Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Doğa Bilimleri  »
 Deprem Gerçeği

Prof. Dr. Oğuz Gündoğdu: 2,5 milyon evsiz, yüz binlerce ölü olur

Otuz binden fazla kişinin yaşamını yitirdiği 17 Ağustos Depremi’nin yıldönümünde BirGün’e konuşan Gündoğdu muhtemel bir depremin İstanbul’a çok yakın olduğuna ve 1999’dan daha yıkıcı olacağına dikkat çekiyor

Resim Ekleme
ZEYNEP YÜNCÜLER

Bugün, on binlerce yaşama mal olan 17 Ağustos Depremi’nin yıldönümü. Bundan tam 16 yıl önce, 17 Ağustos 1999’da saat 03.02’de 45 saniye süren 7,5 büyüklüğündeki Gölcük merkezli deprem neredeyse tüm Marmara bölgesini etkiledi. Resmi rakamlara göre yaklaşık 18 bin kişi yaşamını yitirdi. Resmi olmayan rakamlara göre ise bu rakam 30 binin üzerinde. Bilim insanlarının tüm uyarılarına rağmen beklenen olası “büyük İstanbul depremi” için önlemler alınmış, çalışmalar yapılmış değil. Depreme karşı hazırlıkların yapılması için yıllardır uyarılarda bulunan isimlerden birisi de deprem uzmanı Prof. Dr. Oğuz Gündoğdu BirGün’e konuştu. Yarın, tıpkı 16 yıl önceki gibi bir deprem olsa, değişen hiçbir şeyin olmayacağını söyleyen Gündoğdu, muhtemel depremin İstanbul’a yaklaşık 15 kilometre uzaklıkta 7,8 büyüklüğünde olacağına ve 17 Ağustos’tan daha ağır sonuçlar yaratacağına dikkat çekti.

2,5 milyon evsiz, yüzbinlerce ölü...

Büyük felaket 17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli 7,5 büyüklüğündeki depremin ardından deprem uzmanları çok şey yazdı, çok şey söyledi. Ancak uzmanlar, aradan geçen 16 yıla rağmen yarın tıpkı Gölcük şiddetinde bir deprem olsa, sonuçlarda hiçbir şeyin değişmeyeceğini, hatta daha ciddi kayıpların ortaya çıkacağına işaret ediyor. Muhtemelen İstanbul depreminin 1999’daki 7,5’in altında değil üstünde olacağını belirten Gündoğdu şöyle devam etti: “Muhtemel deprem İstanbul’un çok yakınında, yaklaşık 15 kilometre uzaklığında gerçekleşecek. Gölcük’ten Adalar’a kadar kırılması halinde 7,2; Gölcük’ten Saros Körfezi’ne uzanması durumundaysa 7,8 büyüklüğünde olacağı tahmin ediliyor. Sonuçlar çok ağır olacak, 2.5 milyon kişi evsiz kalacak. Ölü ve yaralı sayısı ise yüz binleri bulacak. Çok büyük risk altındayız. Bunun nedeni, bu kentin daha önce doğru dürüst yapılmayışından kaynaklanan, hâlâ da buna katkı koyan insanca yaşamaya aykırı yapılaşmaya devam edilmesi ve tabii bir diğer neden de coğrafi ve fiziksel konumumuz.”

Resim Ekleme

Geçici barınmaya ‘kentsel dönüşüm’ engel

Afet sonrası, insanların barınabileceği boş alanların en önemli noktalardan biri olduğunu belirten Gündoğdu, “497 toplanma alanının neredeyse tamamı ticarethaneler, yüksek binalar, AVM’ler ile doldu, taştı. Bu durumda, bırakın depremden sonra boş alan bulupda barınmayı üstüne, sel, taşkınlar, hava kirliliği ve sosyal problemlerle karşı karşıya kalacağız. Geçici barınmanın önündeki en büyük engel ‘kentsel dönüşüm’. ‘Kentsel dönüşüm’ projeleri, temelde toplumsal bozulmanın nedenlerini araştırır ve bu bozulmayı önleyecek önerilerde bulunarak, kentsel çöküntü ve bozulma problemine çözüm bulmayı amaçlar. Ancak maalesef bizde durum böyle değil” diye konuştu.

YÖK’ün işi para almak

Afet sonuçlarını en aza indirebilmenin bir diğer yolunun da eğitimden geçtiğini ve burada da görevin üniversitelere düştüğünü söyleyen Gündoğdu, “Türkiye’deki her konuda gelişememeyi deprem konusunda daha iyi öğrendim. Sebebi ben aydınım diye geçinenlerdir. Daha bir üniversitenin rektöründen bölüm başkanından özeleştiri duymadım, dolaşmadığım üniversite kalmadı. Üniversitelerde ‘Afet Kültürü’ diye bir ders başladı. Ders ciddiye alınmıyor, herkes kafasına göre anlatıyor, konuşuyor... YÖK’ün bunu kontrol etmesi, okullar arası koordinasyonu sağlaması lazım. YÖK’ün tek işi para almak” dedi. Afet sonrası ilk yardımda yurttaşların önemli rol oynadığını ifade eden Gündoğdu, “Afet sonuçlarının azaltılmasında en son aktörlerden biri de halktır, ancak maalesef devletin yaptığı hataların yanı sıra halkta da deprem bilinci yok. Daha ilk yardım bilmiyoruz, ki olası bir deprem sonrası ilk yardımcı olacak kişi yanınızdaki insan ya da sizsinizdir. Köpek köpeğe suni teneffüs yapabiliyor, biz daha bunu bile beceremiyoruz” ifadelerini kullandı.

Benim de Sarayım olsa hiç şikâyet etmem tabii!

Afet sonuçlarında baş aktörün devletin başındaki siyasi erkin olduğunu ancak her bir afetten önce değil, sonra bir takım önlemler alınmaya çalışıldığını belirten Gündoğdu, “Büyük kayıpların ardından devlet hemen çalışmalara girişiyor. Tabii giriştikleri işlerin ne derece önem taşıdığına da dikkat çekmek lazım. Depremi umursamamak, deprem çalışmalarını bilim olarak görmemek gerçekten çok ilginç. Depremin varlığı yaşayan dünyayı ifade ediyor. Dünyanın sonunun işareti depremin kesilmesidir. Bunu artık anlamak lazım, bu umursamamanın nedeni ya bunu bilim olarak görmüyorlar, yaşanacak felakete göz yumuyorlar ya da oturdukları yerlere güveniyorlar. Benim de sarayım olsa şikâyet etmem tabii” dedi.

GAZETECİLER O GÜNÜ YENİDEN ANLATIYOR

Alper Turgut
:

Gölcük’teyim. Nasıl da sıcak, cehennem misali ve yorgunum ölesiye. Tişörtümden vazgeçeli birkaç gün olmuştu. Toza, tere, dumana bulanmış ve ceset kokusu tamamına sinmişti. Beyaz atletim ise kir pas içinde ve tümden renk değiştirmişti. Enkaz hükümdarlığında çevremi kolaçan ediyorum. Ağlamalar çoktan tükenmiş, sesler kısılmış, sadece derin ve içten saygınlığıyla mahveden ağır bir matem havası vuku bulmuştu. Ne menem bir tartıydı bu. Canlı olması canı yakan, insanı dermansız bırakan bir yas tablosu… Ölümün, acının, kanın, gözyaşının, şiddetin tarifini bilirdim. Notlarımı alır, fotoğraf çeker ve haberimi yazardım...

Hatice Tuncer:

O dönem çalıştığım Cumhuriyet gazetesinin muhabiri olarak depremden bir gün sonra Adapazarı ve Gölcük’e gittim. Her köşesine beton parçaları yayılmış ve ceset kokusu saran kentlerde insanlar donup kalmıştı. Depremin hemen ardından kimi, hemen arabasına atlayıp bireysel olarak, kimisi de mahallelerinde, derneklerde, yaşadıkları ortam neresiyse toplanıp bölgeye yardım malzemesi taşıdı. Haber hazırlamak için yıkıntılar arasında dolaşırken, bölgeye yardım için gelen genç bir çift bana “Biz dönüyoruz. Elimizde bunlar kaldı” diyerek bir şişe su, bir paket ıslak mendil ve bir paket bisküvi uzattı. “Depremzede değil gazeteci” olduğumu söyleyerek almak istemedim. Ancak “burada olduğunuza göre size de gerekli” diyerek ısrar ettiler. Gerçekten de fotoğraf ve haber için koştururken hiçbir ihtiyacımı karşılayamamış, aç ve susuz kalmıştım. Bireysel yardımların yerini zamanla daha örgütlü bir dayanışma aldı. Mühendisler çadırkentleri kurdu, öğretmenler çocukları eğitti, psikologlar, bu acılara göğüs germeleri için güç verdi, çaycılar, meydanlara kazan kurup çay dağıttı. Gölcük depreminin büyük yıkımı içinde toplum, kendi gücünü yeniden keşfetti ve devletin “yaraları sarmasını” beklemedi.

Adapazarı’nda, İzmit’te, Yalova’da, Gölcük’te yıkım ve ölüm acısı düşmemiş aile neredeyse yoktu. Depremzede kadınlar, ailelerinde sağ kalanlarla çadırlarda hemen bir ev ortamı yaratıp çocukları için güvenli bir alan hazırladılar. Ailenin yeme-içme ihtiyacını karşılamak için de çoğunlukla kadınlar kuyruklarda beklediler ya da malzemeyi bulup buluşturup yemek hazırladılar. Tüm ülkeyi altüst eden bu felaket karşısında kadınlar, hayatı yeniden kurmanın kahramanlarıydı.

Bertan Ağanoğlu:

Deprem zamanı Cumhuriyet gazetesinde muhabirdim. O zaman teknoloji bugünkü gibi değildi, tek bildiğimiz Gölcük ve civarında deprem olduğu. İlk arabayla sabah 7’de hemen yola çıktık, trafik felaketti. Bir şekilde Gölcük’e vardık, hayret duydum. Çünkü Gölcük’ü biliyordum, inanamadım şehri yerle bir görünce, yıkılmasına imkân vermeyeceğim binalar yerinde yoktu. Bütün şehir 4-5 gün içinde kokmaya başladı. Her an bir enkazdan umut bekliyorduk, her bir ambulansın sesi mutluluk vermeye başlamıştı, birileri yaralı kurtulabildi, diye... Depremi fırsat bilenler de oldu, bölgede çok sayıda hırsızlık ve yağmalama yaşandı. Türkiye böyle bir depreme kesinlikle hazır değildi, her şey çok amatördü.

FELAKETİN BİLANÇOSU

• Resmi raporlara göre

17.480 ölü, 23.781 yaralı

• Resmi olmayan bilgilere göre yaklaşık

50.000 ölü, ağır-hafif 100.000’e yakın yaralı

133.683 çöken bina, yaklaşık 600.000 evsiz

285.211 hasarlı ev, 42.902 hasarlı işyeri

Birgün

dayanışma  |  Cvp:
Cevap: 1
17.08.2015- 17:05

Çok korkutucu bir tablo. Yüz binlerce kişinin ölebileceği bir deprem tehditi altında bu AKP anlayışı hiç bir önlem almadı. 1999 depreminin üzerinden 16 yıl geçmiş uzmanlar hala bu rakamları veriyorsa bu sorumsuzluk bile AKP'nin ne kadar öngörüsüz bir parti olduğunu ortaya koyuyor. Şehit askerin ailesine ''ne utlu size oğlunuz şehadeti tattı'' diyebilen bir cumhurbaşkanı böyle bir olaya da ''Allahın takdiri'' olarak bakıyordur. AVM yapmak   varken ve buradan rant toplama çabası ortada duruyorken depremle kim uğraşır! Allah istiyorsa hiç kimse böyle güce karşı çıkamaz zaten!

munzur  |  Cvp:
Cevap: 2
17.08.2015- 21:12

Öykü’nün öyküsü
Nilüfer Bahçeci


Sadece haberler vardı tüm kanallarda o felaketin ardından ve sürekli bir alt yazı geçiyordu. Ölenlerin isimleri yazıyordu. İllere göre, ilçelere göre.

Resim Ekleme

Sağdaki fotoğrafta bize gülümseyen güzel meleğin adı Öykü…

Aşağıda okuyacaklarınız da Öykü’nün öyküsü…

Siğnem ile yollarımız ortaokul yıllarında kesişti. Üç koca yıl acı, tatlı çok şey paylaştık. Birlikte çok güldük, çok eğlendik, çok anılar biriktirdik.

Siğnem’in babası astsubaydı. Ortaokulu bitirdiğimiz yıl tayini çıktı İbrahim Amca’nın. İzmit, Gölcük Değirmendere’ye. Çok üzülmüştüm, Siğnem de öyle. Ama yapacak bir şey yoktu.

O yaz sonu Siğnemler gitti.

Uzunca bir zaman mektuplaştık, telefonlaştık, haberleştik. Siğnem’in anneannesi İstanbul’daydı. Arada tatillerde onu görmeye gelirdi, bu vesileyle biz de görüşürdük.

Bu geçen sürede liseyi de bitirdik, üniversite sınavına girdik. Bir sürü şey değişti hayatımızda. En son telefon görüşmelerimizden birinde Siğnem evleneceğini söylemişti bana. Yakın zamanda nişanlanmıştı.

Bir zaman sonra neden oldu, nasıl oldu bilmiyorum bağlantımız kesildi.

Onun telefonları cevap vermedi, mektuplar ulaşmadı, benim telefon numaram değişti vs.

Ama ben yüreğimin en derinlerinde hep düşündüm Siğnem’i, hep çok sevdim, hep çok özledim.

Aradan kaç yıl geçti bilmiyorum…

17 Ağustos 1999 gece saat 03:02’de o korkunç uğultu beyinlerimize yerleştiğinde; Siğnem’den kaç zamandır haber almadığımı hatırlamıyordum. O an Siğnem’i düşünmemiştim doğrusunu söylemek gerekirse, muhtemelen o da beni düşünmemişti.

Deprem bitip de kendimizi evden dışarı attığımızda ne olduğundan, nasıl olduğundan hiçbirimizin haberi yoktu.

Kapıdan çıktığımızda evimizin yanındaki çok katlı binanın tozu dumana katan yıkıntısını görünce depremin şiddetini anladık. Elektrik yoktu, ortalık mahşer yeri gibiydi. Herkes canının derdinde, atletle, külotla sokaklarda anlamsızca koşturuyordu.

Saatler geçti, gün ışıdı. İlk şoku atlattıktan sonra, arabalardaki radyolardan haberleri dinlemeye başladık. Evet, deprem olmuştu hem de çok şiddetli bir deprem olmuştu. Ama neresiydi merkezi? Herkes bulunduğu şehrin depremin merkez üssü olduğunu sanıyordu. Çünkü Marmara Bölgesi’ne uzak illerde bile sarsıntı hissedilmişti. Hiç kimse hiçbir şey bilmiyordu hâlâ.

Radyodaki spiker 7.4 şiddetindeki depremin merkez üssünün Gölcük-Değirmendere olduğunu, neredeyse tüm binaların yıkıldığını, yıkılmayanların da sular altında kaldığını söylüyordu. Söylediklerinden anladığımız şuydu: Değirmendere yerle bir olmuştu!

O haberi dinlediğim an aklıma ilk gelen isim Siğnem’di.   Hâlâ orada yaşadıklarını biliyordum çünkü. İçimi inanılmaz bir korku, endişe ve sıkıntı sardı. Hâlâ orada yaşıyorlardı evet ama hâl⠓yaşıyorlar” mıydı?

Ne yapacağımı, nasıl haber alacağımı düşündüm saatlerce. Elektrik yoktu, iletişim olanağı yoktu, bulunduğum yerden kıpırdama imkânım yoktu. Çaresizlik tüm heybetiyle ben dahil milyonlarca kişinin karşısında aşılmaz bir engel olarak dikilmiş duruyordu.

48 saat sonra elektrik geldiğinde ve televizyonu ilk açtığımızda yıkıntıları görünce içimden bir parça kopup gitti. Buradan, bu yıkıntılardan sağ çıkmak neredeyse imkânsızdı. “Siğnem” dedim içimden “Siğnem n’olursun hayatta ol!”

Sadece haberler vardı tüm kanallarda o felaketin ardından ve sürekli bir alt yazı geçiyordu. Ölenlerin isimleri yazıyordu. İllere göre, ilçelere göre.

Korkarak, ürkerek devamlı takip ettim alt yazıları. Gölcük-Değirmendere’de Siğnemlerin soyadını taşıyan kimsenin adı geçmedi alt yazılarda. Kısa bir sevinç yaşadım. “Hayatta” dedim anneme “Siğnem hayatta, adı geçmedi hiç!”

Ama unuttuğum bir şey vardı: Daha 48 saat olmuştu deprem olalı ve enkaz altında binlerce insan kurtarılmayı bekliyordu. “Ya Siğnem’de onlardan biriyse” diye geçti içimden ve ağlayarak tekrarladım; “Siğnem n’olursun hayatta ol!”

Bu temenni içimde, 3 koca yıl geçti. Tam 3 yıl hiçbir ses, iz, haber çıkmadı Siğnem’den. Anneannesinin evini bilmiyordum, bilsem gidip soracaktım.   Başka da kimse yoktu sorabileceğim. Varsa da aklıma gelmiyordu.

2002 yılının sonlarına doğru bir gün bir AVM’de bir yüz ilişti gözüme, onca kalabalığın arasında. Tanıdık bir yüz ama nereden tanıdığımı bir türlü çıkartamadığım. O bana baktı, ben ona. Kısa bir süre düşününce kim olduğunu hatırladım. Siğnemlerin İstanbul’da oturdukları apartmandaki komşusuydu. Oradan tanıyordum.

Yanımda bir arkadaşım vardı. Ta en başından beri olayı bilen, Siğnem’i en az benim kadar merak eden. Ona söyledim karşı masada oturan kişinin Siğnem’in komşusu olduğunu. “Ne duruyorsun hadi gidip soralım Siğnem’i” dedi. Ama ben bu soruyu sormak istediğimden emin değildim. Daha doğrusu alacağım cevaptan korkuyordum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Arkadaşım ısrar etti; “Bu son şansın Nilüfer, şimdi sormazsan bir daha öğrenme şansın olmaz. Hadi gidelim yanına.” dedi.

Onun verdiği güçle “Tamam” dedim ve karşı masaya doğru yöneldim. Siğnem’in eski komşusunun adı Esra’ydı. Kısaca kendimi tanıttıktan sonra Esra’da beni hatırladı. Hâl-hatır sorma faslından sonra, ben korka korka; “Esra, Siğnem’den haber alıyor musun, depremden beri merak ediyorum. Senin bilgin var mı?” diye sorabildim. Yüzündeki mutlu ifade değişmeden; “Siğnem iyi” dedi Esra, “hayatta korkma, İstanbul’a taşındılar depremden sonra” diye ekledi.

Derin bir nefes aldım, çok sevindim, 3 yıldır içimde düğüm olan o soru nihayet yanıt bulmuştu. 3 yıldır aklıma her geldiğinde içimden tekrarladığım, “Siğnem n’olursun hayatta ol!” umudu boşa çıkmamıştı.

Bu kısa süreli sevinç ve rahatlamadan sonra aklıma Siğnem’in ailesi geldi. Onları sormamıştım! “Peki Esra” dedim, “Siğnem hayatta tamam da ailesi nasıl, herhangi bir kaybı oldu mu?”

Yüzünün rengi değişti Esra’nın, nasıl söyleyeceğini bilemediği ve benim de hayatımda duyduğum en acı cümlelerden biri olan o sözler dökülüverdi ağzından; “Siğnem kızını kaybetti depremde!” diyebildi yutkunarak.

Buz kestim…

Kalakaldım…

Zaman durdu o an, başım dönmeye başladı…

Yanımdaki arkadaşım bir sandalye çekip oturttu beni, su verdi. Ama öyle bir yanıyordu ki içim su falan fayda etmiyordu. Gözlerimdeki yaşları silerek, titreyen ellerimi kontrol etmeye çalışarak “Telefonu ya da adresi varsa Siğnem’in verir misin Esra?” diyebildim zorla. Telefon numarasını yazdı Esra bir kağıda, uzattı bana. Teşekkür ettim, yanından ayrıldık.

Arkadaşım da benim gibi şoktaydı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Bense ne hissedeceğimi bilemiyordum. 3 yıldır içimden sorduğum soruya, aklıma hayalime gelmeyen bir cevap vermişti Esra: “Siğnem kızını kaybetti depremde!”

Eve geldiğimde bir elimde telefon, diğerinde telefon numarasının yazılı olduğu kağıt parçası ne yapacağımı bilmeden oturdum durdum saatlerce. Annem ısrar etti sonra, “Hadi ara kızım” diye.

Aradım…

Sonradan Siğnem’in eşi olduğunu öğrendiğim bir beyefendi açtı telefonu. Kısaca kendimi tanıttım ve Siğnem’le konuşmak istediğimi söyledim. O da Siğnem’e seslendi. “Nilüfer diye bir bayan arıyor seni, ortaokuldan arkadaşınmış.” dedi.

Siğnem telefonu aldığında çoktan ağlamaya başlamıştı, “Nilüfer sensin!” diyordu arka arkaya. Arayanın ben olduğuma inanamıyordu. O ağladı, ben ağladım. Biraz sakinleşmeyi başardığımızda ben anlattım ona size anlattığım gibi. Depremin olduğu günden, Esra ile karşılaştığımız âna kadar neler hissettiğimi, neler düşündüğümü, üzüntümü, isyanımı…

Ben anlattım, o ağladı…

O anlattı, ben ağladım…

Yıllar sonra birbirimizi yeniden bulmuş olmamıza sevinmekle, buluşmamızı borçlu olduğumuz olayın acısı arasında karmaşık duygular içinde uzunca sohbet ettik.

Öykü’nün öyküsünü o telefon konuşmasında öğrendim ben:

Depremin olduğu tarihte Siğnem ikinci bebeğini bekliyormuş. Ağustos’un o sıcak ilk iki haftasında doğum yapacak, ikinci kızını kucağına alacakmış. Eşinin ailesi de Değirmendere’de yaşıyor, Siğnem artık ağırlaştığı için yalnız bırakmıyorlarmış.

O gece yani 16 Ağustos gecesi melek Öykü, Siğnem ve eşi yine eşinin ailesinin evine gitmişler. Hep birlikte yemek yemişler, oturmuşlar, gece evlerine dönecekken Siğnem’in her an sancılanma ihtimaline karşı kayınvalidesi Öykü’yü onlarda bırakmasını söylemiş. “Gece sancın falan tutarsa bir de Öykü için telaşelenmeyin” diyerek. Siğnem de eşi de mantıklı bulmuşlar bu fikri ve Öykü’yü babaannelerinde bırakarak kendi evlerine dönmüşler.

Gece 03:02’deki o sarsıntının önüne kattığını yıkıp geçtiği evler arasında Öykü’nün babaannesinin evi de varmış. Öykü, babaannesi, dedesi ve o gece o binada kim varsa enkaz altında kalarak hayatını kaybetmiş.

Siğnem çektiği, çekeceği tüm acıların en yüksek mertebesi olan evlat acısını katarak içine 19 Ağustos 1999 günü ikinci kızını dünyaya getirmiş.

Hayat çok acımasız… Bir anne ve babaya yaşayabileceği en mutlu ve en hüzünlü anı 48 saat içinde yaşatabilecek kadar acımasız.

Siğnem’in yaşadıkları benim bire bir kendisinden dinlediğim bir acı. Ve en az onun kadar içimi dağlayan.

Bu acıyı yazıya dökme fikri, dün Siğnem’in profil resmini Öykü’nün resmiyle değiştirmesiyle başladı. O güzel, ışıltılı mavi gözlerini görünce boğazım düğümlendi. Eğer yaşasaydı şimdi 21 yaşında olacak meleğimizin nasıl güzel bir genç kız olacağını düşündüm. Ve hem Öykü’yü hem de Öykü’nün nezdinde o uğursuz gecede yitip giden tüm canlarımızı anmak adına bunları kaleme aldım.

Keşke ne bunlar yaşansaydı ne de ben yazsaydım.

Ama hayat işte dediğim gibi, bizim hayal edemeyeceğimiz kadar acımasız, şaşırtıcı ve zor!

Bunları yaşadık, daha kötülerini de yaşayanlar oldu o gece.

Saatlerce, günlerce enkaz altında yardım bekleyenler de oldu. Uzun uğraşlar sonunda o yıkıntıların içinden canlı çıkarak mucizelere imza atanlar da.

Bizim Öykü’müz ne yazık ki o mucizeleri anlatan öykülerden olamadı.

Bizim Öykü’müz (o gece gökyüzüne bakanlar iyi hatırlar) gökyüzündeki binlerce parlak yıldızdan biri oldu.

Oradan bizi izlemeye, hayatımızı aydınlatmaya devam ediyor.

Gezite

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]