreleri ve komiteleri, her türlü merkezi otoritenin dışında kalmıştır. Bütün bu olup bitenlere karşı geleneksel yöntemlerle karşı koymaya çalışan hükümet, son çare olarak bir toparlanma çabası içine girer; belirli reform hareketlerine girişir ama başarılı olamaz. Bu koşullar altında geçici hükümet yanlısı bir askeri darbe düzenlenir; ama bu da başarısız olur. Kitlelerin gözünde bir bakıma devrimci niteliğini koruyan hükümete karşı yapılan bu girişim, halkın nefretini kazanır ve devrimin gerçek savunucularının, hükümetin yasaklamış olduğu ve taraftarlarını tutuklattığı Bolşevikler olduğunu anlamalarına yol açar. Bolşeviklerin taraftarları hızla artar ve Eylül ayına gelindiğinde ilk kez Petrograd Sovyeti'nde Bolşevikler çoğunluğu ele geçirir.

Bolşevikler, artık Sovyet İktidarı lehinde yoğun bir kampanya başlatır. Bu çalışmalar doğrultusunda kısa süre içinde Sovyetler, birer birer Bolşeviklerin eline geçer. 31 Ağustosta Petrograd Sovyeti seçimlerinde, Sovyet İktidarı görüşünü savunanların zaferi ile sonuçlanır. Yeni Sovyet Prezidyumu seçiminde Troçki, Petrograd Sovyeti başkanı olur. Bu kararı, Petrograd dışındaki diğer Sovyet yönetimleri de kabul eder. 20 Ekimde toplanması kararlaştırılan 2. Sovyetler Kongresi, artık Şubat Günlerinden bu yana süren Bolşevik ve Bolşevik dışı unsurlar arasındaki kozun paylaşılacağı son yer olacağı düşünülmektedir. Bolşeviklerin Sovyet yönetimini eline geçirdikten sonra, devrime kadar olan ve devrimin oluşum sürecinin tamamlandığı 1,5 aylık dönem içinde ise geçici hükümet, hiç bir inisiyatifi olmadan günlerini doldurmak durumundadır.

Bundan sonra olaylar hızla gelişir. Artık Bolşevik devrimini gerçekleştirmek, bir taktik hazırlıkların tamamlanması işidir. Lenin, bunun teorik çerçevesini daha Nisan Tezleri ile bilinen çalışmasından başlayarak çizecek, Petrograd Sovyeti başkanı Trokçi de yürürlüğe koyacaktır. Hükümetin yapmayı düşündüğü bir çok faaliyette yetkinin Sovyetler Kongresine ait olduğu ilan edilir. Zaten bir çok Ural ve Volga bölgelerinde Sovyetler fiilen iktidara gelmişlerdir. Bu süreç merkezde de hızla tamamlanma yoluna girmiştir.

20 Ekimdeki 2. Sovyetler Kongresi, 25 Ekime ertelenir. Bu kongre, hükümetin durumuna karar verecektir. Ama durum artık çok açıktır. Bolşeviklerin etkinliğine giren Sovyetlerden hükümet için nasıl karar çıkacağı artık bilinmektedir. Bu yüzden hükümet, kongre öncesi, 23 Ekim gecesi Bolşeviklere karşı son bir hamle yapmaya karar verir. Tüm Sovyetler 2. Kongre Kararı doğrultusunda Devrimci Askeri Komite imzalı bildiri, iktidara, Petrograd Sovyeti organı Devrimci Askeri Komitenin el koyduğunu söylemektedir.

Ekim Devrimi ve Sovyetler

Ekim devrimi ile ilgili yapılan değerlendirmelerde, çeşitli nedenlerle bir çok bakımdan bazı temel unsurların göz ardı edilmiş olduğu görülüyor. Bunların biri, Şubat devrimidir. Şubat devrimi, yalnızca Çarlığı her türlü kurumları ile yıkmakla kalmamış, feodalitenin tümüyle tasfiyesi sonrasında oluşturulan burjuva yönetimi üzerinde proletaryanın vesayetini getirmişti. Ama tabii, Şubat devrimi deyince akla proletaryanın kendiliğinden gelişen devrimci inisiyatifi ve bunun sonucunda iktidara el koyması akla gelir. Şubat devrimi ile, Paris Komünü’nden sonra bir kere daha proletarya kitle halinde eyleme geçiyor ve yönetime el koyuyordu. Kuşkusuz, Şubat devrimi sonrasında Çarlık yıkılmış, ama yerine bir burjuva geçici hükümeti kurulmuştu. Proletarya, oluşturduğu Sovyetler ile iktidarı eline almamış; bunun yerine burjuva iktidarına vesayet koymuş ve bir ikili iktidar dönemi başlamıştı. Ama bu, o dönemde başta Rusya’da Marksizm'in kurucusu Plehanov olmak üzere, tüm Marksistlerin ortak görüşüydü. Rusya, Marx’ın belirttiği gibi, bir kapitalist aşamadan geçmesi gerekiyordu; bunun için devrim bir burjuva demokratik devrim niteliğinde olmalıydı.

İkinci husus, Sovyetlerin devrim sırasında oynamış olduğu rol ile ilgilidir. Ekim devrimi, Şubat devrimi ile oluşan meşruiyet ve güç dengeleri göz önüne alınırsa, esas olarak meşru bir yönetim değişikliği biçiminde gerçekleştiriliştir. Şubat devrimi, ülkede bir anlamda Sovyet yönetiminin geçerliliğini onamıştır. Şubat devrimi ile ülkede kamu düzenine el koyan ve Çarlık rejimine son veren Sovyetler, bu süreci Ekim Devrimi ile tamamlar. Ekim devriminde bütün yapılan bu basit düzeltmeden ibarettir gerçekte. Tabii, kağıt üzerinde geçerli olan bu durum, fiiliyatta her iki tarafın sahip olduğu güç dengesi ile belirlenecektir. Tüm gerici güçler; aristokrasi, burjuvazi ve onun peşinden giden ara sınıf ve tabakalar, Sovyetlerin karşısında yer almaktadır. Sovyetler ise gücünü silahlı proletaryadan ve ona bağlı devrimci muhafızlar, Petrograd garnizonu, Kronştad askerleri, vs. gibi devrimci güçlerden almaktadır. Ekim devrimi ile yapılacak bu düzeltme bir kez daha Şubat devrimi ile karşı karşıya gelen gerici ve devrimci güçlerin kozlarını paylaşmaları gerekecektir.

Sovyetlerin konumu burada bir kez daha gündeme geliyor. Ekim günlerine kadar Sovyetler, geçici devrim hükümet yanlısı olanların etkisi ile giderek etkisizleştiriliyor; bu nedenle de geçici hükümet, özellikle Menşeviklerin katılması ile giderek daha fazla gerici kesimde toparlayıcı olmaya başlıyordu. Öyle bir an geldi ki, kendini Bolşevikleri yasa dışı ilan etme cüretini bile gösterdi. Bolşeviklerin yayınları yasaklandı, taraftarları tutuklandı, parti yer altına geçmek durumunda kaldı.

Ama bunu fiilen yaşama geçirmek ve yeni bir toplum düzenini oluşturmak için Lenin ve Bolşevikler, tarihin o özgün ve benzersiz anını kollarlar ve bu düzeltmeyi gerçekleştirirler. O günün Rusya’sında Bolşevikler dışında, bu düzeltmenin aceleye getirildiğini düşünenlerden hiç biri, Bolşevikler arasında bile bunu sadece Lenin’in savunduğunu, kendi yoldaşlarını bu konuda ikna etmek için de akla karayı seçtiğini aklına getirmemiş olmalıdır. Gerçekten de Lenin’in, Rusya’da adımını atar atmaz tren istasyonunda geçici hükümetin yıkılmasını istediğinde yarattığı hayal kırıklığı, o dönemin coşkusunu diğerleri ile paylaşan Bolşevikler arasında da hakimdi. Lenin, devrimin birinci aşamasının tamamlandığını, artık ikinci aşamaya geçileceği konusunu ilk defa Bolşevik parti içinde önerdiğinde kendisini kimse desteklememişti. Sonra da kendi yandaşlarını bu konuda ikna etmek için çok çaba göstermişti. Öte yandan, Sovyetler Kongresi, esasında geçici hükümetin niteliği konusunda netti; bu bir burjuva hükümeti idi kuşkusuz, ama bunun alternatifi olacak proletarya devrimi konusunda kuşkuluydu. Rusya’da Çarlık henüz yıkılmış, proletarya nüfusun azınlığını oluşturuyor; ülkede tipik bir köylü ekonomisine dayalı az gelişmiş bir ekonomi hüküm sürüyordu ve bu koşullarda proletaryanın sosyalist devrimi akla bile gelemezdi. En azından, bu devrimin öncülüğünü yapacak böyle parti yoktu.

Bu konu üzerinde durmak gerekiyor. Devrimin bir saat bile geciktirilmemesi gerektiğini söylerken, haklı olup olmadığı bir yana, Lenin’in gerçekte bu fırsatın bir daha ele geçirilemez olmasından duyduğu endişeyi dile getirir. Lenin, geçici hükümetin, kitlelerin desteğini alacak reformlara yöneldiğini ve bir merkezi planlama kuruluşu oluşturduğunu, ekonominin karşı karşıya kaldığı sorunları tartışmak üzere geniş platformlar oluşturduğunu görür ve bunun en azından burjuva yönetiminin rejimini oturtması için zaman kazanmaya yönelik taktikler olarak değerlendirir. Ama bu, aynı zamanda düşmanın mevzilerini pekiştirmesi, muhtemel bir proletarya devleti için ciddi bir tehlike olduğu anlamına da gelmektedir. Nitekim, olaylar bunu göstermekte gecikmez.




spartakus  |  Cvp:
Cevap: 2
12.12.2014- 01:09

Öte yandan Ekim günleri, o zamana kadar görülmemiş düzeyde devrime hazır koşullar sunacaktır. Devrime karar veren Sovyetler Kongresi, alışılmış havadan çok farklıdır. Gerçekte bu kongre, Şubat devrimini yapan geniş kitlelerin tam olarak temsil etmektedir. Kongre salonunda eskimiş gömlekli askerler, çizmeli, gocuklu ve sakallı köylüler ve tıraşı uzamış işçiler dolaşır. Entelektüeller azdır. Bunların çoğu ta hakim sınıfların vesayetinden kurtulmuş ve halkın arasına karışarak onların sözcüleri duruma gelmeyi başarmış devrimcilerdir. Kongre delegeleri arasında, cephede savaşan, tarlalarda geçimini kazanan köylüler, fabrikalarda çalışan emekçiler vardır ve bunlar artık ufukta görünen iktidarlarının kendilerine sağladığı güvenle büyük bir coşku ile gelişmeleri izlemekte, Sovyet oturumlarına katılmaktadır. Bu delegeler, tümüyle halk demokrasisini oluşturacak şekilde bizzat onun içinden seçilerek gelmişlerdir. Evrensel temsili nitelik taşımaları itibarı ile Sovyetler kongresi, evrensel meşruiyeti içinde barındırmaktadır.

Üstelik kongreye katılan delegeler, o günün Rusya’sında siyasi hareket içinde yer alan tüm parti ve görüşlerin temsilcilerinden oluşmaktadır. 650 milletvekilinden 390 tanesi Bolşevik’tir; ama bunlar çoğu, Bolşevik parti üyesi ya da taraftarı, sempatizanı değil, ama isabetli Bolşevik politikaların sonucu taraf değiştirmiş diğer siyasi hareket sempatizanlarıdır. Bunun dışında kalanlar da esas itibarı ile yakın zamanlarda Bolşeviklere sempati ile bakan diğer partilere mensup işçi, köylü ve asker delegeleridir.

1917 yılının koşullarında, Şubat Günlerinden bu yana, bir taraftan eski rejim çerçevesinde genel seçimlerle oluşturulan bir Duma içinden seçilen bir hükümet, diğer taraftan da halkın temsilcilerinin, halk demokrasisi ile oluşturduğu Sovyetler, yani iki meclis ve iki yönetim bulunmaktadır. Bu koşullarda, biricisi ne kadar meşru idiyse, ikincisi de o kadar meşrudur. Gerçi her ikisi de, egemen kesimler ve halkın temsilcilerinin karşılıklı katılımı ile verilen Kurucu Meclis toplanması kararı çerçevesinde geçici nitelik taşımaktadır. Taraflardan hiç biri bu taahhütlerinden vazgeçmemişlerdir – devrim sonrası koşullar hariç. Ama bu açık bir çelişki gibi görünür ve mutlaka çözümlenmesi gerekmektedir. Bolşevikler dışında kalan kongre temsilcileri, devrimin burjuva demokratik nitelikte olmasını düşünür, bunun burjuva temsilcileri tarafından gerçekleşir olduğuna inanır, Sovyetlerin ise devrimin savunucu olarak varlığını sürdürmesini ister. Ama yine de koşullar sanki bunun aksini dayatmaktadır. Geçici hükümetin vaatlerinin kısa vadeli olduğu ve emperyalist savaşı sürdürme kararlılığında olduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan Sovyetlerde halkın içinden gelen temsilciler ve delegelerin kararlılığı Bolşevik tezinin giderek yaygınlaşmasına zemin hazırlar.

Nitekim geçici hükümet, kendini güçlü hissettiği dönemde hemen Bolşeviklerin peşine düşer ve partisini yasa dışı ilan eder. Son olarak geçici hükümetin general Kornilof ile askeri darbe teşebbüsünde bulunması, kitlelerin gözünde Bolşevikleri kurtarıcı konuma yükseltir. Böyle olunca da hükümetin kaderi 2. Sovyet Kongresi kararlarına bağlı kalır.

Devrim, Sovyetler Kongresi tarafından tarihi dönüşüme tanıklık edecek süreç açısından çok hızlı sayılabilecek bir zaman içinde kabul edilmiş bir dizi kararnameye ile gerçekleştirilir. Bundan sonra da zaten uzunca bir zamandır bir taraftan geçici hükümet döneminde devrimi arkadan vurmaya çalışanlara karşı yapılan mücadele sırasında elde edilen mevziler ve diğer taraftan da bu Kongre öncesinde ve kongre sırasında alınan tedbirler sayesinde, Ekim devrimi, sadece belli önlemler çerçevesinde yapılan askeri mevzilenme dışında kansız bir devrim niteliğinde gerçekleştirilir.

2. Sovyetler Kongresi, geçici hükümet bakanlarının ikametgahı olan Kışlık Saraydaki direnmenin kırılmasından sonra bu şekilde elde edilen meşruiyetin ardından tüm ülkeye bir çağrı yayınlayarak devrimi duyurur.

Bundan sonra hemen ardından devrimin hayata geçirilmesi gerçekleştirilir ve Sovyetler Kongresi, Lenin’in önerileri ile verilen Barış Kararnamesi ve Toprak Kararnamesini kabul eder, ardından hükümet seçimi yapılır. Böylelikle tarih boyunca, Paris Komünü’den sonra ilk defa proletarya, nüfusun azınlığını oluşturmasına karşın, burjuvaziyi ve onu destekleyen geniş bir kesiminin yanı sıra, sayıca kendisinden çok daha fazla olan diğer sosyalist partilerin muhalefetine rağmen bir ülkede egemenliği eline geçirecektir.

Meşruiyet Sorunu

Proletarya devletinin karşı karşıya kaldığı meşruiyet sorunu sadece sayısal nitelikte sınırlı kalmaz. İşçi ve asker Sovyetleri, her ne kadar halk demokrasisini temsil etmekteyseler de, bunlar daha çok devrim komiteleri niteliğindedir. Şubat günlerinde oluşturulan ikili iktidar, temelde burjuvazinin işçi sınıfı ile yaptığı bir uzlaşmaya dayanmaktadır. Her iki taraf, eski Çarlık rejimini tasfiye etmeyi kabul etmektedir; bunun için her iki tarafın oluşturacağı geçici yönetim; bir tarafta geçici hükümet, diğer tarafta Sovyet geçici komitesi, Kurucu Meclis toplanana kadar geçecek dönem için uzlaşmışlardır. Kurucu meclisin toplanması ile bu geçici dönem sona erecek, ülkede meşru zemin üzerinde oluşturulacak bir yönetim iş barışa gelecektir.

Şubat Günleri ile gerçekleştirilen devrim, temelde burjuvazi ile işbirliğini içeriyordu; sonuçta bu, işçi sınıfının burjuvazi ile iktidarı paylaşması anlamına geliyordu. Ama Bolşevikler dışında, başta Plehanov olmak üzere hemen herkes, Çarın temsil ettiği feodalitenin yıkılması, bu şekilde burjuvazi ile işbirliğinde ve hatta onun öncülüğünde gerçekleştirilen bu burjuva demokratik devrim aşamasında işçi sınıfının burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinde onu desteklemesi ve böylelikle kendi yararına olan burjuva demokratik devrimi hayata geçirmesi gerektiğini dönüşüyordu.

Ama Lenin buna karşı çıkar. Ona göre, Şubat devriminden bu yana Çar monarşisinin yerini sözde geçici hükümet cumhuriyeti almıştır. Bu nedenle, devrimci amaçlarla savaşı sonuna kadar götürme esas olmalıdır. Lenin, her ne şekilde olursa olsun, devrimin sürdürülmesi görünüşü taşır. Mühürlü tren ile Rusya’ya dönüşünün hemen ardından devrimin burjuva aşamasının tamamlanmış olduğunu, artık iktidarın proletaryaya ve köylülüğün yoksul katmanlarına devrini gerçekleştirecek ikinci aşamaya geçilmesi gerektiğini belirtecektir. [6]

Lenin geçici hükümetin burjuva niteliğine vurgu yapıyor, Kurucu Meclis tarihinin belirlenmesi konusunda hiç bir girişimde bulunulmadığı söylüyor ve burjuvazi yandaşları ve Menşeviklerin elinde olan bulunan Sovyet yönetiminin inisiyatifi yitirerek ikili iktidar durumunun sona erdiğini belirtiyordu. Böylelikle geçici hükümet, Çar rejiminden farklı olmayan burjuva yönetiminin kalıcı nitelik kazanma eğiliminin ağırlık kazandığını ileri sürüyordu.

Ne var ki Lenin, Ekim devriminden sonra Kurucu Meclis sorunu ile ilgili olarak aynı ikilemle karşı karşıya kalacaktı. 2. Sovyet Kongre kararları, uyandırdığı sempati ve yankı ve seçilen yeni hükümetin kararlığını sayesinde ilk günlerini atlatmıştı. Petrograd proletaryası, Bolşeviklere onayını vermişti. Ama Sovyet iktidarı için köylü demokrasisinin desteği de bir o kadar gerekliydi. Bu nedenle, 10-16 Kasım tarihleri arasında Köylü Kongresi düzenlendi.

Köylü Kongresi, bu zorunluluk nedeniyle normal tarihten önce toplantıya çağrıldı. Köylüler, Bolşeviklere köy dünyasının destek ve taraftarlığını vermekle gecikmedi. Ama bu hiç de kolay olmadı. Kongre çoğunluğu burjuva taraftarıydı ve Bolşeviklere muhalifti. Ama, köylü delegelere Sovyet Merkez Yürütme komitesinde hatırı sayılır sandalye teklif edilerek sorun giderilmiş oldu.

Ama Bolşeviklerin için sorun çözümlenmiş olmaktan çok uzaktı. Çünkü bütün muhalifleri daha şimdiden “Bütün iktidar Kurucu Meclise” sloganı altında birleşme çabasındaydı. Daha da önemli bir gelişme ise devrimin niteliği açısından bir ilke ile ilgiliydi. İşçi ve asker Sovyeti devrimi gerçekleştirmiş, onları temsil eden ve tümüyle Bolşeviklerden oluşan parti yönetimi ele geçirmişti. Ama Kurucu Meclis, devrimin kazançlarını ve hatta Sovyeti rejiminin varlığını bile tehlikeye düşürebilirdi.

Beklendiği gibi, Meclis çoğunluğunu muhalefet kazandı. Sosyal Devrimci delegeler kurucu mecliste çoğunluktaydı. Bu delegeler küçük mülk sahipleri, küçük köylüler, orta köylüler, küçük burjuvazi ve aynı zamanda burjuvazinin etkisine boyun eğmiş işçi unsurlardan oluşmaktaydı. Meclis başkanlığını da Sosyal Devrimciler kazandı. Meclis, üretim üzerinde işçi kontrolü, bankaların millileştirilmesi ve büyük toprak ağalarına ait arazilerin müsaderesi gibi Sovyet hükümetinin devrimci önlemlerini onaylamadığını bildirdi. [7]

Kurucu Meclisinde çoğunluğun dünya görüşlerinin Bolşeviklerle bağdaşmadığı ve onlara karşı olduğu ortaya çıktı. Hiç bir anlaşma umudu kalmamıştı. Bolşevikler Meclis çalışmalarını terk etti. Bunu protesto etmek için kesintisiz toplantılarını sürdüren Meclisi 5 Ocak gecesi askerler dağıttı. Böylelikle Rusya’da parlamenter demokrasi kesin bir yenilgiye uğratılmıştı. Ama bu durum, Bolşeviklerin işinin hiç de kolay olmadığını açıkça gösteriyordu.[8]

Proletarya Diktatörlüğünün Gücü

Devrimin meşruiyeti sorunu, kuşkusuz burjuva, sosyalist, vs. demokrasilerde geçerli kriterlerine göre temsili olup olmaması ile bağlantılı değildir. Kapitalist toplumlarda burjuvazi, halkın çok küçük bir kısmını oluşturması nedeniyle, temelde burjuva diktatörlüğü çerçevesinde uyguladığı çok çeşitli yöntemlerde halkın çoğunluğunu kendi sınıf çıkarları ile uzlaştırmıştır. Marx, esas olarak proletarya diktatörlüğü kavramını burjuvazinin saldırısının püskürtülmesi, ve devrimin ayakta kalabilmesi ile bağlantılı olarak ele alır. Burjuvazinin tasfiye edilmesi ile geçiş dönemi içinde salt bu amaçla kurulmuş proletarya diktatörlüğünün de varlığı için bir neden kalmayacak, böylelikle sınıfların ve sonuç olarak devletin olmadığı komünizme geçilecektir. Burada, Marx’ın geliştirdiği yeni toplum modeli, esas olarak kapitalizmin proletaryanın halkın çoğunluğu oluşturduğu aşamasını ele alarak buna uygun gelişme süreci ile ilişkilidir. Bu bakımdan Marx için klasik anlamıyla meşruiyet sorunu yoktur.

Ekim devriminin bu anlamda karşılaştığı sorun ise yeni kurulan Sovyet sistemi için hayati önem kazanmıştır. Kurucu Meclis, Şubat devrimine özgü demokratik bir kurum niteliğindedir ve adı üstünde, bu devrime özgü siyasi üst yapıyı oluşturduğu kabul edilmiştir. Başından beri Bolşevikler taktik nedenlerle bile olsa, bunu sonuna kadar desteklemiştir. Kurucu Meclis toplanma süreci işlemektedir; ama bu şekilde Şubat devrimi ilkelerine göre oluşturulan Kurucu Meclisin Bolşevik yönetimini onaylaması beklenmemektedir ve nitekim öyle olmuştur. Kurucu Meclis’in oluşturulması ile Bolşevik hükümetine burjuvazi ve yandaşlarından sonra, Bolşevikler dışında kalan Şubat devrimi taraftarları da dikilmiş olmaktadır. Şubat devrimi sonrasında yaşanan ikili iktidar durumu, bir anlamda Ekim devriminde farklı bir şekilde bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Bir tarafta Ekim devrimini gerçekleştiren İşçi ve Asker Sovyetleri ve diğer tarafta, Şubat devrimi ilkeleri doğrultusunda genel seçimlerle oluşturulan Kurucu Meclis.

Kuşkusuz proletarya devleti, varlığını ve gücünü devrimci proletaryadan alır ve onun meşruiyeti proletaryanın sınıf mücadelesine dayanır. Lenin de bunu şu sözleri ile tanımlar: “Burjuva demokrasisi, yığınların politik hayatın aşağıdan yukarı örgütlenmesine katılmasına imkan vermez. İşçi ve asker Sovyeti vekilleri ise tersini yapar.” [9]

Burada, proletaryanın devrimci niteliğinin nereden kaynaklandığı temel sorunu gündeme gelir. Bunu en açık biçimiyle Marx Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi adlı eserinde şu şekilde belirtir: “Lasalle’ci tantanalı ama muğlak her türlü toplumsal ve siyasal eşitsizliğe son verilmesi yerine, sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması ile, bu farklılıklardan doğan her türlü toplumsal ve siyasal eşitsizlik kendiliğinden ortadan kalkar”. [10] K. Marx’ın altını çizdiği gibi, proletaryanın hareketin nihai, ama Marx’ın düşünce sistematiğinde hiç de uzak olmayan bir gelecekte, toplumdaki tüm sınıf ve tabakaların tek bir potada eriyeceği sınıfsız bir toplum yaratmaktır. Bir bakıma, bu açıdan proletaryanın çağlar boyu tüm sınıflı toplumlara son verme tarihi misyonunu üstlenmiştir. Proletarya gücünü bu tarihi misyonundan alır.

Proletaryanın tarihi misyonu açısından Marksistler için bir sorun yoktur, ama bu Bolşeviklerin karşılaştığı siyasi egemenlik ve fiilen iktidarda kalma sorununu çözmez. Proletarya, bu misyonu gerçekleştirecek gücü kendi örgütlü gücünden alacaktır. Ama Ekim devriminde ve devrimin hemen sonrasında proletarya kendini iç ve dış düşmanlarının kuşatması ile karşı karşıya kalacak ve başka köylü sınıfı olmak üzere, çıkarları proletaryanın geleceği ile uzak veya yakın bağlantılı olabilecek sınıf ve tabakaların çoğundan tepki görmektedir. Bütün bu yakın tehlikeler karşısında proletarya egemenliğini sürdürebilecek ve Lenin’in değindiği gibi, bir taraftan uzunca zamandır herkes için yeni rejimin meşruiyeti olarak vazgeçilmez olarak değerlendirilen Kurucu Meclisi tanımaz ve kızıl muhafızlar tarafından dağıtılırken, diğer taraftan burjuvazinin yaptığının tersine, toplumu aşağıdan yukarıda doğru örgütlemesi nasıl mümkün olacaktır?

Lenin, artık hızla olgunlaşmakta olan devrimin karşı karşıya kalacağı bütün bu sorunların farkındadır. Nitekim, Ekim devriminin hemen öncesinde proletarya devletinin somut biçimi hakkında düşüncelerini Devlet ve Devrim adlı eserinde enine boyuna dile getirmiştir.
__________________

[1] Aleksandra Kollontai, “İşçi Muhalefeti”, Belge Yayınları, s. 12. A. Kollontai’ye göre, Bolşevikler, her türlü sınıflandırmanın ötesinde kendiliğinden ortaya çıkan Sovyetler’e uzun bir süre ısınamamıştı. Çünkü çok sayıda denetimsiz unsurları barındıran Sovyetler’in anarşik yapısı onları endişelendiriyordu. Bolşeviklerin Sovyetleri benimseyişi, ancak Şubat ve Ekim devrimlerindeki belirleyici rolü nedeniyle oldu.

[2] Troçki, “Hayatım”, Köz Yayınları, sayfa 205.

[3] Sınıf hareketinin kendiliğinden gelişimi, tümüyle toplumsal sürecin çok benzersiz koşullara, yani devrimin olgunlaştığı özgün durağına karşılık gelir. Lenin, bu koşulları, (i) eski üretim tarzına ait hakim sınıfların yeteri kadar zayıflamış olması, (ii) ara sınıfların hakim sınıflardan ümidini kesmesi, ve (iii) devrimci sınıfların yeterli düzeyde bilinçlenmesi olarak tanımlar. Devrimin olgunlaşması koşulları altında devrimci güçler devrimci inisiyatif ile harekete geçmektedir. V. I. Lenin, Sol Komünizm..., Sol Yay., s. 107.

[4] Francois Xavier, Coquin, 1917 Rus Devrimi, May Yayınları, S. 52.

[5] Bolşeviklerin üzerinde çok durulan bu sloganın yine de yeterince değerlendirilmiş olduğu söylenemez. Parti ve devrim ilişkisi bağlamında öne sürülmekte olan bir anlayışı değerlendirmek gerekiyor. Buna göre, Leninist anlayışının merkezinde parti yer alır., Lenin’in proletarya hareketi ve proletarya devrimi ile partiyi bir anlamda özdeş gördüğü düşünülür. Oysa bu doğru değildir. Lenin’in Bolşevik harekette en küçük bir ödün vermemesi ve kesin bir tavır alması, onun parti anlayışı ile olduğu kadar, genel olarak devrimci anlayışı ile bağlantılıdır. İkinci olarak, parti her ne kadar proletaryanın öncü gücü, işçi sınıfı hareketinin ideolojisini tanımlayan, onun hareketinin strateji ve taktiklerini belirleyen öncü müfrezesi ise de, kesinlikle devrimci hareketin kendisi değildir ve bu iki unsurun kesinlikle birbiri ile karıştırılmaması gerekir. Tarih boyunca devrimci hareketi başlatan, sürdüren ve devrimi sonuçlandıran, bununla da kalmayarak onu koruyan ve geliştiren devrimci kitlelerin hareketidir. Rusya’da 1905 devrimi öncesinde Bolşevik partisi yanı sıra aynı nitelikte bir çok parti vardı; ama devrim kendi inisiyatifi ile gelişti ve partiler üstü nitelik kazandı; bu süreç içinde Petrograd proletaryasını kucaklayan devrim konseyi, yani Sovyetler ortaya çıktı. Bu harekette Bolşevikler kadar onlar dışında herhangi bir başka partinin devrime kalkışma gibi doğrudan etkisi yoktu. Aynı durum, Şubat 1915 devrimi için de geçerlidir. Ekim devriminde de Sovyetler devrimin merkezi konumundaydı. Bolşeviklerin fabrikaya hakim olmaları, Sovyetlerde çoğunluğu elde etmeleri bu gerçeği değiştirmedi. Farklı bir yaklaşımla ele alındığında şu söylenebilir: Devrimci parti, devrimin öznel unsuru, devrimin iradesidir. Ama bu yetmez. Devrimi kitlelerin nesnel iradesi yapar. Ama Leninist parti anlayışı, biraz farklı bir bakış açısı ile değerlendirilir; neredeyse devrimci hareketi parti ile bütünleştirme olarak algılanır. Gerçekte başından beri Bolşeviklerde böyle bir tavır sezilir. Bolşevikler her zaman Sovyetlere mesafeli yaklaştılar. Partinin öncü ve ideolojik öznel konumu fazla öne çıkartıldı; bu ölçüde partiye bağlılık, karşılığında kitlelere inançsızlığı getirdi. Devrimden sonra da Sovyetlere karşı aynı yaklaşımı sürdürdüler. Bu durum, Sovyetlerin Bolşevik olmayan unsurların temsilcisi olma niteliğini sürdürdükçe böyle olmaya devam etti. Parti ile bu denli özdeşleşme, onun öncü ve ideolojik konumunu zedeledi. Parti bu niteliğinden uzaklaşarak “merkez” konumunu kazandı. Devrim sonrasında Bolşevikler için parti dışında güvenilir hiç bir kurum kalmamıştı. Başta Sovyetler olmak üzere her şey partilileşmeye başladı. Parti aşırı güven, kitlelere güvensizliği pompaladı. Sosyalizmin kuruluşunda proleter kitlelerin rolü göz ardı edildi.

[6] V. I. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yayınları, s. 11.

[7] Lenin, Kurucu Meclis konusundaki düşüncelerini toplantının gerçekleştirileceği tarihten hemen önce Pravda’da yayınlanan yazısı ile aktarır ve işçiler ve emekçilerin kapitalizmin sömürüsüne ek olarak, bir de dört yıllık bir yağma savaşı yüzünden düştüğü sefaleti göz ardı ederek gerçek demokrasi ve eşitlikten bahsederek Kurucu Meclisi savunanların emekçiler ve sömürülenlerle alay etmek demek olduğunu söyler. Marksist ve komünistler için Kurucu Meclis ile gündeme getirilen demokratik cumhuriyet, genel oy, vs. burjuvazi diktatörlüğüne hastır, emeği kapitalist boyunduruktan kurtarmak için, bu diktatörlüğün yerine proletarya diktatörlüğünü geçirmekten başka hiç bir yol yoktur.

[8] Kurucu Meclis’in dağıtılmasını endişe ile karşılayan R. Luxemburg, bu konuda şunları yazmaktadır: “Yalnızca yönetici kesim veya parti üyeleri için özgürlük istemek, - bu özgürlük ne kadar kapsamlı olursa olsun – özgürlük demek olmaz. Özgürlük, aynı zamanda ve herhangi bir ayrıcalık içermeksizin, farklı düşünenler için de geçerli olmalıdır. Bunun gerekliliği, fanatik “adil” olma anlayışı ile değil, ama politik özgürlüğün tümüyle eğitici, eksiksiz ve saf olabilmesinin sağlanması için kaçınılmaz olması nedeniyledir. “Özgürlüğün” özel bir ayrıcalık olması durumunda onun hiç bir anlamı kalmaz.” (Rosa Luxemburg, “Russian Revolution, Problem of Dictatorship).

[9] Lenin, a.g.e., s. 45.

[10] K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, İkinci Baskı, Sol Yay., s. 38-39.

spartakus  |  Cvp:
Cevap: 3
12.12.2014- 01:16

BÖLÜM III

Proletarya Diktatörlüğü



Komünist Manifesto ile birlikte, işçi sınıfının enternasyonal hareketi programının hazırlanmasında en önemli katkılarından birini oluşturan Gotha Programının Eleştirisi’nde Marx, şunları söyle yazar: “Bu durumda şu soruyla karşı karşıya geliyoruz: Komünist bir toplumda devlet hangi değişikliğe uğrayacaktır? Başka bir deyişle, böyle bir toplumda devletin bugünkü görevlerine benzer hangi toplumsal görevler bulunacaktır? Bu soruyu ancak bilim yanıtlayabilir; Halk sözcüğünü Devlet sözcüğü ile bin bir biçimde çiftleştirerek bu sorun bir arpa boyu ilerletilmiş olmaz.”

“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yolu ile geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.”[1]

Marx ve Engels tarafından ortaklaşa kaleme alınan bu görüşleri daha sonra Engels, aynı 1875 yılı içinde Bebel’e yazdığı mektupta biraz daha açar. Engels’e, göre, proletaryanın devlete gereksinimi yoktur, olsa bile bunu kendi özgürlüğü için değil, ama hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Özgürlükten söz edildiği anda devlet, devlet olmaktan çıkacaktır.

Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da “sosyalist toplum düzeninin kurulması ile, devletin kendiliğinden dağılacağı ve yok olacağını” söylemesinden sonra komünist toplum yapısı ile ilgili uzun süre suskun kalmasına şaşmamak gerek. Yine de Marx, yeni toplum yapısının, ancak bilimsel bir çalışma ürünü olabileceğini söylerken, ütopyacıların yaptıkları hataya düşmemeye özen göstermekteydi. Marksist doktrinin temeli olan proletarya diktatörlüğü kavramı ile ilgili açıklamaları Komünist Manifesto ile başlatmak gerekiyor.

Komünist Manifesto içinde Marx ve Engels’in yeni toplum yapısı hakkındaki aynı ihtiyatlı tavrını görmek mümkün. Proleter devlet konusunda, ana metin içinde, çok seyrek söz edilir. Bunlardan birinde, geçiş dönemi kast edilerek, proletaryanın politik üstünlüğü burjuvaziden almak için izlemesi gerektiği yol anlatılır. Bunun için proletaryanın, üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplaması gerekir.

Açıkça görüldüğü gibi, devleti bu ele alış biçimi, ilk olarak onun tümüyle geçiş dönemine has bir durumu ifade eder ki, Marx daha sonra da bunun üzerinde önemle duracaktır. İkinci olarak, devlet kavramı ile örgütlenmiş proletarya kastedilir. Yani, gerçekte anlatmak istenen yaygın bilinen anlamı ile devlet değil kesinlikle; ama bir şekilde proletaryanın örgütlenişi, bu örgütlenişin gerçekleştiği ülkedir anlatılmak istenen.[2] Çok sonraları F. Engels, bu konuya deyinerek bir açıklık getirir: “Proletarya, devrimden sonra da devlete özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için gereksinim duyacaktır. Bundan dolayı, devlet sözcüğünün yerine, Fransızca komün sözcüğünü çok iyi karşılayan ortaklaşacılık sözcüğünün konmasını önerebiliriz.”[3]

Bu ayrım çok önemlidir; proletaryanın örgütleniş biçimi, geleneksel anlayıştan çok farklıdır. Proletarya devleti, sadece ve sadece, proletarya egemenliğini burjuvaziye karşı savunmak üzere yeniden örgütlendirilir. Sosyalizm olarak adlandırılacak geçiş dönemine özgü bu durum, komünizme geçiş ile birlikte sona erecek, devletin yok oluşuna, sönmesine tanık olunacaktır.

Komünist Manifesto’da ikinci bölümde yeni toplumun olası alacağı yeni biçim olarak bir taslak yer alır. Burada, ana hatları ile üretim araçları ve toplumsal faaliyetlerinin kamusal nitelik almasından söz edilir. Bu kapsamda sayılanlar arasında, tüm bankaların devlet sermayesi ile oluşturulacak ulusal bankalar altında birleştirilmesi, devletin haberleşme ve ulaşımın çalışmalarını üstlenmesi, fabrikalar ve üretim araçlarının devletin elinde toplanacağından söz edilir. Bir bakıma Manifesto’nun bu bölümünde devletin kavramı geleneksel karşılığının dışında kullanılır; ve kuşkusuz bundan Marx’ın özgün olarak geleneksel devletten farklı biçimde tanımladığı proletarya devleti, ve Engels’in tanımladığı ortaklaşacılık anlaşılmalıdır.

Ancak şu kadarını söylemek gerekir ki, yeni toplum ile ilişkili böylesine açık bir tanımlama, Marx ve Engels’in çalışmalarında belki de ilk ve son defa yapılır. Gerçi Komünist Manifisto’da belirtildiği gibi, bunların bir öneri niteliğinde alınması gerekir. Yine de, Marx ve Engels, önlerinde proletarya devletinin niteliği ile ilgili mükemmel bir model sunan Paris Komünü’ne kadar bir daha böylesine kesin hatlarla açıklama yapmaktan kaçınırlar.[4]

Bu taslak listede, devletin geleneksel anlamı ile alınarak yeni toplumda da var olacağı kastedilmekteyse de, bunun yukarıda belirtildiği gibi, daha çok merkezi bir yapı, kamusal alan içinde yer alan bir başka birlik niteliği ile ele alındığı görülür. Nitekim, yeni toplumda yapılacak uygulamalarda sözü edilen devletten çok merkezi bir otoritedir. Bu anlayış, toprak mülkiyeti, eğitim, vs. gibi alanlarda otorite anlayışından da açıkça görülmektedir. Görüldüğü gibi burada bir kere daha, proletarya devletinde geçerli yönetim tarzı ile ilgili tam bir açıklık yoktur. Kuşkusuz, bu konuda yeterli açıklığın getirilmesi mümkün değildi; sınıf hareketinin ulaştığı düzey henüz o dönemde Marx ve Engels’e olayların bilimsel çözümlemesine imkan verecek düzeyde değildi.

Oysa Mark ve Engels, Avrupa’da komünizm hayaleti dolaştığının farkına varmışlardı. Bu hayaletin burjuvazinin yüreğine saldığı korkuyu bir Manifesto olarak duyurmayı düşündüler. Bu düşünce sistematiği, ister istemez kendi içinde bir bütünlük taşımalı, hedef göstermeliydi. Ama bu hedef henüz kesin hatları ile belirgin değildi. Böyle olmasına karşın, Komünist Manifesto’nun ikinci bölümünde taslak niteliğinde verilenler, bugün hala daha birçoklarının kafasını karıştırmaya devam etmektedir.

Marx ve Engels’in, Manifesto’da, yeni toplum ile ilgili olarak getirilen bu saptamalarının sadece bir yaklaşım olduğunu defalarca belirttiler. Paris Komünü sonrasında bu konuda kesin bir açıklığın elde edilmesine kadar tekrar geri dönüp, bunun üzerinde bir değişiklik yapma gereğini duymadılar. Komün ile getirilen açıklık, esas olarak yeni toplumda devletin niteliği ile ilgili idi. O zaman bile, geçen son yirmi beş yıl içinde bir çok değişikliklerin ortaya çıktığını ve bu doğrultuda bazı değişikliklerin yapılmasının düşünülebileceği belirtiliyor, ama ana hatları ile Manifesto’da verilenlerin doğru olduğundan hareket edilerek, Manifesto içinde ikinci bölüm sonunda yeni toplum için verilenlerin o kadar önem taşımayacağı, sonuç olarak burada öngörülen pratik önerilerin her ülkenin somut durumuna göre belirleneceği ifade ediliyordu. Her şeye rağmen, böyle bir değişikliğin kaçınılmaz olduğu, II. bölümün sonunda ileri sürülenlere özel bir ağırlık verilmemelidir. O kısım bugün bir çok bakımdan yeniden yazılması düşünülebilir biçimine açıklanır [5]. Burada anlatılanların, daha sonra Marksist düşüncenin gelişimi sürecine bakılarak, gerçekte acelece davranış olduğu ima edilir.

Her şeye karşın, Marx ve Engels, bu tarihi belgenin ilk biçimiyle kalmasında yine de doğru bulmazlar; sözü edilen bölüm içinde özellikle bir konuda değişikliğin kaçınılmaz olduğunu kabul ederler ve Komünist Manifesto’un 1872 yılındaki Almanca baskısına sadece ve sadece devlet konusunda, bu konunun çok önemli olması nedeniyle, bir düzeltme yapılmasını uygun görürler. Bu değişiklik ile, kısaca proletaryanın, kesinlikle burjuvaziden devralacağı hazır devlete güvenmemesi zorunluluğu belirtilir ve Manifesto’da II. Bölümün sonunda devlet için verilen önerilerin Paris Komünü deneyimi ışığında geçerliliğini yitirdiği söylenir.[6]

Görüldüğü gibi, devlet kavramı, Marx ve Engels’te son derece önemlidir. Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından sonra geçen zaman içinde, dünyada ve buna paralel olarak Marksizm’in teori ve pratiğinde çok köklü değişikliler olmuştur. Ama Komünist Manifesto, yayınlanmış şekli ile kitlelere mal olmuş tarihi bir belge niteliğindedir. Bu nedenle Marx ve Engels, zorunlu bile olsa, üzerinde değişiklikler yapılarak bu belgenin bütünlüğünün bozulmasını istemez. Buna karşın, tüm bunları bir yana bırakarak, Komünist Manifesto içinde sadece devlet konusunda kökten değişikliğe gitme gereği duyarlar.

Marx ve Engels’in burada, bilimsel tutarlılık açısından çok duyarlı davrandıkları bir konuda, yani gelecekte kurulacak yeni toplumun niteliği ile ilgili değişikliği her şeye karşın Komünist Manifesto içine dahil etmek istemeleri, bu değişikliğin önemini bir kere daha vurgular. Bunu kendilerinin de ifade ettikleri gibi, komünizmin Avrupa’da ortaya çıkışını belgeleyen bu tarihsel metnin bütünlüğünü her pahasına olursa olsun bozarak yaparlar. Belli ki bu husus, yani proletarya diktatörlüğünün biçimi, Menifesto’dan sonra çok sıklıkla gündeme getiriliyor. Paris Komünü deneyimi ışığında her seferinde olduğu gibi, burada da bir kez daha “burjuva devlet makinesinin parçalanması” gerektiğini belirtilir.

K. Marx, Fransa’da İç Savaş adlı eserinde, 18 Mart 1871 sabahı Komün Merkez Komitesinin artık proletaryanın kendi kaderini kendi eline almanın ve iktidarı fethetmenin kaçınılmaz olduğunu anladığını söyledikten sonra, “Ama işçi sınıfı, devlet makinesini olduğu gibi almak ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemez” diye yazar. Bu cümle, Paris Komünü'nün hemen ardından 1872 yılında Komünist Manisfesto’nun Almanca baskısına yukarıda deyinildiği gibi, her şeye rağmen ve aynen– ve olduğu gibi – düzeltme olarak aktarılır.

Komünist Manifesto içinde yapılan bu düzeltme olağanüstü önem taşır. Çünkü Marx ve Engels, Fransa’da Paris Komünü’ne kadar olan süreç içinde yaşanan tüm devrim hareketi içinde proletaryanın sınıf mücadelesi sonucu elde ettiği kazançların kalıcı olabilmesinin ancak böyle mümkün olabileceğini görmüşlerdi. Fransa’da, 1789 ihtilali sonrasında burjuvazi devrimci sınıf olarak sahneden çekilmiş ve bunun yerini proletarya almıştı. Engels’in dediği gibi, bu tarihten sonra Fransa’da bütün devrimler, kaçınılmaz olarak proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecekti. Öyle ki, zaferi kanı pahasına elde eden proletarya, elde ettiği bu kazancı koruyamıyordu; çünkü proletaryanın bu kazancı, kurulu toplumsal düzen bakımından kesin bir tehlike anlamını taşımaktaydı. Bu nedenle, işçilerin kanı pahasına kazanılmış her devrimden sonra, yani bir savaş patlak veriyor, her seferide proletarya, burjuvazinin devlet makinesi tarafından katliama tabi tutuluyordu.

1848 yılında da böyle olmuştu. Liberal burjuvazi, kendi çıkarları doğrultusunda reform talebine bulunmuş ve bunun için ayaklanırken, onun arkasında proletarya yer almıştı. Liberal hükümetin istediğini elde ettikten sonra muhalefet ile arasında bunalım patlak verince, işçiler bu sefer liberal burjuvaziye karşı sokak savaşına girmek zorunda kalmıştı. Sokak savaşları, eski toplumu yerle bir etti ve, ikinci cumhuriyet kuruldu. Ama işçiler silahlıydı ve kazançlarını koruma konusunda kararlıydı. Cumhuriyetçi burjuvalar, işçilerin taleplerini geri çevirmeden önce onları silahsızlandırmayı başardı. Bunun ardından proletaryaya verilen şeref sözleri unutuldu; yine de proletarya beş gün kahramanca savaştı ama sonra yenildi ve burjuvazi, öç alma konusunda ne kadar acımasız olduğunu bir kez daha gösterdi. Proletaryaya karşı Roma Cumhuriyeti'nin yıkılmasını hazırlayan iç savaşlardan bu yana eşi benzeri görülmeyen bir insan kıyımına girişildi.

K. Marx’ın Onsekizinci Brumaire içinde formüle ettiği “proletaryanın burjuva devletine karşı takınacağı tavır” olağanüstü önem taşır. 1848-49 devrimlerinden edindiği deneyim ile K. Marx, ilk defa muzaffer proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmekle yetinmemesi gerektiğini söyler. Fransa’da, askeri-bürokratik devlet aygıtının gelişmesini gözlemleyen K. Marx, proletaryanın aynı zamanda, burjuvazinin işçi sınıfı sömürüsünde bir araç olarak kullandığı bu aygıtı parçalaması gerektiğini söyler.

K. Marx’ın vardığı bu sonucu değerlendiren Lenin, bunun Komünist Manisfesto ile kıyaslandığında büyük bir adım olduğunu söyler. Lenin’e göre Komünist Manisfesto içinde devlet sorunu oldukça soyut ve çok genel ifadelerle yer almaktadır. Oysa K. Marx’ın proletarya devrimi ile ilgili yukarıda aktarılan tanımı, bu sorunu oldukça somut bir biçimde çözmektedir. Marksist devlet kuramı böylelikle çok temel bir sonuca varmış olmaktadır.

K. Marx da, daha sonra 1852’de Weydemeyer’e yazdığı mektupta, Onsekizinci Brumaire ile vardığı bu sonucun sınıf kavramı ve sınıflar arası mücadele konusunda tarihi nitelik taşıdığını belirtecektir. K. Marx, sınıfların varlığı ve sınıf mücadelesinin uzun zamandan beri bizzat burjuva tarihçileri tarafından tanımlanmış kavramlar olduğunu belirterek onun bütün yaptığı, bu sınıf mücadelelerinin belirli tarihsel aşamalar ile bağlantılı olduğu, bu mücadelenin kaçınılmaz olarak proletaryanın diktatörlüğü ile sonuçlanacağını ve bu ise tüm sınıfların ortadan kalkarak sınıfsız topluma geçişin başlangıcı olacağını söylemektedir.

1871 yılı 18 Mart sabahında ise tarih, bir kere daha silahlı proletaryanın “Vive la Commune!”[7] çığlığı ile uyanacaktı. Proletarya artık kaderini kendi eline almanın gerektiğini anlamıştır. İşte bu noktada K. Marx’, proletaryanın bu tarihi ayaklanışını yorumlar ve burada proletaryanın iktidarı ele geçirerek kendi geleceğinin zaferini sağlamasını yetmeyeceğini, bunu sağlaması için devlet makinesini kullanamayacağını belirtir[8]. K. Marx, bundan sonra özetle şöyle devam eder:

“Burjuvazi için sürekli ordusu, polisi, bürokrasisi, yargıçları, vs. gibi aşamalı bir iş bölümü planına göre oluşturulmuş devlet, burjuvazinin feodalizme karşı savaşımında güçlü bir silah olmuştur. Ne var ki, devlet içinde feodalizmin ortaçağ kalıntıları, senyörlük hakları, soyluluk üstünlükleri, taşra anayasaları gibi muazzam çıkarları kümelenmiş bulunuyor. Buna karşı burjuvazi, 1789 Fransız devriminin dev süpürgesi ile bütün bu geçmiş egemenlik kalıntılarını siler süpürür. Zamanla, modern sanayinin ilerlemesi sonucunda, emek ve sermaye karşıtlığı genişler ve devlet iktidarı, giderek sermayenin emek üzerindeki iktidarı, kendi sınıf egemenliğinin aygıtı haline gelir. Zamanla devlet iktidarının salt baskıcı niteliği ön plana çıkar. İşçileri, 1830 ve 1848 yıllarında bunun tam olarak ayrımına varamayacak, Paris proletaryasının Şubat devrimini ilan ederken yükselttiği “toplumsal cumhuriyet” çığlığı, sınıf egemenliğinin yalnız kralcı biçimini değil, ama kendisini kaldıracak bir cumhuriyet için duyulan özlemi dile getirecektir. Komün, bu cumhuriyetin olumlu biçimi olmuştur. Nasıl burjuvazi için 1789 devrimi, feodalizmin kalıntılarından kurtulmak ve egemenliğini tam olarak yerleştirmek için zorunlu idiyse, aynı şekilde Paris proletaryası da bu yolu izlemelidir.”

Marx, Paris proletaryasının kurtuluşunun devlet makinesinden tümüyle kurtulmasında yattığına işaret eder. Nitekim, Paris proletaryası, hızla bunu gerçekleştirir. 28 Martta Komün ilan edilir, ardından utanç verici “ahlak zabıtası” kaldırılır, 30 Martta askere alma ve düzenli ordu kaldırılır, tüm sağlıklı yurttaşların katıldığı Ulusal Muhafızlar tek silahlı kuvvet olarak ilan edilir, bir sömürü aracı olan emniyet sandıkları kaldırılır, din ve devlet işleri ayrılır, kilise malları ulusal mülkiyete dönüştürülür, laiklik kabul edilir, memurların seçimle göreve gelmeleri ve bu şekilde her hangi bir zamanda görevden ayrılmaları sağlanır, memur maaşları işçi ücretleri ile eşitlenir. Bütün bunlar, Marx’ın devlet makinesinin parçalanması anlamına gelen uygulamalardır.

Komün, yeni proletarya cumhuriyetinin yapısını da tümüyle yeniden şekillendirir. Komün'ün geliştirmeye zamanı bulamadığı kısa bir ulusal örgütlenme taslağı ile, Komün'ün en küçük kırsal yerleşme merkezlerinin bile siyasal biçimi olması ve kırsal bölgelerde sürekli ordunun, hizmet süresi son derece kısa bir halk milisi ile değiştirilmesi gerektiği açıkça ortaya konur. Her ilin kırsal komünleri, ortak işlerini ilin yönetim merkezindeki temsilciler meclisi aracılığı ile yönetecek ve bu il meclisleri de Paris’teki ulusal yetkililer kuruluna kendi temsilcilerini gönderecektir. Esas itibarı ile merkezi işlevlerin yerel düzeydeki yönetimlere aktarılması öngörülür. Merkezi hükümete kalan az sayıda, ama önemli görevler gerçeğe aykırılığı biline biline söylendiği gibi kaldırılmayacak, ancak komünal, yanı sıkı sıkıya sorumlu –görevliler tarafından yürütülecektir.

K. Marx, için çağdaş devlet iktidarını paramparça eden Komün’ü proletarya diktatörlüğünün ideal biçimi olarak değerlendirir. Onun ortaçağ komünlerini andırdığı, yada küçük devletler federasyonu oluşturma girişimi olduğu, devlet iktidarı karşıtlığı, haksız yere aşırı merkeziyetçilik karşıtı girişim olduğu eleştirilerini tümüyle reddeder. Tam tersine Komün'ün o güne kadar toplumun sırtından geçinen ve onun özgür hareketini kötürümleştiren asalak devlet tarafından emilen tüm güçleri toplumsal gövdeye geri verecektir. İşte K. Marx ve F. Engels Komünist Manifesto içinde, devletin parçalanması gerekliliği ile bunu anlatmak istemiştir.

F. Engels, Paris Komünü’nün 20. Yıldönümü vesilesi ile Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşları adlı eserinin Almanca üçüncü baskısında yer alan giriş yazısında Marx’ın tarafından geliştirilen teorik genellemenin önemine bir kez daha değinir. Açıktır ki K. Marx, bu çalışmasında Komün deneyiminden çıkan en özlü dersi çok zorunlu gördüğü için Komünist Manifesto içinde yansıtmış, burjuva devlet makinesinin parçalanması gerektiğini belirtmişti. F. Engels de bu önsözünde aynı çözümlemeyi sürdürerek, gerçek bir proletarya diktatörlüğü olan Paris Komünü'nün belki de ayakta kalamamasının tek nedeni olarak, asırlar boyu tüm insanlığa adeta batıl itikat gibi yerleşmiş, hatta modern çağda filozofların kafasındaki idealin gerçekleştirilmesi için Tanrının dünya üzerideki felsefi dile çevrilmiş saltanatı olan devletin nasıl bir kötülükler kaynağı olduğunu tam olarak anlaşılamamasının yattığını söyler. Gerçi komün, sınıf egemenliği savaşımında kalıt olarak aldığı bu makineyi hemen budamaya başlamıştı[9], ama hala daha Komün önderleri bu kalıtsal nitelikteki kötülüğün etkisinden kurtulamamışlar, o kutsal saygı nedeniyle, Fransız Bankasının kapıları önünde duraksamışlardı! Bu ayrıca çok ağır bir siyasal yanlışlıktı. Komün elindeki banka, on bin rehineden daha değerliydi.[10]

Nedense bu tür tanrısal korkular, halen daha tüm boyutları ile devam ediyor. Proletarya diktatörlüğünü Marksizm'in temel öğretisi olduğunu unutanlar, Fransız devrimi sonrası 1830, 1848 ve son olarak 1871 devrimlerinde devrimin öncülüğünü yapan proletaryanın burjuvazinin ihaneti sonucu tarih boyunca görülmemiş bir katliam ile kitle halinde imha edildiğini unutarak proletarya diktatörlüğünün proletaryanın en meşru savunma hakkı olduğunu unutuyorlar. Nasıl sosyal demokrat hamkafa proletarya diktatörlüğünden söz edildiğini duyunca hidayete erdirici bir korkuya kapılıyorsa,[11] aynı şekilde proletarya diktatörlüğünün gücü, Paris Komünü'nde olduğu gibi, tüm iktidarın sıkı sıkıya elde tutulmasından, ve bunun için burjuva devleti ters yüz edip kullanmaktan değil, ama böyle düşündüğü halde, iktidarı ele geçirdiğinde bunun tam tersini yapan Blankistlerin yaptığı gibi, Paris Komünü'nün yerel komünlerin gücüne temellendirilmesinden, ya da Rusya’da devrim sonrasındaki ancak ilk bir kaç ay süre ile gözlenebildiği gibi, tüm proletarya iktidarının fabrika komiteleri temsilcilerin oluşturduğu yerel Sovyetlere dayandırılmasında olduğu gibi, proletaryanın kendi gücünden kaynaklandığını unutuluyor.

Lenin ve Proletarya Diktatörlüğü Lenin’in üzerinde en çok tartışılan eserlerinin başında gelen Devlet ve Devrim adlı eseri, esas olarak iki yönü ile öne çıkar. Birincisi, Marx ve Engels’in, sosyalist ve komünist toplumun örgütlenişi hakkında Komünist Manifesto’dan başlayarak Paris Komünü deneyimine kadar söylediklerini özetler, son olarak Marx’ın Paris Komünü’nün 20. yıl dönümü vesilesiyle Fransa’da İç Savaş’ın Almanca üçüncü baskısında, Engels’in Komün’den sonra geçen yirmi yıllık gelişmelerin kısa bir değerlendirmesini aktarır. Bununla kalmaz, Mark ve Engels’in proletarya devleti hakkındaki düşüncelerinin gelişimini onların somut gelişmeler bağlamında evrimini çizer.[12]

Eylül 1917 tarihini taşıyan Devlet ve Devrim’in ikinci özelliği, Lenin’in artık çok yakın bir tarihte gerçekleşmesi an meselesi olan proletarya devletinin biçimi ile bağlantılı bir arayışını içeriyor olmasıdır. Lenin’in bu çalışması içinde onun için çoğu zaman bir olduğu gibi, devrim sürecinin pratik dönüm noktasını oluşturan bir aşamada karşı karşıya kaldığı kuramsal ve pratik sorunları çözme amacını taşımasıdır. Ama bu sefer karşılaştığı pratik sorun, o zamana kadar karşılaştıklarından hepsinden daha büyüktür: Rusya’da devrim artık kaçınılmaz bir ivme ile gelişmektedir. Ama Rusya topraklarında devrimin karşı karşıya kaldığı sorunlar, işçi sınıfı hareketinin uzun zamandır tarih sahnesine çıktığı ve önemli aşamalar kaydettiği Avrupa’da olduğu kadar net ve belirgin değildir. Ne var ki, Rusya devrime daha yakın görünmektedir ve bu da devrimin öncülerinin göreceli olarak puslu da olsa bu yolda ilerlemelerini gerektirmektedir. Burada da Lenin, devrimin eli kulağında olmasına ve genel olarak devrimi yapacak proletaryanın tam olgunlaşmamış ve halkın henüz küçük bir kesimini oluşturması sorununu aşma çabası içindedir. Lenin’in bu koşullar altında belli zorlamalara ve sübjektif değerlendirmelere girmesi kaçınılmaz görünmektedir. Nitekim, bunu devrim arifesinde Lenin’in düşüncesinde Devlet ve Devrim içinde yansıdığı görebilmek mümkündür.

Mark ve Engels, proletaryanın mevcut devlet gücünü onu olduğu gibi kullanmak için ele geçirmekten çok, bu devlet gücünü ordusu, polisi ve bürokrasisi ile dağıtıp, parçalayıp yerine kendi devletini, proletarya devletini koyması gerektiğini söyler. Proletarya devleti ile ne kastedildiği de Komün örneğinde olduğu gibi düzenli ordu ve polis yerine, silahlı proletaryadan oluşan milis kuvveti, bürokrasi yerine de seçimle işbaşına gelen ve işçilerle aynı koşullarda olacak seçilmiş memurlar tanımı yapılır. Görüldüğü gibi, Marx ve Engels burada proletarya devleti için geleneksel burjuva devletinden çok farklı bir örgütlenme biçimi önermektedir.

Ama Lenin bu konuda farklı düşünür. Lenin, Marx ve Engels’in geçiş döneminde esas olarak burjuvazinin saldırılarına karşı koymak için zorunlu olduğunu belirttikleri proletarya devleti kavramını fazlası ile öne çıkartmaktadır. Devlet ve Devrim içinde bu konuda şunları söyler: “Kapitalizme karşı mücadelesinde proletarya, cumhuriyetçi burjuvazi de dahil, tüm burjuvaziyi, onun ordusunu, polisi ve bürokrasisi ile birlikte ezer, atomlarına ayırır ve yeryüzünden siler ve onun yerine, tüm halkın katıldığı milis gücü niteliğinde silahlı işçilerden oluşan devlet makinesini ama sonuçta yine bir devlet makinesini niteliğinde olan daha demokratik devlet makinesini geçirir”.[13]

Lenin, bu eserinde sık sık “zora dayanan devrim” kavramı üzerinde durmaktadır. Marx ve Engels proletarya diktatoryası kavramı içinde zor unsuruna deyinir, ama bundan Lenin’in söylediği gibi burjuvazinin ezilmesi, atomlarına ayrılması ve yeryüzünden silinmesi anlamı çıkartılamaz. Burada Lenin’in yaptığı tanımlama ve onu dile getiriş biçimi, farklı bir yaklaşımı sergiler. Mark ve Engels’in önerilerinde zor kavramı kesin olarak görecelidir; bir başka deyişle, kapitalizmin vadesinin dolduğu ve burjuvazinin ülkeyi yönetemez duruma geldiği andan itibaren proletaryanın önü açılmış demektir. Ama bu yetmez. Proletarya, egemenliği ele geçirmek için son müdahaleyi yapması, devrimi gerçekleştirmesi gerekir. Bundan sonrası, Marx ve Engels’in tanımlaması ile, tümüyle devrimin karşı karşıya kaldığı somut koşullarla belirlenecektir. Bunun için Paris Komünü, Şubat ve Ekim devrimi çok zengin ipuçları sağlar. Hepsinin ortak yönü, devrimin burjuvazinin tükenmesi ve işçi sınıfının proletarya devletini kurma iradesidir. Bu irade, Komün ve Sovyetlerin oluşturulması ile kendini gösterdi. Silahlı proleterlerin oluşturduğu Komün ve Sovyetler, her üç durumda proletarya devletinin somutlaşması, devrimin gerçekleştirilmesi anlamını taşıdı. Bundan sonra devrim, silahlı proletaryanın gücü ile yoluna devam etti.[14]

Lenin, “zora dayanan devrim” konusunda bir yerde şunları söyler: "Burjuva devleti, genel kural olarak zora dayanan devrim ile sona erdirilebilir. Bunun kaçınılmazlığı yürek pekliği ile açıkça Felsefenin Sefaleti ve Komünist Manifesto’da yer alır. Marx’ın Gotha Programını eleştirisini de unutmayalım. Tüm Marx ve Engels’in teorisinin temelinde kesin olarak böylesi zora dayalı devrim anlayışının kitlelere sistematik olarak benimsetilmesi zorunluluğu yatar. Kautkist eğilimlerin temelinde bu propaganda ve ajitasyonun ihmal edilmesi yatar.”[15] Ne var ki, Marx ve Engels’in teorisinin temelinde zora dayanan devrimin yattığını, sadece yatmakla kalmayıp bunu kitlelere ısrarlı bir biçimde propaganda yapılması ve ajite edilmesi gerektiğini kabul etmek mümkün değildir. Zor kavramı, Marx ve Engels’in eserlerinde hiç yok demek değil, ama Lenin’in yukarıda sözünü ettiği eserlerde, tam olarak devrimi zorunlu “zor” kavramı ile bağdaştıran yalnızca Komünist Manifesto’da, o da yalnızca iki yerde var. İlkinde, devrimin o zora dayanan, parıltılı anı geldiği noktada denilirken, burada zorun kimin tarafından uygulandığı belirsizdir. İkincisinde açıkça, burjuvazinin zora başvurularak devrilmesinden söz edilir.[16] Ama bunun dışında Marx ve Engels’in ısrarla durduğu konu burjuvazinin esas olarak kurumsal niteliği ile tasfiye edilmesi, varlığına son verilmesi, ortadan kaldırılması, vs.’dir. Kuşkusuz burada zor de gerekecektir. Ama sadece zor yetmez; ama daha önemli olan, proletaryanın burjuvazinin egemenliğine alternatif olabilecek toplum düzenini kurabilmesi becerisidir. Bunun bileşenlerinden biri de, proletarya devletinin sadece ve sadece burjuvazinin düşmanlıklarını zor kullanarak engellemek amacıyla ve sırf buna yönelik örgütlemesidir. Marx ve Engels, bu iki örnek dışında devrimin zora dayanan yönünü öne çıkarmaz. Bunu kabul etmediklerinden, yada böyle bir tutumu sakıncalı gördüklerinden değil, kesinlikle. Ama, Marx ve Engels’in asıl ilgilendiği, Lenin’den farklı olarak, burjuvazinin artık çağdışı kalması sonucu ülkeyi yönetememesi, öte yandan proletaryanın egemenliği eline geçirmesi iradesini gösterebilmesidir.

Lenin’in devrimci zor kavramını tüm Marksizm öğretisinin temel anlayışı düzeyine yükseltmesi, bir anlamda proletaryanın devrim sonrası geleneksel burjuva devleti ve egemenliğine karşılık gelen görevlerini geleneksel devlet örgütlenmesi dışında kendine özgü demokratik örgütlenişi içinde – biri dışında, o da burjuvazinin saldırılarını zora başvurarak karşı koyacak proletarya devleti dışında – göz ardı etmekte, bunu proletarya devleti sorumluluğuna vermektedir. Nitekim, Lenin, şöyle demektedir: “Devlet “özel baskı gücüdür. Burjuvazinin proletaryayı egemenlik altına alan “özel baskı gücü” – burjuva devleti- proletaryanın “özel baskı gücü” – proletarya devleti- ile yer değiştirmelidir.”[17]







spartakus  |  Cvp:
Cevap: 4
12.12.2014- 01:19

Lenin, burjuva demokratik devletini yıkan proletaryanın onun yerine, daha demokratik nitelikte de olsa, sonuç olarak yine bir başka devlet makinesini getirir derken, Marx ve Engels’in proletarya devletinin gerçekte bir devlet niteliğinde olamayacağı hakkında söylediklerini unutmuş görünüyor.[18] Marx ve Engels’in Paris Komünü’den ve Komünist Manifesto’da yapılan düzeltmeden sonra, öteden beri üzerinde durdukları proletarya devletinin niteliği ve oluşumu konusunda çok ihtiyatlı davranırlar. Engels, proletarya devrimden sonra da devlete gereksinim duyacaksa, bunu özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için uygulayacaktır. Bu nedenle devlet kelimesinden çok, Fransızca komün yerine geçecek ortaklaşacılık demenin daha doğru olacağını, programda devlet kelimesi yerine bunun kullanılmasını öneriyoruz, der. Biz derken, o sırada birlikte olduğu Marx’ı kasteder.

Böyle olmasına karşın, Ekim devrimi öncesi arayışı içinde olan Lenin, devleti devrim sonrasında eski biçimiyle yeniden gündeme getirir. Lenin bununla da kalmaz, bu katkısını bir adım daha ileri götürür, şöyle devam eder: “Komünizm döneminde belli bir süre yalnızca burjuva yasaları geçerliliğini korumaz; aynı zamanda burjuvasız burjuva devleti de varlığını sürdürür!”[19] Açıktır ki, Lenin artık aradığını bulmuştur! Rusya proletaryası, artık öteden beri söylendiği gibi, devleti yeniden kurma zahmetine katlanmayacaktır. Nasıl olsa, böyle bir burjuva devleti vardır. Hem, Rusya kapitalizm açısından az gelişmiş bir ülke olarak değerlendirildiğine bakılarak, bunun zorunlu bile olduğunu söylemek mümkündür.

Lenin’in böyle bir sonuca nasıl vardığı, tek başına yukarıda verilen ayrıntıdan anlaşılıyor. Devrim ile birlikte sistemin işleyişinde bıçak gibi kesilme söz konusu olamaz, eski sistemin burjuva yasaları devam eder, demek ki, burjuva devleti de devam etmelidir. Ama bu gerekçesini şu şekilde destekler Lenin: “Komünizmin ilk evresinde, kapitalizmin kalıntılarından tümüyle kurtulmak mümkün olmaz. Bu yüzden, komünist rejimde, bu rejimin ilk evresinde “burjuva hukukunun sınırlı ufku” korunur. Kuşkusuz, burjuva hukuku, tüketim nesnelerinin bölüşümü bakımından, zorunlu olarak bir burjuva devlet’e dayanır; çünkü, koyduğu kurallara uymaya zorlamaya yetenekli bir aygıt olmaksızın, hukuk hiç bir şey değildir.”[20]

Lenin’in bu katkısı ve onu bu sonuca götüren gerekçeler üzerinde durmadan, onun önerisinde sosyalist ya da komünist toplumda, burjuva devletinin nasıl söneceği ve yok olacağının yer almadığını hatırlatmak yeterli olacaktır. Oysa Marx ve Engels’in önerisinde bu çok açık ve oldukça anlaşılır niteliktedir: Proletarya devleti, sadece ve sadece düşmanı burjuvaziyi baskı altına tutmak (onu ezmek veya atomlarına ayırıp yeryüzünden silmek için değil) örgütlenecektir. Bu baskı altında burjuvazinin doğal olarak çözülmesi sürecine paralel olarak salt bu amaçla kurulmuş olan proletarya devleti de, bu şekilde sınıfların yok olması ile kendi doğal çözülme sürecine girmiş olacaktır.

Marx ve Engels’in devlet ve proletarya devleti – ortaklaşacılığı- üzerinde çok duyarlı Paris Komünü ile edindikleri zengin deneyim yanı sıra Engels’in devlet konusunda yapmış olduğu kapsamlı çalışmalara dayanır. Engels, bu çalışmalar sonucunda devletin çok özgün bir niteliği üzeride durur ve şunları söyler: “Toplum, kendisinden vazgeçemeyeceği bazı ortak görevler yaratır. Bu görevlere atanan kişiler, toplumun bünyesinde, işbölümünün yeni bir dalını meydana getirirler. Böylece, söz konusu kişiler, kendilerine vekillik verenlerin karşısında da bir takım özel çıkarlar elde ederler ve onların karşısında bağımsızlaşırlar.”[21]

Sömüren sınıfların sömürülen sınıflara olan egemenliği hiç de yabana atılmayacak bir karşılık ile temin edilebilmektedir; devlet giderek hizmet verdiği sömürücü sınıflardan bağımsızlaşabilmektedir.[22] Engels, bu karşılığın hiç de yabana atılamayacak kadar kapsamlı olduğunu aktarıyor. Bir kez bağımsızlığını elde eden bu güç, toplumda egemen sınıflar arası çelişkilerden yararlanarak kendi özgücüne kavuşan yeni siyasal güç haline gelir. Öyle ki, devlet iktidarı – bağımsız güç olarak – ekonomik gelişme üzerinde yapıcı etki yapabildiği gibi, bu gelişimin tersi yönde etkide bulunur. Öyle ki, kimi zaman gelişme yollarını tıkar; toplumu iflasa sürükler. Bazı durumlarda gelişmeye ağır zararlar verir ve yığınla enerji ve malzemenin çar çur edilmesine yol açar.

Engels’in de belirttiği gibi devlet, sahip olduğu bu güç ve göreceli bağımsızlık ile, burjuvazinin egemenliği için tehlike oluşturabilecek nitelik kazanabilir. Şüphesiz, burada altı çizilmesi gereken nokta, proletaryanın burjuva egemenliğine son verilmesi için onun egemenliğini temsil eden devletin burjuvazi için de tehlikeli olabilecek bu özgün niteliğini, onun burjuvaziden bağımsız olma özelliğini de göz önünde bulundurması gerektiğidir. Devletin bu bağımsız niteliğinin, burjuvazinin artık derin bunalımlarını simgeleyen emperyalist dönemde çok daha belirgin olarak ortaya çıktığı görülüyor. Devlet burada, kapitalizmi ayakta tutabilme amacıyla eskisinden çok daha güçlü bir konuma gelmiştir. Bu şekilde, emperyalist dönemde devlet, burjuvazinin sınıf egemenliğinin ayakta tutan ordusu, polisi, bürokratı yanı sıra, aynı zamanda içine kapitalizmin bunalımını denetleyici ve düzenleyici işlevi üstlenen kadroların oluşturduğu geniş bir orta sınıf temeli üzerinde yükselir hale gelmektedir. Engels, burjuvazi, kendi egemenliğini temsil eden devlet ile birlikte, aynı zamanda tarih sahnesine devleti etten kemikten temsil eden orta sınıfın sahneye çıktığını söyler. O zaman da işçi sınıfının, yalnızca burjuvazinin egemenliğine son vermekle kalmayıp, aynı zamanda devleti bir noktadan sonra sırf kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda ve en alçak yöntemlerle kullanan orta sınıf ile mücadele etmek durumunda kaldığını göz önünde bulundurmak gerekir.

Marx, burjuva devletini, onun tüm kurumları ile birlikte ortadan kaldırılması üzerinde ısrarla durması bu bakımdan da önemlidir. Devletin görece bağımsızlığından sonuna kadar yararlanan orta sınıflar, proletarya için başlı başına bir tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenledir ki Marx, Paris Komünü’nün, ilk uygulama olarak daimi orduyu lağvetmesi ve bunun yerini behemehal silahlı halkın almasını alkışlamaktadır. Bizatihi Komüncüler, kentin çeşitli bölgeleri temsil için seçilmiş, çoğunlukla işçi sınıfından gelen ve kısa süreli görev için atanmış ve herhangi bir anda görevine son verilecek Komün üyelerinden oluşur. Polis merkezi hükümetin adamı olmaktan çıkartılır, her an görevden alınabilecek nitelikte Komün hizmetine verilir. Aynı şey, bütün idari kademelerde bulunan devlet memurları için de geçerlidir. Komün temsili nitelikte, yani parlamenter organ olmaktan çok, aynı zamanda yürütme ve yargıdan sorumlu çalışan bir organdır. Komün üyelerinden başlayarak, bütün devlet memurları, işçilerle aynı ücreti alır. Yalnızca kent yönetimi değil, ama, devletin elinde olan her türlü yetki, Komün'e devredilir!

Devletin Tasfiyesinin Kaçınılmazlığı

Engels’in yapmış olduğu kapsamlı çalışmalar devlet ile orta sınıf özdeşliğini açıkça sergiler. Devlet örgütlenmesi içinde toplumda belirli kesimi halkın üzerinde bir konuma çıkartan görece elverişli, rahat ve saygın görevler dağıtılır. Dağıtılan bu görev, ordusu, polisi ve memuru ile burjuvazinin egemenliğinin temsil edilmesidir. Kuşkusuz, burada altı çizilmesi gereken nokta, burjuva egemenliğine son verilmesinin yeterli olmayacağıdır. Çünkü, sayıca çok az olan burjuvazi, egemenliğini burjuva demokrasisi içinde meşru olarak temsil etmesi için devlet ile birlikte, onu devleti etten kemikten temsil eden geniş bir asalak orta sınıf ile ittifak yapmak zorundadır. Bu nedenle, işçi sınıfı bir taraftan burjuvazinin egemenliğine son verirken, aynı zamanda devleti oluşturan orta sınıf ile mücadele etmek durumundadır.

Belirli koşullar altında birbirleri ile sürekli mücadele içinde olan burjuvazi ve proletarya arasında kimi zaman sözde aracı konumunda bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur. Bir bakıma, burjuva egemenliğini yansıtan devlet, yukarıda Engels’in de değinmiş olduğu gibi, sahip olduğu bu güç ve göreceli bağımsızlık ile, burjuvazinin egemenliği için tehlike oluşturabilecek nitelik kazanabilir. Engels, buna örnek olarak Fransa’da Bonapart, Almanya’da Bismark’ı gösterir. Devlet, bu görece denge içinde adeta tarafsız, sınıflar üstü ve her şeyden önemlisi de, Bonapartist nitelik kazanır. Bu durum, proletaryanın mücadelesinde çok farklı bir nitelik kazandırır. Devleti oluşturan ve burjuvazinin egemenliğinin temsil görevini üstlenmiş orta sınıfların burjuvazi ile yapmış oldukları işbirliğini kırmak ve orta sınıfları burjuvaziden izole etmek mümkün olmaz. Bonapartist nitelikteki devlet içinde orta sınıflar da, aynen üretim araçlarına sahip olan burjuvazi gibi, proletaryanın karşısına dikilir, onunla dişe diş mücadeleye girişir.

Bütün bunlar, Marx ve Engels’i, burjuva devletinin tek tek her kurumunu, ordusundan memuruna kadar, hatta ne kadar ulusal ve saygın nitelik taşırsa taşısınlar, Paris Komünü örneğinde olduğu gibi, ulusal bankaları da dahil tasfiye edilmesi, dağıtılması gerektiğini söyler. Engels, vaktiyle sınıfların ne kadar kaçınılmaz biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar da kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacağını söyler; bunlarla birlikte devlet de aynı şekilde kaçınılmaz birlikte yok olacaktır. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, tüm devlet makinesini bundan böyle kendine layık olan yere, bir kenara atacaktır: asar-ı antika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına”
_____________________________

[1] K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, ikinci Baskı, Sol Yay., Mayıs 1976, s.41.

[2] Sosyalizm eşittir devletçilik basitleştirmesini kullananlar, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da proletarya devlet için yaptıkları tanımlamayı çoğu zaman yanlış kullanırlar: “Proletarya, politik üstünlüğünden, sermayeyi burjuvaziden dilim dilim koparıp almak için, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve olabildiğinde hızla, üretici güçlerin miktarını çoğaltmak için yararlanacaktır.”, K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, Bilim ve Sosyalizm Yay., S. 51. Burada verilen biçimiyle, üretim araçlarının devletin mülkiyetine geçmesi diye bir şey kesinlikle söz konusu değildir. Burada, üretim araçlarının proletaryanın egemenlik örgütünün elinde toplanması, kontrolüne geçmesinden söz edilir. Esasında, bu tanımlamada bir mülkiyet ilişkisine deyinilmez.

[3] F. Engels, Bebel’e yazdığı mektupta, devlet konusunda, “sosyalist düzenin kurulması ile devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmesine” hala daha halkçı devlet konusunda ısrarlı olan anarşistler eleştirir. Engels, devamla, devletin salt düşmanları bastırmak için geçici olarak yararlanılacak bir kurum olduğunu söyler. Daha sonra Marx ile birlikte devlet yerine komün veya Almanca topluluk anlamında Gemeinwesen kelimesinin kullanılmasını önerdiklerini belirtir. K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programları..., s. 136.

[4] K. Marx ve F. Engels, esas olarak komünizm üzerine kehanette bulunmaktan çok, kapitalist sistemi çözümleme ve onu anlamaya odaklanmışlardı. Bu çabaları da kuşkusuz tümüyle ona alternatif komünist toplumun biçimlendirilmesi amacınını taşıyordu. Sadece hayal ettikleri bir dünya yaratmak çabasında olan ütopyacılardan farklı olarak, komünist toplum hedeflerini kapitalist toplumun gerçekleri üzerine inşa etmekti bütün amaçları. Ama, yeri geldiğinde, örneğin, Komünist Manifesto’da olduğu gibi, komünist toplum beklentilerini dile getirmekten çekinmeyeceklerdi. İşçi sınıfının enternasyonal mücadelesinin ilk aşamalarında onlara bir komünist toplum hedefi göstermemek olmazdı. Komünist Manifesto’ta komünist toplumla ilgili anlatılanlar, büyük ölçüde onların böyle bir toplumun sahip olması gereken özellikleri için bir beklentiden öte geçmeyecekti. Ne zaman ki, Paris Komünü ile karşılarında canlı bir proletarya diktatörlüğü örneği ile karşılaştılar, işte o zaman beklentilerine göre değil, ama somut gelişmelere dayalı formüle edilmiş bir komünist toplum önereceklerdi. Ne var ki, K. Marx, F. Engels pratisyen olmaktan öte, kuramcıydılar da. Yani, tarihsel gelişmeleri içinde bulundukları koşulları değerlendirerek kestirebilirler, ya da, Komünist Manifesto ile yapıldığı gibi, somut biçimiyle verilmemiş de olsa, en azından komünist toplumun dışlayacağı yapıların ne olduğu hakkında önceden kesin nitelikte yargılara varabilirlerdi. Örneğin, 1848-49 devrimi sonrasında, Frasa’da Bonapartist darbenin enine boyuna ele aldığı Onsekizinci Brumaire adlı eserinde K. Marx, burjuva devletin niteliğini enine boyuna değerlendirdikten sonra sunları söyleyecekti: “Proletarya devrimi, tümüyle farklı tipte bir güce gerek duyacaktır ve bu hiç de onun emekçi kesimlerin sömürü mekanizması niteliğine dokunmaksızın mevcut burjuva devlet makinesini ele geçirmekle sınırlı kalmayacaktır. Bu nedenle, proletarya devrimi, bütün gücü ile burjuva devrimini dağıtmaya yöneltmelidir.” Lenin, K. Marx’ın bu saptaması ile ilgili ilginç bir yorum getirir: “Komünist Manifesto içinde yer alanlar ile kıyaslandığında, bunun Marksizm’de muazzam bir aşama olduğunu belirtmek gerek. Komünist Manifesto’da devlet sorunu esas olarak çok soyut bir biçimde ele alınmıştır. K. Marx’ın bu saptaması ise bu sorunu çok daha somut olarak ele almakta, buna kesin ve pratik çözüm getirmektedir. K. Marx’ın dediklerine kulak vermeliyiz: Şimdiye kadar olan devrimler, devlet mekanizmasını mükemmelleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Oysa, asıl yapılması gereken onu paramparça etmektir.” V.İ. Lenin: Toplu Eserler, Cilt 25, s. 411.

[5] K. Marx, F. Engels, e.g.e., s. 8

[6] “... Modern sanayinin son yirmi beş yıl içindeki hızlı gelişmesi ve onunla birlikte işçi sınıfı partisinin gelişen örgütlenmesi; Şubat Devriminin ve ondan daha önemlisi, ilk kez olarak proletaryanın politik egemenliği iki ay elinde tutmuş olduğu Paris Komünü’nün pratik deneyimi karşısında, bu programın bazı ayrıntıları artık eskimiştir. Paris Komünü, özelikle bir şeyi, işçi sınıfının hazır bir devlet mekanizmasını eline geçirip onu kendi amaçları ile kullanmakla yetinemeyeceğini kanıtlamıştır...” K. Marx, F. Engels, e.g.e., s. 8.

[7] Yaşasın Komün!

[8] Muzaffer proletarya için burjuva devlet makinesini kırma zorunluluğu üzerindeki Fransa’da İç Savaş’ta ortaya konan ve buradan Komünist Manifesto’nun 1872 yılı Almanca baskısına aktarılan tez, ilk olarak Luis Bonarapte’ın 18 Brumaire’si içinde dile getirildi.

[9] F. Engels’in bu sözü (K.Marx, Fransa’da İç Savaş, İkinci Baskı, Sol Yay., s. 19), K. Marx’ın proletarya diktatörlüğünün devleti kısa süre için burjuvaziye karşı savaşımında araç olarak kullanmalıdır (K. Marx, Gotha ve Erfurt Programları) sözüne açıklık getirmesi bakımından çok önem taşımaktadır. F. Engels, Paris Komünü’nün kendisine kalıt devletin en zararlı yerlerini hemen budadığını söylüyor. Ordunun lağvedilmesi ve devlet memurlarının seçim ile görevlendirilmesi ve memur maaşlarının işçi ücretleri ile eşitlenmesi Komün’ün ilk uygulamaları arasındadır. Öyle anlaşılıyor ki, K. Marx’ın sözünü ettiği süre çok kısa tutulmalıdır ve bir şer odağı olan devletin yeni dönem ile birlikte derhal tasfiye edilmesi kaçınılmazdır.

[10] Marx ve Engels, daha en başından beri Paris Komünü'nde yönetimi Proudhoncu ve Blankistlerin oluşturduğunun farkındadır. Blankistler, proleter devrimci içgüdüsüne sahiptiler ve aralarından ancak küçük bir bölümü, Alman sosyalizminden haberdardır. Proudhoncular ise, küçük köylülük ve zenaatçiliğini temsil eden sosyalistlerdir. Bunlar, Komün'ün eksikliklerini ve Fransız Bankasının kapıları önünde devlete karşı duydukları kutsal saygıyı açıklar. Her şeye rağmen, komploculuk okuluna özgü sıkı bir disiplinle bağlı Blankistler, anlaşılmaz bir şekilde gerçekten ulusun kendisi tarafından kurulacak ulusal bir örgütlenme çağrısı yaparlar. Ordu, siyasal polis ve bürokrasinin alaşağı edilmesini sağlayan da işte bu gücün ta kendisidir. Şimdiye kadar olan biçimiyle devlet gücünün parçalanması ve yerine gerçekten demokratik Komün'ün geçmesi, yanlışlardan kalkarak şaşmaz bir şekilde doğruları bulan Blankizm ve Proudhonculuğun da sonunu getirecektir. Her şeye karşın Engels, Paris Komünü hakkında August Bebel’e Ekim 1884’te yazdığı bir mektupta şunları söyleyecektir: “Üç ay boyunca, hem de Paris gibi bir yerde, dünyayı yolundan çevirecek şekilde iktidarı elinde tutan Komün, bir taraftan eski sosyalizmin mezarını, aynı zamanda da yeni uluslararası komünizmin beşiğidir” (K. Marx, Fransa’da İç Savaş, Sol Yay., II. Baskı, s. 156.)

[11] F. Engels, Paris Komünü 20. Yıldönümü için, 18 Mart 1891.

[12] Lenin, bu alanda Marksist öğretinin özetlemesini oldukça sağlıklı yapar. Öyle ki, Komünist Manifesto’nun 1872 yılındaki Almanca baskısındaki önsöz içindeki değişikliğin önemine deyinir ve Komünist Manifesto’yu okuyanların çoğunun bu değişikliği ve bunun önemini görmediğini söyler. Ne var ki Lenin, Marx’ın proletarya egemenliği ile devlet kavramının uzaktan yakından ilgisi olmadığı ve proletaryanın devlet makinesini her ne pahasına olursa olsun parçalanması gerektiği konusundaki uyarılarının farkındadır; ama Sovyetler Birliği içinde bunu başaramayacaktır.

[13] V. Lenin, State and Revolution, Seçme Eserler, cilt 25, s. 381-490.

[14] “24 Ekim 1917 gecesi, zor kullanılmadan, dirençsiz ve hemen hemen tek kurşunsuz geçip gitti. Gerçekten bu devrim miydi? Ertesi sabah erken saatlerde belli olmuştu ki, gerçekten devrimdi: Hükümetin tüm görevini geçici şekilde yüklenen Sovyet Devrimci Askeri Komite imzalı bülten sokak duvarlarına asılmış bulunuyordu. Bu bülten, yeni rejimin bir çeşit doğum belgesidir. ”, François-Xavier Coquin, 1917 Rus Devrimi, May Yay., s. 123.

[15] V. Lenin, State and Revolution, Seçme Eserler, cilt 25, s. 381-490.

[16] Lenin’in burada söylediklerinin geçerliliği kuşkuludur. K. Marx’ın Felsefenin Sefaleti adlı eserinde zora dayalı devrim unsurunu ancak satır aralarında bulmak mümkün. Bu, biraz da proletaryanın devrim hareketi ve onun niteliğini hakkında Marx’ın başvurulacak en son eserlerinden biri olmasından kaynaklanır. Ama en fazla işçi sınıfının tarihsel uzlaşmazlığı ile ilgili olarak söylenenler olarak şu açıklamalar yer alır: “Ezilen sınıfın kurtuluşu demek, yeni bir topumun yaratılması demek olmaktadır böylece. Ezilen sınıfın kendini kurtarabilmesi için, o ana dek elde edilmiş üretici güçlerle varolan toplumsal ilişkilerin artık yan yana olmamaları gerekir... Burjuva düzeninin kurtuluş yolu nasıl tüm katman ve zümrelerin kaldırılması olduysa, işçi sınıfının kurtuluş koşulu da bütün sınıfların kaldırılmasıdır”.... İşçi sınıfı, uzlaşmaz karşıtlıklarını dışta bırakacak bir birlik koyacaktır ve bu anlamıyla politik iktidar diye bir şey kalmayacaktır.... Bu öylesine bir mücadeledir ki, en yüksek ifadesine götürüldüğünde, toptan bir devrim olur... Ancak sınıfların ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının artık bulunmadığı bir düzende toplumsal evrimler, politik devrimler olmaktan çıkacaklardır. O zamana dek, toplumun her genel yeniden altüst oluşunun arifesinde, toplumsal bilimin son sözü hep şu olacaktır: Le combat ou la mort: la lutte sanguinaire ou le néant. C’est ansi que la question est invinciblement posée (G. Sand) – Ya savaş, ya ölüm, ya kanlı mücadele, ya yok olma. Sorun işte böyle amansızca konulmuştur.” Bunların dışında, Marx ve Engels’te zora dayalı devrimin Marksizm'in temel yasası olduğunu belirten herhangi bir tanımlamaya rastlanmaz.

[17] V. Lenin, State and Revolution, Seçme Eserler, cilt 25, s. 381-490.

[18] R. Luxemburg’da, bu konuda Lenin’i eleştirir ve şunları söyler: “Lenin, “Devlet ve Devrim: Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş” adlı eserinde, şöyle diyor: “Burjuva devleti, işçi sınıfı için bir baskı aracını işlevi görür; sosyalist devlette ise burjuvazi için bir baskı aracı olacaktır.” Bu şekilde Lenin, sosyalizmi bir bakıma baş aşağı çevrilmiş bir kapitalist devlet olarak tanımlamış oluyor. Ama bu basitleştirme, temel bir hususu gözden kaçırıyor: burjuva sınıfının halkın tümünü politik eğitim ve öğretimden geçirmesine gereksinimi yoktur, yada bunu çok sınırlı ölçüde tutması mümkündür. Oysa, proletarya diktatörlüğünün var olabilmesi için bu husus hayati önem taşır.”

[19] V. Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 109.

[20] V. Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 108.

[21] F. Engels, Conrad Scmidt’e 27.10.1890 tarihli mektup (Marx/Engels Seçme yazılar,

[22]. Baskı, 1974), Marx ve Engels, Devlet ve Hukuk Üzerine, May yay. 1977, s. 64.

[23] Devletin böyle bir dönüşüm sürecine girişi, tümüyle kapitalizmin bunalımı ile bağlantılı bir durumdur. Kapitalist üretim anarşisi zamanla tüm sistemin çökmesine yol açabilen zıtlıkları barındırır. Bunun en tipik örneği İngiltere’deki On Saat Yasası’dır. Kâr oranlarındaki düşme eğilimi giderek işçilerin günde 16 saat çalışmalarını gerektirecek düzeye geldiğinde ve artık bu koşullar altında işçi sınıfının ayakta kalamayarak yok oluş sürecine girmesi ile devlet kapitalist sistem adına müdahale ederek sermayenin aleyhine, ama kapitalist sistemin tümü yararına çalışma saatlerini düşürmek durumunda kalır. Günümüzde, kapitalist sistem içinde devletin sahip olduğu yetkiler, dünya savaşları aracılığı ile kitlelerin mahvına yol açabilecek düzeyde vahim kararlar alacak düzeye ulaşmıştır. ABD yönetimi, artık Kore, Vietnam ve bugüne kadar olan süreçte benzeri kitle katliamlarını içeren savaşlara karar verebilmektedir.

spartakus  |  Cvp:
Cevap: 5
12.12.2014- 01:23

BÖLÜM IV

İşçi-Köylü İttifakı


Ekim 1917 devrimi, Leninist strateji ve taktikler doğrultusunda, işçi sınıfının topraksız ve az topraklı köylü sınıfı ile birlikte gerçekleştirdiği devrim olarak bilinir. Ancak, bu ittifakın oluşturulmasında öngörülen ilkelere yakından bakıldığında, bazı sorunların olduğu görülür.

Lenin, Nisan Tezleri’nde, bütün toprakların kamulaştırılması ve yerel Tarım İşçileri Sovyetlerinin emrine verilmesi, Fakir Köylü Sovyetleri oluşturulması, büyük toprakların Yerel Tarım İşçileri Sovyetleri ve halk yaranına model çiftlikler haline dönüştürülmesini talep eder.[1]

Sovyetler Birliğinde, tarım ve köylülük konusunda karşılaşılan sorunun aşamalı devrim kavramının ötesinde aranması gerektiği üzerinde vurgu yapmak amacıyla, Lenin’in, Nisan Tezleri’nde bu konuda söylediklerini bir kez daha hatırlamakta yarar var. Lenin, devrimin aşamaları hakkında şunları söyler: “Şubat devrimi öncesinde iktidar, feodal toprak soylularına aitti. Şubat devriminden sora iktidar bir başka sınıfa, yeni bir sınıfa, burjuvaziye ait bulunuyor. İktidarın bir sınıftan ötekine geçişi, tam anlamıyla bir devrimin birinci, başlıca ve esas belirtisidir. Burjuva devrimi ya da burjuva demokratik devrim, Rusya’da bu bakımdan tamamlanmıştır.”[2]

Tezler’in yayınlanmasının ardından aynı günlerde gerçekleştirilen 7. Bolşevik Parti Konferansında, tarım sorunu ele alınır ve bir taslak üzerinde yapılan tartışmalarda partinin izleyeceği tarım politikası kararlaştırılır. Kararda, tarımda feodal toprak ağalarının varlığının monarşinin geri getirilmesi ve tüm ülkenin geri kalmaya mahkum edilmesi tehlikesini taşıdığı belirtilir. Bunun önüne geçilmesi ve feodal bağ ve ilişkilerin yok edilmesi için köylülerin bir an önce bütün toprakları kamulaştırması gerektiği belirtilir. Bu her ne kadar bir burjuva nitelikte bir önlem olsa da, sınıf mücadelesinin başlatılması ve geri üretim ilişkilerinin kırılması anlamını taşıyacaktır. Bu nedenle, vakit geçirmeksizin bütün Rusya’da topraklara derhal el konulmalı ve el konan topraklar köylü temsilcileri Sovyetlerine devredilmelidir. Bunun için Menşevik veya Sosyal Devrimcilerin belirttiği gibi, Kurucu Meclisin toplanması beklenmemelidir. Köylülerin topraklara el konması düzenli ve mevcut varlıklara herhangi bir zarar vermeyecek şekilde gerçekleşmelidir. Son olarak, el konan büyük ölçekli toprakların kamu yararına model çiftliklere dönüştürülmesi sağlanmalıdır.[3]

Görüldüğü gibi, Lenin’in Nisan Tezleri içinde tarım ile ilgili görüşleri ile Bolşevik Partisi Konferansının tarım sorunu üzerinde aldığı karar taslağı arasında üzerinde temel bir farklılığın olduğu görülüyor. Her iki durumda da toprağın kamulaştırılmasından söz ediliyor olmasına karşın, Parti kararlarında üzerinde hiç durulmayan köylülerin el koymasından söz edilmektedir. Kararlar, açık olarak bunun burjuva demokratik devrim niteliğini taşıdığı belirtir; oysa Tezler’de tarım ile ilgili söylenenler, toprakta özel mülkiyetin kaldırılmasını içermektedir ki bu ana hatları ile sosyalist tipi bir dönüşümü öngörür.

Parti üst yönetimi ve esas olarak Lenin’in düşünce yapısında, köylülüğün nüfusun büyük bir kısmını oluşturduğu Rusya’da tarım gibi en temel konuda kısa aralıklarla birbirine taban tabana zıt görüşlerin sergilenmesi şaşırtıcıdır. Denilebilir ki, devrimci süreç içinde, zaman zaman somut durumlara göre somut çözümler üretmek, yani esas itibarı ile birbirinden farklı strateji ve taktiklerin kullanılması mümkün olabilir. Ama burada, tarım konusunda birisi sosyalist, diğeri ise burjuva nitelikte iki ayrı çözüm önerme ile kendini gösteren farklı uygulamaların bu tür bir yöntem sorunu ile açıklanması pek mümkün değildir.

Ama, o günün Rusya’sında olaylara daha yakından bakıldığında, böyle bir anlayış farkının, kabul edilemez de olsa, somut koşulların etkisi ile kaynakladığı açıklıkla görülecektir.

Şubat 1917 devrimi, kısa bir süre sonra tüm ülke çapında etkisini göstermiş, şehir merkezlerinde işçi ve asker Sovyetleri örgütlenme süreci, çeşitli etkilenmelerle kırsal kesimde de hızla yayılmaya başlar. Topraksız ve az topraklı tarım proletaryası, kırsal kesimde oluşturduğu toprak komiteleri aracılığı ile devrim dalgasının kırsal kesimde yaygınlaşmasını sağlar. Toprak komiteleri, hemen büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koyma hareketlerine girişir. Artık proletaryanın başlattığı devrim hareketi tüm ülke çapında yaygınlaşmaya başlamıştır.

Kırsal kesimde devrim hareketinin yaygınlaşması, başta tarım proletaryası olmak üzere, köylülüğün siyasi bilincinde hızlı bir değişim başlatır. Önceleri burjuvaziyi temsil eden Kadet'lerin ağırlığı artarken, artık kırsal kesimde Sosyal Devrimcilerin (SD) etkinliklerinin yükseldiği gözlenir. Kırsal kesimde oluşturulan toprak komiteleri SD’ler tarafından ele geçirilir. SD’ler, devrimde köylülüğün temsilcisi niteliğini kazanır.

Bolşevik Partisinin Nisan konferansı, bu koşullar altında toplanır. Bolşevik parti politikasında temel değişiklik, Şubat devriminin kırsal kesimde yaygınlaşmasının bir yansımasıdır. Bolşevikler, kırsal kesimdeki fiili durumlarını parti kararlarına yansıtırlar. Bundan sonra köylülüğün toprak talebi doğrultusundaki canlılığı, Lenin’i işçi ve köylü ittifakı konusunda kafa yormaya itmiş olmalıdır.

Gerçekte Lenin, parti konferansında yaptığı konuşmada, köylülerin derhal topraklara el koyması eylemini sosyalizme doğrudan geçiş için zorunlu olduğunu söyler. Artık toprağın eski yöntemlerle işlenmesine son verilmeli, tarımsal üretim, büyük çiftliklerde yapılan modern işletmecilikle yürütülmelidir.

Parti kararlarına da yansıdığı biçimiyle, Lenin’in tarım konusunda yaklaşımının teorik ve pratik düzeyde tam bir uyum içinde olmadığını söylemek mümkündür. Lenin, daha önce, esas olarak Rusya’da kapitalizmin gelişmediğini savunan ve bu nedenle Rusya’da gerçekleştirilecek devrimin burjuva demokratik nitelik taşıması gerektiğini ileri süren Narodniklere karşı cevap niteliğindeki Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi adlı çalışması ile yanıt vermiştir. Bu çalışmasına Lenin, kapitalizmin ulaştığı düzeyi ayrıntılı biçimde açıklar. Ama daha sonra, eserinin ikinci baskısı için yazdığı önsözde, tarımsal yapının ikili karakteri üzerinde durur. Bu ikili karakter, kendini bir taraftan, tarımda feodal döneminin kalıntılarını oluşturan angarya ve serfliğin hala daha süregelmesi, bunun sonucu olarak topraksız ve az topraklı köylülüğün içinde bulunduğu olağanüstü yoksulluk ile, diğer taraftan da, köleliğin kaldırılması sonucu hız kazanan pazar için üretim ve kapitalistleşme, bunun sonucunda da hem kapitalist mülk sahipliği ve hem de bunun etkisi ile ortaya çıkan proleterleşme sürecinin hız kazanması ile gösterir. Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi adlı eserinde, böyle bir ikili niteliğine dayalı ekonomik temelde, Rusya’da devrimin kaçınılmaz olarak bir burjuva devrimi olacağını söyler.

Ama Lenin, birçoklarının savunduğunun aksine, daha önce Plehanov’a, sonra da Nisan Tezleri ile gerek proletarya egemenliği ve gerekse tarımda burjuva devriminin niteliği konusunda geçici hükümeti oluşturan gruplara yönelttiği eleştirilerinde işçi sınıfının öncülüğünü vurgular. Ama diğerlerinden farklı olarak Lenin, burjuva demokratik devrimin burjuvazi ve onun yandaşlarının inisiyatifi ve öncülüğünde değil, ama bizzat proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilmesi gerektiğini söyler.

Öyle anlaşılıyor ki Lenin’e göre, bir burjuva demokratik devrimi söz konusu olsa bile, bunu da tarım kesiminde olduğu gibi proletarya yapacaktır. Böyle bakıldığında, Nisan Tezleri ile Bolşevik parti konferansı kararları arasında çelişkinin bir ölçüde azaldığı söylenebilir. Ama tabii, işçi-köylü ittifakı ile karşılaşılan sorun, Lenin’in bu ikili gibi görünen tavrı ile bağlantılı değildir. Asıl sorun, devrim sonrası koşullarda burjuva devriminde işçi sınıfının öncülüğünün niteliği, yani daha açık bir deyişle, proletarya bir taraftan sosyalist devrim yapar ve bu doğrultuda esas olarak üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, üretimin ve dağıtımın toplumsallaştırması uğrunda çaba gösterirken, çok uzağında olmayan kırsal kesimde burjuva toplumunun kurulması, herkesin mal mülk sahibi olması, pazara yönelik tarımsal üretim yapması ve bunu kendisine serbest pazar koşullarında satmasını sağlamak için devrime katılacaktır. Lenin’in ileri sürdüğünün aksine, bunun sosyalist topluma geçiş için bir yol olabileceğini düşünmek zordur.

Açıkça anlaşılıyor ki, Nisan Tezleri ile belirtildiği gibi toprağın kamulaştırılması, sanayide olduğu gibi, tarımsal kesimde de her türlü üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin kaldırılması açısından çok açık ve anlaşılır bir çözüm getirmektedir. Bir kere, toprakta feodal ilişkiler tümüyle çözümlenmiş olacak, tarımsal kesimde, ileri sürüldüğü gibi ikili karakter ortadan kaldırılacaktır. İkinci olarak, tarımsal kesimde topraksız ve az topraklı köylülerin asıl istedikleri şey olan yoksulluk ve fakirliğin kesin olarak önüne geçilecek şekilde, tarımda toprak dahil, tüm üretim araçlarına el konması aracılığı ile oluşturulacak devlet çiftliklerinde tüm tarımsal nüfus ücretli tarım işçisine dönüştürülecektir.

Ama bütün bu sayılanlar, uzun vadeli planlama ve çabayı gerektirecek uygulamalardır. Oysa, siyasi strateji ve taktiklerin günün koşullarına uygun, acil, kesin ve pratik çözümlerin üretilmesini gerektirir. Bu şekilde belirlenen taktik ve stratejilerin kimi zaman temel ilkeleri göz ardı edilmesi ise sık sık rastlanan bir durumdur.

Şubat devrimi ile kırsal kesimde köylü hareketlerinin canlanması sonucunda SD’lerin etkinliğini giderek artmaktadır. Birinci Sovyetler Kongresinde tarım konusunda SD’lerin programı kabul edilir. Tarımsal kesimde oluşturulacak toprak komiteleri, tarım Sovyetleri içinde örgütlendirilecektir. Bu örgütler, SD’lerin temel örgütlenme modelini oluşturur. Oluşturulan toprak komiteleri, tarımda feodal kalıntıların tasfiyesi için çalışacaktır. SD’ler tarımda münhasıran Narodniklerin öngördüğü gibi, esas olarak toprak ağalarına ait topraklarının kamulaştırılması düşünülür. Ama SD’ler artık geçici hükümet içinde yer aldıkları için, Kurucu Meclis toplantısı öncesinde, toprağın köylüler tarafından el konulmasına kesinlikle karşı çıkarlar. SD’lerin köylülük içindeki etkinlikleri giderek artırmaktadır. Lenin, SD’lerin kırsal kesimdeki örgütlenmelerini yakından izlemeye başlar.

Yaz ayları sonunda gerilim iyice yükselir. Bu sırada SD’ler, tarım sorunu üzerinde Köylü Sovyetleri Delegelerinin görüşlerini yansıtan bir taslak hazırlarlar. Taslak, büyük topraklara el konulması, toprak mülkiyetinin halka ait olması, kiralık işçi çalıştırmanın serbest bırakılması, toprağın alım-satımının yasaklanması ve toprağın adil olarak dağıtılmasını içerir. Lenin, bu taslağın program olarak kabul edilebileceğini, ancak bunun hayata geçirilmesinin bu program esasında oluşturulacak bir işçi-köylü ittifakı temelinde proletarya iktidarı altında mümkün olabileceğini söyler.

Ekim devriminin hemen arifesinde Lenin, tüm Rusya halkına yaptığı çağrıda, toprak üzerinde mülkiyetin kıldırıldığını duyurur.[4] Aynı gün, Rusya Sovyetleri Kongresi tarafından onaylanan toprak kararnamesinde, bütün topraklara bedelsiz olarak el konduğu, bu şekilde el konan toprakların Köylü Sovyetleri Toprak Komitelerinin tasarrufuna verildiği, toprakların korunması sorumluluğunun Köylü Sovyetlerine ait olduğu belirtiliyor ve son olarak, SD’ler tarafından hazırlanan toprak programının geçerli olduğu belirtiliyordu.[5] Böylelikle SD’lerle toprak kararnamesi ile somut olarak işçi-köylü ittifakı oluşturulmuş olmaktaydı.

Toprak kararnamesi, üzerinde sürdürülen çok yoğun tartışmalar sonrasında, Ocak 1918 tarihlerinde toplanan 3. Rusya Sovyetleri kongresinde tartışılarak Toprağın Sosyalizasyonu yasası adı altında yasalaştırılır. Yasa, esas olarak tüm Rusya’da toprakların millileştirildiğini ilan eder ve büyük toprak sahiplerine ait toprakların yerel Sovyet olduğunu komiteleri tarafından nasıl el konulacağını anlatır.

Lenin’e göre, büyük toprak sahiplerine ait topraklara el konulması ve toprağın topraksız ve az topraklı köylüler arasında eşit dağıtılması, esas olarak burjuva demokratik devrim olarak değerlendirilmeliydi; bunun sosyalist devrim ile uzaktan yakından ilişkisi yoktu. Lenin’e göre, köylülüğün bu şekilde mülk sahibi yapılması ile serflik dönemine has ilişkilerin kırılacak ve tarımsal kesimde kapitalist ilişkilerin geliştirilmesi sağlanmış olacaktı. Lenin, bundan sonra da sosyalist sürecin başlatılması işinin Bolşeviklere düşen görev olduğunu söylüyordu. Bolşevikler, köylülüğün bu küçük burjuva beklentilerini aşmalarında yardımcı olacak, yani tarımda kolektif çiftliklerin kurulması aşamasına geçilecekti.

Öyle anlaşılıyor ki, diğer birçok değişkenleri ile birlikte, işçi ve köylü ittifakının sağlanması ve bunun için de “Rusya koşullarında burjuva devrimi strateji ve taktiklerini izlemesi”, devrim için olduğu kadar, devrimin yerleştirilmesi ve korunması için kaçınılmaz koşul olarak görülmüştü. Proletaryanın, köylülüğün desteğini alması gerekmekteydi, ya da en azından çıkarları tam olarak burjuvazi ile uyuşan tarım burjuvazisinin etkisiz duruma getirilmesi gerekiyordu. Bu amaçla Bolşevikler, köylülüğün temsilcisi olan Sağ ve Sol Sosyal Devrimciler (SD) ile işbirliği için ellerinden geleni yaptılar. Toprak kararnamesi ve buna dayalı olarak çıkartılan yasa, kelimesi kelimesine SD’lerin hazırladığı taslağın aynısıydı.

Lenin’e göre burjuva demokratik devrim önermesinin ne anlama geldiğini ve uygulamasını bilmek gerekti. Bunun için somut koşulların somut tahlili yapılmalı ve farklı sınıfların konumları açıklıkla ortaya konmalıydı. Bu bağlamda, Plehanov’un başını çektiği kesimin ileri sürdüğü gibi, “burjuvazinin öncü rolü” ya da sosyalistlerin liberalleri desteklemesi gerektiğini ileri sürmek saçmalıktı. Lenin’e göre Rusya’nın gelişimi, iki ana çizgi doğrultusunda olabilirdi. Ya, eski toprak sahipliği ekonomisi, süregelen ilişkilerini temelde koruyarak yavaş yavaş salt kapitalist “junker” tipi dönüşüm geçirir; feodal sistem, bir başkalaşım içine girerek tarım sisteminin tümü kapitalist hale dönüşür, bunun sonucunda, eski “üstyapı” korunmuş olurdu; bu süreç içinde orta köylülük yeni egemen kesimin yanına geçerken, yoksul köylülük ise geniş çapta mülksüzleşirdi. Yada, toprak beyliği ve buna dayalı üstyapının kırılması, karşı devrimci burjuvazinin etkisiz hale getirilmesi ile proletaryanın ve köylü yığınlarının egemen konuma getirilmesi, işçi ve köylü yığınları için meta üretime altında mümkün en iyi koşullarda üretici güçlerin kapitalist bir temel üzerinde en hızlı ve en özgür gelişimi sağlanabilirdi.[6]

Lenin, Kasım 1917 içinde yapılan Köylü Kongresinde, Sol SD’lerle yapılan koalisyonun samimi bir işbirliği olduğunu, toprağın köylüler arasında dağıtılmasının, proletaryanın yürüteceği işçi kontrolü, bankalara el konması, tüm üretimin proletarya devletince yürütülmesi davasına engel oluşturmayacağı için destekleneceğini söyler.[7] Ancak SD’ler içinde ve esas olarak toprak sahiplerini temsil eden SD’lerin sağ kanadını oluşturan kesimde huzursuzluk vardır. Bu huzursuzluk, SD’lerin sağ ve sol olarak bölünmesine yol açar. Bolşevikler, sol SD’lerle koalisyona devam eder.

İşçi-köylü ittifakının önemli dönüm noktalarından biri, Kurucu Meclis toplantısının Bolşevikler tarafından dağıtılması, bunun ardından toplanan Üçüncü Köylü Sovyetleri Kongresi sırasında yaşandı. O güne kadar olan süreç içinde yeni Sovyet Hükümetinin etki alanı oldukça genişlemiş, bu aynı zamanda köylülerin toprak işgallerini yaygınlaşmasına yol açmıştı. Kongrenin toplandığı Ocak 1918 ayına kadar olan süreçte, toprak işgalleri neredeyse tüm Sovyetlerin hakim olduğu Rusya içinde tamamlanmış gibidir. Böyle olmasına karşın, siyasi durum, hala daha SD’lerin yararına ve Bolşeviklerin aleyhine gelişmektedir. Her ne kadar koalisyon içinde yer alıyor olmalarına karşın, SD’lerin Bolşeviklere karşı açık ve gizli düşmanlıkları devam etmektedir. Bu arada, Kurucu Meclis’in da dağıtılmış olması, bunu son çare olarak gören toprak sahipleri için tam bir darbe olmuştur. Bütün bu belirsizlik içinde, Köylü Kongresinin son gününe hazırlanan toprak yasası taslağı yetiştirilir.

Toprağın Sosyalleştirilmesi adı altında hazırlanan kanun, Rusya’da köleliğin kaldırılmasının 57’nci yıldönümünde yayınlanır. Yasa’nın 9. Maddesi tüm toprakları Sovyetlerde, her düzeyde oluşturulan Köylü Sovyetlerinin emrine verir. 3. Madde, toprağın onu işleyene ait olduğunu söyler. 12. Madde, toprağın eşit dağılımını öngörür. Lenin, Yasa’nın 11. Maddesi ile tarımda sosyalist ilkelerin getirilmiş olduğunu söyler. Bu maddede, yeni teknik uygulamalarla tarımsal verimliliğin artırılması, sosyalist ekonomiye geçiş amacıyla kolektif tarım sisteminin geliştirilmesi öngörülmektedir. Ne var ki, bir temenniden öteye gitmeyen bu madde, zaten pratik olarak diğer maddelerin yanında tümüyle işlevsiz kalmamaktadır.[8]

Lenin, daha sonra bunu itiraf edecek, her ne kadar yasanın burjuva demokratik devrim açısından bir ileri adım olsa da, sosyalist devrim açısından hiç bir geçerliliğinin olmadığını söyleyecektir. Ne var ki, Lenin’in bu açık itirafının bile yetersiz olduğu, yasa ile getirilen uygulamalarla ortaya çıkan durumu hiç de yansıtmadığını söylemek gerekiyor.

Yasada, toprağın nasıl dağıtılacağı ile ilgili ayrıntılar ve hesaplama yöntemleri yer alıyor olmasına rağmen, uygulamada bunların hiçbirinin pratik geçerliliğinin olmadığı anlaşılır. Lenin, tarımda burjuva devriminin ancak proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilebileceğini söylemiştir; ama ne var ki, devrimci proletaryanın tarımsal alanda nüfuzu hemen hiç yoktur. Bütün köylü Sovyetleri, ezici çoğunlukla toprak sahibi köylülerin temsilcilerinden oluşur. Denilebilir ki Ekim Devrimi, ağırlıklı olarak tarımda güç ilişkileri üzerinde hiç bir etki yaratmamış, tam tersine, toprak sahipliğine dayalı eski güç dengesini köylü Sovyetleri ve toprak komiteleri aracılığı ile meşrulaştırmıştır. Öte yandan proletaryanın, bu güç ilişkilerini değiştirme doğrultusunda şansı yok gibidir; çünkü proletarya devleti, toprak sahiplerinin temsilcileri olan SD’ler ile çok hassas bir dengede koalisyon içindedir ve Bolşevikler, bu koalisyonun sürdürülmesi için elinden gelen çabayı göstermek durumundadır. Bu koalisyonun samimi ve içten bir birliktelik ile sürdürüleceği, zira proletarya davası ile köylülerin topraklara el koymaları arasında herhangi bir çelişki olmadığı, bizzat Lenin tarafından ifade edilmiştir.

spartakus  |  Cvp:
Cevap: 6
12.12.2014- 01:24

Geniş Rusya topraklarında ve Sibirya steplerinde, yasanın nasıl uygulandığı ve toprak dağılımının fiilen nasıl gerçekleştirildiği konusuna pek bir şey söylenemez, ama en azından bölgedeki toprakların durumu ve hakim ilişkiler bakımından bunun mevcut güç ilişkileri ile belirlendiği ve genel olarak bunun da çok çeşitlilik gösterdiği söylenebilir. Bu çok çeşitlilik içinde genel kanı, topraksız yada az topraklı köylülerin, kendilerinden daha varlıklı olanlara kıyasla bu yağmadan daha az pay almış olduklarıdır. Bu da Bolşeviklerin merkezde kontrolü kaybetmemek adına ödemiş olduğu bedel olmuştur.

Bu bedelin hiç de yabana atılır olmadığı kısa bir zaman sonra ortaya çıkacaktır. Daha Ocak 1918 aylarında zengin köylüler ve spekülatörlerin faaliyetleri sonucunda merkezde gıda kıtlığı baş gösterecek ve bunun yıl boyunca sürmesi nedeniyle, ülkede savaş ekonomisi uygulamasına geçilecektir. [9]

Toprakların köylüler tarafından el konması, sosyalizme geçiş için öngörülecek bir önlem olmadığı gibi, tam tersine tarımda sosyalizme geçişin önünü tıkayacak bir uygulamadır. Lenin, gidin ve topraklara el koyun demekle, eski mülkiyet biçimini, özünde değiştirmeksizin yeni köylü mülkiyeti biçimine dönüştürmektedir. Belli bir büyüklükte toprağın birden çok sayıda mülkiyete bölünmesi ise, ilkel tarım tekniklerine davetiye çıkarmaktan başka bir şey olmayacaktır. Bu şekilde toprak mülkiyetindeki çeşitliliğin azaltılması yerine keskinleştirilmesi teşvik edilmiş olmaktadır.

Topraklara el konması çağrısının, toprakta süregelen hakimiyet ilişkilerini değiştirmede ne gibi etkisi olabilir? Toprak komiteleri olsun olmasın, halen daha zengin köylüler ve kırsal burjuvazi, Rusya köylerinde hakim sınıf niteliğindedir. Böyle bir tarım devriminden yarar sağlayacakların başında hiç kuşku yok ki zengin köylüler gelecektir. Bu da çok açık bir şekilde, köylüler arasındaki eşitsizliği azaltmak değil, ama artırmak anlamını taşır. Çelişkiler azalmaz, tam tersine artar.

Bir zamanlar, eski düzende tarımın çözülmesi ile yoksullaşmış ve topraksız veya az topraklı yoksul köylü konumuna düşmüş olanların şu veya bu şekilde, toprak sahibi yapılması, artık dişini tırnağına takıp uğrunda mücadele edeceği bir mülke sahip olması anlamını taşımayacak mıdır? O zaman, gelecekte üretimin toplumsallaştırılması sürecinde, aynı şekilde tarımsal alanda yapılacak çalışmalar, bu şekilde mülk sahibi köylü kitlelerini karşısında bulmayacak mıdır?

Napolyon, feodal beylerin topraklarına el koydu ve bunu askerleri arasında dağıttı. Napolyon askerleri, bundan sonra Fransız Devriminin yılmaz savunucuları oldular, bütün Avrupa’da feodalizmi yerle bir ettiler. Lenin ve yandaşları, Rusya köylüsüne toprağa el koymalarını söyleyerek aynı sonucu elde etmeyi umuyor olabilirler. Ama, Rusya köylüsü toprağı kendi bileğinin hakkı ile ele geçirdi. Bu nedenledir ki, kendisine bu imkanı sağlayan devrime destek vermeyi hiç aklından geçirmeyecektir. Tam tersine, topraklarına el koyduğu devleti ve kent halkını açlığa mahkum etmekte gecikmeyecektir.

Bolşevikler, sanayinin merkezileştirilmesi, bankaların ve ticaretin kamulaştırılmasını savunurken neden aynı şeyi toprak için düşünmüyorlar, tam tersine toprağın merkezi yapısını kırıyorlar? Oysa Lenin, devrim öncesinde kendi tarım programı çerçevesinde bunun tam tersini düşünüyor, toprağın lanet SD’lerin, köylülerin kendiliğinden hareketine karşı korumayı düşünüyordu. Ama şimdi, Leninist tarım reformu, tüm ülke çapında çok güçlü bir sosyalizm düşmanı yarattı. Bu yeni toprak mülkiyeti, hiç kuşku yok ki, eski toprak sahiplerinden çok daha güçlü bir düşman haline gelmiş bulunuyor.[10]
__________________

[1] V. I. Lenin, The Tasks of the Proletariat in the Present Revolution, Pravda, s. 26, 7 Nisan 1917.

[2] Lenin”in bu çözümlemeyi yaparken izlediği yöntem ilginçtir: “Teori gridir dostlarım, ama hayat ağacı sonsuza dek yeşildir. Eskiden yapıldığı gibi burjuva devrimini “tamamlama” sorununu ortaya atmak, canlı Marksizm’i ölü metinlere feda etmek demektir”. V. I. Lenin, Nisan Tezleri,

[3] Vladimir Lenin, Seventh All-Russian Conference of the R.S.D.L.P. (B.), Resolution on the Agrarian Question, Pravda, No. 45, 13 Mayıs 1917.

[4] Vladimir Lenin, To the Citizens of Russia!, Seçme Eserler, cilt 26, s.236.

[5] Vladimir Lenin, Report on Land, Second All-Russia Congress of Soviets of Workers' and Soldiers' Deputies, October 26 (November 8) .

[6] Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, Sol Yay., s. 22.

[7] Vladimir Lenin, Alliance Between the Workers and Exploited Peasants, Toplu Eserler, Cilt 26, s. 333-35.

[8] E.H.Carr, Bolşevik Devrimi, Metis Yay., Cilt II. s. 47.

[9] Tarımda yaşanan sosyalizmden geri dönüş, R. Luxemburg için bir kez daha kaygı vericidir; Lenin’in işçi köylü ittifakı anlayışını eleştirir. Ona göre, ilk bakışta toprakların köylülerce el konması, büyük toprak sahipliğine son verme ve köylüleri devrimci hükümetin yanına çekme doğrultusunda çok kesin bir çözüm gibi görülebilir. Ama bunun sosyalist ekonomi ile uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Bir kere, bu şekilde toprakta sosyalist üretim tarzı şansı tümüyle yitirilmektedir. Belki tarımda demokratik devrim için bir aşama yapılması öngörülmektedir; ama bu sanayi ve tarım ekonomilerini birbirinden ayırmak demek olur ki, bu durum, burjuva toplumuna özgüdür. Oysa bunun tam tersi yapılmalı; her ikisi bisr araya getirilmeli ve her ikisi için öngörülecek tek bir ekonomik politika doğrultusunda birleştirilmeleri sağlanmalıdır. Rosa Luxemburg Internet Archive (marxists.org) 2000.

[10] Rosa Luxemburg, The Russian Revolution – The Land Policies, Publisher: Workers Age Publishers (New York), © 1940.


spartakus  |  Cvp:
Cevap: 7
12.12.2014- 01:29

BÖLÜM V

İşçi Kontrolü



25 Ekim 1917 sabahı Lenin, Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesini şu sözlerle duyurur:

Rusya Halkına!

Geçici Hükümet devrilmiş, onun yerine Petrograd İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti adına Devrimci Askeri Komite geçmiştir.

Halkın uğruna mücadele ettiği barış, toprak ve üretim üzerindeki işçi kontrolü Sovyet yönetimi ile sağlanmıştır.

Yaşasın işçi, asker ve köylü devrimi

Devrimci Askeri Komite

25 Ekim 1917 Saat: 10:00.[1]


Ekim 1917 devrimi, Lenin’in duyurusunda da belirtildiği gibi işçi, asker ve köylüye işçi kontrolü barış ve toprak vaat etmektedir.

Aynı gün gerçekleştirilen ve bütün Rusya Sovyetleri İkinci Kongresi, Rusya'da işçi, asker ve köylülere hitaben yaptığı duyuruda şöyle seslenmekteydi: “Kilise, çarlık ve büyük toprak saliplerinin malları köylü komitelerine bırakılacaktır. Askerlerin hakları savunulacak, ordu demokratikleştirilecektir. Üretim üzerinde işçi kontrolü egemen kılınacaktır". [2]

Görüldüğü gibi Ekim Devrimi, Rusya emekçi halklarını oluşturan işçi, asker ve köylülere seslenerek devrimin onlara sağlayacağı yararlar anlatılmaktadır: İşçilere işçi kontrolü, askerlere barış ve özgürlük, köylülere ise toprak. İşte Ekim devriminin üzerinde yükseldiği üç temel ilke budur.

Uzunca dönem Rusya’nın geleneksel feodal yapısının kırılması ve kapitalizmin yerleşmeye başlaması ile ortaya çıkan işçi sınıfı, verdiği mücadele sonucunda Ekim Devrimi ile hedefine ulaşmış oluyordu. Öncülük ettiği devrimin başarısı ile, alın teri ve emeği için söz ve karar sahibi olan işçi sınıfı, devrimin kendisine sağladığı işçi kontrolü aracılığı ile barış ve özgürlüğüne kavuşan askerler ve kendi toprağını ekip biçme olanağına kavuşan köylüler ile yepyeni bir toplumu, sosyalist toplumu kurmak için yola koyuluyordu.

İşçi kontrolü, esas olarak başta sanayi kesimi olmak üzere, giderek sosyalist üretim tarzının yerleştirileceği tüm proletarya devleti ekonomisinin üzerinde yükseldiği temeli oluşturacak yepyeni bir anlayıştı. Bu niteliği ile, Sovyet temelinde örgütlenen yeni proletarya devletinde sosyalist ekonomisinin düzenlenmesi, gerçekleştirilmesi ve paylaşımının temelini oluşturmaktaydı.

Gerçekte işçi kontrolü, 1905 yılından itibaren olgunlaşmaya başlayan Rus devriminde, aynen işçi Sovyetleri için olduğu gibi, devrimin akışı içinde kendiliğinden ortaya çıkan bir olguydu. Bir kez daha proletaryanın sınıf mücadelesi içinde filizlenen, devrimci müdahalelerle yaşayarak geliştirilen bir süreci anlatmaktadır işçi kontrolü. Proletaryanın bu sosyalist örgütlenme biçiminin, Paris Komünü ile olduğu gibi, bir kez daha 1905 devriminde ortaya çıkan ve daha sonra Şubat 1917 devrimi ile bir kez daha ortaya çıkarak artık proletarya devletinin kuruluşuna damgasını vuracak işçi hareketini temsil eder. Gerçekte, Sovyet demokrasisi, Komün tipi örgütlenmenin tarihte bir kez daha tezahürü olarak değerlendirilmelidir. Ama, işçi kontrolü, sosyalist toplum yapısı genel olarak alındığında, Sovyet tarzı siyasi örgütlenme biçimi onun dikey hiyerarşisini yansıtıyorsa, işçi kontrolü de proletaryanın yatay örgütlenme biçimidir. Aynı tarihsel işleve sahip, ama sosyalist ekonomik alanda hayat bulan bir örgütlenme biçimini anlatmaktadır. Bu gelişme sürecini çok isabetli değerlendiren Lenin, sosyalist ekonominin işçi kontrolü ile gerçekleştirileceğini görmüş, bunun ilk biçimini Nisan Tezleri ile ortaya koymuştur. Burada dile getirilen anlayış, sosyalist ekonomi alanında, Marx’tan sonra Marksizm’e yapılan en somut ve anlamlı katkı niteliğindedir. Tezler’in 8. Maddesinde Lenin, “Acil görevimiz sosyalizmi “getirmek” değil, ama toplumsal üretim ve dağıtımda Sovyet İşçi Temsilcilerinin denetiminin sağlanmasıdır.”[3] demektedir.

Gerçekte, Lenin’in model alacağı gelişme, bizzat gözleri önünde zaten hayata geçirilir. Şubat 1917 devrimi ile inisiyatifi ele alan işçiler, derhal fabrikalarda harekete geçerler ve fabrika komiteleri oluşturulur. Artık bir çok yerde, aynen 1905 devriminde olduğu gibi fabrika komiteleri, çalışma koşulları, ücretler ve çalışma saatleri gibi konularda işverenlerle karşı karşıyıdırlar. Bu gelişmeleri değerlendiren 7. Bolşevik parti kongresi, İşçi Komiteleri üzerine aldığı bir kararla, işçi kontrolünün ana hatlarını belirler: proletarya, adım adım devrim yolunda ilerlemektedir; sekiz saatlik çalışma ve ücret artışları alanında fabrikalarda işçi kontrolü sağlanmaktadır, işçi kontrolü, üretim ve dağıtım üzerinde gerçekleştirilmektedir. Devrim süreci içinde işçi ve köylülerin üretim üzerindeki kontrolü yaygınlaşmaktadır. Parti, devrimin bir sonraki aşaması için işçilerin bu doğrultudaki örgütlenişi ve ilerleyişini destekleyecektir.[4]

Lenin, yükselen devrim hareketi içinde, proletarya devletinin burjuva ekonomisine alternatif sosyalist ekonomik anlayışı üzerinde durur. Proletarya devrimi ile, burjuvazinin sırf kâr amacına yönelik ekonomik talanına son verilecek, ekonomide ülke çapında Sovyetlerin denetiminde işçi kontrolü sağlanacaktır. Lenin, işçi kontrolü kavramı için yapılan sendikalist suçlamasına da yanıt verir. Burada demiryollarını demiryolu işçilerine veya deri imalathanelerini deri işçilerine vermek söz konusu değildir. Yapılmak istenen, üretim ve dağıtımın ulusal çapta örgütler aracılığı ile işçiler tarafından kontrolünü öngören “işçi kontrolüdür”. Kim ne derse desin, proletarya bire beş kazanan soyguncuların maskesini indirmek, bunlar üzerine işçi kontrolünü getirmek için yoluna devam edecektir.[5]
Devrimin ertesinde tüm Rusya halkına seslenişinde en açık bir şekilde ifadesini bulan işçi kontrolü üzerine Lenin, bu seslenişinin ardından işçi kontrolünü ana hatları ile belirleyen bir taslak hazırlar.[6] Bu taslak, gerçekte işçi kontrolü üzerine tam bir manifesto niteliğindedir. Taslakta Lenin, en az beş işçi çalıştıran veya yıllık geliri 10 bin ruble üzerinde olan bütün endüstriyel, ticari, bankacılık, tarım, vs., kısacak tüm üretim sektörlerinde üretim, stok, her türlü ürün ve hammadde satın alma, vs., kısaca işletme içindeki her türlü faaliyetler üzerine işçi kontrolü getirileceğini belirtir. Bu kontrol, tüm işçiler tarafından, veya bunun mümkün olmadığı büyük işletmelerde seçilecek temsilciler aracılığı ile gerçekleştirilecektir. Bu seçim sonuçları, bir tutanak halinde hükümet ve yerel Sovyetlere bildirilecektir. İşletme faaliyeti, işçi temsilcilerinin izni olmaksızın kesinlikle kesintiye uğratılmayacaktır. İşçi kontrolü ile sorumlu olan işçilere her türlü işletme kayıtları açık olacaktır. İşçi kontrolü kararları kesin olacak, ancak sendika veya kendi kongreleri tarafından iptal edilebilecektir. Kritik işkollarında, yani ulusal savunma ve halkın temel ihtiyaç maddelerini üreten işyerlerinde işçi kontrolü ile sorumlu olan işçi temsilcileri, işyeri kurallarına uyma açısından sorumlu olacaklardır. Bu konuda suçlu olanlar, beş yıla kadar cezaya tabi olacaktır. İşçi kontrolü ile kurallar, yerel Sovyetler ve fabrika komite genel kurulları tarafından belirlenecektir.

Devrim koşullarında işçi kontrolü, Lenin için devrimin üç sacayağını oluşturan işçi, köylü ve askerlerin devrimden beklentilerini karşılayan unsurlar olarak değerlendirilmektedir. Lenin, bunu bir kere daha, devrimin hemen sonrasında toplanan köylü kongresinde bir kez daha dile getirir. 5 Kasım tarihinde toplanan Kongre delegelerinin çoğunluğu Bolşeviklere desteğini çeken partilerin etkisi altındadır. Lenin, Köylü Kongresinde delegelere şöyle seslenir:

“...Şimdi siz köylüler, bana açıkça söyleyin. Ağaların toprakları alıp sizlere verdik. Buna karşılık işçi kontrolüne karşı mı çıkıyorsunuz? Bir sınıf mücadelesi var burada. Toprak sahipleri nasıl köylülere direniyorsa, sanayiciler de işçilere öyle direniyorlar. Proletarya saflarını bölünmeye mi bırakacaksınız? Kimden yana olmak istiyorsunuz?...” [7]

Lenin’in kongrede yaptığı konuşma, köylülere mevcut devrimci hükümetin gerçekten halktan yana olduğu mesajını çok açık vermektedir. Nasıl köylülere toprak vererek kendi alın terlerine sahip çıkmaları sağlanıyorsa, yine kendileri gibi emekçi olan işçi sınıfına da sanayi üzerinde getirilen kontrol ile aynı fırsat sağlanmış oluyordu. Daha sonra yayınlanan kongre raporlarında, aynı konu hakkında, “Toprakta özel mülkiyetin kaldırılması, işçi kontrolü getirilmesi ve bankaların millileştirilmesi – bütün bunlar sosyalizme giden yolu açacaktır” denmekteydi. [8]

Lenin tarafından ilk defa Nisan Tezleri ile dile getirilen, daha sonra devrimci hareketin yükselişi ile işçi sınıfının somut devrimci evrimi sürecinde hayata geçen ve bu şekli ile yine Lenin tarafından formüle edilen işçi kontrolü, gerçekte Lenin’in bütün bu devrim sürecinde sosyalist ekonominin şekillendirilmesinde temel unsur olmuştur. Barış, toprak ve işçi kontrolü, Lenin’in kafasında şekillenen devrimi tanımlayan kavramlardı. Lenin’in ulusa seslenişinde dile getirilen işçi kontrolü, ertesi gün toplanan İkinci Sovyetler Kongresinde de bir karar taslağı olarak yürürlüğe sokulacak, daha sonra Lenin, işçi kontrolünün esaslarını ayrıntılı bir taslak olarak sunacaktı. Lenin’in kafasında devrimci süreci izleyerek geliştirdiği düşünceler, daha sonra çok kapsamlı bir biçimde sosyalist ekonomik “planlama” için esas unsur olarak kabul edilecekti. İşçi kontrolü, Lenin’in düşüncesinde sosyalist ekonomiyi fiili üretimin gerçekleştirildiği fabrika ve işyeri temelinden başlayarak örgütlendirilmesi için kaçınılmaz bir gereklilik olarak yer almaktaydı.

Ama, daha ilk aşamada bu anlayışın yerleştirilmesi için güçlüklerle karşı karşıya kalınacaktı. Yukarıda deyinildiği gibi, işçi kontrolü aracılığı ile verilecek kararlar kesindi, işveren ve teknik sorumlular, bu kararlara kesinlikle uymak durumundaydılar; bu kararların değiştirilmesi için ancak sendikalar ve kongreler (burada sendika veya Sovyet kongreleri olup olmadığı belirsizdi). Yine de bu noktada sendikaların rolü önem taşımaktaydı. Lenin’in işçi kontrolü taslağının yayınlanmasının ardından sendikalar ayağa kalktılar ve düzen, disiplin ve üretimin merkezi düzeyde yönlendirilmesi görüşlerini dile getirdiler .

Burada yapılan tartışmalar Sovyetler Daimi Konseyi’nin toplantısında yeniden değerlendirilecekti. ele alınacaktı. İşçi kontrolü, sendika temsilcileri tarafından çok şiddetli eleştiriliyordu. Sendika temsilcileri, işçi kontrolü ile ülke ekonomisinin tek merkezden belli bir planlı çerçevesinde yönetilmesi anlayışına tamamen aykırı olduğunu söylüyor, kesinlikle işçilerin çalıştığı fabrika veya işyerinin kendilerine ait olduğu düşüncesinin önüne geçilmesini öneriyordu. Bu tartışmalar çerçevesinde, işçi kontrolünün, ulusal ekonominin planlı olarak düzenlenmesine katkı doğrultusunda uygulanması esası getiriliyor, Lenin’in öngördüğü şekilde, işçi komitelerinin kararının kesin olduğu teyit ediliyor, ama komitelerin devlete karşı sorumlu olduğu esası öngörülüyordu. Bu şekilde, sosyalist ekonomik planlamanın tabanda oluşturulan ve işçi komiteleri esasına dayalı, tümüyle bu komitelerin inisiyatifi doğrultusunda faaliyet gösteren özgür ve özerk planlama örgütü oluşturulması fırsatı kaçırılmış oluyordu. Devrimci sınıf hareketi içinde ifadesini bulmuş ve Lenin tarafından sosyalist demokrasi adına proletarya devriminin üç bileşeninden biri olarak ilan edilmiş işçi kontrolü, bu şekilde ilk darbesini yemiş oluyordu.

Marx, çalışmalarında sosyalist toplumun örgütleniş biçimi ile ilgili soruları her seferinde geçiştirmekle yetinmiş, bu konuda önceden herhangi bir önerme yapmanın tam anlamıyla ütopik bir yaklaşım olacağını belirtmiştir. Her şeye rağmen Marx, kapitalist ekonominin özünün “üretim anarşisi” olduğunu görüyor, sosyalist ekonominin ise merkezi bir planlama doğrultusunda gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ama, bu merkezi otorite hakkında Marx, bir öneri getirmiyor, bunun ancak bilimin çözeceği bir sorun olduğunu söylüyordu.

Sosyalist Dönüşüm

Rusya’da, Ekim devrimi öncesinde ve devrim sonrasında dahiyane öngörüsü ile Lenin’in bu konuda atılacak adımın ne olduğunu çok işi teşhis etmiş ve bunun ana hatlarını da ortaya koymuştu. Devrimi gerçekleştiren proletarya, siyasi egemenliği ele geçirdikten sonra, şimdi de sosyalizmi kurmak için aynı devrimci anlayış ile yoluna devam edecekti. Marx ve Engels’in esas olarak merkezi olarak planlanmasını öngördükleri sosyalist ekonominin oluşturulması, yine gerçekte tabanda, bizzat üretime katılan işçiler aracılığı ile gerçekleştirilecekti. Bu da, proletarya hareketinin nüvesini oluşturan fabrika komiteleri aracılığı ile yapılacaktı.[9]

Lenin, başından beri, düzenin bir parçası haline gelmiş sendikalardan hiç söz etmemişti. Hatta denebilir ki, sendikaları tümüyle göz ardı ederek, sendikaların örgütlenmiş olduğu fabrika ve işyerlerinde, sendikaların burnu dibinde yer alan devrimci fabrika komitelerini işaret etmişti. Fabrika komiteleri, proletarya devriminin nüveleri olmuştu. Devrimci işçilerin devrimci sınıf konumları her şeyin üzerindeydi ve tüm ulusal düzeyde üretim ve dağıtım üzerindeki işçi kontrolü, fabrika komiteleri aracılığı ile sürdürülecekti.[10]

Her nedense, fabrika komitelerinde yer alan devrimci proletaryanın evrensel devrimci ruhunun esas merkezi organ olduğu unutularak, işçi sınıfının bu devrimci ruhunda somutlaşan otorite göz ardı edildi ve bunun yerine, tümüyle yapay, yapısal bir “merkezi” organ anlayışı hakim kılındı. Gerçekte bu tam anlamı ile devrimci inancın inkarı ve eski düzene has bürokrasinin yeniden hortlatılmasından başka bir şey değildi. Eğer bu şekilde oluşturulmuş merkezi bir organ, meşruiyetini işçi sınıfı tabanında yer alan sınıf bilinci ile organik bir bağ içinde olamazsa, o zaman doğal olarak bu merkezi organın meşruiyeti kuşku götürürdü. Bu organik bağın sağlanması, yada bir başka deyişle, tam olarak sosyalist demokrasinin yerleştirilmesi için, bu merkezi organın, doğrudan fabrika komitelerinin kendisi tarafından oluşturulması gerekirdi. Ama öyle görülüyor ki, geleneksel merkez kavramına bakıldığında, böylesine merkezde yer almayan bir merkezin nasıl merkezi nitelik taşıyacağı anlaşılamıyordu. Öte yandan, fabrika komitelerinin ortaya çıkışı ve yükselişi, Ekim Devriminin hemen sonrasında, artık yeni düzenin organları haline dönüşen sendika çevrelerinden gelen saldırılar altındaydı.

Böylelikle, proletarya devrimi davası adına getirilen işçi kontrolü, Lenin’in hazırladığı taslak üzerinde yapılan görüşmelerde, güçlü bir merkezi devlet aygıtı adına göz ardı edilecekti. Öyle ki bu doğrultuda bizzat Lenin tarafından hazırlanan taslak Sovyetler Daimi Konseyi toplantısında sözcüsü dahil olmak üzere hiç bir konsey üyesi tarafından destek bulmayacaktı. Sovyetler Daimi Konseyi tarafından “ekonomik plan” çerçevesine yerleştirilmesi öngörülen işçi kontrolü, bu ekonomik plan için getirilecek yasal çerçeveye tabi kılındı. Böylelikle, ekonomik plan çerçevesi içinde öncü kavram niteliğinde yer alacak işçi kontrolü daha ilk girişimde başarısızlığa uğrayacaktı.

İşçi kontrolü üzerinde Lenin tarafından enine boyuna çalışılarak geliştirilmiş, ama yine de temelde sendika vesayetini içeren taslak, esas itibarı ile Konsey tarafından geri çevrilmesi sonucunda hiç bir pratik yarar getirmedi. Öngörülen Bütün Rusya İşçi Kontrolü Konseyi toplantısı bir kere toplanabildi. Bu karar sonrasında, fabrikalarda fabrika komitelerinin faaliyetlerinde tam bir kargaşa yaşandı. Daha 1918 yılı ilkbaharında, artık işçi kontrolü iyice gözden düşmüştü. Fabrika komitelerinin işyerlerinde kontrolü ele alarak getirdikleri inisiyatif, artık ülkenin maddi değerlerinin tahrip edilmesine yol açmakla suçlanmaktaydı. Ekonominin içine düştüğü kaosun ancak zorunlu kalkınma hamlesi ile çözülmesi mümkün olabilir deniyordu. Ama bu koşullar altında kalkınma düşüncesinin neye hizmet edeceği üzerinde pek durulmuyor, mevcut koşullarda kalkınma hamlesinin komünizme aykırı nitelikteki önlemlerin hayata geçirilmesine yol açabileceği akla gelmiyordu: Eski kapitalist örgütlenmenin içerdiği hiyerarşik ilişkilerin sürdürülmesi, maddi teşviklere yeniden dönüş, eski burjuva uzmanlarının görev yapmasını güvece altına almak için verilen ödünler; öte yandan sosyalist kalkınmayı başarmak için işçilerden olmayacak taleplerde bulunulması; kimi zaman kadınların gece vardiyasında çalışması koşuluna göz yumulması, vs. Bütün bunlara sendikacıların kararlı bir biçimde fabrika komiteleri aleyhine yaptıkları çalışmalar eklenmekteydi. Devrim öncesi ve devrim sonrası ilk haftalarda fabrika komitelerinin devrimci konumunu kıskançlıkla izleyen sendikalar, fabrika komitelerine karşı merkezi otoritenin ısrarlı savunucuları haline gelmişlerdi.[11]

Birinci Bütün Rusya Sendikalar Kongresi, işçi kontrolünün sonu oldu. Kongre’de sosyalizmin kurulmasının sendikaların devlete karşı sorumluluğunun bir parçası olduğu dile getirildi. Sendikaların esas olarak devlete tabi olması ilkesi kabul edildi. Bunun doğal sonucu olarak, üretimin organizasyonu, üretim güçlerinin geliştirilmesi ve işçi kontrolü işlevinin üstlenilmesi, sendikaların görevleri arasında sayıldı. Böylece, Ekim Devrimi ile hayata geçirilen, sosyalist demokrasinin temel kurumunu oluşturan ve fabrika ve işyeri temsilcileri tarafından yürütülen işçi kontrolü anlayışı terk edilmiş oldu.

Bütün Rus devrim tarihi boyunca fabrika işçi komiteleri, devrimin öncü gücünü oluşturmuştu. Fabrika komiteleri, gerçekte devrimin müfrezesiydiler. Aniden patlak veren 1905 devriminin öncüleri fabrika komiteleriydi. Fabrika komiteleri temsilcilerinin oluşturduğu İşçi Sovyetleri 1905 devriminde proletaryanın yakın bir gelecekte hayata geçirecekleri yeni toplum düzeninin modelini oluşturdular. Aynı şey, Şubat ve Ekim devrimlerinde de gerçekleşti. Fabrika komite temsilcilerinin devrimci askerlerle birlikte oluşturduğu İşçi ve Asker Sovyetleri, proletarya diktatörlüğünün somut temsilcisi oldular. Fabrika komiteleri, yalnızca devrimci uyanışın nüvesi ve devrimin müfrezesi olmakla kalmadılar, aynı zamanda devrim öncesi ve sonrasında, proletaryanın devrimci kararlılığı ve disiplini ile fabrika ve işyeri yönetimine hakim oldular ve üretim faaliyetlerinin her aşamasında geleceğin yeni toplumunu ve proleter demokrasisini oluşturma bilinci ile üretim ve dağıtımı kontrol ettiler. Bu şekilde kurulacak yeni toplumun temel taşını oluşturdular. Ama şimdi her nasılsa, eski düzene uyum içinde olan ve yeni toplumda ise hayatiyetini çoktan kaybetmiş sendikalara tabi kılındılar.

Fabrika komitelerinin tümüyle eski düzenin her türlü örgütlenme hastalık ve anti-demokratik niteliklerini barındıran merkezi yapıda sendika sistemine tabi kılınması için gösterilen gerekçeler arasında, küçük işçi gruplarının proletaryanın genel çıkarları adına kendi özgün çıkarlarından feragat etmesi gösteriliyordu. Oysa ki bu doğru değildi ve fabrika komitelerinin kendi içinde özerk merkezi nitelikte yapılanması öngörülmüştü. Fabrika ve işyerlerinde örgütlü komite temsilcileri, yerel Sovyetler ile yakın bir işbirliği içinde olacaklardı. Ayrıca, fabrika komiteleri, Bütün Rusya İşçi Kontrolü Konseyi altında örgütlenmişti. Nasıl ki siyasi düzeyde, Yerel Sovyetler tüm Sovyet Demokrasinin temel taşını oluşturacak ve yerel, bölgesel, ulusal ve bütün Sovyetler düzeyinde örgütlenen Sovyet Demokrasisinde, Yerel Sovyetler, proletarya demokrasisi içinde bağımsız ve özerk nitelik taşıyacak idiyse, fabrika komiteleri de ekonomik düzeyde aynı bağımsız ve özerk nitelik taşıyacaktı. Yerel Sovyetlerin, anayasada gösterilen olağanüstü koşullar hariç, tümüyle özerk nitelikleri vardı. Ama nasıl uzun yıllar bu yeni Sovyet Devleti’nin karşı karşıya kaldığı iç ve dış düşmanların saldırısı nedeniyle bu olağanüstü koşullar sürekli devam ettiği kabul edildiği için Yerel Sovyetler’in bu özerk ve bağımsız konumu hep merkezi Sovyetlere tabi kılınmak ve artık belli bir zaman sonra işlevini tümüyle yitirmişlerse, aynı mantıkla, henüz yeni yeni merkezi örgütlenme çabası içinde olan fabrika komiteleri, eski toplumda olağanüstü düzeyde merkezi yapıda örgütlenmiş biçimsel olarak güçlü görünen ve tümüyle merkezi otoriteye bağlılığını belirtmiş olan sendikalara tercih edilecekti. Devrim sonrasında sendikalara kıyasla henüz dağınık ve merkezi olmayan yapısına bakılarak işçi sınıfının tabanından kaynaklanan gücü göz ardı edilmişti.

Hiç kuşku yok ki fabrika komiteleri, sendikalar için bir kabus niteliğindeydi. Fabrika komiteleri, bizatihi sendikal örgütlenmeyi reddeden bir oluşumdu. Gerçek şu ki, fabrika komitelerinin merkezi örgütlenmesini tamamlanması durumunda, bu sefer sendikaların işlevi sorgulanmaya başlanacaktı. Öte yandan, fabrika komitelerinin merkezi yapıya kavuşturulamamış olması, üretimin merkezi düzeyde örgütlenmesi için de başlı başına bir sorun oluşturuyordu. Oysa sendikalar için durum farklıydı. Eski dönemden kalma merkezi yapısı, Sovyet yönetimi için de büyük bir kolaylık sağlıyordu. Gerçekte genç Sovyet hükümeti, sendikalar aracılığı ile hazır kurulmuş olan ve kendisine bağlı bir örgüt desteği elde etmiş oluyorlardı.

Sovyet Devriminin karşı karşıya kaldığı muazzam güçlükler, ister istemez herkesin merkezi ve güçlü bir otorite tesisi zorunluluğunu kabul etmesini getiriyordu. Oysa, fabrika komiteleri, doğası gereği merkezi otoritenin tam karşısında yer alan yerel otorite görünümündeydi. Ama, proletarya demokrasisinin özü de buydu gerçekte. Yeni toplumun işçi, köylü ve asker temsilcilerinden oluşan Sovyet sistemine oturtulmasının temelinde proletarya demokrasisinin –diktatörlüğünün bu vazgeçilmez temel ilkesini esas almaktaydı. Bu anlayış doğrultusuna, devrim sonrasında, fabrika komitelerinin kazandığı özgüven, kimi zaman ve merkezi devlet otoritesine göre çoğunlukla anarşik bir yapı sergilemekteydi. Demiryolları olayında olduğu gibi, işçiler ve teknik personel, tümüyle yönetimi eline geçiriyor ve hiç bir otoriteyi tanımaksızın tam olarak bağımsız davranabiliyordu. Kuşkusuz, her şeyin bir anlamda tam bir kendiliğinden gelişme içinde istenildiği gibi olmayacağı, kimi zaman genel doğrultudan sapmaların olması kaçınılmaz bir durumdu. Ama bu tür aykırılıkların yaygın olduğunu söylemek mümkün değildi. Bunda yol gösterici unsur, işçi sınıfının kararlılık ve disiplinine olan inanç olmalıydı. Devrim öncesinde fabrika ve işlerlerinde faaliyetlerin merkezi denetimden uzaklaşma eğilimi devam ediyordu, ama bunun tam olarak işçi kontrolü nedeniyle olduğunu söylemek mümkün değildi. Kabul etmek gerekir ki, fabrika komitelerinin devrimde belirleyici rolünü gören ve bunu teşvik eden Bolşeviklerdi; bu anlamda, devrim sonrasında aynı eğilimin devam etmesinden korkulması yersizdi.

Bütün bu gelişmeler içinde yeni Sovyet hükümeti, sosyalist ekonominin planlanması doğrultusunda bir yol ayrımına gelmişti: Bir taraftan, üretimin denetlenmesi, gerçekleştirilmesi ve dağıtımında yerel otorite niteliğinde işçi kontrolü ve diğer taraftan da ekonominin merkezi düzeyde, tek bir elden planlanması işlevini üstlenecek merkezi bir otorite. Gerçekte, tartışma merkezi otoritenin varlığı ile ilgili görünmüyordu. Ama tartışma, merkezi otoritenin oluşumu, merkezi ve yerel otorite arasındaki ilişki ve yetki ve sorumlulukların belirlenmesi üzerinde odaklanmaktaydı. İşçi kontrolü ile ilgili Lenin’in taslağının yayınlanmasından kısa bir süre sonra, ekonomik planlama ile ilgili merkezi organ, Vesenkha oluşturuldu. Yeni organ, Bütün Rusya İşçi Kontrolü Konseyi dahil, bütün mevcut ekonomik otoritenin üzerinde olacaktı. Oysa işçi kontrolü ile ilgili taslakta, ulusa ekonominin planlı olarak kontrolü işçi kontrolü konseyine verilmişti.

Vesenka’ya bütün üretim ve ticari alanda faaliyet gösteren kuruluşları millileştirme, bütün ekonomik organların merkezi olarak yönetimi ve yayınlanacak bütün ekonomik yasa ve kararname taslaklarını hükümete sunma yetkisi verildi. Bütün hükümet harcamaları ile ücretlerin belirlenmesi yetkisi Vesenka’ya devredildi. Vesenka yetkilileri, işçi kontrolü kararnamesinin uygun olmadığı görüşünde birleşti; bütün fabrika komiteler ve sendikaların Sovyetlerin merkezi yetkisi altında yönlendirilmesi gerekliliğine işaret edildi. Vesenka’nın merkezi otoritesini bölgelerde temsil edecek yerel Vesenka bürolarının oluşturulması kararlaştırıldı.

İlk bakışta şematik olarak, planlama örgütünün bu şekildeki oluşturulması makul görünür. Ama hiç kuşku yok ki, merkezi nitelikte oluşturulacak bir örgütlenme, eninde sonunda bütünüyle bürokrat bir yapı kazanacaktır. Çünkü Vesenka, ekonomik planlamada karar verme yetkisine sahip olanlar atanmış bir memur niteliğindeydi ve ekonominin planlanmasında halkın veya onun seçilmiş temsilcilerini, işçi kontrolünü inkar ederek dışlaması ile bu niteliğini belli ölçüde dengeleme şansını da yitirmişti. Çünkü ekonomik planlama, planlama tekniği ve bu doğrultuda yapılacak uzman kadroların çalışması bir yana tutulursa, büyük ölçüde siyasi tercihler manzumesidir; ülke kaynaklarının hangi tercihler doğrultusunda yönlendirileceğinden başlayarak genel ekonomik dengeler, tüketim ve tasarrufa ayrılacak kaynaklar, vs. gibi kararların tümünde siyasi ilkeler söz konusu olacak, bunda halkın çeşitli kesimlerinin bu temel karar mekanizmalarına katılması hayati önem taşıyacaktır. Kısaca bir ekonomik planlama, gerçekte sosyalizmin kurulması, onun kuruluşunun somutlaştırılması anlamını taşır. Ekim devrimi, bu uğurda atılmış ilk adımdı. Siyasi kuruluşun ekonominin sosyalist temelde örgütlenmesi izlemeliydi. Ne var ki bu, ekonomik planlama adı altında Vesenka gibi merkezi bir bürokrat örgüte devredildi. Oysa bu tümüyle siyasi nitelikte karar mekanizmaları ve tümüyle devrimci proletaryanın katılımını gerektiren bir süreçti.[12]




spartakus  |  Cvp:
Cevap: 8
12.12.2014- 01:32

Merkezi organ niteliğinde kurulan Veshenka, gerçekte hiç de hak etmediği bir erki kullanıyordu. Veshenka’nın etkinliği, daha önce Çarlık veya Geçici Hükümet döneminde gerçekleştirilen merkezi yapıları devralmadan öteye gidemiyordu. Bu da büyük ölçüde Petrograd ve bazı önde gelen merkezlerde yer alan sanayi kuruluşlarının ötesine geçmiyordu. Öte yandan, ülke çapında fabrika ve işyerlerinde fabrika komiteleri etkin durumdaydılar. Fabrika komiteleri, kendi inisiyatifleri doğrultusunda, merkezi hükümetin onayı olsun olmasın, fabrika ve işlerlerinde hakim konumdaydılar. Bu fabrika ve işyerlerinin denetimi, gerektiğinde kamulaştırılması tümüyle fabrika komitelerinin inisiyatifindeydi. Denilebilir ki, devrimi izleyen aylarda fabrika ve işyerlerinin millileştirilmesi hemen hemen tümüyle fabrika komiteleri tarafından gerçekleştirilmişti. Hiç kuşkusuz, fabrika komitelerinin fabrika ve işyerlerindeki bu tür kontrol ve millileştirme eylemleri, büyük ölçüde burjuvaziye karşı verilen devrimci mücadele koşulları ile belirleniyor, ulusal ekonominin çıkarlarına ikinci planda geliyordu. Bir başka deyişle, fabrika komiteleri tarafından yürütülen işçi kontrolünün asıl amacı, sosyalist dönüşümü sağlamaktı.

Devlet Kapitalizmi


Lenin ve Bolşevik liderlerinin tarımda olduğu gibi, sanayide fabrika ve işyerlerinin kamulaştırılması doğrultusunda kesin bir programları yoktu. Sovyet liderleri için asıl üzerinde durulan husus, her ne pahasına olursa olsun üretim seviyesinin korunmasıydı. Devrimden sonraki ilk aylarda sanayi kesiminde gerçekleştirilen fabrika ve işyerlerinin kamulaştırılması, hemen hemen tümüyle fabrika komitelerinin inisiyatifi doğrultusunda gerçekleştiriliyordu. Fabrika komiteleri tarafından yapılan kamulaştırma ve el koyma eylemleri, tümüyle burjuvaziye karşı verilen sınıf mücadelesi ekseninde gelişiyordu. Ama Veshenka’nın oluşturulması ile sanayi ve ticarette tüm fabrika ve işletmelerin kamulaştırılması ilkesi kabul edilmişti. Ancak Veshenka, fabrika ve işyerlerinin kamulaştırılması çerçevesinde, fabrika komitelerinden farklı olarak, kendisine ülke çapında üretim seviyesinin her ne bahasına korunmasını esas amaç olarak seçti. Veshenka’nın kuruluşunda görev alan Buharin ve Lomov’un Brest-Litovsk anlaşmalarına karşı çıkan “sol komünistler” içinde yer alması nedeniyle uzaklaştırılmasından sonra, eski bir Menşevik olan ve savaş dönemi Almanya’sının sanayinin korporatist merkezileştirilmesi ve planlı ekonomini hayranı olan Larin’in etkisine girmişti.[13] Larin, Kuznetsk madenleri, Petrograd’ın elektrifikasyonu ve Türkmenistan’da sulama sisteminin genişletilmesi hayallerini kuruyor, bunun için ülkenin önde gelen tröstleri ile Amerikan sermayesinin katılımı ile ortaklık oluşturma üzerinde duruyordu. Bunun için halen faaliyet gösteren en büyük tröstlerin Sovyet Hükümeti ile ortaklık teklifleri üzerinde görüşmeler yürütülüyordu. Bu ortaklık teklifleri, sol komünistlerin şiddetli muhalefeti ile karşılaştı.

Larin, görüşleri ile Lenin’i etkilemişti. Lenin’in sosyalist ekonomik planlama konusunda Larin’in Almanya modelini esas alan görüşlerinin etkili olduğu anlaşılıyor. Bunu özellikle, Lenin’in geçiş döneminde has kaçınılmaz bir olgu olarak önerdiği “devlet kapitalizmi” üzerine söylediklerinden anılıyoruz. Lenin’e göre, mevcut koşullarda, ataerkil, küçük ölçekli meta üretimi, özel kapitalist işletmeler ve sosyalist nitelikteki kuruluşların yanı sıra, devlet kapitalizmi de bir vakıaydı. Lenin’in Devlet kapitalizmi, sosyalizme giden en emin yol olarak değerlendirmesinde gerekçe olarak düzensizlik, ekonomik çöküntü ve anarşizmi gerekçe göstermesine katılmak mümkün değildir. Lenin’in devlet kapitalizmini savunurken ileri sürdüğü küçük üretim anarşisi, daha çok Vesenka ve sendika bürokratlarının fabrika komiteleri hakkında ileri sürdükleri anarşi olsa gerektir. Çünkü, büyük kapitalist tröstlerin devlet ile ortaklık yaparak devlet kapitalist işletmelerine dönüştürülmesinde herhangi bir sakınca görmeyen bir anlayışın, küçük mülkiyet sahipliğinin yarattığı anarşiyi asıl tehlike olarak değerlendirmesi anlaşılır değildir.[14]

Lenin’in Sol Komünistlere karşı getirdiği eleştirilerde söylediklerine katılmak mümkün değil. Lenin, 1918 yılı başlarında, hala daha fabrika komitelerinin fabrika ve işlerleri düzeyinde sosyalizmi yerleştirmek için burjuva unsurları ile yürüttükleri mücadelenin canlılığını her şeye rağmen koruduğu dönemi kastederek devlet kapitalizminin o günkü koşullara kıyas kabul etmeyecek üstünlük taşıdığını söylemesi kabul edilemez. Lenin, buna Sovyet hakimiyetinin sağlanmış olduğu gerekçesini ileri sürer. Oysa, yine bizzat kendisinin de belirmiş olduğu gibi, sosyalist nitelikte olanların yanı sıra, çok çeşitli üretim tarzlarının hakim olduğu o günlerde, tam bir Sovyet egemenliğinden söz etmek mümkün değildir. Sovyetler, belki ve Sol SD’lerle koalisyon halinde hükümete gelmişler, ve bunu silahlı proletaryanın gücüne dayanarak elde etmişlerdir, ama henüz mevcut burjuva devlet aygıtı ve bürokrasisini yıkarak yerine proletarya devletinin oluşturulması ve muazzam Çarlık bürokrasisini yok etmeyi becerememişlerdir.

Lenin, devlet kapitalizmi aracılığı ile sosyalizme yönelmenin kaçınılmaz olduğunu söyler. Bunu kabul etmeyenleri salt kapitalizm ile sosyalizmi kıyaslamakla yetindiklerini, ama hayatın gerçeklerini görmemekle suçlar. Rusya için devlet kapitalizmi ve sosyalizm için ortak olan bir temele dönüşmek kaçınılmazdır. Lenin, bu konuda ileri sürdüğü görüşlerini daha önce de Eylül 1917’de yayınladığı bir yazıda, gerçek bir devrimci demokratik devlet yönetimi altında, tekelci kapitalizmin sosyalizme doğru giden yolda kaçınılmaz olduğunu söylediğini belirtir. Bütün bu nedenlerle, Sol Komünistlerin devlet kapitalizmi tehlikesi olarak ileri sürdükleri şeylerin gerçekte küçük burjuva ideolojisi olduğunu ileri sürer.

Lenin’in sosyalist ekonomik planlamanın ilk adımlarının atıldığı günlerde, uzun uzun Alman devlet kapitalizmi ve onun planlama örgütü üzerinde durması gerçekten de kaygı verici bir durumdur. Lenin, Alman deneyiminin başarısızlığını, junker-burjuva emperyalist devletin niteliğine bağlar. Bunun yerine, Sovyet, yani proletarya devletinin konması, başarı için yeterlidir. Bu şekilde disiplin, örgütlenme ve topyekün çalışma anlayışı ile ekonominin tek merkezde örgütlenmesi mümkün olacaktır. Lenin, bunun sosyalizme giden yol olduğunu söylerken, ne pahasına kazanılacağı üzerinde durmaz. Alman emperyalistlerin yayılmacı emelleri doğrultusunda tasarlanmış ekonomik planlama, esas olarak geniş işçi ve emekçi kesiminin emperyalist burjuvazi tarafından acımasız ve yoğun bir şekilde sömürülmesi esasına dayandırılmış, bu plan dengeleri, girdi maliyetleri, vs. çerçevesinde emeğin böylesine aşırı sömürüsü öngörülmüştür. Bu tür bir plan uygulamasında, yalnızca emperyalist devlet yerine proletarya devletinin konması yeterli olacak mıdır? Öyle anlaşılıyor ki, junker burjuvazisinin dört bir yanda tek başına diğer emperyalistlere kafa tutacak düzeye ulaşması Lenin’i fazlasıyla etkilemiş görünmektedir.

Brest-Litovsk anlaşması ile enternasyonalizmin gözden düşürülmesi ve tek ülkede sosyalizmin kurulması yolunun seçilmesi ile, Lenin’in düşüncelerinde tam bir dönüşün ortaya çıktığı anlaşılıyor. Bir zamanlar, Nisan Tezleri ve Devlet ve Devrim ile tamı tamına Marksist anlayışla burjuva devletinin parçalanmasını, proletarya devleti ve işçi kontrolünü savunan Lenin’in Avrupa’da devrim beklentilerinin zayıflaması ile geri çekildiği ve şimdi de devlet, düzen ve sosyalizme ulaşmak için basamak oluşturacak devlet kapitalizmini savunduğu görülüyor.[15]

Ancak bütün bu tartışmalar, bir kere daha olayların gelişmesi ile kesintiye uğradı; iç savaşın ufukta görülmesi ile önde gelen sanayi sektörlerinin tümünde geniş çaplı kamulaştırmaya gidilmesi kaçınılmaz olarak gündeme geldi. Bu şekilde, bir kez daha devletleştirilen sektörlerdeki fabrika ve işyerlerinin sosyalist ekonomik ilkeler doğrultusunda yönetilmesi ve yönlendirilmesi sorunu ile karşı karşıya kalındı. Sosyalist ekonominin öncü gücü niteliğindeki işçi kontrolünün gözden düşmesi sonucunda bu muazzam işlevin yerine getirilmesi çoğu zaman olduğu gibi, bir kez daha Çarlık döneminin bürokrat ve teknokratları ile gerçekleştirilebilecekti. [16]
________________

[1] Vladimir Lenin, To the Citizens of Russia!, Seçme Eserler, cilt 26, s.236.

[2] A.g.e., s. 112.

[3] Vladimir Lenin, The Tasks of the Proletariat in the Present Revolution, Pravda, sayı: 26, 7 Nisan 1917.

[4] Pravda No. 46, May 15 (2), 1917, Seventh All-Russian Conference Meeting Notes.

[5] V. I. Lenin, The Bolsheviks Must Assume Power, Toplu Eserler, Cilt 26, s. 19-21.

[6] V. I. Lenin, Draft Regulations On Workers' Control, Seçme Eserler, Cilt 26, s. 264-265.

[7] J. Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, s. 264.

[8] V. I. Lenin, The Extraordinary All-Russia Congress Of Soviets of Peasants' Deputies, Toplu Eserler, cilt 26, s. 321-332.

[9] Bolşeviklerin Sovyetlerde uzunca süre azınlıkta kalmalarına karşın fabrika komitelerinde tartışmasız üstünlükleri vardı. Belki de bu yüzden, Lenin’in Ordjonikidze’ye “bütün iktidar Sovyetlere” yerine, “bütün iktidar fabrika komitelerine” demeliyiz biçiminde telkinde bulunduğu söylenir. (M. Brinton, Bolheviks and Workers Control 1917 to 1921, The state and Counter Revolution, Londra, 1970 s., 15, aktaran: Rusya’da İşçi Muhalefeti, Belge Yay., s. 16).

[10] Lenin’in sendikaların kapitalist ve sosyalist toplumdaki işlevi hakkında düşünceleri, onun yeni toplumda, sosyalist kurumlar olarak ortaya çıkan fabrika komiteleri hakkındaki anlayışını çok açık bir biçimde sergiler. Lenin, açıkça kapitalist toplumda bir özgürlük aracı değil, baskı aracı, kapitalist kölelik aracı olduğunu söyler. Burjuvazinin sağlamış olduğu sendika ödünü sayesinde yoksulların ülke yönetimine burunlarını sokmaları önlenmiş olur. Kısaca sendikalar, kapitalist toplumun olmazsa olmaz unsurlarıdır. Lenin, yine çok net bir biçimde, yeni toplumda sendikaların yeri olmadığını söyler: “ Sosyalizm ile bu özgürlüğün en temel biçimi kaçınılmaz olarak yeniden ortaya çıkacaktır, zira tarihte ilk defa kitleler, oy veya seçimlere katılmanın yanı sıra devletin günlük yönetimine katılacaklar. Sosyalizm her kes sıra ile yönetecek, ve bu zamanla hiç kimsenin yönetimi anlamını taşıyacaktır.” V. I. Lenin, State and Revolution, Written: August - September, 1917, Collected Works, Volume 25, p. 381-492, Devlet ve Devrim, Bilim ve Sosyalizm Yay. S. 129.

[11]Bu aşamada Ekim 1917 devrimi dönüm noktasına gelmiş oluyordu: Çarlığın kalıntıları ve burjuvazinin siyasi egemenliğine son verildikten sonra bu sefer onun ekonomik varlığına son verilmesi gerektiği hiç kuşkusuz çok iyi biliniyordu. Bunun aksini düşünmek mümkün değildi. Bu gerçek, yalnızca Lenin veya onun yakın çevresi değil, ama devrimin sabahından başlayarak yapılan ilk duyuru, daha sonraki parti ve sendika kararları, işçi kontrolü ile ilgili hazırlanan ayrıntılı taslak, vs. hemen hepsinde belirtiliyordu: Devrimi gerçekleştiren silahlı proletaryanın bundan sonraki görevinin, “proletarya demokrasisinin nüveleri” olarak ortaya çıkan fabrika komiteleri tarafından yürütülecek işçi kontrolü ile sosyalizmi kurmasına geldiği biliniyordu. Bolşevik parti 7. Kongresi kararlarında işçi kontrolü ile ilgili olarak “..köylüler topraklara el koymakta ve işçiler fabrikalarda işçi kontrolü ile sekiz saatlik işgünü uygulamasını gerçekleştirme, ücret artışı sağlamakta, üretim sürdürülmekte ve işçiler gıda üzerinde kontrol yürütmektedir, vs...” denmekteydi (Pravda No. 46, May 15 (2), 1917). Bu anlayış ile yola çıkılmış, devrim askerlere barış, köylülere toprak ve proletaryaya da sosyalizm, yani üretimde ve dağıtımda işçi kontrolü sağlamıştı. Barış ve toprak kararnamesi imzalanmış, zaten askerlerin ayakları ile ve köylülerin ile fiilen gerçekleştirdikleri bu uygulamaların meşruiyeti tanınmış olmaktaydı; sıra sosyalizmin nüvesini oluşturan işçi komiteleri ile siyasi egemenliğine son verilen burjuvazinin tasfiyesine gelmişti. Gerçekte bu da en az ana hatları ile gerçekleştirilmişti. Bir çok yerde devrim öncesinde devrimci eylemler çerçevesinde ve devrimden sonrasında ise sosyalizme dönüşüm doğrultusunda hayata geçiriliyordu. Ama artık bütün gözler, bunun daha ne kadar süre gerçekleştirilebileceği üzerinde odaklanıyordu.

[12] Bu günden bakıldığında, sosyalizme geçiş sürecinde proletaryanın üstlenmiş olduğu görevin onun öncü partisi dahil, kesinlikle bir başkasına devredilemeyeceği sonucu çıkıyor. Sosyalist ekonominin oluşturulması anlamına ele alındığında, ekonomik planlamada Sovyet örneğinin başarısız olduğunu görmek gerekiyor. Sovyet örneğinden edinilen deneyimden hareketle, sosyalist ekonomik planlamanın merkezi değil, tam tersine yerel düzeyde, fabrika komiteleri aracılığı ile proletaryanın doğrudan katılımı sonucu örgütlenmesi gerektiği anlaşılıyor. Oysa, başlangıçta Sovyetler doğruyu bulmuş, merkezi değil, fabrika komitelerinin yürüttüğü işçi kontrolü altında yerel planlama uygulaması öngörülmüştü.

[13] E.H Carr, The Bolshevik Revolution, 1917-1923, Macmillan, 1950, Volume II, pp. 117.

[14] V. I. Lenin, Left-Wing” Childishness and the Petty-Bourgeois Mentality, Toplu Eserler, Cilt 27, s. 323, 334.

[15] Lenin, bu dönemde şöyle söyleyecekti: “Komünizm, tüm ülkede büyük ölçekli sanayinin merkezileşmesini öngörür ve bu anlama gelir. Bu nedenle, işletmeler üzerinde koşulsuz olarak merkezi kontrol gerekir. Yerel merkezler, merkezin talimat ve kararları doğrultusunda bunların günlük çalışmaları ile ilgilenecektir. Bu nedenledir ki, merkezin şirketler üzerinde doğrudan kontrolünü engellemeye yönelik teklifler komünizmden çok bölgesel anarko-sendikalizm anlamını taşır.” V. I. Lenin, Remarks On the Draft "Propositions Concerning the Management of Nationalised Enterprises", Written: June 2, 1918, First Published: Lenin Miscellany XXXVI in 1959.

[16] İşçi Kontrolü sorunu, iç savaş sonrası bir kez daha gündeme gelir. İşçi Muhalefeti, önceleri sistemli bir birliktelik içinde olmaktan uzaktır. Ama A. Kollontai’nin aralarında katılması ile durum değişir. Kollontai, ilk olarak sendikal muhalefet yakıştırmasını düzeltir. Hareket, parti onuncu kongresinde verilen bir platform tasarısı ile resmi nitelik kazanır. İşçi Muhalefeti, öncü proleter komünistlerden oluşmuştur. Harekette yer alanların hemen hepsi sendika üyeleridir. Rus proletaryasının öncüsü niteliğinde, devrimci mücadelenin en güçlü koşullarında yetişmişler ve işçi sınıfından kopacak şekilde Sovyet resmi kurumları içinde kaybolmamışlar; tam tersine işçi sınıfı ile bağlarını sıkılaştırmışlardır. Sınıfsal güdüleri ile hareket eden bu yoldaşlar, İşçi Muhalefetine katılarak son yıllarda içinde olup bitenleri bir kere daha gözden geçirirler: Sovyet kurumları giderek güç kazanmakta ve yeni toplumsal düzen içinde yerini almaktadır. Ama buna rağmen işçi sınıfı, sosyalist geleceği kurma doğrultusunda kararlı ve aynı sınıfsal sorumluluk ve beklenti içinde çok açık ve seçik bir siyasi tavrına karşın, yeni toplumun üst yapı kurumlarında giderek daha önemsiz bir unsur haline gelmektedir. Kollontai, bu aşamada şu soruyu sorar: “Neden, yalnız sendikalar ısrarlı bir biçimde kolektif yönetimden yana olurken eski Çarlık uzmanlarından yararlanmayı savunanlar tek kişi yönetimi üzerinde duruyorlar? Bu konuda her iki taraf da ilkesel bir çelişki içinde olmadığı söylüyorsa da, gerçekte bu tarihsel anlamda uzlaşmaz iki farklı dünya görüşünü karşı karşıya getirmektedir. Tek kişi yönetimi burjuva sınıfına özgü bireyci anlayışın bir ürünüdür. Bu anlayış, esas olarak kolektif anlayış ile hiç bir ortak yanı olmayan, izole edilmiş, insanın özgür bireysel iradesine dayanır. Burjuvazi, kolektif yapının gücüne inanmaz. Onlar yalnızca insanları kendi uyruğunda ve kendi iradesinde istediği yöne sürüklemek ister. Üretimin kontrolünde kolektif yönetim ilkesinin inkar edilmesi, belki partinin taktik anlamda, uyum sağlamaya yönelik bir ödün niteliğindeydi, ama şimdi devrimin ilk aşamalarında çok kıskançlıkla korumaya ve kollamaya çalıştığımız sınıf politikasından bir sapma niteliğini kazanmaya başladı. Peki, bunun nedeni nedir? Devrim mücadelesi boyunca olgunlaşmış ve güçlenmiş olan parti nasıl olur da eskiden oportünizm olarak suçladığı böylesi bir revizyonist anlayışı benimser? Kırsal kesimde köylülük ve toprak sahipliği ve kentte burjuva unsurlarla birlikte partimiz, Sovyet devleti politikası içinde şimdi uzman, teknisyen, mühendis, eski sanayi ve endüstriyel şirket yöneticileri kimliği ile ortaya çıkan ve geçmiş deneyimleri tümüyle kapitalist üretim sistemine bağlı zengin burjuva temsilcilerinin zararlı etkilerini hesaba katmak durumundadır. Bunlar, kapitalist ekonominin geleneksel sınırları dışında kesinlikle bir başka üretim tarzını düşünemezler. Sovyet Rusya, ne kadar uzmana gerek duyarsa, onların gücü o kadar çok artacaktır. Devrimin ilk aşamasında bir kenara atılan ve çoğu zaman Sovyetlere düşmanca tavır içinde ve fırsat kollayan burjuvazinin dolgun ücretli bu hizmetkarları, her geçen gün güç kazanıyor. Sorunun temelinde yatan şudur: komünizmi işçilerle mi yoksa onların başlarındakiler, yani Sovyet yöneticileri ile mi kuracağız? O halde yoldaşlar, düşünüp taşınmamız gerek; komünist ekonomiyi tümüyle eski sistemin yetiştirdiği insanlarla, bir zaman onlara hizmet verenlerle kurabilmemiz mümkün olabilir mi? Bir Marksist olarak, bilimsel yaklaşım ile ele alırsak buna çok kesin bir hayır cevabı veririz. Bu sorunu çözümü, yeni üretim tarzının denenmesi, bunun sınıfsal bir yaklaşımla değerlendirilmesi, bir şekilde çıkış yolu için mutlaka işçi sınıfına yaratıcı yeteneklerini sergileme fırsatı verilmesi; bir başka deyişle, komünizmin tek yaratıcısı olabilecek bu sınıfın önünü açılmasını sağlamak olmalıdır. Üretimde örgütlü kontrol –işçi kontrolü- ancak sendikalarda bir araya gelen ve yeni düzenimizin bütün ekonomik hayatını yönetecek merkez komitesini seçen Bütün Rusya Üreticileri Kongresinin ayrıcalığı olmalıdır”. İşçi Muhalefeti hareketini ve Sovyet devriminin içine düştüğü son durumu bu şekilde özetleyen Kollontai, daha sonra hareketin tezlerini açıklar. Bu noktada esas, üretim ve üretimin kontrolünde eski düzene özgü bürokrasi engeline takılmaksızın işçi sınıfının yaratıcı yeteneklerinin sergilenmesine fırsat verilmesi olmalıdır. Bu amaçları gerçekleştirme doğrultusunda İşçi Muhalefeti hareketi, kendi sınıfının, işçilerin yaratıcı gücüne dayanmaktadır. Programını bu temel üzerine oturtmuştur. İşte bu noktada İşçi Muhalefeti Bolşevik parti liderlerinden ayrılmaktadır: Bolşevik parti liderlerinin ortak özelliği, işçi sınıfına karşı güvensizlik (siyasi değil, ekonomik yaratıcılık alanda) duymasıdır. İşçilerin kaba, teknik eğitim almamış ellerinin zaman içinde düzenli bir komünist üretime evrilecek ekonomik tarzları üretebileceğine inanmıyorlar. Ama fikir ve düşünce özgürlüğü olmaksızın kişisel inisiyatif olmazdı; kişisel inisiyatif kendini sadece girişim, eylem ve çalışma alanında göstermez, ama aynı zamanda özgür düşünce alanında da gösterirdi. A. Kollontai şöyle devam ediyordu: “Kitle eyleminden korkuyoruz. Sınıf eylemine özgürlük vermekten korkuyoruz. Eleştirilmekten korkuyoruz ve artık kitlelere güvenmekten vazgeçtik; bu nedenle bürokrasiye boğulduk. İşçi Muhalefeti, bürokrasinin, yani bizim düşmanımız ve gelecekte Komünist Partinin varlığı için en büyük tehlike olacak bu kuruma düşmandır. Sovyet kurumlarında kendine barınak bulan bürokrasiden kurtulmak için, ilk önce parti bürokrasisinden kurtulmalıyız. İşçi Muhalefeti, bir grup sorumlu Moskova işçileri ile birlikte, Sovyet kurumlarında parti bürokrasisinin tasfiyesi ve partinin yeniden oluşturulması için bütün demokratik ilkelerin benimsenmesini istiyor. Bu partinin yeniden düzenlenmesi veya kendisine yabancı unsurların baskısı altında giderek içine düştüğü sapmadan arındırılması amacıyla komünist ilkelere geri döndürülmesi gerekir. İkincisi, partiden bütün proleter olmayan unsurlar uzaklaştırılmalıdır. İşçi Muhalefeti bunu tüm kararlılığı ile istemektedir. Üçüncüsü, partinin demokratikleştirilmesi yönünde bir adım olacak şekilde bütün idari konumlarda işçi olmayan unsurların uzaklaştırılması, yani işçi sınıfı kitleleri ile yakın ilişkide olan parti merkez, il ve ilçe komitelerinin ağırlıklı olarak işçilerden oluşturulmasıdır. Dördüncüsü, parti görevlerine yeniden seçimle atama ilkesine geri dönülmelidir. Atamalar ancak istisna olması gerekirken, son zamanlarda bir kural haline geldi. Atama, tipik bir bürokratik anlayıştır; ama buna rağmen artık iyice genelleşti ve meşrulaştı. Bu tür uygulamalar, partide çok sağlıksız bir hava oluşmasına yol açıyor ve üyeler arasındaki eşitlik ilkesini bozuyor. Parti içi açıklık, fikir ve düşüncelerin özgürce dile getirilmesi, parti içinde ve sendika üyeleri arasında eleştiri hakkı; bütün bunlar, mevcut bürokrasiyi kaldıracak kararlı adımlar olacaktır. Eleştiri özgürlüğü, farklı hizipler içinde yer alanların görüşlerini parti toplantılarında dile getirebilmesi, tartışma özgürlüğü; bunları artık yalnızca İşçi Muhalefeti istemiyor. Epey zaman önce parti tabanı bu gerekliliğin farkında ve bunlar giderek yaygınlaşıyor. Bunu solculuk olarak görmemek gerek; çünkü bunlar kongrede kabul edilen ilkeler arasında yer alıyor. İşçi Muhalefeti, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto içinde yıllar önce söylediklerini bir daha tekrarlıyor: Komünizm, emekçi kitlelerin ellerinde yaratılabilir ve yaratılacak. Komünizmin yaratılması görevi işçilerindir.” Alexandra Kollontai, Workers' Opposition Kaynak: Alexandra Kollontai's The Workers' Opposition Publisher: Industrial Workers of the World, 1921 Online Version: Marxist.org 1996; marxists.org 1999 Transcribed: Zodiac.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]