Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Siyasi ve ideolojik söyleşiler



'Birleşik bir devrimci sorumluluk hareketine ihtiyacımız var'
 

Oğuzhan Müftüoğlu, devrimci siyasetin geleceğini, HDP'yi ve Cumhuriyet tartışmalarını değerlendirdi

Resim Ekleme

Gezi direnişiyle birlikte artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı çokça dillendirildi. Bu sürecin ardından yeni arayışlara dair tartışmalar sürüyor. Muhalefetin nasıl bir yol izleyeceği; Gezi eylemlerinde bir araya gelen çeşitli toplulukların, uzun vadede nasıl yan yana geleceği önemli gündem başlıklarından. Solun büyümesinin bir 'çatı' partisiyle mümkün olduğunu düşünenler de var, AKP'ye karşı 'milli cephe' önerenler de...

Öte yandan rejim tartışmaları da hızla sürüyor. Peki sol, bu tartışmaya nasıl yaklaşmalı? Tartışmaya "Birinci Cumhuriyet" ya da "İkinci Cumhuriyet" ikilemiyle mi katılmalı?

Oğuzhan Müftüoğlu, Gezi direnişi sonrası muhalefetin geleceğini, HDP'yi ve Cumhuriyet tartışmalarını değerlendirdi.

- Gezi’den sonda sol içerisinde ortaya çıkan kimi eğilimlerden söz etmek mümkün. Bunlardan birisi, 29 Ekim vesilesiyle de kendisini daha çok Cumhuriyetçilik etrafında ifade ediyor. AKP’ye karşı ‘milli cephe kurulması’ ya da ‘birinci cumhuriyetin savunulması’ olarak ifade edilen çizgi üzerinden mücadele etme konusundaki yaklaşımlar hakkında ne düşünüyorsunuz

Aslında bu tartışma Gezi'den sonra başlayan bir tartışma değil. 12 Eylül’den sonra (Refah Partisi’nin ve AKP’nin iktidar pozisyonlarına gelmeleri karşısında gelişen darbe tartışmalarından meşhur anayasa referendum vakasına kadar) değişik evrelerden geçip gelen bir tartışma. Şimdi Gezi'nin yarattığı yeni koşullar altında tarafların kendi tutumlarını güncelledikleri biçimde devam ediyor.

İkinci Cumhuriyetçilik denen akım, devletin 12 Eylül sonrasındaki liberal değişim politikasının bir ifadesiydi. Daha doğrusu liberal ve dinci akımlar aslında Türkiye Cumhuriyeti'nin 12 Eylül'le birlikte (elbette dünya çapındaki gelişmelere parallel olarak) resmileştirilmiş devlet politikası olarak geliştirildi. Bu yüzden bu gelişmelere karşı eski rejimin laiklik temelinde savunulması, özellikle de Ordu'dan gelebilecek bir müdahaleye bel bağlanması (doğru olup olmaması bir yana) nafile bir çabaydı.

Bu konu, özellikle 2000'li yılların başlarında darbe söylentilerinin ayyuka çıktığı günlerde de çok tartışıldı. Gerici akımların gelişmesi karşısında ülkenin geleceği konusunda endişeye kapılan oldukça geniş bir kesim laik (“birinci”) Cumhuriyeti korumak için ordudan gelecek bir müdahale beklentisine girdi. Buna karşı da “darbelere ve askeri vesayete karşı çıkma” adına ülkedeki dinci-liberal gelişmeleri soldan destekleyen bir akım geliştirildi. Sonuçta egemen sistem içindeki bu iki ters akımın kıskacı altında kalan ülke siyaseti ve özellikle sol kesim içinde ciddi bir fikri karışıklık ve savrulma yaratıldı. Gezi sonrası ortaya çıkan hatalı eğilimler, bir bakıma bu savrulmanın da sonucu olarak karşımıza geliyor.

Ergenekon davalarından sonra devlet içindeki iktidar kavgası da sonuçlanmış olunca bir anlamda hedefsiz kalan “cumhuriyetçi” bir muhalefet potansiyeli, Gezi direnişinde kendisini ifade etme imkanı bulmuştu. “AKP’ye karşı Birinci Cumhuriyet'in savunulması” veya “Milli cephe kurulması” görüşlerinin şimdi yeniden gündeme gelimiş olması büyük ölçüde Gezi'de ortaya çıkan bu potansiyelin üzerine yapılan hatalı hesaplardan da kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz.

Bu noktada önemli bir ayrım çizgisine dikkat etmek gerekiyor. Türkiye'de oldukça güçlü bir cumhuriyet geleneği var. Bu yüzden bugünkü düzene tepki duyan kitleler içindeki her zaman bayrak ve cumhuriyet konularında duyarlı olan önemli bir kesim bulunacaktır. Elbette elinde bayrak taşıyan veya eski cumhuriyeti savunan herkesin faşist veya milliyetçilikle yaftalanarak dışlanması gerekmiyor. Ama bu kesim içinde oldukça güçlü bir etnik milliyetçilik bulunduğu da gözden kaçırılamaz. Bu yüzden bu potansiyel karşısında ilkesiz faydacılığa dayanan siyasi hesaplar yapılmamalıdır. İlkesiz faydacılık (oportünizm) kısa vadede bazı faydalar sağlasa bile sonu mutlaka yanlışa çıkar. Bu kesime karşı izlenmesi gereken tavır, onlara yakın düşen söylem ve politikalarla onları kazanmaya çalışmak, örneğin “büyük bir cesaretle” bayrağa sarılmak değil, şimdi bugünkü dünya ve Türkiye koşullarında eski rejimi savunarak AKP karşısında başarılı olunamayamayacağını anlatarak, onların yüzünü sola döndürmeye çalışmak olmalıdır.

- Bu eğilim kendisini solun geçmiş mücadelesine ilişkin daha çok 60’lı yıllardaki gençlik hareketinin Kurtuluş Savaşı ile kendi mücadelesini özdeşleştiren tartışmaları üzerinden şekillendirilmeye çalışılıyor. Geçmiş devrimci mücadeleye yönelik bu eksendeki yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz.

Evet, 60'lı yıllarda gelişen devrimci gençlik mücadelesinin dünyada ve ülkenin geçmişinde emperyalizme karşı bağımsızlıkçı, ilerici bütün değerlere sahip çıkan bir anlayışı vardı. Başlangıçta 10 Kasım'larda (yakalarımızda Mustafa Kemal’in kalpaklı resimleriyle!) Anıtkabir'e de gidilirdi, sonraları ABD Elçiliği'ne bayrak dikmeye de kalkıldı. Ordu'dan gelecek ilerici bir müdahaleyle ülke sorunlarının çözülüp bağımsızlığın kazanılabileceğine inananlar da vardı, Mao’nun yolundan gidilerek “kurtuluş savaşı” verilebileceğine, veya Küba Devrimi'nin yolundan yürünebileceğine inananlar da… Mücadelenin hangi evrelerden geçerek nerelere ulaştığı konusunu burada uzun boylu konuşmaya gerek yok, kuşkusuz o dönemin mücadelelerinden öğrenilecek çok şey var; ama o dönemi (içinden seçilen bayrak vb. birkaç unsurla özdeşleştirerek) bugüne aynen taşımaya kalkmanın yanlışlığı da herhalde açık olmalı. (Herhalde hiç kimse çocukluğunda anasının sütünü emdi, mamayla beslendi… diye kırkından sonra da aynısını yapmaya kalkmıyor!) Bu gün bir şeyin doğruluğu ve yanlışlığı bu günün gerçekliği içinde kazandığı somut anlama göre belirlenebilir.

- Bugün devrimci bir siyasetin, Cumhuriyet’e ve Kemalizme yaklaşımı bir tartışma konusu olarak ortada durmaya devam ediyor. Sizin bu konudaki yaklaşımınız nedir.
Sosyalist sol açısından darbecilik ve Kemalizmle hesaplaşma meselesi daha 12 Mart öncesindeki ayrışma süreçlerinde büyük ölçüde halledilmiş bir meseleydi. 12 Eylül sonrasında ortaya çıkarılan ‘Kemalizmle hesaplaşma’ meselesi ise Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda Türkiye’nin ılımlı bir İslamcılık temelinde neoliberal yapılandırma sürecinin yolunu açmak için gündeme getirilen bir konuydu. Bunda da sol içinden devşirdikleri dönekleri de kullanarak, sürekli eski rejimin sorunları ve solun eski hataları üzerinde yürüttükleri kampanyalarla büyük bir fikri karışıklık yaratarak başarılı oldular.

Cumhuriyet üzerinde yürütülen soyut tartışmaşların ve siyasetlerin de aslında hiç bir manası yok. Hangi cumhuriyetten söz ediyoruz? Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihi, kuruluşundan bu yana hangi eşiklerden geçti? İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Amerikan Soğuk Savaş stratejileri doğrultusunda yapılandırılan faşist–darbeci kontrgerilla devletinin 1920'lerin nisbi de olsa bağımsızlıkçı cumhuriyetiyle ne ilgisi kalmıştı.

Bu yüzden şimdi soyut bir cumhuriyet savunuculuğunun hiç bir anlamı olmadığı gibi, bu yolla AKP karşısında başarılı olmak da mümkün değildir! Bu yüzden şimdi artık başka türlü bir cumhuriyet istemek lazım! Hiç bir etnik ve dinsel temele dayanmayan, eşitlikçi, özgürlükçü bir cumhuriyet!

- Bugün gündemde olan bir diğer konu da HDP ile, Kürt hareketi ve solun birleşmesi üzerine yoğunlaşmış görünüyor. Abdullah Öcalan, HDP Kongresi öncesinde yaptığı açıklamada "Mahir Çayan’ın emanetini HDK’ye teslim ettiğini" söyledi. Kürt hareketi ve solun bu noktada kurduğu ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz.

“Mahir Çayan’ın emaneti” konusunda aslında fazla bir şey söylemeye gerek yok! Bu ifadenin geçmiş devrimci mücadelemize belki kendi içinde hissetiği bir saygı manasında, hoşluk ve jest olsun diye söylendiğini düşünebiliriz. Bundan fazlası lüzumsuz bir zorlama olur.

HDP’nin kuruluşuna gelince, bu konuda HDK'nin kuruluşu sırasında ifade ettiğim Kürt hareketinin patronajı altında ortaya çıkan bu oluşumun Kürt hareketiyle Türkiye solu arasındaki doğru bir ilişki biçimine tekabül etmediği şeklindeki düşüncelerimin aradan geçen süre içinde de doğrulandığını düşünüyorum. Toplumda ciddi bir karşılığı olmayan, yetmez ama evetçilerin de aralarında bulunduğu bileşkesi, karar alma süreçlerinin biçimi, Gezi örneğinde de karşımıza çıkan tek gündemli siyaset anlayışı vb. ortada.

Ancak, Kürt hareketinin ve diğer katılımcılarının böyle bir oluşumdan kendileri için önemli bir fayda mülahaza ettikleri de ortada. Bu yüzden bize onlara başarılar dilemekten başka bu konularda fazla bir şey söylemek düşmez. Yeter ki bu konuda bizim irademize de aynı saygı gösterilsin. Bundan ötesi bizim sorunumuz!

Bizim asıl sorunumuz bundan sonra; ülkenin içinde sürüklendiği karanlık sürece karşı Gezi'de ortaya çıkan büyük potansiyelin büyük-küçük, örgütlü, örgütsüz bütün devrimci muhalefet unsurlarıyla birleşik bir devrimci sorumluluk hareketi şeklinde ülkenin geleceğine sahip çıkacak bir güce dönüştürülmesi sorunu.

Beş altı yaşlarında başlarına türban geçirilmek istenen çocukların çağrısı da bu, Gezi'de hayatını kaybeden gençlerimizin çağrısı da.

Birgün[/size]

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]