Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Enternasyonal

Komünist ve işçi partilerinden faşizme karşı zaferin 70. yılında açıklama

Aralarında Almanya, Yunanistan, Suriye ve Türkiye'den partilerin de bulunduğu 45 komünist ve işçi partisi, faşizme karşı zaferin 70. yıldönümü dolayısıyla bir açıklama yayımladı.

Resim Ekleme

Dünyanın dört bir tarafından 45 komünist ve işçi partisi, faşizmin 9 Mayıs 1945 tarihinde yenilmesinin 70. yıldönümü nedeniyle bir açıklama yayımladı.

Açıklamada, faşizmin yenilişinin 70. yılında dünyanın bir kez daha faşizm ve savaş tehdidiyle yüz yüze olduğu vurgulanırken, Büyük Anayurt Savaşı'nda hayatını kaybeden 27 milyon Sovyet yurttaşının ve Kızılordu'nun katkıları hatırlatıldı.

İşte o açıklamanın tamamı:

Nazi faşizmine karşı zaferin 70. yılı

Berlin’in 1945 Mayıs’ında Sovyet askerleri tarafından özgürleştirilmesi, halkların İkinci Dünya Savaşı’nı kazanmasını ve kapitalizm tarafından yaratılan sınıf egemenliği’nin en şiddetli biçimi ve on milyonlarca insanın öldüğü savaşın doğrudan sebebi olan Nazi faşizminin yenilgisini simgeliyor.

9 Mayıs 1945 zaferinin belirleyici rolü, Sovyetler Birliği, Sovyet halkı ve Komünist Parti liderliğindeki Kızıl Ordu tarafından oynandı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunu belirleyen büyük savaşlar Doğu Cephesi’nde yaşandı. Zaferin 70. yılını kutlamak, büyük bir fedakârlıkla 27 milyon insanı kaybederek Nazi faşizmi barbarlığına karşı direnen ve savaşan, onun yenilgisine belirleyici katkıyı koyan milyonlarca Sovyet erkeği ve kadınının kahramanlıklarını, cesaretini ve kararlılıklarını hatırlamak ve kutlamaktır. Zaferin 70. yılını kutlamak, tüm dünyadaki hayatını zafere adamış ve zafer için vermiş direnişçilerin ve antifaşist mücadele veren milyonların kahramanlığını, cesareti ve kararlılığını hatırlamak ve methetmektir.

Nazi faşizmi Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden sürekli krizle, özellikle de 1929’un büyük buhranıyla ve Ekim Devrimi’nin yansımalarıyla karşılaşan büyük sermayenin kendi egemenliğini dayatmak için kullandığı acımasız bir araçtı. Antikomünizm her zaman Nazi faşizminin belirleyici bir özelliği oldu. Her yerde işçi sınıfı ve halk hareketleri, özellikle de Komünistler, onun ilk kurbanları oldu. Her yerde, Komünistler faşizme direnişin ön cephesindeydi ve özgürlüğün yolunu açan kitlelerin ve silahlı direnişin öncülüğünü yaptı.

Bugün, faşizm tehdidi ve büyük boyuttaki yeni bir savaş tehlikesi gerçek ve bu tehlike artıyor. Yeniden, kapitalizmin düzeltilemez çelişkilerinin sonucu olan daha derin bir kriz sonucunda büyük sermaye krizden; güç kullanarak, acımasız seviyelerde sömürüyü dayatarak ve halkların egemenliğine ve tüm kıtalardaki devletlerin bağımsızlığına saldırarak çıkmaya çalışıyor. Büyük emperyalist güçler dünya çapındaki egemenliklerini askeri araçlarla, saldırgan savaşlarını artarak dayatmaya çalışıyor. Ukrayna ABD ve Avrupa Birliği’nin ve onların silahlı kanatları NATO’nun desteğini alan faşist eylemlerin sonuçlarını yaşıyor. “Komünizme karşı mücadele” adına, revizyonizm ve tarihsel sahtekarlıklarla, utanmaksızın faşizmle Komünizm arasında eşitlik kurarak, faşizmi onarmaya çalışıyorlar.

Bu yüzden, tarihin derslerini hatırlamak, Nazi faşizminin suçlarını hatırlamak, onun sınaf doğasını ve onun yükselişine yol açan suç ortaklarını hatırlamak büyük önem taşıyor. İkinci Dünya Savaşı trajedisi unutulmamalı ki, başka bir felaket engellenebilsin.

Aşağıda imzası bulunan Komünist ve İşçi Partileri işçileri ve tüm dünya halklarını özgürleşme mücadelelerini güçlendirmeye, Nazi faşizmine karşı zaferin 70. Yılı kutlamalarını, kökleri kapitalizmde olan ve insanlığa, demokrasiye, toplumsal ilerlemeye ve sosyalizme düşman faşizme karşı, birliğin ve barış mücadelesinin güçlü bir ifadesi haline getirmeye çağırıyor.

Almanya Komünist Partisi
Arjantin Komünist Partisi
Arnavutluk Komünist Partisi
Avustralya Komünist Partisi
Belçika Emek Partisi
Bohemya ve Moravya Komünist Partisi
Britanya Komünist Partisi
Britanya Yeni Komünist Partisi
Cezayir Demokrasi ve Sosyalizm Partisi
Danimarka Komünist Partisi
Güney Afrika Komünist Partisi
Hırvatistan Sosyalist İşçi Partisi
Hindistan Komünist Partisi
Hindistan Komünist Partisi (Marksist)
Hollanda Yeni Komünist Partisi
Irak Komünist Partisi
İran Tudeh Partisi
İrlanda Komünist Partisi
İspanya Halkları Komünist Partisi
İspanya Komünist Partisi
İsviçre Komünist Partisi
Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL), Kıbrıs
İtalyan Komünistleri Partisi
Kanada Komünist Partisi
Katalonya Komünist Partisi, İspanya
Komünist Parti, Türkiye
Lübnan Komünist Partisi
Lüksemburg Komünist Partisi
Macaristan İşçi Partisi
Malta Komünist Partisi
Meksika Komünist Partisi
Peru Komünist Partisi
Portekiz Komünist Partisi
Rusya Federasyonu Komünist Partisi
Sırbistan Komünist Partisi
Slovakya Komünist Partisi
Suriye Komünist Partisi
Suriye Komünist Partisi (Birleşik)
Svaziland Komünist Partisi
Şili Komünist Partisi
Uruguay Komünist Partisi
Venezuela Komünist Partisi
Vietnam Komünist Partisi
Yugoslavya Yeni Komünist Partisi
Yunanistan Komünist Partisi

umut  |  Cvp:
Cevap: 1
07.05.2015- 15:42

İlber Ortaylı: Nazileri yenmek Kızıl Ordu'nun eseridir

İlber Ortaylı, Nazilerin Doğu Avrupa'dan kovalanması ve mağlubiyete uğratılmasının Sovyet Kızıl Ordusu'nun eseri olduğunu söyledi.

Resim Ekleme

9 Mayıs Sovyetler Birliği'nin İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası karşısında kazandığı zaferin 70. yıldönümü...

Tarihçiler Prof. Dr. İlber Ortaylı ve Radikal yazarı Ayşe Hür, 2. Dünya Savaşı hakkındaki gerçekleri ve SSCB'nin rolünü Sputnik Haber Ajansı'na değerlendirdi:

'AVRUPA'YI NAZİZİMDEN SOVYET ORDUSU KURTARDI'


İlber Ortaylı, "Nazileri yenmek, bugünkü Rusya topraklarından ve hatta Doğu Avrupa'dan kovalamak, Sovyet Kızıl Ordusu'nun eseridir. Bunun bilinmesi lazım. Beğenelim beğenmeyelim bu böyle. Avrupa'yı Nazizm'den kurtaran iki kuvvet var; Sovyet ordusunun —kendisine yapılan silah yardımlarıyla etkili hale gelen- savaşma gücü ve hem İtalya hem de Normandiya'dan giren Batılılar. Tarih bu konuda çok açık" diye konuştu.

Harbe hazırlıksız yakalanan Sovyetler Birliği'nin savaşa fevkalade düşük silah ve uçak kapasitesiyle girdiğine dikkat çeken Ortaylı, Amerikan silah sanayii ve kapitali yardımı sayesinde Kızıl Ordu'nun Nazi Almanyası karşısında çarpışma gücünü artırdığını vurguladı. Ünlü tarihçi, ABD ve İngiltere'nin komünizm hakkındaki tutumlarına rağmen ‘dizginlenemeyen Nazi Almanyası' karşısında SSCB ile anlaşmak zorunda kaldığını ifade etti.

Ortaylı, Ukrayna Başbakanı Arseniy Yatsenyuk'un, ocak ayında Berlin'de yaptığı açıklamada, Sovyet ordusunun Ukrayna ve Almanya'yı ‘işgal ettiğini' söylemesini ve Polonya Dışişleri Bakanı Grzegorz Schetyna'nın da, Auschwitz Toplama Kampı'nı Sovyet ordusunun değil Ukrayna ordusunun kurtardığını iddia etmesini de değerlendirdi. Ortaylı, Yatsenyuk'un tezinin kabul edilemez olduğunu kaydederek "Tarihi bu şekilde yorumlamak ‘günün lezzeti'dir, tarihin orijinal yorumuna hiçbir katkısı olduğunu zannetmiyorum. Herhalde Yatsenyuk'un Almanya ziyareti dolayısıyla söylenmiş bir şey. Bu, Sovyet varlığını veya bugünkü Rusya'yı tanıyıp tanımama veya sevip sevmemekle ilgili bir şey değil. Tarih, tarih olarak yazılır" diye konuştu.

'SOVYETLER BİRLİĞİ'NİN ROLÜNÜ KÜÇÜMSEMEK AYIPTIR'


Ayşe Hür de, Kızıl Ordu ve Sovyet halklarının 1941-1943 yılları arasındaki kahramanca direnişi ve ardından saldırı harekatları olmasaydı, Nazi Almanyasının yenilmesinin mümkün olamayacağını vurgulayarak şu ifadeleri kullandı:

"2. Dünya Savaşı'nda 1941-1943 arasında (özellikle Haziran ve Temmuz 1941'de) büyük yenilgiler, geri çekilmeler oldu, ama Temmuz 1942-Şubat 1943 arasındaki Stalingrad muharebelerinin kazanılmasıyla yenilgiler silsilesi durdurulduğu gibi, 1943 Temmuzundan itibaren 16 ay içinde, Kızıl Ordu sürekli Batı'ya ilerleyerek Nazi ordularını sürekli geri püskürttü. Öyle ki Kızıl Ordu Baltık Denizi'nden, Varşova ve Budapeşte hattıyla, Yugoslavya'daki Drava nehrine çizilen 1000 milden geniş bir yaydan başlayarak sürekli Batı'ya ilerleyerek Almanya'ya   geldi ve 21 Nisan 1945'te Berlin'e girdi."

'HİÇBİR AVRUPA ÜLKESİ BÖYLESİNE FEDAKARLIKLA NAZİZME KARŞI DURMADI'


Milyonlarca can kaybı veren Sovyetler Birliği'nin rolünü küçümsemenin ayıp olacağını dile getiren Ayşe Hür, sözlerine şöyle devam etti: "Kızıl Ordu kadar Sovyet partizanlarının ve Sovyet halklarının topyekün direnişini gözlerim yaşarmadan anmam mümkün değil. Avrupa'nın hiçbir ülkesinin halkı böylesine büyük bir adanmışlıkla ve fedakarlıkla Nazizme karşı durmamıştır. Ayrıntıları bir yana bırakalım, soğuk istatistik rakamları bile Müttefik ülkelerin toplam kaybı 1,5 milyon civarında iken, 21 ila 28 milyon arasında evladını savaşta kaybeden (ki bu rakam toplam savaş kayıplarının üçte biridir neredeyse) Sovyetler Birliği'nin rolünü küçümsemek ayıptır."

solcu  |  Cvp:
Cevap: 2
08.05.2015- 22:46

Fidel, Zafer Günü için yazdı: Marksist-Leninist olma sorumluluğumuz

Küba Devrimi'nin lideri Fidel Castro, yarın 70. yıldönümü kutlanacak olan faşizme karşı büyük zafer için yazdı. "Marksist-Leninist olma sorumluluğumuz" başlıklı makalenin tamamını soL okurlarıyla paylaşıyoruz.

Resim Ekleme

Çeviri: Ogün Eratalay

Önümüzdeki 9 Mayıs günü Büyük Anayurt Savaşındaki zaferin 70. yıldönümü kutlanacak. Saat farkı gözönüne alındığında ben bu satırları bitirdiğimde Rusya Federasyonu silahlı kuvvetlerine bağlı subay ve askerler gurur içinde Moskova'daki Kızıl Meydanda yapılan törenlerde yerlerini almış olacaklar.

Lenin devrimci bir stratejik dehaydı ve Marx'ın fikirlerini benimseyip kendi muazzam genişlikte ve yarı sanayileşmiş ülkesinde uygulamaktan çekinmedi. Kurduğu proletarya partisi dünyadaki en radikal ve cesaretli partiye dönüştü, kapitalizmin dünyada o zaman dek yarattığı en büyük vahşi katliamın küllerinden doğdu. Otomatik silahların, savaş uçaklarının, boğucu kimyasal gazların, yüzlerce kilometre öteyi vurabilen devasa topların ilk kez kullanıldığı bir katliamdı bu.

Bu katliamdan Milletler Cemiyeti doğdu. Ancak barışı koruması gereken bu kurum Afrika, Asya, Okyanusya, Karayipler, Kanada ve Latin Amerika'da son sürat devam eden sömürgeciliğe bile dur diyemedi.

Yirmi yıl sonra Avrupa yepyeni bir dünya savaşının içine yuvarlanırken, 1936 yılındaki İspanya İç Savaşı sanki gelmekte olan yıkımın işaretlerini veriyordu. Nazilerin ezilmesinden sonra uluslararası kamuoyu bu kez umutlarıyla Birleşmiş Milletler örgütünü varetti. Barışın korunduğu, zengin, fakir, irili ufaklı ülkelerin dayanışma içinde birarada yaşayarak gelişeceği günler umut ediliyordu.

*

Milyonlarca bilimadamı halihazırda kısıtlı su ve yiyecek tehditi altındaki insanlığın hayatta kalmasını sağlamak için çalışmakta.

Dünya üzerinde 7.3 milyar insanız. 1800 yılında bu rakam yalnızca 978 milyon seviyesindeyken sayı 2000 yılında 6.07 milyara çıktı, 2050 yılında 10 milyara çıkacağı öngörülmekte.

Bunun ardından herhalde yüzlerce yıl Avrupalılar tarafından sömürüldükten sonra yağmalanmış ülkelerinden kaçarak bulabildikleri yüzen her türlü cisimle Batı Avrupa'ya ulaşmaya çalışan göçmenleri, mültecileri hatırlamak gerek.

23 yıl önce Birleşmiş Millet bünyesinde yapılan bir çevre toplantısında şunları söylemiştim: "Önemli bir biyolojik tür, doğal yaşam alanının hızla tahrip edilmesinden dolayı tükenme tehlikesiyle karşı karşıya, bu biyolojik tür insanoğludur." O zaman bu tehlikeye ne kadar yakın olduğumuzun farkında değildik.

*

Büyük Anayurt Savaşındaki zaferin 70. yıldönümü kutlamaları vesilesiyle insanlığa en büyük hediyeyi sunmuş olan kahraman Sovyet halkına takdirlerimizi iletmek istiyorum.

Bugün Rusya Federasyonu halklarıyla dünyadaki ekonomik olarak en hızlı gelişme içinde olan ülkenin halklarının ittifakı mümkündür: Çin Halk Cumhuriyeti; iki ülke de işbirliği, ileri bilimsel gelişmeler, güçlü orduları ve cesur askerleri sayesinde küresel barış ve güvenliğin teminatı konumundadır, insaoğlunu bekleyen yokolma tehdidini geri çevirebilirler.

Beden ve akıl sağlığının yanısıra dayanışma ruhu öne çıkmalıdır, yoksa insanoğlunu yokoluş bekliyor.

Büyük Anayurt Savaşında hayatını kaybeden 27 milyon Sovyet insanı, insanlık için yaptıkları fedakârlığı aynı zamanda sosyalist gibi düşünüp sosyalist olarak var olabilmek, marksist-leninist olabilmek, komünist olabilmek ve tarih öncesi barbarlıktan çıkabilmek için yaptılar.

Fidel Castro Ruz
7 Mayıs 2015
22:14

umut  |  Cvp:
Cevap: 3
09.05.2015- 09:50

Faşizme karşı zaferin şarkılı tarihi
Kemal Okuyan



Her şey 22 Haziran 1941 sabahında başladı. Bütün ağırlığıyla...

Hitler Almanyası'nın eninde sonunda Sovyetler Birliği'ne saldıracağı biliniyordu ama farklı kaynaklardan Moskova'ya ulaşan istihbarat raporlarına rağmen Sovyet yönetimi o gün ve o çapta bir saldırıyı öngörmüyordu.

Üç milyon askerle yüklendi faşist ordu Sovyet topraklarına. Aynı anda Sovyetler Birliği "büyük yurtsever savaş"ın başladığını ilan etti. Topyekun savaştı bu; kutsal bir savaş!

Stalin'in haftalarca bunalıma girdiği iddia ediliyor; oysa Sovyet liderliği ilk Alman saldırılarında büyük ölçüde dağılan Kızıl Ordu'yu, Sovyet halkları ile birlikte uzun ve zorlu bir savaş hazırlamaktaydı.

Bütün ayrıntılar hesaplanıyordu. Nazilerin saldırdığı günün hemen ertesinde Stalin'in Kızıl Ordu Korosu'nun kurucusu ve yönetmeni, aynı zamanda besteci olan Aleksandr Aleksandrov'u arayarak Sovyet halkının uyanışını simgeleyen bir şarkıya ihtiyaç olduğunu söylediği biliniyor.

24 Haziran 1941'de Lebedev Kumaç tarafından yazılan sözler hazırdı, bir gün sonra ise beste!

26 Haziran'da ise cepheye gitmek için trenlere binmekte olan on binlerce asker, daha sonra savaşın kaderini belirleyecek çatışmaların yaşanacağı Moskova'daki Byelarus Tren Garı'nda, Kızıl Ordu Korosu'nun eşliğinde bu şarkıyı, Kutsal Savaş'ı defalarca söylüyordu. Sovyet insanının Kutsal Savaş'ı, Halkın Savaşı başlamıştı.

O birkaç gün içinde sayısız şarkı bestelenmişti faşizme karşı. Ancak Kutsal Savaş, bütün hepsinin amiral gemisi haline geliyor; görkemli ezgisiyle Sovyet insanını uzun soluklu bir mücadeleye mümkün olan en vakur bir biçimde hazırlıyordu. Siparişle yazılmıştı evet ama alabildiğine gerçekti.

Bu eser hiç unutulmadı, Putin Rusyası'nın "milliyetçi" retoriğinden nasibini aldı belki ama ona bugün hâlâ hayat veren, 70 yıl öncesinin ruhuydu.

Kutsal Savaş başlamıştı. Hitlerciler sabırsızca iki büyük kente, Leningrad ve Moskova'ya yöneldi. Sovyet döneminde Lenin'in adını taşıyan eski adıyla Petrograd, şimdilerinin St. Petersburg'u, faşist orduları felakete 10 kilometre kala durdurdu. Kent düşmedi ama asıl felaket başlamıştı. 8 Eylül 1941'den 1944 Ocak ayına kadar, 872 gün süren bir kuşatma yaşadı 1 milyon 400 bin Sovyet yurttaşı. Hitler kenti tamamen yok etmek niyetindeydi. "Kimseyi teslim almayacaksınız"dı ilk direktif. Leningrad'ı ele geçiremeyeceğini anladığındaysa "açlıktan geberecekler, sonra dümdüz edeceğiz" diyordu Hitler. Bir iddiaya göre kentin adını Adolfsburg olarak değiştirmek niyetindeydi.

Oysa bilmiyordu kentin kendisini savunmaya nasıl kararlı olduğunu... Sovyetler Birliği Komünist Partisi, Jdanov'u yollamıştı Leningrad'a. İki ünlü komutan Kliment Varoşilov ve Georgiy Jukov da oradaydı.

Sonra sanatçılar...

Şostakoviç 7. Senfonisi'ni burada yazmış, beste mikrofilmlerle kuşatma altındaki kentten dışarı çıkarılmış ve kısa süre sonra Londra'da icra edilmişti. Müzik tarihinin en bilinen ve beğenilen senfonilerinden birini ünlü besteci tepesine bombalar yağarken yaratmıştı.

Pek bilinmeyen şarkılar da yazıldı Leningrad savunması sırasında... Şostakoviç'in senfonisi bütün görkemine rağmen, sanat müziği formatındaydı, soyutlama düzeyi çok gelişkindi. Beste insanı derinden etkiliyor, sarsıyor lakin bana göre açlıktan insan eti yemeye başlayan az sayıdaki başıbozuğa rağmen onurunu, mücadele kültürünü ayaklar altına almayıp direnen insanın duygularını bütün çıplaklığıyla vermiyordu.

Yine Lebedev Kumaç'ın sözlerini bu kez Çistyakov besteliyor ve bir deri bir kemik halde kenti savunan Kızıl Ordu askerlerinin oluşturduğu koro söylüyordu: Leningrad İçin!

Sonra bir başka besteci Jak'ın şarkısı geliyordu. Beskozirka, bahriyeli kepi, Leningrad'daki denizcilere   donanmanın devrimci geleneklerini hatırlatan bir şarkıydı. Avrora zırhlısından eski düzene açılan top ateşini, Ekim Devrimi'nin savunulmasını... Şimdi de faşist ordu karşısında Baltık Filosu'nun tarihsel bir görevi vardı... Pavel Çekin, kuşatma altındaki kentten sesleniyordu, insan boyun eğmezdi...

Moskova da boyun eğmedi. Oysa ne kadar umutlanmıştı Hitlerciler, Kremlin Sarayı'nın kulelerini görecek kadar yakına sokulduklarında. "Bu işi bitirdik" diye yazıyordu generaller Berlin'e... Ne onlar ne de bitkin düşen Kızıl Ordu askerleri, Ekim Devrimi'nden sonraki iç savaşta süvari alaylarının komutanı Semyon Budyonniy'nin hazırladığı yüz binlerce kişilik yedek birliklerin doğudan Moskova'ya getirildiğini biliyordu.

Almanlar 1941 yılı bitmeden başkentten uzaklaştırıldı. Aynı yıl Dunayevskiy tarafından bestelenen Benim Moskovam artık daha büyük bir coşkuyla söyleniyordu. Binlerce kez yorumlandı bu şarkı, hatta 1995'te Moskova kentinin resmi şarkısı olarak ilan etti Sovyet kültürünü yağmalayan Yeltsin iktidarı. Çok söylendi, hatta bir dönem başkentteki bütün konserlerin final parçasıydı neredeyse bir kural gibi, ama hiçbir seslendirme şarkıyı ilk söyleyen Zoya Rojdestvenskiy'ninki kadar etkileyici olmadı.

Moskova düşmeyecekti. Ancak Alman orduları ülkenin derinliklerine kadar inmişti ve zor, çok zor günler bekliyordu Sovyet insanını. Bir büyük edebiyatçı, Konstantin Simonov ise "Bekle Beni" diye yazmıştı cepheye giden milyonlarca Kızıl Ordu askeri adına... Sevgililer beklendi, kardeşler, evlatlar... Dönmedi çoğu ve Jdi Menya ünlü Sovyet şarkısı Katyuşa'nın bestecisi Matvey Blanter'in belki de en iç burkan parçası olarak 1942'den bugüne dillerden hiç düşmedi.

Savaşın henüz başıydı. Herkes zafere inanıyor ama ardı ardına gelen iç karartıcı haberlerden kaygılanıyordu. Sovyet yönetimi savaş boyunca halktan hiçbir şeyi gizlemedi, her başarısızlık her geri çekilme radyo ve gazetelerden duyuruldu. Ancak bozgunculuğa hiç izin verilmedi. Halk başlarına gelen felaketin büyüklüğünü zaten anlamış ama kabullenmeyeceğini de göstermişti.

Alman faşizminin zalim, yok edici varlığı karşısında Sovyetlerde insan ayakta kalmak için muazzam bir yaratıcı enerji açığa çıkarıyordu. Bu enerjinin duygu yüklü olmaması mümkün müydü?

Dünyanın tanık olduğu en büyük barbarlık karşısında sosyalist ülke insana ait geniş duygu skalasından gelişkin olanların beslenmesi için ülkenin entelektüel birikimini harekete geçirmek zorundaydı. Korku doğaldı ama alt edilmeli, sınırlanmalıydı. Ama cesaret de hezeyandan arındırılmalıydı. Anayurt savaşında en son ihtiyaç duyulan şey aptallıktı. Köyler yakılıyor, kentler ortadan kalkıyor, insanlar yüz binler halinde katlediliyordu. Acı duymamak, üzülmemek mümkün değildi. Ancak sınır hattı "hüzün"de çekildi. Ağıt, yakarma, tevekküle davet, çaresizlik hiç yoktu. En acı veren anlarda dahi, çıkış yolunu aradı Sovyet insanı. Savaş dönemi şarkılarında da böyleydi. Hüzün vardı ama çaresizlik asla...

Ve Sovyetler Birliği, büyük bir kavganın içinde alabildiğine insani bir romantizm geliştiriyordu. Mavi Eşarp, savaşın en zor yılında, 1942'de Petersburgiy tarafından bestelendi. Kızıl Ordu boyun eğmiyordu, insanın yaşama sevinci de...

Hüzün demiştik... Ayrılıklar da hüzünlüdür çoğu kez. Sevdiğinden, evinden, yurdundan... Savaş dönemi boyunca bu tema hiç eksilmedi Sovyet sanatından. Denizciliğin doğasında vardı ayrılık, bana göre tüm Sovyet tarihinin en güçlü ezgileri konusunu denizden, denizcilerden alanlardan çıkmıştı. Bunlar içinde en yaygın bilinenlerden biri, yine 1942'de Jarkovskiy tarafından bestelenen Hoççakal Kayalık Dağlar'dı. Dönemin önde gelen tenorlarından Vladimir Bunçikov da en bilinen yorumlarından birini seslendiriyordu.  

Deniz ve donanma dendiğinde akla Sivastopol'un gelmemesi mümkün mü? Karadeniz'in bu en önemli limanı, İkinci Dünya Savaşı'nın en sert çatışmalarına konu oldu. Almanlar kenti sardığında askeri açıdan Kızıl Ordu'nun düşmanı püskürtmesi mümkün değildi. Herkes biliyordu ki, Sovyet askerleri kentin mümkün olduğunca geç ele geçirilmesi için savaşacak ve mümkün olduğunca çok faşist öldürmeyi hedefleyecekti.

Almanlar sonuçta kenti işgal etti ama Sivastopol kentinin boynu hiç bükülmedi; direniş öngörülenin de ötesindeydi. Sivastopol Efsanesi'ni müziğe aktarmak ise Vano Muradeli'ye düşüyordu.

Müzik diline yansımayan ise ilginçtir savaşın asıl dönüm noktası olan Stalingrad Zaferi'ydi. Her santimi kıyasıya bir kavgaya sahne olan kent notalara sığmadı. Belki de müzisyenler başarının büyüklüğünün altında ezilmekten ürktü. Belki de fazla söze, sese gerek kalmamıştı. Her ne ise, Stalingrad zaferi için yazılan şarkılar diğerlerinin yanında sönük kaldı.

Ama Nazi ordularının beli bir kez kırılmıştı. Sovyet birliklerinin batıya doğru karşı saldırısı geliştikçe ezgiler de canlanıyordu.

Önce Sovyet toprakları düşmandan temizlendi sonra sıra geldi başka ülkelerin faşistlerden kurtarılmasına... Bulgar partizanları zaten işini bitirmek üzereydi düşmanın. Kızıl Ordu 1944 Eylülü'nde Sofya'ya girdiğinde halk onları çiçeklerle karşıladı. Besteci Blanter artık hüzün değil neşe saçıyordu. Balkan Yıldızlarının Altında, Kızıl Ordu askerlerinin Bulgaristan'daki türküsüydü. Ve bir yerinde "Bulgaristan güzel ülke ama en güzeli Sovyetler Birliği" deniyordu şarkıda. Milliyetçiliğin kırıntısı yoktu, eve, yurda hasretti anlatılan...

Artık eve dönüş heyecanı sarmıştı askerleri, doğaldı ülkelerine özlem duymaları... O yıllarda genç bir besteci olan Vasiliy Solovyev Sedoy Uzun Zamandır Evden Uzaktayız'ı bu duygularla yazdı. Vladimir Bunçikov'un ve bir diğer ünlü tenor Vladimir Neçayev'in birlikte seslendirdiği bu ezgi huzur veriyordu çünkü savaşın bitmekte olduğunu müjdelemekteydi; hüzün veriyordu çünkü şimdi yıkımın gerçek boyutlarıyla karşı karşıyaydı cephede yıllarca dövüşen asker.

Bir yandan da zaferin tadını çıkarıyordu Sovyet insanı. Berlin düşmanın merkez üssü olarak kuşkusuz önemli bir simgeydi. Batıya doğru ilerleyen Sovyet tanklarının üzerinde "Berlin'e" yazıyordu. Yollara Berlin'in kaç kilometre ötede oldupunu gösteren tabelalar dikiliyordu. Moraller yerğindeydi ama Hitlercilerin inine girmek için yüz binlerce askerin daha toprağa düşmesi gerekti.

Ne zaman ki Reichtag'ın tepesine kızıl bayrak çekildi işte o zaman rahatladı herkes, şimdi onca acıya rağmen keyiflenme, eğlenme, gülme zamanıydı. Berlin ise birçok şarkının konusu haline gelmişti. Kentin alınmasında özel görev üstlenen Kazak birliklerini anlatan, Kazaklar Berlin'de'yi Pokras kardeşler bestelemiş, Şmelev seslendirmişti.

Bir de dönüş yolu vardı. Dunayevskiy, Berlin'den Geliyorum'u yazmıştı sıcağı sıcağına, Kızıl Ordu Korosu uzun süredir vakur, ağır parçalara mahkum kalmıştı şimdi doyasıya söyleyebilirlerdi zafer şarkılarını...

Şarkılara mizah da bulaşıyordu büyük bir hızla. Gerçi savaşın en zor anlarında dahi kendini hissettiriyordu ama şimdi özgürdü artık. Bunlar içinde bir tanesi, diğerlerinin arasından sıyrıldı ve bugün de sürmekte olan bir üne kavuştu: Mokroussov'un Cephe Şöförünün Şarkısı. 1945 yılı, savaşın zorlukları ve Sovyet askerinin zaman zaman yaşadığı şaşkınlık, acemilik ile dalga geçmek için koşullar olgunlaşmıştı.

İşin gerçeği Sovyet halkının gergin sinirleri boşalıyordu. 25 milyonun üzerinde insan kaybeden, yıkılan kentleri, sanayi altyapısını yeniden inşa etme görevi ile karşı karşıya kalan bir ülke için doğaldı bu. Şarkılara da yansıyordu bu rahatlama.

Ama sanırım Sovyet insanının İkinci Dünya Savaşı'nda radyodan dinlediği en güzel "ezgi", başından sonuna savaş boyunca günlük bültenleri Moskova radyosundan okuyan Levitan'ın 8 Mayıs1945'te "Almanya teslim oldu" sözleriydi. Yıllarca bu an beklenmişti.

Ertesi gün finali Stalin yaptı. Sesinin rengi, tonlaması 1941'de Alman saldırısından sonra yaptığı ilk konuşmadakinin neredeyse aynıydı. Büyük zaferi, dünyanın en doğal gelişmesiymişçesine anlatıyordu.

Bir açıdan haklıydı, faşistlerin saldırısı başladığında Hitler gibi bağırıp çağırmamış sakin sakin "düşman yenilecek" demişti; şimdi Sovyet halkı gerekeni yapmıştı sadece...

Faşizm yenilmişti.  




denizcan  |  Cvp:
Cevap: 4
10.05.2015- 14:14

9 Mayıs utanmazları!- Özgür Dirim Özkan

Dün, 9 Mayıs 1945’te Kızıl Ordu’nun Berlin’e girişiyle birlikte İkinci Dünya Savaşı’nın sona erişinin 70. yıldönümü kutlandı. Hafta içinde İlber Ortaylı’nın Naziler’in yenilmesinin Kızıl Ordu’nun eseri olduğunu söylemesini manşetlerde okuduğumuzda aklımıza şu soru takıldı: “Elbette Kızıl Ordu’nun eseri, uzaylılar mı yendi Nazileri Stalingrad’ta, Kursk’ta, Smolensk’te?” Fakat araştırmalar gösteriyor ki, Avrupa ülkelerinde yaşayan birçok kişi Sovyetler’in Nazilerin alt edilmesindeki rolünü gün geçtikçe küçümsemeye başlamış. Tahminim o ki ABD ve Avrupa’da birçok insan Nazileri Rambo’nun, Süpermen’in ya da Örümcek Adam’ın alt ettiğine inanıyordur. Şaka yapmıyorum. Buna inanan mutlaka vardır ve İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetlerin ve Kızıl Ordu’nun rolünü küçümsemeyi amaçlayan siyasi dezenformasyonun sonucunda buna inananlar da mutlaka vardır.

1 Eylül 1939 tarihinde Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla başlayan İkinci Dünya Savaşı başlamadan önce Avrupa barış içinde mi yaşıyordu? Hayır. Bu tarihe kadar Almanya’nın başındaki Nazi yönetiminin bir çok saldırganlığına Avrupalı devletler göz yummuştu: Südetler bölgesi ve Avusturya ilhak edilmiş, Ruhr havzası yeniden silahlandırılmış, faşist Alman devleti endüstriyel üretimini silahlanmaya ayırmıştı. Peki, Avrupa Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’nın bu derece savaşa yönelik olduğu açık olan siyasetine nasıl göz yummuştu? Bu sorunun yanıtı 1933’te Nazilerin Almanya’da iktidara gelme öyküsüyle çakışır. Nazilerin iktidara gelirken en önemli icraatları, Almanya’da iktidara yürüyen komünistleri ortadan kaldırmaktı. Avrupa’nın ortasında güçlü bir komünist hareketi demir yumrukla ezen, sadece komünistleri değil, sendika liderlerini, sosyal demokratları katletmekle katliam zincirine başlayan Almanya’nın nihai hedefi ise belliydi: Bolşevikleri Dünya haritasından silmek.

Böylesi bir siyasi programla silahlanan Almanya’nın nesine karşı çıksın İngiltere ve Fransa?

Kuşkusuz Polonya’ya saldırması, Hitler’in çok da büyük bir dahi olmadığının, hatta stratejik zekâsının kıt olduğunun bile göstergesidir. Hâlbuki Batı ile ne güzel geçinip gidiyordu… SSCB ile saldırmazlık anlaşması ise stratejik zekâsının yerlerde süründüğünün kanıtıdır. SSCB’nin cephe hattını 1800 kilometre daha daraltmasını ve SSCB sanayisinin gelecek savaşa karşı daha da hazırlıklı olmasını sağlamıştır.

Hitler’in stratejik kafasızlığını bir yana bırakalım. Savaşın nasıl sona erdiğine bakalım.

Savaşı Normandiya Çıkartması mı sona erdirmişti? Emperyalist tahrifatın yarattığı tarih cahilliği bugün bunu önümüze koyuyor. 6 Haziran 1944’te Normandiya Çıkarması’nın yapıldığı güne bakalım. Nazi Ordusu’nun %60’ı Doğu Cephesi’nde… Stalingrad’da çözülmüş, Kursk Savaşı’nda iyiden iyiye SSCB topraklarından atılmaya başlanmış bir Nazi Ordusu. Yüz binlerce askeri savaş dışı kalmış, ama hala askeri gücünün çok önemli bir kısmını Doğu Cephesi’nde tutan bir Nazi ordusu… Haziran 1944’te Kızıl Ordu Ukrayna’yı geri almış bile. ABD ve İngiltere ancak o zaman, yani Kızıl Ordu Berlin’e koşar adım ilerlerken Nromandiya Çıkarması’na karar vermiş. Bir milyon müttefik askerinin karşısında 320.000 Nazi askeri ve buna rağmen Arnhem Cephesi’nde durakalmış, küçücük bir kasaba olan Market Garden’de neredeyse yenilginin eşiğine gelmiş bir müttefik ordusu…

Buna rağmen ve Nazi askerlerinin %75’inin Doğu Cephesi’nde savaş dışında kaldığının bilinmesine rağmen utanmadan bugün Kızıl Ordu’nun ve SSCB’nin faşizme karşı savaşta aslından o kadar da önemli bir rol oynamadığını iddia ediyorlar.

Bu utanmazlığa her sene yeni oyunlar ekleniyor. Bu sene oyunun başrol oyuncusu Polonya’ydı.

AB üyesi Polonya, AB’nin ucuz işgücü cenneti üyesi, AB’nin en gerici ülkesi Polonya Rusya’ya karşı kurulan ittifakta ileri karakol olma heveslisi. Ukrayna’ya asker gönderiyor, Baltık ülkeleriyle ortalığı ateşlemeye çalışıyor. Gerici Polonya Rus karşıtı konumunu ise anti-Sovyetik bir söylemle meşrulaştırmaya çalışıyor. Anti-Sovyet demek, anti-komünist demek, emperyalizmin koşulsuz desteği demek…

Polonya bu sene savaşın başladığı yerde “alternatif” bir “Zafer Günü” kutlaması yaptı. Moskova’da yapılan törenle boy ölçüşemeyecek bir törendi. Moskova’da ise başka bir utanmaz törenden nemalandı. Sosyalizmin en büyük düşmanlarından Putin, kendi karizmasını, siyasi egemenliğini Sovyetler Birliği üzerinden kurgulayarak 9 Mayıs utanmazlıklarına bir yenisini ekliyor.

9 Mayıs’ın anlamı ise tek bir fotoğrafta, Kızıl Ordu askeri Abdülhakim İsmailov’un Reichstag’a diktiği işçi sınıfının şanlı bayrağında özetleniyor.

umut  |  Cvp:
Cevap: 5
13.05.2015- 10:40

9 Mayıs 2015
A. Meriç Şenyüz  


9 Mayıs 1945 Büyük Zafer... Kafkasyalı Ahmet'le, Rus İvan'ın omuz omuza Nazi barbarlığını tepelediği, dünya emekçilerinin orak-çekiçli bayrağının Berlin'de dalgalandığı gün...

Biz Marksist-Leninistler* her yıl 9 Mayıs'larda Büyük Zafer'i bir vesileyle anarız. Yayınlarımızda 9 Mayıs'a ilişkin yazılar çıkar, anma etkinlikleri düzenlenir. Günün anlam ve ehemmiyetine uygun konuşmalar yapılır vs.

Hepsi iyi güzel... Ama bugünün anılmasında bir eksiklik de hemen göze çarpar. Nazım ustanın deyişiyle 'büyük insanlığın' hep birlikte kutladığı diğer enternasyonal günlerden farklı olarak, 9 Mayıslarda Marksist-Leninistler yalnızdır. Diyelim 1 Mayıslarda ya da 8 Martlardaki enternasyonal coşkunun bir benzeri 9 Mayıslarda yaşanmaz.

Kuşkusuz bunda 9 Mayıs zaferinin dünya emekçilerinin bir enternasyonalden yoksun olduğu şartlarda gerçekleşmesinin** de bir rolü vardır. 1 Mayıs ve 8 Mart'ın uluslararası mücadele günleri olarak anılması, beğenmediğimiz II. Enternasyonal'in aldığı kararlardır. Öte yandan 1 Mayıs ve 8 Martlarda, (ayrıca sadece bu takvim günlerinde değil, gündelik mücadelenin pek çok alanında) omuz omuza olduğumuz devrimcilerle 9 Mayısları birlikte kutlayamamamızın tek nedeni, bugünü diyelim “Faşizme Karşı Uluslararası Mücadele Günü” ilan etmiş bir işçi sınıfı enternasyonalinin yokluğu değildir.

Asıl nedeni Nazi barbarlığını ezen Sovyet Kızılordusu'nun başkomutanlığının Yoldaş Stalin tarafından yapılması oluşturur ve yıllardır 9 Mayıs gündemi geldiğinde tarihsel bir kişilik olarak Stalin'i yerli yerine oturtma tartışması başlar. Oysa ki, 9 Mayıs'ı faşizme karşı enternasyonal mücadele kararlılığının günü olarak kutlamak için Josef Stalin adlı faninin tarihteki rolü üzerine anlaşmak da gerekmez. Zaferi kazanan hiç kuşku yok ki, Sovyet emekçilerinin kolektif kahramanlığıdır.

Bu yazının muradı, “Gelin 9 Mayısları da tıpkı 1 Mayıslar, 8 Martlar gibi hep birlikte kutlayalım, bugün 'Faşizme Karşı Uluslararası Mücadele Günü' olsun, her yıl 9 Mayıslarda güncel faşizm tehditlerine karşı uyanıklığımızı artıralım, faşizmle mücadele kararlılığımızı perçinleyelim” demek değil elbette... Bir gün dünya işçi sınıfı yeniden gerçek bir enternasyonale sahip olursa o öneriyi de yapan birileri çıkar belki...

Derdimiz başka bir soruyu yanıtlama çabasına bir giriş yapmak: Günümüzde devrimciler nerelerde ayrılır, nerelerde birleşir?

Bu soruya yanıt vermek, hele ki, Birleşik Haziran Hareketi (HAZİRAN) gibi tarihsel bir rol oynamaya aday bir hareketi inşa ederken daha da önemli... Ne yazık ki bir bütün olarak solumuzun, devrimcilerimizin bu soruya her zaman doğru yanıtı verebildiği söylemek çok da olanaklı değil.

Türkiye solu olarak tarihimizin belki de en kitlesel dönemini (1970'li yıllar) “Pekin-Moskova ayrışmasında kim haklıydı,” “Enver Hoca mı doğru söylüyordu Mao Zedung mu” vb. tartışmalarıyla geçirdik. Tümden yararsız olduğunu iddia etmiyorum ama sokaktaki faşist saldırganlık ve yaklaşan kurumsal faşizme karşı birleşebilecek güçler, bu tartışmalar etrafında bölündü, ayrıştı, saflaştı, taraflaştı.

İşin en vahim yanı güncel politik meselelerde (faşizme karşı tavır) birbiriyle yan yana gelebilecek siyasetler sırf uluslararası konumlanışları farklı oldukları için farklı saflarda yer aldı, güncel meselelerde birbirine son derece uzak konumlanması gereken yapılar, yine 'büyük saflaşmadaki' yerlerine göre yakınlaştı.

Bu uluslararası ayrışmanın belirli bir pratik değeri de vardı üstelik. Oysa şimdi, tarih tartışmaları üzerinden yürüyen ayrışmalarda, hiçbir pratik değeri olmayan tartışma başlıkları karşımıza çıkıyor. Çok açıkça ifade etmek, hep birlikte bilince çıkarmak gerekir: Günümüzün ayrımları, tarihsel mirasa nasıl bakılacağı üzerinden şekillenemez.

Örneğin biz AKP'ye karşı ödünsüz mücadelede, Kobane meselesinde, seçimlere bakışta, laik eğitim başlığında, faşizm tehdidine karşı takınılacak tutumda ortaklaştığımız bir devrimciyle sırf Stalin'i bizden farklı değerlendirdiği için ayrışamayız ya da tersinden ele alırsak, “Tarihimizin en büyük liberal saldırısıyla karşı karşıyayız,” ya da “Kobane siyaseten düşmüştür” akılsızlığının temsilcileri sırf tarihsel mirasta ortaklaşıyoruz diye 'en yakınımızdakiler' diye görülemez.

HAZİRAN saflarında omuz omuza mücadele ettiğimiz bir Troçkist ya da Anarşist'e olan mesafemizle diyelim Stalin konusunda bizden çok da farklı düşünmeyen bir Doğu Perinçek'e ya da 9 Mayıs'ta küçük anmalar düzenleyen grupçuklarla mesafemiz ölçüldüğünde kuşkusuz ki mesafenin daha az olduğu taraf birincilerdir.

Ayrışma noktaları kesinlikle güncel mücadele başlıkları olmalı, burada herhangi bir tereddüde yer olmamalıdır. Günümüz Türkiye solundaki ayrışmalarda Vatan Partisi ve o çizginin 'komünist' görünümlü bir versiyonunu savunanlar bir yerde, HAZİRAN devrimciliği ise bambaşka bir yerde konumlanmaktadır.

Meselenin bir de teorik çalışmaya dair bir boyutu var. Ne yazık ki, Türkiye solundaki teorik çalışmanın önemli bir kısmını da bu tarih tartışmaları oluşturmaktadır ve buradaki zaman ve enerji kaybının haddi hesabı yoktur. Oysa mesele büyük ustalardan öğrenmekse onların teorik çalışmasında tarih tartışmalarına ayrılan yerin yüzde 5'i geçmediğini bütün netliğiyle görmek gerekir. Lenin mi, işe Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi'ni yazarak başlamıştır, ülkesindeki tarım aletlerinin sayısından, at sayısına kadar saymıştır. Mao mu, Çin Toplumundaki Sınıfların Tahlili başlangıç noktasıdır, kendi ülkesini tanımakla işe girişmiş, dünya çapında bir devrimci olmayı böyle başarmıştır. Gümünüz Türkiyesi'nde devrimci harekete yön verecek teorik çalışmanın da öncelikle Türkiye'nin toplumsallığını konu edineceğini de gözden kaçırmamak gerekir.

En başa dönersek, her 9 Mayıs her şeyden önce güncel faşizm tehlikesine karşı mücadelenin günüdür. Bugüne anlamını ne Putin benzeri yeni Çar özentileri, ne de bugünü nostaljik anmalara hapsedenler verebilir. 9 Mayıs'a gerçek anlamını ancak Beyazıt'ta IŞİD zihniyetiyle, Türkiye'nin dört bir yanında AKP'yle yumruk mesafesinde dövüşenler verebilirdi ve öyle de olmuştur. Fikir Kulüpleri Federasyonu'nun 9 Mayıs 2015'te gerçekleştirdiği Büyük Gençlik Buluşması'nı bu vesileyle bir kez daha kutlarım. Mücadelemize enerji katmış, ileride 9 Mayısları daha da geniş bileşimlerle kutlayabilmemizin önünü açmıştır.

* Marksizm-Leninizm formülasyonu ilk kez Stalin tarafından kullanılmış bundan sonra da Stalin'in tarihsel katkılarını önemseyenler tarafından kullanılagelmiştir. Buradan diyelim Troçkistlerin Marksist ya da Leninist olmadıkları gibi bir anlam çıkmaz.

** III. Enternasyonal (Komintern) 15 Mayıs 1943'te resmen dağıtılmıştı.  

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]