Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Siyasi ve ideolojik söyleşiler

Kemal Okuyan: AKP rejiminin ihya ettiği sınıfa kin duymadan olmaz!

Davutoğlu'nun düşüşü, AKP'ye karşı toplumsal kesimlerdeki umutsuzluk görüntüsü, yeni tür bir milliyetçilik tehlikesi, Can Dündar meselesi, Türkiye Komünist Partisi... Kemal Okuyan gündemdeki birçok konuya ilişkin değerlendirmelerde bulundu.


Volkan Algan

Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından fiili olarak düşürülmesiyle yeni bir boyut kazanan "rejim krizi", başkanlık tartışmalarıyla sürüyor.

Bu gündem içerisinde, Erdoğansız AKP planlarından AKP'ye karşı işçi sınıfının nasıl ayağa kaldırılacağına kadar bir dizi başlık bulunuyor.

Komünist Parti Merkez Komite Üyesi ve soL yazarı Kemal Okuyan'la gündeme ilişkin dolu bir söyleşi gerçekleştirdik.

Geçtiğimiz hafta, bir süredir ortalıkta dolaşan söylentilerin doğrulandığı görüldü ve Davutoğlu istifa etti, AKP Kongre’ye gidiyor. Bu gelişme sizce ne anlama geliyor?

Kimse haklı olarak bunun bir istifa olduğunu düşünmüyor, Davutoğlu görevden alındı. Erdoğan’ın bu hamlesi tek bir okumayla ele alınamaz, belirgin bir programatik ayrımdan kaynaklanmayan bu gelişmeyi sadece Erdoğan’ın en küçük bir farklılığa tahammül edememesi ile açıklamak da son derece yüzeysel.

Ancak uzun süredir Erdoğan tek adamlığına en küçük bir gölge düşürecek unsurları etkisizleştirmiyor mu? AKP’nin ak saçlı kadrosu neredeyse tamamen tasfiye edildi.
Bunun tartışılacak tarafı yok elbette ancak meselenin sadece bir boyutudur kişisel diktatörlük sevdası. Bakın kimse Davutoğlu’nun bir süredir daha açık hale gelen denemelerini, örneğin kendisine yakın bir medya oluşturmak için girişimleri için cesareti nereden aldığını sorgulamıyor. Bunu da mı kişisel kaprislere sıkıştıracağız?

Ama Davutoğlu Başbakanlığa mutlak biat koşuluyla gelmemiş miydi? Bu koşulun ihlalinde ipi çekilmiş oldu.
Davutoğlu’nun düşük profilli bir Başbakanlık yapacağını düşünenlerin haklı çıkmayacağını en başında söyleyenlerdenim. Herkes Davutoğlu’nun bir kukla olacağını iddia ediyordu. Kendisine kişilikli, dik kafalı filan demeyeceğim elbette ama AKP kültürü içinde ve Erdoğan’ın yakın çevresinde kendisine ait bir ajandaya sahip olabilecek Gül dışında yegane kişiydi. Bunun da temelinde uluslararası bağlantılar yatıyordu. Zaten Erdoğan’ın Davutoğlu’nu tercih etmesi uluslararası alanda Erdoğan’a Gezi sonrası yeniden kredi açılmasına yardım edeceğini düşünmesinden kaynaklanıyordu.

Gül bunun için daha uygun değil miydi?
Gül’ün handikapı, parti içindeki etkisinin Davutoğlu’ndan kat be kat fazla olmasıydı.

'ERDOĞAN TEKLEŞİRKEN ZAYIF HALE GELİYOR'

Yani Erdoğan Davutoğlu’nu kullandı ve harcadı?
Davutoğlu’nu harcayan, emperyalist merkezlerin Davutoğlu’na yatırım yapmasıdır. Erdoğan buna yani bir seçeneğin ortaya çıkmasına tahammül edemiyor.

Bu kadar belirleyici mi?
Şu anda Erdoğan’ın tek silahı alternatiflerini yok etmesine rağmen toplumsal desteğini koruma yeteneğini kaybetmemesidir. Bu ikisi yan yan geldiğinde son dönemde açık İslam Devleti kurma doğrultusundaki girişimler kaçınılmaz hale geliyor. Bu Erdoğan’ın paradoksu çünkü tek çıkış yolu tekleşme onu aynı zamanda yalnızlaştırdığı gibi, tabanını konsolide etmek için İslamcılaşmayı hızlandırması da onu aynı zamanda daha zayıf hale getiriyor.

Kritik nokta başkanlık mı olacak? Erdoğan başkanlıktan vazgeçerse, örneğin partili Cumhurbaşkanlığı diye bir formül bulunursa gerilim biter mi?

Başkanlık yalnızca bir kodlama. Kuşkusuz bir saplantı haline geldiği ölçüde önem kazanıyor. Ancak şu anda ülkenin başkanlıktan ne farkı var? Sonuçta Erdoğan ile hesaplaşma toplumsal düzeyde gerçekleşecek ya da siyasetin toplumsal kanallarında. Başkanlık meselesi daha fazla düzenin siyaset kurumlarında kilitlenme yaratacak. Erdoğan’ın başkanlıktan vazgeçmesi ya da bu denemesinde başarısız olması gerilimi sonlandırmaz, belki zaman kazandırır.

Bu daha ne kadar sürecek?
Kimse bilemez. Erdoğan kalıcı olması, konsolidasyonu olanaksız bir rejimi zorluyor. Uluslararası sermaye AKP’li yılların kazanımlarını bir bütün olarak koruyarak sürdürülebilir, daha kolay kontrol edilen bir model arayışında. Erdoğan bu haliyle kontrolü zor, pazarlık gücü yüksek, öngörülemeyen bir unsur. Evet, çok hızlı manevra yaparak süngüsünü düşürüyor, güçlüye biat ediyor ama ipleri birbirine dolandırdığı sayısız örnek var. Kaldı ki, Türkiye’de kritik bir toplumsal kesim Erdoğan Türkiyesi’ni kabullenmeyecek.

'ERDOĞANSIZ AKP'DEN UMUT BEKLEME VİRÜSÜ YAYILIYOR'

Erdoğansız bir AKP kabulleniliyor mu?

CHP ve HDP ve bir bütün olarak liberaller sayesinde büyük ölçüde. Bu Erdoğan’a bir başka hayat öpücüğü. Düşünsenize, Erdoğan’ın elinde tuttuğu bir partiyi onun alternatifi yapıyorsunuz! Kılıçdaroğlu’nun Davutoğlu savunusu, iktidar seçeneğini AKP içinden çıkarmaya çalışan, CHP ve HDP’ye de bununla uyumlu muhalefeti yakıştıran sermaye çevrelerinin beklentileriyle uyuşuyor.

Erdoğan karşıtlarında bir yorgunluk, hatta umutsuzluk ortaya çıkmadı mı?
Hayal edilen çıkış, Erdoğansız bir AKP ise, bundan umutlanmak mümkün mü? Bu bir virüs, yayılıyor.

Nasıl çıkılacak bu ruh halinden?
Şimdi özgürlükçü laiklik deniyor, öyle değil, gerçek anlamıyla, hakkı verilmiş laik-aydınlanmacı bir kimliği sırtlamış bir emekçi çıkışı, başka çaresi yok. Herkes ortada işçi sınıfı yok diyor; o zaman ortada muhalefet de yok! Ortada işçi sınıfı var. Hem de AKP’nin teslim alamadığı kesimlerde… Sandıklardan, seçimden bahsedilmesin. Seçimler eşitlikçi bir mekanizma değildir. Türkiye’de bu ülkenin üretim sürecinde yer alan milyonlarca işçi, bir bölümü işçi olduğunun bile farkında olmaksızın bugünkü iktidardan şikayet ediyor. Bu kesimlerin bir bölümünü sermaye kafasından koparmamız zorunlu. Bu ülkede umut başka türlü yeşermez. Dolayısıyla artık AKP’ye karşı olmak kendi başına bir şey ifade etmiyor. Bu iş dırdıra dönüşüyor. AKP rejiminin ihya ettiği sınıfa kin duymaksızın ne laiklik savunulur ne de başka bir şey. Bu nedenle işçi sınıfı yeniden kurulmalı diyoruz; bu elbette siyasal bir görev.

'TÜRKİYE'Yİ PURSAKLAR'DAN YÖNETEMEZSİNİZ'

Yoksul ama AKP’yi destekleyen kesimler de var.

Var. Hitler’i iktidara burjuvazi getirdi ama yoksul emekçilerin sırtında! Bu kesimleri kazanmak için önce AKP karşıtları içinde bir kesimi bugünkü düzenden koparmamız gerekiyor. İşçi sınıfı laiklik mücadelesi versinle bitmiyor iş. Doğrusu, işçi sınıfının seküler bir güç olarak kendini yeniden kurması, aydınlanma bayrağını yükselterek sermaye düzeninin üstüne gitmesi. Böyle bir sınıf yok diyenlerin zaten herhangi bir şeye hali yok Türkiye’de. İşçi sınıfı yok diyenlerin laiklik mücadelesi verecek enerjisi de kalmadı!

Ancak laik duyarlılığı olanlar giderek daralan bir coğrafyada yaşıyor. AKP karşıtlığı burada yoğunlaşıyorsa, kuşatma nasıl yarılacak?

Bakın AKP henüz Türkiye’nin gelişmiş kentlerini teslim alamadı. Kent merkezlerinde zorlanıyor. Ve zorlandıkça bir kısım solcu kent merkezlerinde emekçilerin yaşamadığını ileri sürüyor! Ayrıntıya girmeyeceğim, kent merkezleri sınıfsal, ideolojik, kültürel açıdan heterojen bir karakter taşır ancak burada ülkenin siyasal-ideolojik dinamiklerini belirleyen “örtülü” bir gerilim-mücadele vardır sınıflar arasında. Buralarda AKP henüz kazanmadı. Altını çiziyorum, henüz. Ancak “efendim Çankaya, Yenimahalle Ankara değildir”le buralar da kaybedilir. Türkiye’yi Pursaklardan yönetemezsiniz. Dikmen, Mamak, Kadıköy, Bakırköy, Şişli, Beşiktaş, Bornova, Karşıyaka’ya sıkışmak istemiyorsanız, buradaki eğitilmiş işgücünü bir an önce orta sınıf karakterinden kurtaracaksınız.

'TÜRKÇÜ KARAKTERİ BASKIN BİR MİLLİYETÇİLİK KENT MERKEZLERİNE SOKULUYOR'

Son dönem konuşmalarınızda MHP’nin de bu alana girebileceğinden söz ediyorsunuz. MHP’deki Genel Başkanlık krizi bu açıdan nereye denk düşüyor?

Türk milliyetçiliğinin Türk-İslam sentezine yerleştirilmesi 1960’ların sonunda bayağı bilinçli bir hamleyle, Albay Türkeş’e havale edilen bir toplumsal-siyasal mühendislik hamlesiyle başlıyor. Öncesinde kuşkusuz bir geçişkenlik var ama Türk milliyetçiliği Türkçü, ırkçı bir karakter taşıyor. Ancak Türk-İslam sentezi aynı zamanda bir devlet politikasıdır da. Dolayısıyla bugün MHP tabanı ile AKP tabanının birbirinden ayrıştırılmasındaki zorluklar yalnızca Devlet Bahçeli’nin tercihlerine bağlanamaz. İstenen buydu. Şimdi Türkiye’de “devlet aklı” olma iddiasındakiler ve uluslararası alanda Türkiye’de İslamcılığın sağı bir bütün olarak belirlemesinin “kontrol” mekanizmalarını zayıflattığını düşünenler Türkçülüğü Türk-İslam sentezinden bir nebze olsun ayrıştırma derdindeler. MHP’deki kriz bir de bu açıdan bakılmalı ve sadece bugüne ilişkin, Erdoğan’ın önünü kesmek ya da ona yardımcı olmak seçenekleriyle açıklanmamalıdır. Henüz erken ama ben Türkçü karakteri baskın hale gelen bir milliyetçiliğin kent merkezlerindeki hegemonya mücadelesine dahil olacağını düşünüyorum.

Bunun Kürt milliyetçiliğine bir tepki olduğunu düşünüyor musunuz?

Kuşkusuz böyle bir yanı var. Milliyetçilik, milliyetçiliği doğurur; hangisi önce başladıyı artık tartışmak anlamsız. Kürtlerin en temel haklarını tartışmaya dahi tahammülü olmayan bir düzen Kürt milliyetçiliğinin önünü açtı ancak Kürt milliyetçiliğini bu zemin üzerinde sonsuza kadar meşru görmek solcuların işi olamaz. Konumuz açısından şunu söyleyebilirim, Kürt milliyetçiliğinin Kürt olmayan unsurlara penetrasyon şansı var. Örnek olsun, liberalleri Türkiye’de kullanan yalnızca AKP olmadı, Kürt hareketi de kullandı. Türk-İslam sentezinden daha baskın bir Türkçülüğe geçiş, adını da koyalım, ırkçı reflekslerin önünün açılması, Kürt hareketinin etki alanını daraltıcı bir etki yaratabilir. Kuşkusuz bunları konuşmak için çok erken ama başka yerlerde de benzer değerlendirmelerin yapılmaya başlandığını gözlemliyoruz.

CAN DÜNDAR'IN LİBERALİZME VERDİĞİ CAN

Olası bir milliyetçi yükselişten söz ediyorsunuz, peki liberalizm havlu mu atıyor?

Neden atsın? Olmazsa olmaz. Üstelik liberalizm Can’landı son dönemde.

Can Dündar’ı kastediyorsunuz sanırım…
Yıllardır CHP ve Kürt hareketini liberal bir çerçevede yakınlaştırmak için kapsamlı denemeler yapıldığını yazar dururuz. Ufuk Uras bu denemelerin ürünüydü, başarısız oldu ama öte yandan izleri sürüyor, çünkü solun bir kesiminin liberalizmle ilişkisi aşk ve nefret üzerine kurulu. Can Dündar Uras’tan çok daha yetenekli ve bu açıdan çok daha “can sıkıcı” bir aktördür. Solla da bir ilişkisi yoktur.

Ancak Erdoğan da tehlikeli buluyor, bir de üstüne öldürülmek ya da korkutulmak istendi.
Erdoğan hiçbir icraatında ama hiçbir icraatında haklı olamaz. Ayrıca Can Dündar’ın hayatına kast edilmesi Suriye’de işlenen savaş suçlarına ilişkin bir haberle ilgili. Liberalizmle mücadele ediyoruz diye gazetecilere saldırıları sessizlikle karşılayacak değiliz. Öte yandan, liberalizm ve milliyetçilikten mutlak, mutlak’ın altını özellikle çiziyorum, kopuş olmadan sosyalizm mücadelesi verilemez. Bugün bu söylediğim iyice geçerli.

Can Dündar’ın bir siyasi aktör haline getirildiğini mi söylüyorsunuz?

Can Dündar ya da bir başkası… O kulvarı ayakta tutmak zorundalar. Bir gün Uras, bir gün Demirtaş, bir başka gün Dündar. Başka koşullar da denk gelirse Dündar çok cazip bir figür. Her tarafa hitap ediyor.

'AYDINLANMA HAREKETİ ÖN AÇICI ADIMLAR ATACAK'

Aydınlanma Hareketi’nin gazetesine İmam Hatipler Kapatılsın talebi nedeniyle soruşturma açılmış. Hareket nereye gidiyor?

Soruştursunlar… Hatta AKP kapatılsın diyoruz, onu da soruştursunlar. Milyonu aşkın kişiyi İmam Hatiplere kapattılar ve 6 bin imam açığı var demekteler. Kapatılsın. İmam ihtiyacı için ne yapılacağına daha sonra bakılır. Aydınlanma Hareketi’ne gelince… Bu hareket özgün bir girişim. Ön açıcı, öncü adımlar atacak, bunları siyasi güçler, sendikalar, aydınlar istediği gibi kullanabilir. Çok yoğun bir programımız var, az sabır.

Gelelim sizin 17 Nisan’da yaptığınız çağrıya… TKP üyelerine seslendiniz ve TKP isminin nerede devam ettiğine ilişkin net tablo ortaya çıktığını söyleyerek, TKP geleneğine ve programına samimiyetle bağlı olan herkese çağrı yaptınız. Bu çağrı nasıl tepki aldı?

Samimi ve ciddi olan TKP’lilereydi çağrımız. Bu çağrıya olumlu yanıt veren çok sayıda kişi oldu ve devamı da geliyor. TKP adı üzerindeki gölge sonsuza kadar sürmeyecek, bunu söylüyoruz ve öncelikle ve her şeyden önce 2014’te yaşanan kriz sırasındaki TKP üyelerini ilgilendiren bir olgudan söz ediyoruz. Birçok yoldaşımızla yollarımız yeniden birleşti, birleşiyor. Kimileri ise başvurularını duvarlarımıza TKP’yi onurlandıran sloganlar yazarak yapıyor, buna gerek yok tabii!

YUNANİSTAN KOMÜNİST PARTİSİ İLE İLİŞKİLER

Bu yıl parti konferansını özel bir konuya, Emperyalizm olgusuna ayırmaya karar verdiniz. Neden böyle bir seçim ve nasıl gerçekleşecek bu konferans?

Emperyalizm dinamik bir kavram, öte yandan tarihsel-teorik referansları çok güçlü. Bunları belli aralıklarla yeniden ele almak zaten zorunlu. Üzerine bölgedeki gelişmeleri, özellikle Rusya’nın artan rolünü eklediğimizde çok sayıda güncel siyasal soruna da ışık tutacak bir yeniden üretime ihtiyaç olduğu açık. Bunu yapacağız. Bütün parti örgütlerinde yaratıcı-yapıcı bir tartışma-değerlendirme süreci yaşanacak, aynı zamanda bunu parti içi eğitim açısından bir olanak olarak da kullanacağız. Son baharda nihayete erecek ve bir temel belge çıkacak ortaya. Konferans kardeş Yunanistan Komünist Partisi ile ilişkilerimiz açısından da önem taşıyor, çünkü iki parti eşitlik ve içişlerine karışmama ilkelerini koruyarak, çeşitli başlıklarda yoldaşça tartışma, karşılıklı bilgilendirme kanallarını da oluşturuyor. Bu konferansta da böyle olacak.

Son soruyu Yunanistan Komünist Partisi ile ilgili soralım o halde. YKP ile ilişkiler hangi ilkeler üzerine kurulu, bir büyük kardeş-küçük kardeş durumu söz konusu mu? YKP’nin TKP’de yaşanan krizde takındığı net ve kararlı ve kimilerinin tepkisini çeken tutum nereden kaynaklanıyor?
KP ile YKP arasındaki ilişki son derece köklü ve sağlıklı temellerde gelişiyor. Eşitlik ve içişlerine karışmamadan söz ettim. Yunanistan Komünist Partisi parlamento temsiliyetine ya da seçim sonuçlarına özel bir önem vermiyor ki bunlar bizim ilişkimizi belirlesin. YKP’nin daha ileride olduğu asıl konu güçlü sınıf bağlarıdır. Kuşkusuz bunun bir dizi nedeni var. Öte yandan iki parti arasında kimi görüş ayrılıkları da var ama bunlar dünya komünist hareketinde aynı ailede yer almamızı, aynı doğrultuda çaba harcamamızı engellemiyor, ikinci konular bunlar. Stratejimizse ortak; iki parti de sınıf uzlaşmacılığını reddediyor, sosyalist devrim perspektifine sahip ve emperyalist dünyada kendisine dost aramıyor. İlişkimiz giderek derinleşiyor ve yeni boyutlar kazanıyor. YKP’nin TKP’de yaşanan krizde başından beri net tutum alması, tek tek bütün ülkelerdeki devrimci, komünist oluşumları yakından hem de çok yakından izlemeleriyle ilgili. Temel belgeleri, güncel tartışmaları anında çevirip kendi içlerinde tartışıyorlar. Şu kadarını söyleyeyim, daha partideki krizin hemen başlarında, tarafların ne dediğine ilişkin bütün ayrıntılara vakıflardı; kişisel olarak benden daha netlerdi örneğin.

Özetle bir “kandırılma” durumu ya da “dostluk ilişkileri”nden kaynaklı bir tercih yok ortada.
Yunanistan Komünist Partisi, ciddi bir partidir, kişisel referansları bir noktada elinin tersiyle iter. Şaka mı bu? İkincisi işimiz gücümüz bitti bir de başka partileri mi yönetmeye kalkacağız? Yok, böyle bir niyet ve gücümüz yok!

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]