Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Ustalardan ve yazarlardan

'Postmodern durumlar' ve cephe
Metin Çulhaoğlu


“Postmodernizm” denilen düşünce, Türkiye’de en şaşaalı dönemini 1990’larda yaşadı. Gerçi en etkili olduğu bu dönemde bile sol kesimde egemenlik kuramadı, ama kendini şöyle ya da böyle hissettirdi. Kimilerine “acaba” dedirtti, belirli kesimleri o güne kadar bildiklerini yeniden gözden geçirmeye yöneltti.

Şöyle bir geriye dönüp hatırlayalım: Artık Marksizm gibi “büyük anlatılar” dönemi kapanmıştı; bütünlük fikrinin kendisi yanlış olduğu gibi, totaliter düşünce ve pratiklere yol açtığı için bilhassa sakıncalıydı; aslında tek bir doğru yoktu, olamazdı, doğrunun “parçalılığını” peşinen kabul etmek gerekiyordu; “tarihsel ilerleme” fikri de, “tarihselci” yaklaşımlar da hep çöpe atılmalıydı; gerçek yaşamdaki çoğulluğun tek karşılığı ancak çoğulculuk olabilirdi…

Postmodernist düşüncenin 1990’larda yaşadığı bu “patlamayı”, bir daha sahile vurmayacak büyükçe bir dalga gibi düşünmek mümkündür. Bu dalga artık çekilmiştir ve geri çekilirken sahilde duran çerçöpü de kendisiyle birlikte açığa götürmüştür.

Bugün, adı artık böyle konmasa da bir “izm” olarak “postmodernizm”, siyaset alanı giderek daralmakta olan liberal-sol düşüncenin biraz nostaljik bir bileşeni durumundadır.

Bu durumda “oh çok şükür” mü dememiz gerekiyor?

***

Şükür çekmeden, işin diğer yanına baksak iyi olur.

“Postmodernizmi”, işi gücü Marksizm’in ve sosyalizmin kuyusunu kazacak şeyler icat etmek olan birtakım çevrelerin düşünsel plandaki çabalarından ibaret saymak doğru değildir. Evet, daha açık söyleyelim: Bir düşünce olarak postmodernizm, içinden geçtiğimiz dönemin kimi gerçekliklerini de yansıtmaktadır.

Son cümlenin son iki sözcüğüne özellikle dikkat edilmelidir.

Birincisi: Bir düşüncenin “kimi gerçekleri” yansıtmasıyla “gerçekliği” yansıtması aynı şey değildir. Postmodernizm, yaşadığımız dönemin belirli gerçekliklerini yansıtmaktadır; ama bu gerçekliklerin (ve yansıtılmayan diğerlerinin) karşılıklı bağlantılarıyla ortaya koyduğu bütünü ya da bütünselliği vermekten uzaktır.

İkincisi: Bir düşüncenin “yansıtıcı” özelliği ya da gücüyle “açıklayıcı” gücü ve özelliği arasında da önemli bir fark vardır. Postmodernizm, yansıttığı gerçekliklerinin açıklamasını gene aynı gerçekliklerin bizatihi kendi varlığında aradığı için totolojiktir.

Demek ki, postmodernizme, büyük içsel zaaflarıyla birlikte gene de bir “nesnellik” tanımış, bu düşünceyi “şunun bunun kumpasından” ibaret saymamış oluyoruz. Postmodernizmin baştan aşağı liberal versiyonları da olabilir, sol ya da solumsu versiyonları da. Eğer günümüz postmodernistlerini uzak geçmişteki başkalarıyla birlikte düşünmek istiyorsak, liberallerini kapitalizmin erken dönem liberallerine, solcularını da gene aynı dönemin “ütopyacı sosyalistlerine” benzetebiliriz.

Bu kesimlerin düşüncelerinin de kendi dönemlerinin “kimi gerçekliklerini” yansıttığını herhalde kabul ediyoruzdur.

***

Günümüze dönersek, asıl sorular şunlardır: Günümüz insanı, geçmiş ve gelecek bağlantıları büyük ölçüde kopmuş olarak sadece bugüne odaklanmıyor mu? İnsanlar, daha geniş toplumsal kategorilere göre aidiyetlerini dar “kimlikler” üzerinden ifade etmeye eğilimli değil mi? Karşılaştığımız insanlar, kendi özel durumları ile başkaları ve ülkenin genel durumu arasında bağlantı kurmakta zorlanmıyor mu? “Bütünlük” fikri en azından bu anlamda örselenmiş değil mi? 60’larda ve 70’lerde “sınıf” dendiğinde insanlar adeta hazırola geçerken bugün “neymiş şu sınıf, bir anlat bakalım” denmiyor mu?

“Haziran Direnişine rağmen hâlâ mı?”

İşte, bu noktada kolaycılığa kapılmadan daha geniş ve titiz düşünmekte yarar vardır.

Haziran Direnişi, postmodern gerçekliğin, kuşattığı insanlar açısından kendi tepkisini, inkârını yaratmasıdır. Tamam, 20. yüzyılın büyük bölümüne damgasını vuran modern’e geri dönüş değildir, ama o modern’in yeni araçlarla ve ek bağlantılarla yeniden inşasıdır. “Buharlaşmış” gibi görüneni yeniden “katılaştırıcı” bir hamledir.

O zaman, kritik düğüm noktası da şu oluyor: Bu “hamle”, yeniden, başını dışarıya uzattığı postmodern gerçekliklerin içine mi itilecek yoksa başka bir düzleme mi taşınacak?

***

Türkiye, yukarıdaki soruya “olumludan yana” yanıt verilmesine yatkın bir ülkedir.

Bir tek gerçeğe işaret edilse bile yeter: Türkiye, merkezdeki ülkelerden farklı olarak, kendi ideolojik-siyasal sürdürülebilirliğini “otomatiğe bağlamış” bir kapitalizme sahip değildir. Yani Türkiye kapitalizminin sürdürülebilirliği, görece sık aralıklarla gündeme getirilmesi gereken özel ideolojik-siyasal girdilere ve müdahalelere bağlıdır.

Epey eskilerde Süleyman Demirel, kendi iktidarının yaptıklarını övmek için “bugün Türkiye büyük bir şantiye gibidir” derdi; ideolojik-siyasal yapılanmalar ve yeniden yapılanmalar açısından Türkiye hep bir “şantiye” gibi olmuştur ve görünür gelecekte de böyle kalacaktır.

Bu, günümüzün postmodern gerçeklikleri karşısında, makro ölçekteki siyasal ve ideolojik süreçlerin tetikleyiciliğine, harekete geçiriciliğine, “merkeze çekiciliğine”, siyasete uzak ve soğuk bakanı bile “angaje ediciliğine” işaret eden bir gerçekliktir.

O zaman yapılması gereken, Haziran Direnişi’nde ortaya çıkan enerjiyi ve sergilenen potansiyeli, Türkiye’nin yaşaması kaçınılmaz olan bu siyasal hareketliliğe yansıtmak, onun tam içine taşımaktır.

Cephe’ye, bir de bu gözle bakılsın deriz…

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]