Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Türkiye Devrim Tarihi

Günümüzden Türkiye gençlik tarihine bakarken…


Türkiye’deki öğrenci gençlik hareketinin tarihine bakarken, etkin eylemlerin olduğu kimi zaman radikal çıkışların yaşandığı hareketli bir tablo gözler önüne serilmektedir.

YILMAZ ÖZTUTAN

Türkiye’deki öğrenci gençlik hareketinin tarihine bakarken, etkin eylemlerin olduğu kimi zaman radikal çıkışların yaşandığı hareketli bir tablo gözler önüne serilmektedir. Uzaktan bakıldığında gençlik hareketleri önemli eylem pratiği, dinamiklik ve kitlesellik yakalamış olmasına rağmen çeşitli sıkıntılar barındırmaktadır. Bu sıkıntıların başında öğrenci gençliğin sınıf mücadelesindeki yerini doğru bir zeminde kuramamış olması gelmektedir.

60’lı yıllar Türkiye’deki sol hareketler için önemli bir konuma sahiptir. İdeolojik, teorik ve örgütsel tartışmaların bu yıllarda canlanması, toplumsal bir hareketliliğin baş göstermesi açısından zengin bir dönemdir. 1961 Anayasası geçmiş yıllara göre daha özgür bir ortam yaratmış. Bununla beraber 1961 yılında sendikacıların önderliğinde Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulmuştur. Askeri müdahalenin gençlik üzerinde de ciddi etkileri olmuş devrimin nasıl geleceğine dair birtakım tezler üretilmesine sebep olmuştur.

Bir yandan sınıf hareketinin kendini göstermeye başlaması, öte yandan 27 Mayıs’ın yarattığı hava, dünyada gelişen eylemlilikler Türkiye’deki öğrencilerin politikleşmesinde önemli rol oynamıştır. Öğrenciler 27 Mayıs’ı bir hürriyet hareketi olarak görmüş, Atatürk inkılaplarına sahip çıkma, ilkelerinin yaşatılması olarak düşünmüştür. Üniversite gençliğinin 27 Mayıs’ın yarattığı ortamla beraber daha çok etkilendiği yer Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal olmuştur. Sonrasında bu görüş aşılmış kendisini devrimci bir çizgiye bırakmıştır.

Bu yılların başında öğrenciler, üniversiteye dair sorunları (özerk üniversite, eğitim ve yurt sorunları vb.) gündeme getirmeye başlıyorlar. TİP’in paralelinde gelişen öğrenci hareketi, daha sonra Mihri Belli’nin Milli Demokratik Devrim teziyle buluşmasıyla beraber TİP’ten uzaklaşıyor. Bununla beraber TİP’i pasiflikle suçluyordu.

1961 yılında TİP’in kurulması önemli bir etki yaratmış. Gençlik içerisinde de bu etki görülmüştür fakat ilerleyen yıllarda TİP bu gücünü kaybetmiş ve öğrenci gençlik içerisinde etkisi azalmıştır. Çeşitli sebeplerle politikleşen öğrenci hareketi artık kendisini bağımsızlık, anti-emperyalizm gibi başlıklarla öne çıkartmaktadır. Fakat bu başlıkları karşısına alırken belirli bir teorik-ideolojik programdan ziyade güncel refleksler üreterek cevap vermektedir.
Üniversitelerde Fikir Kulüpleri adı altında toplanan öğrenciler merkezileşmek adına 1965 yılında Fikir Kulüpleri Federasyonu’nu kuruyorlar. İlk başta TİP’in etkisinde olan FKF daha sonra MDD’ci bir çizgiye geçerek 1969’a kadar etkinlik gösteriyor, sonrasında ise çeşitli farklılıklar yüzünden ayrılmalar başlıyor.

Bu tarihe kadar üniversiteye dair yaşanan sorunların aslında bir düzen sorunu olduğunu saptayan öğrenciler daha da siyasallaşmaktadırlar. Özellikle 68 kuşağı denildiğinde ilk akla gelen anti-emperyalizm, tam bağımsızlıkçı karakter yine bu dönemde ortaya çıkıyor. Üniversite işgalleri, boykotlar, 6. Filo ile gelen Amerikan askerlerinin denize dökülmesi, ABD’li büyükelçi Robert Kommer’in arabasının yakılması gibi çeşitli tepkiler ortaya çıkıyor.
Bu eylemler 68 kuşağının en bilinen eylemleridir. Bununla beraber birçok eylem gene bu yıllarda yapılmıştır. Fakat eylemlerin genel eksikliği düzenin sorunlarının kapitalizmin yıkılmasına bağlanmış olmasına rağmen, asıl yıkıcı güç olan işçi sınıfıyla öğrencilerin arasındaki bağın yeterli şekilde kurulamamış olmasıdır.

Bu bağın kurulamamış olması çeşitli tezleri ortaya çıkartmıştır. Örneğin asker ile gençliğin bu devrimi tamamlayacağı tezi, suni denge, kırdan kente gerilla örgütlenmesi, silahlı mücadele öne çıkan tezler olarak görülmektedir. Bu tezlerin dışında parti ile gençliğin, işçi sınıfı ile gençliğin bağına işaret eden bir görüş de bulunmaktadır. Harun Karadeniz bunu “Sanırım gençliğin eylemlerinin bitim noktası için şu genel ilkeyi belirlemek yeterlidir. Genel olarak gençlik eylemleri iktidara yöneldiği anda biter. Daha doğrusu eylem iktidara yöneldiği anda gençliğin faydalı hareket sınırı aşılmış ve partinin eylem alanına girilmiş demektir.” ve “Çağımızda toplumu, bulunduğu üretim biçiminden yeni bir üretim biçimine geçirecek olan güç işçi sınıfıdır.” diyerek açıklıyordu.

Bu sözleri biraz daha açmak gerekirse şöyle diyebiliriz sanırım: Gençlik sorunu elbette kapitalist sermaye düzenine ait bir sorun. Basit taleplerden ziyade iktidarı değiştirmek ve dönüştürmek üzereyse, sadece öğrenci hareketi merkezli bir dönüşüm değil iktidarın tümden değişmesi, sermaye düzeninin tüm çarklarının kırılması, kapitalin mezar kazıcıları olan işçi sınıfının iktidarı ele alması gerekir. Bununla beraber ancak tüm sorunları ortak bir payda da birleştiren işçi sınıfının örgütü “parti” böylesi bir kalkışmayı sonuçlandırabilir.

Türkiye tarihine öğrenci gençlik eylemlerinin damgasını vurduğu bu yıllarda programatik olarak bir hatta sahip olmaktan ziyade güncel refleksler ile sorunlara cevap verildiği bir durum hakimdir. 12 Mart 1971 muhtırası ile yeni bir aşamaya geçen gençlik mücadelesi 60’lı yılların sonlarına doğru devletin baskısının arttığı 61 Anayasası’nın getirdiği havanın yok olduğu bir zemin ile karşı karşıya kalmaktadır.

Belirli bir dönem gerileme yaşayan gençlik hareketi 1974’te Kıbrıs sorunu üzerinde tekrardan kendisini gösterse de 1968’in eylemliliği kadar yakıcı olmamıştır. 1980 darbesiyle birlikte üniversitelere saldırı dönemi açılmış YÖK kurulmuş ve gençlik üzerinde apolitizm aşılanmaya çalışılmıştır.

1990’lara gelindiğinde ise partili öğrenci geleneği Marksist Leninist ideolojiyi kendine çatı edinerek üniversitelerde kadro birikimi yaratmıştır. Üniversitelerde yaşanan sorunları memleket gündemiyle beraber değerlendirmiş ve tarihsel mücadeleye çubuk bükmüştür. Bununla beraber harç zamlarına karşı eylemler, üniversite işgali, faşist çetelere karşı mücadele bu dönemin öne çıkan mücadele örnekleridir.

Sovyetlerin yıkıldığı, Dünya’da sosyalizm kavramının geri çekildiği bu tabloda, sosyalizmde ısrar eden partili gelenek kendisini bugüne dek sürdürerek yeni bir sosyalist kuşağın yetişmesine katkı sağlamıştır. Bugünde bu mücadele kendisini üniversitelerde sürdürmekte yeni bir kuşağın örgütlemesinde önemli adımlar atmakta ve sınıfın partisiyle hareket etmektedir.

http://gazetemanifesto.com/2018/pusula-gunumuzden-turkiye-genclik-tarihine-bakarken-218563/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
12.11.2018- 06:28

2000'ler sonrası üniversiteler

2000’li yıllar ve gençlik arasındaki ilişki, bir müdahale sürecini anlatmaktadır. Var olan gençliğin dönüştürülmesi, dönüşmeyenlerin ise sindirilmesi sürecidir. Tabii ki yeni bir gençlik yaratma uğruna…

ÇINAR DENİZ AY

2000’li yıllar ve gençlik arasındaki ilişki, bir müdahale sürecini anlatmaktadır. Var olan gençliğin dönüştürülmesi, dönüşmeyenlerin ise sindirilmesi sürecidir. Tabii ki yeni bir gençlik yaratma uğruna…

12 Eylül faşist darbesi ile sermaye sınıfının memlekette istediği gerici dönüşümün içerisinde, ideolojik üretim merkezleri olan üniversiteler ciddi bir yer kaplıyordu. Solun tasfiye edilmesi, neoliberal politikalara zemin yaratılması, sonrasında açılacak İkinci Cumhuriyet sürecinin dayanak noktalarının oluşturulduğu bu dönem eğitim alanında da kendini gösterdi. Üniversiteler aydınlanmanın merkezleri olarak işlev görüyorken bunu tasfiye etme işlevi YÖK’e bağlandı, imam hatip okullarıyla dincileştirme sürecinin gençlik alanında yansımaları yaratıldı.
1990’lı yılların sonlarına doğru gelindiğinde YÖK tartışmaları devam ediyordu. Bologna sürecine gidilmiş, her ne kadar kulağa hoş kavramlarla çıktıysa da ortalığa, neoliberal dalganın üniversiteleri piyasacılığa teslimiyetinin başlangıcı olmuştu. Gericilik ve piyasacılık bütünlüklü bir halde alan kapatıyor, sermaye ve işçi sınıfı arasındaki mücadelede sermaye sınıfı daha da palazlanıyordu.

Bütün bu sürecin dünyadaki siyasal gelişmelerden hareketle geliştiği ve buradaki konumlanışlardan beslendiğini bir tarafa not edilmek durumundadır. Temelde iki kutuplu dünyanın çözülüşüne denk gelen bu dönüşüm, aslında Türkiye’nin yeni tabloya entegrasyonu olarak okunmalıdır. Dolayısıyla 2000’li yıllar ve sonrasının ana referans noktalarından birkaçı reel sosyalizmin çözülüşü, dünyada oluşan yeni dengeler ve yeni dünyaya entegrasyon olarak oturtulmalıdır. Buradan açılırsa AKP ile birlikte üniversite alanına dair atılan yeni adımlar anlam kazanacaktır. Ötesinde doğru yanıt bu bakışla verilecektir.

2000’li yıllar bu açıdan üniversitelerdeki siyasal mücadeleyi özgürlük dileklerine kadar çekip gericiliğin üniversitelere girişine su taşıyan liberal solun “Türban” tartışmaları üzerinden gericiliği meşrulaştırdığı bir süreç yaşadı. İlerici bir siyasal mücadeleden kaçan solun liberal unsurları ise örgütlü gericiliği karşısına alamayarak aydınlanmacı tavrından taviz verip üstüne bir de gericiliğe alan açılmasına neden olundu. Yeni bir rejim doğuş yıllarında, üniversite alanındaki “başarısını” bu şekilde sağladı. Gençlik alanına dair dönüşümün sinyalleri yanmaya başlıyor, gericilik ve piyasacılık ise saldırmaya hazırlanıyordu.

Değiştirme işleminin sonuçları

AKP iktidarıyla birlikte, Türkiye’de yeni bir sürecin açıldığı, bu sürecin ise yeni bir devlet felsefesi yaratma, yeni bir toplumsal yapı kurma iddiasıyla beslendiği görülmelidir. Dolayısıyla ülkeyi var eden temel alanlardan olan devlet mekanizması da bu dönüşüme tabi tutulmalıydı. YÖK’e yapılan müdahalelerle birlikte artık AKP çıkarlarını gözeten ve onun politikalarını hayata geçiren bir işleve geçiş yapmıştı. Bu üniversiteler açısından, bilimselliğin tasfiyesi, üniversitelerin sermayeye açılması, bir dizi ile özel üniversiteler kurulması, akademiden aykırı seslerin uzaklaştırılması hamlelerini beraberinde getirdi. Bu sürecin sermayeyi besleme, “100 yıllık arayı” sonlandırma gibi bir içeriği olduğu kadar, aynı zamanda yeni bir gençlik kuşağının dizaynına zemin sunduğu da önemli bir not olarak eklenmelidir. Bu açıdan 2000’li yıllar ve gençlik arasındaki ilişki, bir müdahale sürecini anlatmaktadır. Var olan gençliğin dönüştürülmesi, dönüşmeyenlerin ise sindirilmesi sürecidir. Tabii ki yeni bir gençlik yaratma uğruna…

Bu açıdan üniversite mücadelesinde 2000’li yıllarda hiç de azımsanmayacak çıkışlar olmuştur. Doğalında temel bir yasa bu süreçte de işlemiştir, etki, tepki yaratmış ve AKP’nin gençliği dönüştürme misyonu bir yerden sonra gençlikle arasında açı oluşmasına sebebiyet vermiştir. Dindar ve kindar gençlik, öğrencilerin kızlı erkekli dolaşmaları yanlıştır söylemleri bu kapsayamama sürecinin siyasetteki yansımaları olarak okunabilir. Gençlik ise tepkisini YGS eylemleri, ODTÜ ayakta direnişi ve Haziran Direnişi’nde ortaya koymuştur. Süreç ilerlemiş fakat açı kalmıştır. Bu açının temelleri ise, doğru bir zemine oturtulamamıştır. Sorun, bu sürecin yalnızca AKP’nin hevesi ve isteği olmayışı, aynı zamanda Türkiye’de kapitalizmin mantıki sonucu olduğu gerçeğinin silik kalmasıdır. Bu süreç, bir dizi savrulmaya sebebiyet vermiş, bu okumadan hareketle salt AKP karşıtı mücadele, yansıması olarak da düzen güçlerine ya da Birinci Cumhuriyet referanslarına çubuk büken bir yaklaşım siyasette kendine alan açmıştır.

Buraya kadar işlenilen kısmı özetleyecek olursak ise, 2000’li yılların üniversite gündemi ya da gençliğin konumlanışı Birinci Cumhuriyet’ten İkinci Cumhuriyet’e geçiş sancıları üzerine oturmuştur. Detayları başka bir yazının konusu olmakla birlikte, kurtuluş da mutlak olarak başka bir geçişe dayandırılmalıdır. Gerici ve piyasacı İkinci Cumhuriyet’ten, eşitliğin ve özgürlüğün hakim olduğu sosyalist Cumhuriyet’e..

“Dindar ve kindar gençlik”ten “komünistleri okutmayız” söylemine
AKP iktidarıyla birlikte açılan süreçte gençliğe yönelik yaklaşıma bir dönüm noktası oluşturmak doğru olacaktır. Haziran direnişi öncesinde iktidarla uyumlu, onun referanslarıyla hayata bakan bir İslamcı kuşak yaratılmak istenmiş, temel adımları ise imam hatip okulları üzerinden atılmak istenmişti. Haziran direnişi sonrasında ise gençliğe dair yaklaşım yeni bir kuşak oluşturmaktan ziyade, Haziran’da politikleşen gençliğin sindirilmesi üzerine kurulmuştur. Tabii ki salt yapıcılık ya da yıkıcılık yoktur, yıkan aynı zamanda başka bir şey inşa eder. Fakat ağırlık dengelerinin değiştiği not edilmelidir.

Özellikle 2014 sonrası süreç üniversitelerde kulüplerin dahi işlevsizleştirildiği, siyasetin üniversiteden uzaklaştırıldığı, polisin okullara karakol kurduğu bir görüntü vermektedir. En ufak bir siyasi faaliyetin suç olarak tanımlandığı bu dönemin ruhu ise, üniversiteyle bağın koparılması olarak kodlanmıştı. Bu süreç beraberinde piyasacılıkla birleşince üniversitelerin bölünmesi ve başka yerlere taşınması gündemiyle iç içe geçmiş oldu.

Düzen söylemini yapıcılıktan çok, yıkıcılığa dayandırmaya başladı, ODTÜ mezuniyetinde yapılan gözaltı ve tutuklamalar. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin tutuklanması ve “komünistleri okutmayacağız” söyleminin ağırlık kazandığı bu süreç AKP’nin üniversitelere yönelik tavrını da ortaya koymuş oldu.

Bugün ise düzenin üniversite alanına dair ideolojik ve siyasal saldırıyı arttırma sinyalleri taşıdığı bir kenara not edilmek zorundadır. Memleketin içinden geçtiği süreç göz önünde bulundurulduğunda önümüzdeki dönem emek-sermaye arasındaki mücadelenin belirginleşeceği, dolayısıyla üniversitelerin de bu oranda politikleşeceği bir atmosfere doğru girildiği ortaya konulmalıdır.

http://gazetemanifesto.com/2018/pusula-2000ler-sonrasi-universiteler-218576/

melnur  |  Cvp:
Cevap: 2
12.11.2018- 06:31

Türkiye’de üniversitelerin durumu

Eğitimdeki neo-liberal kuşatma özel okulların açılmasıyla birlikte bir diploma enflasyonuna yol açmış, nitelikli eleman sayısındaki artış iş arayan kişiler arasında yaratılan suni rekabet nedeniyle ücretlerde düşüşe neden olmuş, hatta milyonlarca diplomalı genç işsiz yaratmıştır.

SEÇKİN AYDINLIK


Eğitimdeki neo-liberal kuşatma özel okulların açılmasıyla birlikte bir diploma enflasyonuna yol açmış, nitelikli eleman sayısındaki artış iş arayan kişiler arasında yaratılan suni rekabet nedeniyle ücretlerde düşüşe neden olmuş, hatta milyonlarca diplomalı genç işsiz yaratmıştır.
Diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de üniversiteler sermaye sınıfının müdahalelerine göre şekillenmektedir. Üniversiteler, özellikle 12 Eylül darbesi sonrasında memleket gibi köküne kadar gericileştirilmiş ve piyasalaştırılmıştır. Öte yandan bugün, üniversitelerde yaşanan ağır gericilik ve piyasacılık saldırılarının artık sınırlarına dayandığı gerçeği de görülmelidir.

Üniversitelerin durumu Türkiye’de hiçbir zaman memleket gündeminden bağımsız olarak şekillenmedi. 1930’lu yılların sonunda Hitler faşizminden kaçan akademisyenlerin katkılarıyla Türkiye üniversitelerinde görece üretkenliğin arttığı bir döneme girilirken, 1950’lere gelindiğinde ülkeyi emperyalistlere peşkeş çeken Menderes hükümetinde memlekette dergi dahi çıkarılamaz hale gelmiş, üniversite gençliği ve ilerici akademisyenler Demokrat Parti’nin (DP) baskı ve zulmüne karşı mücadelede en ön saflarda yer almışlardı.

27 Mayıs ihtilalinin ardından yürürlüğe konulan 1961 Anayasası’nın ülkede yarattığı görece özgür koşullarda üniversite gençliği bu kez anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadelelerle Türkiye işçi sınıfının yanındaydı.

Sermayenin kuşattığı “üniversite”
12 Eylül 1980 faşizminin ürünü olarak otuz sekiz yıldır halen devam etmekte olan Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) sultası altında ise üniversiteler bugün gericilik ve piyasacılık postalı altında can çekişmektedir. 1980 faşizminin üniversitelere armağanı (!) “Amerikan sistemi”, “Bologna Süreci” ve “özel üniversiteler” oldu. Bu yeni gelişmeler öğrencilerin piyasanın ihtiyaçlarına göre kalıba döküldüğü bir akademik ortam yarattı. Amerikan sistemiyle eğitim veren bu kurumlar, Türkiye’nin köklü eğitim kurumlarının geri itilmesine neden oldu.
Üniversitelerin tamamen sermaye sınıfının hizmetine sunulmasını amaçlayan Bologna Süreci ile getirilen uzmanlaşma (!) politikası, sermaye sınıfının nitelikli eleman ihtiyacını karşılamak üzere öğrenci yetiştirmeye odaklanmış ve böylelikle eğitim kurumlarımız bilim yuvasından çok birer meslek kursu görünümüne bürünmüştür.

Eğitimdeki bu neo-liberal kuşatma özel okulların açılmasıyla birlikte bir diploma enflasyonuna yol açmış, nitelikli eleman sayısındaki artış iş arayan kişiler arasında yaratılan suni rekabet nedeniyle ücretlerde düşüşe neden olmuş hatta milyonlarca diplomalı genç işsiz yaratmıştır.
Sermaye bununla da yetinmemiş, köklü üniversitelerin şehir merkezlerindeki değerli arazilerine de göz dikmiştir. Bu yağma politikasıyla bir taşla iki kuş vurmaya çalışan sermayedarlar, hem değerli arazileri ranta açmak istemiş hem de öğrencileri şehir merkezlerinin dışına atarak onları siyasal hayattan koparmaya çalışmışlardır.
Son günlerde yaşananlar, üniversitelerin sermaye eliyle getirildiği noktanın içler acısı halini gözler önüne sermektedir. İstanbul Üniversitesi’nin hiçbir akademik kurul işletilmeden akıldışı biçimde bölünmeye çalışılması disiplinler arası çalışmanın önüne set çekmekte; botanik bahçesinin İstanbul Müftülüğü’ne, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi binasının da Cumhurbaşkanlığı çalışma ofisine devredilmek istenmesi ise bilimsel çalışmalara dair umursamazlığın ulaştığı inanılmaz boyutları ortaya koymaktadır. Yönetenler tarafından nasıl bir tahammülsüzlükle karşılanırsa karşılansın, bütün bu olan bitene karşı çıkmamak, körleşmek ve gerek üniversitelerimizin gerekse ülkemizin karanlık bir geleceğe sürüklenmesine kayıtsız kalmak demektir.

Üniversiteler memleketten ayrı düşünülebilir mi?
“İnsanların, koşulların ve eğitimin ürünleri olduğu ve dolayısıyla değişmiş insanların başka koşulların ve değişmiş eğitimin ürünleri olduğu materyalist öğretisi, koşulları değiştirenlerin insanlar olduğunu ve bizzat eğitenin de eğitilmeye ihtiyacı olduğunu unutur. Bu yüzden bu öğreti, zorunlu olarak, toplumu, biri toplumdan üstün olan iki kısma ayırmaya varır. Koşulların değiştirilmesi ile insan faaliyetinin değiştirilmesinin çakışması ancak devrimcileşen pratik olarak kavranıp ussal biçimde anlaşılabilir.” (Karl Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, Madde III)

Memleketimizde siyasi gelişmelerin olanca yakıcılığını hissettiğimiz şu günlerde ülkemizin içinde bulunduğu iç karartıcı durum üniversitelerde de kendini yoğun bir biçimde hissettiriyor. Hem siyasal partilerin ve iktidarların ideolojik tutumlarının üretildiği hem de sermaye sahiplerinin ihtiyaç duyduğu nitelikli elemanların yetiştirildiği merkezler olan üniversiteler, ülke siyasetinin kıyısında köşesinde değil, tam ortasında bulunmaktadır. İki yıllık OHAL döneminde yüzlerce akademisyen KHK’lar ile görevlerinden atılmış ve birçoğu tutsak edilmiştir.

Peki AKP iktidarının bilim düşmanı olması, yaşanan bu gelişmelerin tek nedeni midir? İki siyasal İslamcı hareket arasında yaşanan bir iktidar mücadelesi olan 15 Temmuz darbe girişiminin kazanan tarafı olan AKP iktidarı, OHAL ile eline geçirdiği denetimsiz siyasi gücü kullanarak, sözde darbecilerle hesaplaşma görünümü altında üniversitelerdeki ilerici birikimi yok etmeye çalışmaktadır. AKP iktidarı, İkinci Cumhuriyet rejiminin ideolojik üretim sorunlarını çözebilmek için üniversitelerin akademik kadrolarını tamamen ele geçirmek ve üniversiteleri 12 Eylül faşizminden bu yana neo-liberalizmin Türkiye’ye giydirmeye çalıştığı deli gömleği olan Türk-İslam sentezinin ideolojik üretim merkezleri haline getirmek çabasındadır.

Geçmişte Nur Cemaati ile doldurulan devlet kadrolarında, 15 Temmuz sonrası gerçekleştirilen tasfiyeler sonucunda ortaya çıkan boşluk, gericileştirilen üniversitelerde yetiştirilen dindar ve kindar unsurların yerleştirilmesiyle giderilmeye çalışılmaktadır.

Bunun yanı sıra sermayenin ucuz ve nitelikli iş gücü ihtiyacını karşılamak için üniversite sayısı ülke yararına olmayan biçimde arttırılmakta, buna bağlı olarak eğitim kalitesi düşmekte ve diplomalı işsizlerin sayısı giderek yükselmektedir. Bunun bizlere yansıması her geçen gün atanamayan öğretmenlerin, mülakatta elenen hâkim-savcı adaylarının intihar haberlerine tanıklık etmek olmaktadır.

Yaratılan bu ortamla bilimsel üretim yerine staj bulma imkanları, işletme veya girişimcilik kulüpleri gibi öğrencilere başkalarının omuzlarına basarak yükselme olanaklarını vaat eden bir üniversite modeli ortaya konmuş oluyor. Gençler ise bunu ona müstahak görenlerle hesaplaşmak yerine, gelecek kaygısıyla sıra arkadaşları ile rekabet etmeye mahkûm bırakılıyor. Bu baskı mekanizması öğrenci gençliğe sürekli pompalanan “oku kendini kurtar” türünden öğütlerle kendine çok güçlü bir yer etmiş durumdadır.

Ülkemizin geleceği için öğrenci gençlik içerisinde, bu kara tabloyu değiştirecek, sorgulayan, düşünen, üreten, birlikte hareket edebilen, geleceğini kendi ellerine alan ve ‘yarını bugünden kuracak’ bir mücadeleci kimlik yaratılmak zorundadır.

http://gazetemanifesto.com/?p=218580&preview=true

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
12.11.2018- 06:34

Üniversiteler ve komünistlerin görevleri

Yeni bir umut yaratılmalıdır. Sosyalizmin mevzi kaybettiği üniversitelerde, tekrar yeni bir düzen mücadelesinin yükseltilmesi, memleketle, insanla, tarihle bağını kuran bir gençlik kuşağının yaratılması gerekmektedir.

EVRİM SALDIRAN
Yeni bir umut yaratılmalıdır. Sosyalizmin mevzi kaybettiği üniversitelerde, tekrar yeni bir düzen mücadelesinin yükseltilmesi, memleketle, insanla, tarihle bağını kuran bir gençlik kuşağının yaratılması gerekmektedir.

İlk olarak gençlik alanının hem tarihsel hem de güncel öneminin açımlanması gerekmektedir. Buraya dair salt bir biyolojik zeminden hareket etmeyeceksek eğer, gençliğin iktidar, toplumun dönüşümü, düşüncenin süreklileşmesi gibi başlıklar için önemli bir dinamik olduğunu, ilerici çıkışının ya da sönümlenişinin “kan akışının yavaşlaması ya da hızlanmasıyla” değil, sınıf mücadelelerinin gelişkinliğiyle bağlantılı olduğunu ortaya koymak gerekmektedir.
Gençlik iktidarlar için önemlidir, çünkü süreklileşmek, iktidardaki düşüncenin yayılımı, olası karşı çıkışların minimalize edilmesi noktalarında olanak sağlamaktadır. Tersinden iktidar karşıtları için de önemlidir, alternatifin güçlenmesi, rahatsızlıkların arttırılması, yeni kuşak ile iktidar arasındaki açının artmasını sağlamaktadır.

Bu temel yaklaşımdan dolayıdır ki her yeni rejimsel dönüşüm üst yapısal anlamda eğitimin dönüşümüne daha fazla eğilmiştir. 1923 yılında kurulan Cumhuriyet’in Köy Enstitüleri’yle atmaya çalıştığı adım, sınıf mücadelelerin gelişimiyle birlikte 70’lerde gençlik hareketinin gelişimi, 12 Eylül darbesiyle birlikte ülkenin dizaynı ve YÖK birlikte bu dizayndan nasibini alan üniversite ve lise gençliği, AKP ile beraber yeni bir sürecin açılması ve gençliğin dönüştürülme çabası…

Bütün bu süreç hem dünyada hem de memleketteki siyasi atmosferin, ötesinde mücadelenin ürünleri olarak görülmelidir. Dolayısıyla gençliğin sorunlarının ve mücadele başlıklarının düzenden ve onun hareket alanından kopuk olmadığına, buraya dair adımın yine bu referanslar baz alınarak atılması gerektiğine işaret etmektedir.

Yanıtı doğru vermek
Üniversitelerin dönüşümü ve üniversiteli gençliğin sorunlarına dair verilecek yanıt, yapılması gerekeni de içerisinde barındıracağından doğru verilmelidir. Siyasette doğruluk, bütünlüklü bir okuma, mevcut koşulların tahlili, yapılması gerekeni ortaya koymak ve yapma noktasında ısrarcı olmaktan geçmektedir. Buradan bakıldığında ideoloji, siyaset ve örgüt denklemi önem kazanmaktadır. Denklemi dağıtmak ise başarı zeminini oymakla sonuçlanmaktadır.
Buradan hareketle toplumsal bir dinamik olarak gençliğin, konumu gereği okuma, araştırma, olanı biteni anlamlandırma uğraşı diğer dinamiklere oranla daha yüksektir. Bu uğraşı ise düzen sınırlarını aşamamaktadır. İnsanlıkla, toplumla ve memleketle kurulan bağ, toplumsal çıkarı gözeten bir yaklaşım kapitalizm tarafından sönümlendirilmek istenmektedir. Üniversitelerin bilimsel üretimden kopartılması ve piyasaya açılması, gençliğin ayaklarını bastığı zemini dağıtmakta ve edilgen bir konuma sürüklemektedir. Gençliğin var olanı sorgulaması, ya da yeni arayışı başka bir düzleme, sosyalizme taşınmak zorundadır.
İkinci olarak gençlik ve memleket arasındaki bağın silikleşebilecek bir niteliği olmadığı ortaya konulmalı, buraya basılması, geçişlerin sağlanması için politik bir mücadele yürütülmesi gerekmektedir. Gericiliğe, piyasacılığa, emperyalizme ve geleceksizliğe karşı mücadele burada önem kazanmaktadır. Dolayısıyla kurtuluşun eski ya da düzen içi referanslara hapsedilmesi reddedilmeli, gençliğin düzen karşısında duran ideolojik ve politik bir mücadelede konum alması sağlanmak zorundadır. Yeni bir ülke, yeni bir Cumhuriyet kavgası buraya oturtulmalıdır.

Buradan hareketle Türkiye’de İkinci Cumhuriyet ile birlikte açılan süreçle birlikte gençlik alanında yaşanan dönüşümlerin, sermaye sınıfının emekçiler üzerinde kurduğu baskı, gericiliğin kadınları teslim alma çabasından ayrıksı olmadığı görülmeli, geleceksizlik sorununun yalnızca gençliğin değil, memleketin sorunu olduğu ortaya konmalıdır. Dolayısıyla çözüme dair yürütülecek mücadele ise, yeni bir ülke yaratılması iddiasıyla iç içe geçmelidir. Bu ise, başta da söylediğimiz gibi, ideoloji, siyaset ve örgüt bütünlüğünü zorunlu kılmaktadır. Gençlik, geleceği kazanmak için düzen karşıtı mücadeleyi yükseltmeli, memleket gündemine üniversitelerden yanıt üretmeli, bu hattın gelişmesi ve yaygınlaşması için kolları sıvamalıdır.

Yeni bir kuşağın yaratılması
AKP iktidarıyla açılan süreç, gençlik alanında dönüşümü zorunlu kıldı. Yeni bir rejim olarak tariflenen bu süreç, sermaye sınıfının kapsanması, devlet kademelerinin dönüşümü ve toplumsal hayatın dizaynı olarak kendini var etmiştir. Bu açıdan gençliğin dönüşmesi, yeni bir ideoloji ya da felsefeyle örgütlenmesi gerekmekteydi. Bugünden bakıldığında üniversitelerdeki durum, bu değiştirme ve dönüştürme işleminin yarattığı açık ya da kriz olarak okunabilir. Bu sürecin toplumsal anlamda yansımaları YGS Eylemleri, ODTÜ Ayakta eylemleri, Haziran Direnişi’nde kendini gösterdi. Sorun başka saiklerle var olan gençliğin dizaynıydı ve bu alanda yeni rejimsel süreç istediği başarıyı sağlayamadı. Bu tablonun yansıması ise gençlik alanında depolitizasyon süreci olarak kodlanmalıdır. Düzen içi güçlere eklemlenme, umudu liberalizm ya da ulusalcılıkta arama ve bu sürecin başarısız oluşu depolitizmin uğrak noktaları olarak zemin oluşturdu.

Bir diğer yandan bakıldığında ise, üniversite alanında geri adım atmayan, KHK’lerle akademinin tasfiye edildiği, seçilmiş rektörlerin atanmadığı, bölünme gündemine dair tepkiler oluşsa da fiili olarak adım atan bir iktidar olduğu gençlik tarafından görülmekte, mücadeleye katılmama, umudun kaybedilmesi noktalarının doğuş zemini olarak bu süreç kendini var etmektedir.

Bu açıdan yeni bir umut yaratılmalıdır. Sosyalizmin mevzi kaybettiği üniversitelerde, tekrardan yeni bir düzen mücadelesinin yükseltilmesi, memleketle, insanla, tarihle bağını kuran bir gençlik kuşağının yaratılması gerekmektedir. Bu süreç, ideolojik, siyasal ve örgütsel bütünlükle açıldığı gibi yeni bir tarz ve merkezinde duran bir misyonla ilerletilebilir. Bugün cesaret, başarı, kazanım zeminleri buraya oturtulmalıdır. Ülkeyi ve Dünyayı değiştirmek isteyenlerin önce bu sınavı vermesi gerekmektedir.

Üniversitelerin eksiği, nesnelliği görmezden gelmeyen ama içerisinde kaybolmayan bir kuşaktır. An ve süreç diyalektiğini önemsizleştirmeyen, bir ana takılıp kalmayan, süreci kaçırmayan bir kuşaktır. Bugün tarihsel haklılığı, her gün yeniden üretme iddiası ortaya koyan, sınıfını, kampüsünü, okulunu değiştirebileceğine inanan bir kuşağın temelleri atılmaktadır…

İlkelerini koruyarak, mücadeleyi büyüterek bir yol açılmalıdır, görev ve sorumluluklarımız bunlardır.

http://gazetemanifesto.com/2018/pusula-universiteler-ve-komunistlerin-gorevleri-218583/

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]