Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Felsefi Tartışmalar

Ben yoksam benim dışımda hiçbir şey yoktur
Ahmet Mümtaz İdil


Benim kuşağım Joan Baez’in şarkılarının yanı sıra, George Politzer'in Felsefenin Temel İlkeleri kitabını okuyarak büyüdü. Elbette yalnızca Joan Baez devrimci şarkılar söylüyor, yalnızca George Politzer de marksist felsefeyi anlatıyor değildi, ama baskın olanlar bunlardı. Anımsarsınız, Politzer kitabında ünlü filozof Berkeley’e çatarak başlar birinci kitabın hemen başında. Kitabı okuduğumda Berkeley’in kim olduğunu bile bilmiyordu çoğumuz, ama anlaşıldığı kadarıyla idealist bir felsefeciydi. Onun felsefesi bizler için kabaca bilinmeyene, yani Tanrıya çıkıyordu. Platon’un ikisi siyah, ikisi beyaz atının 19. Yüzyıl versiyonuydu bir bakıma. Yüzeysel bakıyorduk felsefeye ve içinde kendimize ait, anlayabileceğimiz ve haksızlıklara baş kaldıran söylemler arıyorduk.

Berkeley için mealen şöyle yazıyordu Politzer: Saygı değer Berkeley der ki, dünyayı kavrayan, anlamlandıran benim bilincimdir, o olmazsa dünyada yoktur. Bir masa varsa karşımda, o masa benim bilincimde olduğu sürece vardır. Öldüğüm zaman ya da ben o masayı kabul etmediğim zaman masa da yoktur.

Politzer, “Sayın Berkeley haklı gibi görünebilir, ama benim ona şöyle bir önerim var: Bir demiryolu hattına yatsın ve o sırada geçecek bir treni yok kabul etsin, bakalım hala masa örneğini verebilecek mi?” diyordu.

Müthiş etkileyiciydi bizler için. Gerçekten Berkeley bunu söylemiş olsa, Politzer sonuna kadar haklı görülebilirdi, ama Berkeley tam olarak bunu söylemiyordu. Berkeley’in söylediği aslında çok basit bir gerçekti, ama o sıralarda dönemin aldatmaca komünist rüzgarına kapılarak külliyen reddettiğimiz bir felsefi söylemdi. 1970’li yıllarda komünist ve sosyalist bir rüzgar esiyordu toplum katmanlarında. Tam anlamıyla komünizmin, hatta sosyalizmin bile bilinmediği bir dönemdi. Herkes kendi algıladığı biçimde komünizm tarifi yapıyor, hükümetler ise işin daha da dramatik hal almaması için, insanlar daha da bilinçlenmesin diye polisiye önlemleri artırıyorlardı. Dönem bugün gibi değildi, ama baskı o zaman da vardı ve şiddeti de az değildi.

Felsefenin Temel İlkeleri kitabını okuyan bilir, bütün kitap boyunca Marksizmin her “kaba” söylemine göndermeler yapar, ama asla bir proloterya diktatörlüğünden, egemenliğinden söz etmez. Leo Huberman’ın kitabına girişinde sözünü ettiği, taksiden inen herhangi bir kişinin taksi parasını bile vermeden oteline koşar adımlarla gittiği gerçeğini yüzümüze vurmaz, vuramaz. Politzer’in kitabı gerçekten bir başlangıç kitabıdır. Satranç taşlarının nasıl hareket ettiğini öğrendiğinizde nasıl satrancı bilmiyorsanız, Politzer’in kitabını okuduğunuzda da komünizm veya sosyalizm hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz demektir.

Sonuçta, insanı Cervantes’in Don Kişot’u sosyalizminde bırakan, her yapılan eylemin solculara karşı olduğunu savunan bir anlayışın bir adım ötesine geçemez insan. Sosyalizm hep vardı, ama o dönemin gençleri bilgilerini yanlış kitaplardan, yanlış insanlardan öğrenmeye çalıştı ve yanlışın tam ortasında kaldı. Bu da, sosyalizmin yayılmasını engelleyen en önemli faktör olarak tarihe geçti. Bir çeviri furyası, yanlış yönlendirmeler, yanlış başlangıçlar ve kafa karışıklığı...

Dönemin gençliği o yıllarda Don Kişot rolünü üstlenmiş, haksızlıklara karşı olduğu ölçüde de sosyalist olmuştu. Elbette bir çok akademisyen, bilim adamı ve gençlik lideri bu sıralamanın dışındaydı, ama kitleleri ikna etmek çok güçtü; çünkü dışarıda her türlü devrimci hareketi ezmek üzere bekleyen eli “tokmaklı” adamlar hazır bekliyordu.

Bilinmeyen ya da idrak edilemeyen en önemli şey, bireysel olarak sosyalist olunamayacağıydı. Sosyalizmin olmazsa olmaz koşulu örgütlenmekti ve bireysel olarak ortaya çıkan her sosyalist, aslında sanal bir dünyanın sanal bir elemanı olarak yalnızca ideolojiye kötülük yapıyordu.

Robinson Cruose’nun patron, Cuma’nın köle ya da daha yakın söylemle işçi olduğu bir dünyanın genellemesi yapılamadı. Bir adada kalmış yalnız bir adamla, sonradan karşısına çıkan ve onun hizmetkarı olan bir başka adam arasındaki ilişkiyi fantezi olarak kabul etmek yetmedi. Çocuk romanı olarak insanlara dayatıldı.

Günümüze geldiğimizde, örgütsüz bir toplum hareketinin, haksızlığa baş kaldırmanın anlamsızlığı her geçen gün yeniden karşımıza çıkıyor. Bankalar sizi mi aldatıyor, kullandığınız kredi kartlarından “masraf” mı alıyor, buna karşı yapacağınız her şeyin bireysel olmasını sağlıyor sistem. Sizin asla bir başkasıyla ortak hareket etmenize izin vermiyor. Oysa işin çok daha kolay yolu, hep birlikte hareket etmektir.

Bunu anlamıyor kitleler. Bunun kendisi için çok daha yararlı olduğunu idrak edemiyor. Bireysel olarak özgürlük denilen aldatmacanın büyülü rüyasına giriyor ve kendi başına hareket ediyor. Elbette yeniliyor. Aldığı üç beş kuruşun çok daha fazlasını geri ödüyor, ama ilk zaferi onun için yeterli.

Cervantes de, Daniel de Foe da, Feurbach da, Saint Simon da bize bunları anlatmaya çalıştı, ama anlamamakta ısrar ettik. En yakın dostumuzu kişisel ikbal için ihbar etmeyi Berkeley’den de öğrenmedik. Bunu iddia etmek en büyük iftiracılık olur. İdealizmi kötüleyerek diyalektiği yüceltmek mümkün olmuyor. İkisi arasındaki olumlu iletişimden ancak marksizm kendini anlatacak bir alan bulabiliyor. Yalnızca marksizm anlatıldığında veya öğrenildiğinde, aksi durumun ne olduğu hiçbir zaman anlaşılmıyor, ancak yaşanıyor. Yaşama pratiğini hala sürdürüyor bu toplum, ama teoride artık iyice geri kaldığı da kesin.

Umut mutlaka bir kapının arkasında ama toplum hangi kapı olduğunu bilmeden sürekli yeni kapılar açıyor. Oysa o kadar açıkça insanları kendine çağırıyor o tıklamadan girilecek kapı...

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]