Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

05.03.2014- 13:04

Seçim yazıları - I: Mart sonu neyin sonu, neyin başlangıcı olacak?
Cemil Fuat Hendek


Hep birlikte Mart sonuna doğru hızla koşuyoruz. Siyasal arenada söylenecek sözü olan herkes seçimlere yoğunlaşmış durumda.

Sonuçta ne olacak? Bu seçimlerden çıkacak sonucun ülkede bir iktidar değişimini müjdeleyeceği ümit ediliyor. AKP oyları yüzde bilmem kaça düşürülebilecek mi? CHP oyları yüzde kaç artacak? CHP çoğu zaman oldugu gibi soldaki oyların önemli bir kısmını yine toplayabilecek mi? Yoksa solun adayları bu kez yerel de olsa bazı başarılara imza atabilecek mi? Bir dizi soru yanıtını arıyor.

Bense, son zamanlarda sürekli olarak başka sorularla meşgulüm. Ve bu sorulara yanıt ararken gözümün önüne gelen bazı olasılıklarla irkiliyorum:

Belediyeler düzeyinde yapılacak olan seçimlerde AKP önemli ölçüde geriletilse ne olacak? Artık hiçbir meşruiyeti kalmamış bu iktidar, meclisi ve siyasal iktidarı abluka altında tuttuğu sürece, bu seçim sonuclarıyla ne değişecek?

Ayağının altındaki toprağın sallandığını hisseden Recep Tayyip ve etrafına kümelenmiş bakanlar saldırganlıklarından vaz mı geçecekler?

Devletin tüm organlarını doğrudan hükümetin, dolayısıyla partilerinin yönetimi altına alacak yasalar çıkaranlar, bunun için her türden söz cambazlığını, yalan ifadeleri ve gereğinde tekme tokatı esirgemeyenler uslanacak mı?

Sonuçta, koşar adımlarla yasama, yürütme ve adalet mekanizmalarının birbirinden bağımsız işleyişine temelden son vermeye çalışanlar duraksayacak mı?

Oy sandığından çıktığını iddia eden Recep Tayyip ve şürekasının tekrar gerisin geriye oy sandığına tıkılmayı kabulleneceğini umanların şiddetle yanılmaları büyük bir olasılıktır.

Recep Tayyip, eğer bugün ortaya dökülen tüm suçlamalara karşın, kılı kıpırdamadan nutuklar çekerek aldatılmışlar yığınını daha da radikallestirerek peşinden sürüklemeye çalışıyorsa, bunu salt secim propagandası olarak algılamak ve içinde barındırdığı başka olasılıkları görmezden gelmek saflık olur.

Bunca şâibeden sonra iktidar koltuklarından indiği anda gideceği yerin Yüce Divan olacağını bilen, orada da ortaya çıkacak delillerle sadece bütün servetini değil, özgürlüğünü de kaybedebileceğini kuvvetle tahmin eden bir insanın ve ona suç ortaklığı etmiş olanların, belediye seçimlerinin sonuçları karşısında boyun büküp, bekleyeceğine inanabilir miyiz?

Recep Tayyip ve şürekâsı bugüne dek kac kez belli alanlarda sivil darbeler yaparak adım adım II. Cumhuriyet'i kurdular. İktidardan gideceklerinin sinyalleri güçlendiğinde, bu darbeleri sonul bir açık diktatörlüğe dönüştürmeyeceklerinin garantisi var mı?

AKP iktidardan çekilmeyi kabul etmeyecektir!

Ülkeyi ağır bir sistem krizi içine sürüklemiş olan bu hükümetin iktidarı altında yapılacak seçimlerin sağlıklı seçimler olması çok düşük bir olasılıktır. Bu iktidarın seçim sonuçlarına boyun eğerek geri çekilmesi ise, bugüne dek sergilediği tutumdan da anlaşılacağı gibi, hiç de mümkün görülmemektedir.

Nitekim şimdiden, meclisteki sandalye sayısına dayanarak iktidarını sağlamlaştıracak önlemler almakta, yasalar çıkarmaktadır. Devletin tüm katlarındaki tayinlerin hedefi de bellidir. Bunların belediye seçimlerini değil, ama ondan sonra gelecek seçimleri son anda erteleme, işlerine geldiği gibi birleştirme, hatta uzunca bir süre hepten seçimlerden vazgeçme olasılığı bile vardır.

Recep Tayyip'in başkanlığında, Anayasa'ya aykırı olduğunu herkesin bildiği yasalar çıkaran bir partiyle karşı karşıya bulunuyoruz.

Abdullah Gül'ün şahsında, Anayasa'ya aykırı olduğunu itiraf ettiği halde, ona onay veren bir Cumhurbaşkanı görüyoruz.

Ülke, tarihinin en acımasız ablukası altında bulunmaktadır. Ufukta T.C. harflerinin açılımının „Tayyip Cumhuriyeti“ haline getirilmesi tehlikesi giderek büyümektedir.

Bu nedenle, kendisini „muhalefet“ olarak niteleyen tüm güçlerin, bunca yolsuzluk şâibesi altına düşmüş bir başbakanın ve onun kurdugu hükümetin iktidarının artık geçersiz olduğunu ilan etmesinin ve bu mecliste çalışmayı reddetmesinin vakti geldi, geçiyor.

Bu sorumluluğu yerine getirmekte duraksayanlar, çeşitli beklentilerle AKP iktidarına göz yummaya devam edenler, yarın tarihsel bir sorumluluk altına düşme ve Türkiye halkının yüzüne bakamaz duruma gelme rizikosu altında bulunduklarını görmelidirler.

Her şeye rağmen meydanlara! Her şeye rağmen seçim sandıklarına!

SOL

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
12.03.2014- 21:38

Seçim yazıları - II: Dokunulmayacaklar ve dokunulacaklar üzerine
Cemil Fuat Hendek


Çoktan biliyorduk: Bu soyguncu çetesi ve başlarındaki, gırtlak damarlarını şişirerek herkese posta koyan “Herişebakan” hep birlikte her şeye dokunuyordu. Dokundukları her şeyi avuçlarken, avuçladıklarını ceplerine atarken sustunuz.

Son dönemde ortaya dökülen ayakkabı kutularına, yatak odalarındaki kasalara gelene kadar... yıllar boyu bütün ülkeye dokundular. Dokunduklarını yağmaladılar. Yağmaladıklarını İsviçre bankalarına, ABD’ye, Suudi’lerin hazinelerine, başka bilmem hangi köşelere yığdılar. Çoğunuz bilmese de hissediyordu, ama uzun süre sustunuz.

Bunların dindarlığının bir senaryo olduğunu çoğunluğunuz anlıyordu. Din ve imanlarının sadece para olduğunu, sabah namazlarında iş görüşmesi, Cuma namazlarında da, fabrika kurdelesi kesmekten farksız şovlar yaptıklarını, “Allah”, “peygamber”, “ilahî adalet” lâflarını da, göz boyayarak kanundan kaçmak için ağızlarında düşürmediklerini çoktan fark etmiştiniz, ama yıllarca sustunuz.

Ta ki, kabadayı “Herişebakan” müthiş bir taktik hata yapana, insanların özel hayatına karışmakta kırmızı çizgileri aşana dek.

İşte o noktada “yetti gâri”! Bardak taştı. Çoktandır çoğu şeyin farkında olanlar seslerini yükselttiler:

“Ağacıma dokunma!”
“Bedenime dokunma!”
Ve daha birçok şeye “dokunma!”

Güzeldi. Ahenkliydi. Haziran direnişlerinde meydanlarda yankılanan bu sesler herkesin -benim de- kulağına hoş geldi. Heyhât! Bu soyguncuların, asıl neye dokunduklarını ve yağmaladıklarını çoğunluk dile getirmedi. Bunun ancak küçük bir azınlık farkındaydı. Bu nedenle, çoğunluk arasından “O’na dokunma” diyen de pek çıkmadı.

Hâlbuki, başından beri ve bugün de, her dokundukları şeyde aslen O’na dokunmaktalar! Yağmaladıklarının en temelinde O yatıyor! Aldıkları her önlem, koydukları her yasanın temelinde O’na dokunma hedefi gizli!

İster bu soyguncular olsun, ister başka birileri... asıl uğruna elle ayakla, dişle tırnakla O’nun için mücadele etmek gerekiyor. Ve meydanlarda olanca güçle hakim sınıfların suratına, suratına haykırmak:

“Emeğime dokunma!”

* * *

Asıl ve asla dokunulmaması gereken bir şey daha var.

Ve ne yazık ki, Haziran ayaklanmasında direnişçiler arasına karışan birileri de O’na dokundu. Kahramanca direnen; ölümü, yaralanmayı, sakat kalmayı göze alarak polisin gazına, suyuna, plastik mermisine göğüs germesini bilen; fakat siyasal mücadelenin yol ve yöntemlerini henüz bilmeyen bazı direnişçileri de buna alet etmeye çalıştılar.

Bu da kimilerin -ben eminim, en başta “emeğe dokunanlar”ın- kulağına hoş geldi. Onlar bunu duydukça, sokaklara, duvarlara yazılanları okudukça kıs kıs ve hınzırca güldüler.

Çünkü, direnişçiler arasına karışmış birilerinin ısrarla ve her fırsatta dokundukları, aslında “emeğe dokunanlar”a karşı mücadele edebilmenin en temelinde yatan öğeydi. Bunu en başta ortaya atanlar, O olmadan “dokunanlara” karşı mücadelenin ardıcıl olarak yürütülemeyeceğini ve utkuyla sonuçlanamayacağını çok iyi bilmekteydiler. Asıl amaçları, haydut iştahıyla milyonların emeğine dokunulan bu düzene karşı mücadeleyi zayıflatmaktı. Onun için her aşamada ve her düzeyde örgütlenmeye karşı sloganlar yükselttiler. Onun karşısına, süsleyip, püsleyip “kendiliğinden hareket”i koydular.

Zaman ilerliyor. Zaman ilerledikçe, vakit yaklaşıyor. Önce belediye seçimleri, ardından...

Ve şimdi, Haziran’da günler boyu bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, yılmadan meydanlara dökülenler olanca güçleriyle haykırmalı:

“Örgütlenmeme dokunma!”

Yetmez! Asıl olanı, iyi tarif etmek... asıl olanın, dokunulanların en temelinde yatan emeği savunmak olduğunu; ancak onun kurtuluşuyla birlikte hiç kimsenin, hiçbir zaman, hiçbir şeye dokunamayacağını; bunun için mücadelenin tek yolunun da örgütlenmek olduğunu ifade etmek gerekiyor:

“Emeğin kurtuluşu için örgütlenmeme dokunma!”

* * *
Şimdi önümüzde muhakkak dokunulması gereken bir şey duruyor:
30 Mart’ta, AKP’nin çoğu belediyelerdeki iktidarına dokunm... hayır! Ne dokunması?
Solun adaylarıyla birlikte ağır bir darbe indirmek!

Ve ben, Haziran’da başını onurla yükselterek sola doğru döndüren çoğu genç insanın oyuna göz dikenlere karşı olanca gücümle sesimi yükseltiyorum:

Solun oylarına dokunma!

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/cemil-fuat-hendek/secim-yazilari-ii-dokunulmayacaklar-ve-dokunulacaklar-uzerine-89218

ilkay  |  Cvp:
Cevap: 2
19.03.2014- 12:05

Seçim yazıları - III Kim kime oy verecek?
Cemil Fuat Hendek


„Seçmenin hangi partiye ya da kime oy vereceğine karar vermesi, aslında siyasal bilinç sorunudur.“

Bu cümle her şeyi açıklıyor mu? Bence hayır. Teorik yasallıkları tek başına ezber edinmek yetmiyor. İnsanların, toplumsal yaşamın sayısız etmenlerinin yarattığı kaos içinde eğilip büküldüğünü, üretimde aldıkları yerden, yaşam biçimlerinden, algılarından, duygularından, bilinçlerine dek defalarca deformasyona uğradığını gözönünde bulundurmak gerekiyor.

Kimler kimlere oy vermişti, bundan sonra kimlere oy verecek? Belediye seçimleri yaklaşırken hangi kesimlerden kimlerin kimlere oy vereceğini, „siyasal bilinc“e gelene dek, başka hangi etmenlerin belirlediğini, dikkatle gözlemlemek, ayırımları ona göre belirlemek, varsayımları ona göre yapmak, çalışmalarda ağırlık verilecek hedef kitleyi ona göre saptamak gerekiyor.

Şunu biliyoruz:
Bu toplumda, özellikle emekçi yığınların, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana iktidari elinde bulunduran sermayenin sözcüleri tarafından sayısı ve biçimi bir yazıda sayılamayacak tuzaklarla cahil ve geri bırakıldığını, manipule edildiğini...

Şunu unutuyoruz:
Yukarıdaki gerçeğe rağmen, AKP'ye oy verenlerin çoğunluğunun, gericilikten, yobazlıktan yana oldukları icin değil, „temiz eller“, „şeffaf politika“, „özgürlükler ve ileri demokrasi“, „ekonomik kalkınma“ ve „yaratılan değerlerin daha adil dağılımı“ özlemiyle oy verdiklerini...

Şunu da biliyoruz:
AKP'nin iktidara gelmeden başlayarak halkın en geniş kesimlerini sahte sözlerle aldatarak iktidara geldikten sonra da sürekli olarak yanlış bilgilendirerek, şaşırtarak, ahlâksızlığa alıştırmaya, adamsendecileştirmeye, sindirmeye çalıştığını...

Şunu ise henüz hic kimse bilmiyor:
Bu halkın yüzde kaçının, tüm saldırılara karşın en azından içgüdüsel olarak doğruya ve yanlışa uzanan yolları birbirinden ayırt edebilecek durumda kalabildiğini; yüzde kaçının da gelişen olaylarla birlikte kendi yaşamını ve konumunu sorgulamaya başladığını...

Vardığımız bu noktada, ilk ayırımı yapmak üzere saymaya başlayalım:

Makat* kılı olmaya meraklı olan ve bunu utanmadan ilan eden insan tipinin kime oy vereceği bellidir. Böylesi makat kılı olacak kaç tane insan çıkar bu toplumdan?

İslam pazarlamacılarının yıllar içinde birilerinin gözüne, beynine perde indirdiğini de gözlemledik. „Müslümandır, öyleyse yalan söylemez, hırsızlık yapmaz“ diyen aldatılmışlar oluşturuldu bu toplumda. Bunlar arasında „öl de ölelim“ diyenler, ortalığı kasıp kavuran bir külhan beyinin „mesih“ olduğunu iddia edenler bile çıktı. Dinsel inancı bir yana, böylesine beyin felcine uğramış, düşünmekten aciz kaç insan bulunmaktadır bu toplumda?

İşsizliğe, ya da aşırı sömürü altında çalışmaya mahkum edilerek yoksulluğu kader bellemiş insanlar vardı. AKP, bir zamanlar „devletin-belediyenin sosyal yardımı“ olarak dagitilan bir çuval kömür, iki kilo bulgur, bir paket şeker, biraz da makarnayı kendi yardımı olarak yutturmaya giristi. Yoksullar da çoğu yalana olduğu gibi buna da kandılar. Dağıtılanları öpüp başlarına koydular. Bunu başaran partiyi de ödüllendirdiler. Geçen süre icinde, bunun bir oy tuzağı, onur kırıcı bir sadaka olduğunu kavramamış, ya da kavradığı halde kendisini dilenci konumuna sokan bu aşağılama içinde yaşamını sürdürmeye razı kaç insan kalmıştır bu toplumda?

Geçmiş yıllarda her mahallede bir takım „türediler“ çıkmıştı ortaya. Durup dururken karısının başını örttükten sonra, önce ev eşyasını yenileyip, hemen ardından altına bir cip çekerek sıradan mahalle sakinleri arasından sıyrılıp çıkan, daha sonra da başka bir yerlere taşınan birileri oldu. Gözleri önündeki bu değişimi gözlemleyen mahalle sakinleri arasında bu satılıklara tiksintiyle bakanlar vardı. Ama, „sıra ne zaman bana gelecek“ diye düşünenler de vardı. Bu toplumda böylesi, üç kuruşa ruhunu satmaya hazır olup da, sırasının gelmesini bekleyen kaç tane insan vardır acaba?

Ayakkabı kutuları, tapeler, sıfırlanacak paralar falan... Bunların sahiplerinin, tüm akraba, taâllükatı, ortakları ve yardakçılarıyla birlikte bu toplumda sadece bir avuç insan olduğunu herkes biliyor. Milyonlarca seçmen arasında bunca hırsızlığa, yolsuzluğa, yağmacılığa, kısacası „yüz kızartıcı suçlara“ göz yummayı, böylece dolaylı olarak bu suçlara yataklık eder duruma düşmeyi kaç insan kabul eder?

Yukarıda saydığım makat kıllarının, beyin felcine uğramışların, dilenciliğe razı olanların, ruhunu satacak ortam kollayanların, ahlâksızlığın çeşidine göz yumanların kimlere oy vereceği bellidir.

Ancak, zorbanın her fırsatta iddia ettiği gibi, bunların toplamının bu halkın yüzde ellisini oluşturmadığını, aksine vicdanı bütün bunları kaldırmayanların ezici bir çoğunluk oluşturduğunu herkes bilmektedir.

Sınıfsal konumunun bilincinde olan ve siyasal tercihini bu bilinçle yapanlar, şimdi bunların dışında kalan halkın ezici çoğunluğuna bakmalıdır. Umut onlardadır. Ancak sorun, bu insanların başka maskeler arkasında bu düzeni savunanların tuzaklarından nasıl kurtarılacağında yatıyor.

İşte tekrar başa döndük: Bu da ancak siyasal bilinçle ve bu bilinç doğrultusunda örgütlenmeyle başarılabilecek bir iş.

Sol

melnur  |  Cvp:
Cevap: 3
21.03.2014- 15:25

Seçim tartışmaları/Aydemir Güler

Diyorlar ki, seçimde ya biri ya diğeri kazanacak. O halde AKP’nin çekip gitmesini isteyenler diğer tarafa...

Sonra da bunu demokrasi, özgürlük diye yutturacaklarını sanıyorlar. O bir yana, “seçimde ikisinden biri kazanacak” cümlesi bir tez değil! Bu bir saptama. Herkes biliyor, çoğunlukla ikisinden birinin kazanacağını. Eee... Hal böyle diye kitleyi kurt işaretiyle selamlayanlara oy verilmesi mi gerekir?

CHP geleneği Fransız kültüründen ne kadar etkilenmiş, bilmem. Fransa’da da Chirac ile Le Pen ikinci tura kaldıklarında solumtıraklar “ırkçıya değil hırsıza oy” demişlerdi.

Siyaset çare üretmektir derler. Sol siyaset halka çare üretir.

Memlekette on milyonlarca insan ayağa kalkacak. Sol siyaset adına katil ve hırsız olanlara değil, sadece hırsız olanlara destek olacağız, öyle mi!

Kusura bakmasın kimse.

* * *

Cemaatin yeni partileri CHP ve MHP, AKP’den hesap soramazlar. Çünkü, kendilerinin suça ne kadar iştirak ettikleri bir yana, Cemaatin suç ortağı olduğu kesin.

En dramatik ortak suç, Ergenekon etiketi altında Cumhuriyetin tasfiyesinin önünü açmak üzere oldukları günlerde, Fethullahçı kontrgerillanın Hrant Dink’i katletmesidir. Bu, başta Merdan Yanardağ, araştırmacıların bütün açıklığıyla ortaya koydukları bir durum.

Hrant, Haziran çocukları, kör edilen insanlarımız, İstanbul’u havasız ve susuz bırakacak olan 3. havalimanı ve köprü projesi, Atatürk Orman Çiftliği’ndeki gasp, asrın soygunları, kentsel dönüşüm diye yerinden edilen on binler, polis garnizonu yapılan ve bakımsızlıktan çökmeye yatırılan AKM, otomotiv ve finans tekelleri için süregiden trafik katliamı, bütün sermaye düzeninin maliyetlerini düşük tutmaya yarayan iş cinayetleri, kadınları gözden ırak tutmanın en sağlam yolu olarak kadın cinayetleri...

Bunların hesabını Cemaatin yeni partileri nasıl sorsun?

O zaman iş şuna dönüyor: AKP düştükten sonra, katiller aramızda dolaşacak ve yeni yöneticiler bize “ya olan oldu artık, ölen geri gelmez ki, düşmanlık yapmayın” diyecekler.

Yanıtımız, kusura bakmayın olur.

Ama Türkiye bu noktadan sonra hesap sormadan temizlenemez, bir adım bile atamaz. AKP’den hesap sormayan bir Türkiye asla varlığını sürdüremez.

* * *

30 Mart için “AKP diktatörlüğü yıkılacak, sol seçenek yükselecek” dedik.

Birinin maliyeti solun önünün kesilmesi olmamalıdır. Halk ne Kemal beyin kurt işaretini, ne hâlâ Meclis’te yedikleri kazığa doymayanları hak ediyor.

Bugün Meclis muhalefeti “kontrollü geçiş” yanlısıdır.

Türkiye yerle bir olmuş, ne kontrolünden bahsediyorsunuz!

CHP ve MHP kendini devlet zannediyor ve zeval gelmesin diyor. BDP/HDP ise sürece zeval gelmesinci!

Haziran’dan bu yana Erdoğan çok başarılı bir direnç göstermiş de, ayakta kalmayı başarmış değildir. Düzen içi muhalefet AKP’nin gitmesini tehlikeli bulmuş ve katili ayakta tutmuştur!

* * *

Hırsıza, katile son ana kadar ve bile bile “sayın” diyebilmek nasıl bir yetenektir? Sorsanız “siyaset yapıyoruz” derler!

Her seçime milyonlar olup katılan gençler, bu çirkin siyaseti reddetmelidir. Genç dediğin gönlünden, aklından hangi aday geçiyorsa ona oy vermelidir.

Her gün diktatöre karşı yeni cesaret örnekleri yaratan kadınlar, hesapçılığı reddetmelidir. Üç kağıda ortak olmaya çağrılan kadınlar, İzmir’deki işareti tekrarlamalıdırlar...

* * *

AKP’yi götürmek ise artık bu seçimlerin temel meselesi olmaktan çıktı. İzmir, Çanakkale, Edirne... Tayyip bir çete reisidir ve kaçamazsa hapse gireceği kesindir.

O yobaz, cahil, hırsız, lümpen kitle Türkiye’nin cüzüdür, kiridir. Erdoğan yönetme ehliyetini seçim yapılmadan kaybetti.

Her partinin alacağı oya “meşruiyet” yükleyen bir çarpan vardır. Seçimde milyonlarca oy alan bir parti dağılıp çöker; onun onda birini yakalayamayan bir başkası zaferini kutlar.

AKP için “meşruiyet çarpanı” sıfırdır. Ne alsa yıkılacak...

Artık 30 Mart’ta sol seçeneğe verilen oydur önemli olan.

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/secim-tartismalari-89718

melnur  |  Cvp:
Cevap: 4
21.03.2014- 15:26

Oylar bilime/Alper Dizdar

Önümüzde yerel seçimler var ve bunun “olağan” bir yerel seçim olmadığı konusunda herkes mutabık. Bu özel konjonktür nedeniyle gündemdeki konuların bilimle ilgisi üzerinden yazmak her zamankinden daha zor. Bilim alanıyla ilgisi kurulacak konu çok aslında: Hamdi Topçu’nun kızının paraşütle İTܒye girmesi, kriptoloji ve güvenlik konuları, TÜBİTAK’ta yeniden kadrolaşma, montaj tekniklerinin ses söz konusu olduğunda sınırları vs. Akademi ve bilim ilişkisi açık bu konular, yerel seçimlerin “olağan”ın ötesine geçtiğini gösteriyor, fakat seçimin kendisiyle ancak dolaylı ilgileri var. Bunlar yerine doğrudan siyaset yazmanın daha cazip olduğunu herhalde kabul edersiniz. Ben yine de bilim yazacağım; konjonktürden arındırarak, yerel yönetimin bilimle ilişkisi boyutuna değinmek istiyorum.

“Olağan”ın ötesine geçen siyaset yoğunluğu, bazı basit gerçekleri gizleyemiyor.

İzleyebildiğim kadarıyla İstanbul’da Aydemir Güler ve Ankara’da Kaya Güvenç dışında “bilim” kelimesini ağzına alan bir aday yok. İnsan ve doğa merkezli kentsel politikalar oluşturmak istiyorsanız tabii ki bilimsel bir temelden hareket edeceksiniz ve bilim insanlarının desteğini alacaksınız. Komünist adaylar, öncelikle bilimsel bir bakışı kendi politikalarıyla barışık hale getirebildikleri için ayrıt ediliyor. Bunun yerine kenti bir “işletme” olarak görürseniz, yarışın ekseni “işletmeyi en iyi ben beceririm” şekline bürünüyor; bunun bilimi de var tabii ama kendisine sevdalı ve siyasetinin değil “kendisinin” seçileceğini koymuş bir kez kafaya, kişisel bir mevzu yani, ne uğraşsın bilimle, bilim insanlarıyla… “Basarım projenin en iyisini, beni tercih ederler”. Eskiden bir hükmü vardıysa da artık bir hükmü yok bu yaklaşımın, hele ki bu konjonktürde…

Meselenin diğer yayında yerel yönetimin halkın aydınlanması için yürüteceği faaliyetler yer alıyor. Bilimi sevdirmek, bilimsel düşüncenin yaygınlaşmasını sağlamak özellikle günümüzde “milli eğitim”in ötesini gerekli kılıyor ve belediyelere bu konularda önemli görevler düşüyor. Bitirmekte olduğumuz dönemde CHP’nin elinde olan belediyelerin geneli bu konuda da sınıfta kalmışlardır. Bütçe meselesi, merkezi iktidarın yarattığı sıkıntılar değil sadece. Siz Türkiye’nin sağcılaştığını düşünerek AKP’ye öykünmeye kalkarsanız olacağı budur. Kadıköy gibi bir yerde bile belediye göstermelik adımlarla yetinmektedir. Gençlerin, çocukların geneline seslenebilecek araç ve organizasyondan yoksundur. Öyle ki çok kısıtlı olanaklarla ve sadece gönüllü emeğiyle Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin yıllardır yaptıklarına bile yaklaşamamaktadır.

Komünistlerin yerel yönetimde bilimi halka nasıl buluşturacağının bir örneğini ise Sevra Baklacı verecek, anketler yanıltmıyorsa. Hatay-Defne adayı Sevra, kazanmaya en yakın aday. Yerel yönetimin çözmesi gereken öncelikli problemlerle karşılaşmadan, siyasi engellerle boğuşacak, AKP’nin bütçe-kadro-mevzuat oyunlarını aşması gerekecek. Ardından imarından suyuna, çöpünden sağlığına büyük problemler var. Yalnız olmayacak kuşkusuz, bütün komünistlerin ve halkın desteğini alacak, fakat yine de “beklentiler” konusunda sakin olmakta fayda var.

Siyasi ve idari olarak çok problemli bir durumda kalsa bile bildiğim şu: Alnının akıyla çıkacak Sevra kardeşimiz bu mücadeleden. Emperyalistlerin ve uşaklarının Suriye’deki saldırılarının üzerine korkusuzca gitmeyi nasıl göze aldıysa, vız gelecek buradakilerin ayak oyunları da.

Ve tabii zamanla Defne’yi insana yaraşır bir yer yapacak: Barışın ve kardeşliğin, sanatın ve bilimin aydınlık bir köşesi.

Kısaca, bilim için de oylar komünist adaylara

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/alper-dizdar/oylar-bilime-89745

melnur  |  Cvp:
Cevap: 5
21.03.2014- 15:27

Tatava, hep aynı hava!/Kemal Okuyan

“Sayın Başbakan diyor ki; ‘Bahçeli’nin çocuğu yok.’ Evet, Bahçeli’nin çocuğu yok ama Allah’ım korusun bayrağımız tehlikeye düşerse, toprağımız tehlikeye düşerse o ay yıldızlı bayrağımızı koruyacak Devlet Bahçeli’nin binlerce çocuğu var. Hiç merak etmesin. Hiçbir endişeniz olmasın.”

Kılıçdaroğlu’nun bozkurt işareti yapmasının ardından CHP’nin “sol” kanadından Muharrem İnce bunları söyledi.

Anlaşılan CHP’ye cesaret gelmiş. Eski tutuk, çekinik, etkisiz siyaset gitmiş, partinin önü açılmış.

Cemaat ve MHP’yle sarmaş dolaş iktidara yürüyorlar.

Bunu aylar önce söylediğimizde, “müfteri” oluvermiştik. Sataşmak için fırsat kolluyor, pireyi deve yapıyor, geçici hamlelerden büyük sonuçlar çıkarıyorduk.

Bugün ise, CHP’nin sağcılaşması “milli kurtuluş” projesi olarak sunuluyor. “Yok böyle bir şey” diyen kalmadı.

Sağlam koalisyon. Düşünsenize… CHP, cemaat, MHP.

Ama…

İlle de sol olsun!

Büyük bir ısrarla, Türkiye soluna “tatava etmeyin” denmeye başlandı.

“Oyları bölmeyin”!

Neden ki?

Sağlam bir ittifak kurulmuş. Devam edin. MHP ile CHP illeri paylaşsın, güçlü aday lehine diğeri kenara çekilsin, cemaat zaten taşın altına elini koymuş. Daha ne?

Niye ille de sol?

Solun oylarına ihtiyaçları var mı?

Olabilir. Bazı yerlerde sola verilen oylar bu koalisyonunun canını yakabilir. E ama bu koalisyon da solun canını yakıyor, memleketin canını yakıyor!

Yine de, sol üzerindeki “oyları bölme” baskısının asıl nedeninin başka olduğunu bilmek gerek.

Cemaat-CHP-MHP işbirliğini Amerikancı-piyasacı bir proje olarak gören, “bağımsız” ve “boyun eğmeyen” bir sol, başa beladır, kendine alan açacak, güçlenecektir. Cemaat ve MHP ile yol alan CHP’nin bunu engellemesi zordur.

Anlayacağınız, mesele oy filan değildir.

Projenin “milli kurtuluş” olarak gösterilmesi için soldan onay alınması gerekmektedir. Bu da solun özgül ağırlığıdır.

Nasıl AKP, bütün iktidarı boyunca soldan destek için yırtınmış ve bunda da ne yazık ki kısmen başarılı olmuşsa, Cemaat-CHP-MHP işbirliği de kendi solunu felç etmek için her şeyi yapacaktır.

Oyları bölme, suça ortak ol.

Oyları bölme, kirlenmenin parçası ol.

Tatava etmeyelim, basıp geçelim öyle mi?

Kardeşler, bozkurt işareti bizi bozar; benim aklım İzmir’de diktatöre kalkan parmakta kaldı. Öbür elimizle de yumruk yaparız, bize yeter.

Memleketi nasılsa cümbür cemaat kurtarıyorsunuz!

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/tatava-hep-ayni-hava-89715

melnur  |  Cvp:
Cevap: 6
21.03.2014- 19:33

Neden CHP’ye oy vermeyeceğim/Yiğit Günay

Üsküdar Sultantepe’de oturuyorum. Bizim orada CHP’nin adayı, eski Üsküdar müftüsü İhsan Özkes.

İskele’nin önünde çalışma yapan CHP’lilerle konuşuyorum. “İmamı devirip müftüyü getirmek içinize siniyor mu” diyorum, “Müftü olabilir ama iyi bir cumhuriyetçidir” diyorlar. “İyi de arkanızdaki pankartta ‘Yoksulun sorununu çözerse müftü çözer’ yazıyor, yoksulun sorunuyla müftülüğün ne alakası var, ayrıca başkası çözemez mi, ne biçim laf bu, yıllardır sokakta mücadele ettiğimiz zihniyet bu değil mi?” diye soruyorum. Biri kulağıma eğiliyor, “Aslında benim de içime sinmiyor, ama Üsküdar’da halk böyle” diyor. “Takiye mi yapmalı yani” deyince, o sözcüğü içine sindiremiyor. Bakışlarında umut değil, çaresizlik var.

Bu seçimlere özgü değil bu. CHP, yıllardır seçmeninin ezici çoğunluğunun seçim günü sandık başına gidip “Lanet olsun” diye oy verdiği, adayları için “el mahkum” çalışma yaptığı bir parti. Üzücü bir çıldırma hali.

* * *

Şu takiye meselesinden başlayalım. CHP, CHP’lilerin o sözcüğü söylemeye utanmalarına rağmen yaptıklarını düşündüğü manada, takiye falan yapmıyor. Aslında sol bir program uygulamak isteyip, sağcıların oyunu koparabilmek için sağcı gibi görünmeye çalışmıyor CHP. Kimseyi kandırmıyor, sonuna kadar samimi.

“Yeni Türkiye”, Erdoğan’ın deliliğinden ibaret değildi. Büyük bir projeydi bu. Uluslararası ayağı olan Yeni Osmanlıcılık tamamen çöktü, evet. Ama projenin yerel ayağı, Erdoğan kişiliğinin ötesinde boyutlara sahipti. CHP’nin samimi mesajı şu: Biz “Yeni Türkiye” projesini Erdoğan’sız ve Erdoğan’ın deliliklerinden arındırılmış olarak sürdürmeye adayız. Bunda samimiler.

* * *

Peki CHP, kendi geleneksel solcu tabanına mı takiye yapıyor? Yani, CHP’liler, partilerinin siyasi yönelimi konusunda yanlış fikre mi sahip? Parti yönetimi, içeriye başka, dışarıya başka mı konuşuyor?

Hayır.

Yıllardır sosyalistler, CHP’nin düzen partisi olduğunu anlatırken, birçok CHP’linin nazarında, Fransız mizah yazarı Alphonse Allais’nin ünlü şakasındakine benzer bir etki uyandırıyordu: “Şu kadına bakın, ne utanmazlık, kıyafetlerinin altında tamamen çıplak!”

Bugün CHP soyunmuş durumda. Fatih’te başparmak, Ankara’da bozkurt işareti yapan eller, bunun kanıtı. Kral çıplak!

Ama “Kral çıplak” demek, CHP seçmenini, sosyalist adaylara güç vermeye ikna edemez. Zira, ortada bir yanılsama yok. CHP’liler “biliyor, yine de yapıyor.”

* * *

Öyleyse, Haziran’dan bu yana sokaklarda omuz omuza direndiğimiz CHP’li dostlarımızla bizi ayıran ne?

Bence, şu... Gazetemiz sayfalarında sıkça tekrarlanan benzetmeyi hatırlayalım: AKP Haziran’da zaten öldü. Ortada bir ceset var, fakat kimse cenazeyi kaldırmıyor. Hepimiz, haklı olarak, bu cesetten kurtulmak istiyoruz.

Meclis’teki muhalefet, bu cesedin ömrünü uzattı. Meclis’e gitmeyi sürdürdüler, meşruiyeti tamamen bitmiş olan Meclis’e soluk borusu oldular, “sokağa çıkmayın, sandığı bekleyin” dediler... Çünkü CHP, projeyi bitirmek değil, yumuşak geçişle sürdürmek niyetinde.

Peki, Haziran’a gelene kadar AKP’yi ne hırpaladı? Meclis muhalefeti mi?

Telefon kayıtlarında görüyoruz, Gezi eylemleri başladığı anda, diktatörün büyük korkusu ortaya çıkmış: Tekel işçilerinin direnişini unutamamıştı. AKP’nin büyük korkusu, buydu. Hala öyle.

CHP’li dostlarla bizi ayıran bam teli, burası. Halkın kurtuluşuna giden yol, halkın mücadelesinden geçecek demiyorum yalnızca, halkın mücadelesinden geçti diyorum. Bundan sonra da böyle olacak.

* * *

Tüm bu söylenenlere rağmen, “Evet, kral çıplak, ama hele şu seçimleri kazanalım, biz CHP’ye en güzel işçi tulumunu giydiririz” diyen var mıdır? Eminim ki vardır. Ne demeli?

Dileyen, “Maalesef o boyutta işçi tulumu mevcut değil” diyerek ironi yapabilir.

http://haber.sol.org.tr/yazarlar/yigit-gunay/neden-chpye-oy-vermeyecegim-89720

ilkay  |  Cvp:
Cevap: 7
27.03.2014- 12:35


Seçim yazıları IV: Ayak takımının politikacı ve seçmenleri
Cemil Fuat Hendek


Kendisinden önceki hakim sınıfla barışık burjuvazi
Her toplumda üst yapı kurumları, hakim sınıflarca belirlemekle birlikte, o toplumda geçmişte de var olan sınıfların karakterinden parçalar da barındırır. Sermaye sınıfının tarihsel olarak iktidara gelmesiyle birlikte, kendisinden önceki üretim ilişkileri içinde doğmuş sınıfları ve onların kültürel kalıntılarını tamamen ortadan kaldırmadığını, aksine, kapitalist ilişkiler içinde devamını sağlamakta yarar gördüğünü biliyoruz. Bugün Avrupa ülkelerinde devam ettirilmekte olan „krallıklar“, kimi asalet ünvanları bunun en açık örneğidir. Kapitalist sınıfın en tepesindekilerin, yaşam biçimleriyle bunlara özenmeleri ise, çoktan Molier'in oyunlarındaki gibi güldürü konusu olmaktan çıkmış, iğrenti veren bir fars haline gelmiş bulunmaktadır.

Türkiye'ye gelince...

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, ihtiyarlamış ve çürümüş Osmanlı toplum düzenine karşı gerçekleştirilen devrimci dönüşümlerin yanısıra, eskiden kalma feodal yapılara ve onlara ait kültürel mirasa karşı, çoğu şembolik düzeyde kalan yasal düzenlemelerin öteşinde, ardıcıl bir mücadele yürütülmediğini biliyoruz. „Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir!“ sloganında „millet“ten neyin kastedildiği kısa sürede ortaya çıktı. Cumhuriyetin kurucu kadroları, „millet“ adına, bir yandan “kendi” sermaye sınıfını yaratırken, öte yanda Osmanlı'dan kalma mütegalibeyi de iktidarına ortak etti. Bunların kapitalist ilişkilerle uzlaşarak yaşamaya devamı desteklendi. Bir yandan Cumhuriyet'in kapitalist pazarına buyur edilirken, öte yandan temsilcileri Cumhuriyet'in parlamentolarına dolduruldular. Başka bir deyişle, feodal ilişkiler, ağalık düzeni vd. olduğu gibi muhafaza edilirken, „devrimci“ bir şekilde kapitalistleştirildi. Kimilerin sadece ülkenin doğusunda bulunduğunu sandığı toprak ağalığı Batı'da da yok değildi. İlk çok partili seçimleri kazanarak başbakan olan Adnan Menderes, Menderes Ovası'nda geniş toprakları olan bir toprak ağasıydı. Sadece Demokrat Parti değil, sözde „halkın partisi“ olan CHP de Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e, hızla kapitalistleşmiş olan Osmanlı kalıntısı her çeşit mütegalibeyle doluydu. Bunlar bugün de varlar! Ancak...

İşçileşen köylüler
Hızla kapitalistleşen ülke pazarı, işçi sınıfının da aynı hızla büyümesini getirmek zorundaydı. Birbiri ardına kurulan sanayi tesislerinin, büyüyen ticaret ve hizmet sektörlerinin ücretli işçilere gereksinimini karşılayacak en büyük kaynak, Anadolu'da nüfusun çoğunluğunu oluşturan yoksul köylülerdi. Bir zamanlar yorganını sırtına vurup, kentlerde iş aramak için „gurbet“e çıkan köylüler giderek kentlere yerleştiler ve işçileştiler. Ne var ki, bu sınıfı yaratan sermaye sınıfı, kendi yarattığı bu sınıfın bilinçlenmesine, kendi arasında örgütlenmesine karşı da en sert önlemleri almaktan geri durmadı. Bırakın kendi için bir sınıf olarak siyasal mücadeleye katılmasını, sendikal bilinç edinmesini ve bu doğrultuda örgütlenmesini bile engellemeye çalıştı. Bir yanda elinden geldiğince yasal engeller koyarak, öte yanda korkunç bir ideolojik saldırı altında tutarak, kayıtsız şartsız kendisine tabi olacak „ücretli köle“ olarak muhafaza etmeye çabaladı. (Bugün neo-liberal islam pazarlamacılarının asıl amacı da bundan başka bir şey değil.)

Niceliği patlayışlarla büyüyen yeni „tabaka“: lumpen proletarya
Sermaye sahipleri ücretli işçilere olduğu kadar, yedek işgücüne de gereksinim duyuyor. Onlar olmaksızın, gereksindikleri taze işgücünü bulmakta zorluk çekecekleri gibi, çalışmakta olanların ücretlerini düşük tutmakta da zorlanacaklarını biliyorlar. İşçileri tehdit altında tutmanın en kolay yolu, onları iş aramakta olan „rakipler”le korkutmaktır. Kapitalist pazar bu gereksinimini de yerine getirdi. Kapitaliştleşen tarım alanlarında yaşam şansı kalmayan topraksız ve yoksul köylüler yıllar içinde kent varoşlarına yığıldı. Böylece köyünden kopmuş, kent yaşamına ayak uydurmakta zorlanan bir işsizler ordusu yaratıldı. Metropoller hızla kasabalaştı. İşçi sınıfının üretimde aldığı yer nedeniyle kazanacağı her türlü nitelikten yoksun, köyünün gelenek ve göreneklerini yitirmiş, buna karşın kent kültüründen nasibini almak olanağı da bulamayan, yaşam savaşını sürdürebilmek için eline geçen her fırsattan istifade etmek zorunda kalan; bugün inşaata, yarın işportaya, sonraki gün park bekçiliğine, şöför yamaklığına, akla gelebilecek her türlü işe girip çıkan bir „lumpen proletarya“ doğdu. Kapitalizmin ilk dönemlerinde sürüler halinde ve paçavralar içinde oradan oraya sürüklenen sefillerden esintiyle sol literatüre girmiş olan bu kavrama bakıp, paçavra aramaya gerek yok. Sayısı milyonları bulan işsizler içinde ortaya cıkan ve kentleri abluka altına alan „serseri takımı“na bakmak gerekiyor. Kimi literatürde efsaneleştirilen İstanbul'un meşhur Kasımpaşa külhanbeyleri, bunların Osmanlı döneminde Kasımpaşa tersaneleri civarında türemiş öncüleridir.

Abluka altına düşerek kasabalaşan kentler
Şu anda istatistiklerde iddia edildiği gibi yüzde onlarda tutulan işsiz sayısı koca bir yalan, hınzırca bir çarpıtmadır. Meslek ve uzmanlık sahibi olan milyonlarca insanın iş bulamadığı koşullarda, melek sahibi olmak bir yana, okuma-yazması bile kıt işsiz sayısını on milyonlarda aramak gerekir. 50'li yıllardan başlayarak işgücünü satmak için büyük kentlere göç eden ve işçileşen insanların zorunlu olarak kurduğu „gecekondu mahalleleri“nde biriken kent yoksullarının çoğunluğunu bunlar oluşturmaya başladı. Topraktan, doğadan, nesiller boyu bağlı olduğu toplumdan ve her türlü kültürel değerden kopmuş, bunların yerine koyacak hiçbir şeyi olmayan milyonlar! Bu koşullarda kıyasıya yaşamını sürdürme savaşı verirken hiçbir kıstas tanımayan... hırsızlık, soygunculuk, dolandırıcılık, yankesicilik, kapkaçcılıktan geçinenler... üçü-beşi biraraya gelip, güçsüze, engelliye, kendisini koruyamayacağını kestirdiklerine saldıranlar... yoksul kadınların kucağına “kiralık” bir çocuk verip dilenci takımları kuranlar, tinerciler... kabadayılığı “kalleşçe” yapmakta, yumruk yumruğa döğüşmek yerine jilet atmakta, silahsız insanlara bıçakla, satırla saldırmakta sakınca görmeyen magandalar...

Yukarıdakiler bunların bir ucundaki örneklerdir. Diğer uç ise, içinde bulunduğu umarsızlık ve çözümsüzlük içinde, kurtuluşu geçmişte olduğunu varsadığı bir yaşamı geri getirmekte ve ilâhi bir güçte aramaktan başka çare göremedi. Kitabında neler yazılı olduğunu bilmediği, dolayısıyla özü hakkında hiçbir ayrıntısından haberdar olmadığı, salt cahil hoca bozuntularının kulaktan dolma hurafelerinden tanıdığı bir dine sarıldı. Kaybettiği konumlarını yeni baştan kazanacağını sandığı, aslında hiçbir tarihsel dönemde gerçekliği olmayan bir geçmişe öykündü. Çözüm ilâhi güçteydi, eskiden olduğu gibi yaşamaktaydı. O da olmazsa, “öbür düyada” rahat etmekteydi. Bunu da, O'nun bu kötülüklere son vermek üzere görevlendireceği güçlü bir lider gerçekleştirebilirdi. Umarı olmayan bu kesim de böylece tarikatların, cemaatlerin karanlık mahzenlerine sığınarak, orada kendisine bir koruyucu aradı.

Bunların topu, kimilerin yumuşatarak ifade ettiği gibi “muhafazakâr” falan değildirler. Çünkü, aslında kendilerine ait muhafaza edecekleri bir şey kalmamıştır! Bunlar, kelimenin tam anlamıyla, en kabasından “gerici”dirler.

Kentlerde en azından birkaç nesildir yaşamakta olan nüfus -bundan sadece orta sınıflar değil, sanayi merkezlerindeki işçiler de anlaşılmalıdır- oransal olarak yerlerini bu yeni gelen işsiz-güçsüzlere bırakmaya başladı. Böylece gerek Anadolu'daki kentler, gerekse “eski metropol-yeni kasaba”lar yukarıda değindiğim işsiz-gücsüz, lumpen takımlarının ablukası altına düştü.

Hakim kültür: lumpenlerin kültürü
Bir toplumda niceliği bunca baskın hale gelen bir kesim, ister istemez o topluma damgasını da vuracaktır. Nitekim, 1960'ların başında büyük kentlerin sokaklarına taşarak kulakları tırmalayan, gözleri rahatsız eden bir „ayak takımı kültürü“ tüm toplumun üstüne çöktü. 1960'larda minibüslerden, dolmuşlardan sokağa taşan arabesk şarkıları anımsıyorum. Biraz Arap ezgisi, biraz saz, biraz Batı müziği nâmesi karıştırmış, „kadersizlik“, „ezilmişlik“, „geleceksizlik“, „umarsızlık“ içeren yıvışık ve yapışkan bir sızlanma... tam da bu kırsal kökeninden koparılmış, kentsel yasamın dışında tutulan, ne olacağını bilemeyen, her türlü bilinçten ve örgütten yoksun milyonların sınıfsal karakterinin ifadesiydi. Anadolu halk müziğini salt tınısıyla değil, içeriğiyle de yozlaştıran bu kozmopolit ağlama, inleme ve yakarma orta sınıflara dek hemen herkesin müzik zevkini etkiledi. Günümüzde çoğunluğun „komedi“ diye seyredip, kahkahalarla güldüğü pespaye farslardan tutun da televizyonlarda halka sunulan çoğu program da o çizginin kesintisiz devamıdır.

Bu tabaka her boyutuyla etik kurallardan sıyrılmış, gerici davranış ve düşünceleriyle öylesine güçlü bir etki alanı yarattı ki, başkasına ait tezleri çalmaktan çekinmeyen, aydın olmanın haysiyetinden yoksun nice yobaz, tarikat kölesi akademiyenler bile yetişti bu toplumda.

Lumpenlerin politikacıları, parlamento sözcüleri
Kapitalist sistemin yarattığı ve sayıları patlayışlarla büyüyen bu sınıfsal tabaka, giderek kendisini siyasal arenada da ifade etmeye başladı. Artık söz konusu olan, mahalle muhtarlığı değildir. Bunların sözcüleri siyasal partilerin her çeşidinde kendilerine yer buldular. Tüm boyutlarıyla kültülerini de buralara taşıdılar. Artık hiçbir bilgi birikimi olmayan, boş lafları birbiri ardına sıralamayı konuşma, mugalatayı tartışma sanan; sözünün yetmediği yerde küfür etmekte, onun da yetmediği yerde zora başvurmakta sakınca görmeyen... elde ettiği iktidarı cebini doldurmak için fırsat olarak gören, “ne vurursam kârdır” anlayışıyla talana girişen ve bu amaçla her yolu mübah sayan bir politikacı türü sardı ortalığı. Bunlar, günümüzde siyaset kültürünü de derinden etkilediler, siyasal mücadele biçimlerini ve tartışma dilini belirlediler.

Geçmiş seçimlerde...
Bir yanı zorba, bir yanı mağdur ve sulu gözlü... demagoji ve yalanda sınır tanımayan... milyonlarca yurttaşın en kutsal değerlerini ticaret ve siyaset metaı olarak kullanmaktan çekinmeyen... başlıca çalışma alanı olarak rüşvet, hırsızlık ve vurgunculuğa odaklanmış politikacı tipi ve yoksul kitleler arasında ona oy verecek seçmenlerin çoğunluğu işte tam bu tabakanın izdüşümüne denk gelmekteydi. Biraz makarna, biraz bulgur, kışın da kömür... mitinge katılıp işaret üzerine vavelâ çıkarmak -yerine ve önemine göre- otobüsle götürülmek koşuluyla 50-100 lira; seçimlerde ise bir oy bir küçük altın... Her sabah, o günü kurtarma korkusuyla uyanmak zorunda bırakılmış işsiz yoksullar için hiç de fena sayılmaz. Kadınlar da evde boş oturacaklarına, fırsat bulmuşken o günün nafakasını çıkaracaklar. AKP'ye oy veren ve sayısı milyonlarla ifade edilen seçmenlerinin kaçta kaçı böyledir dersiniz? Bu insanlar değil, onları bu onursuzluğa makum eden düzenin hakimleri utanmalı!

Önümüzdeki seçimlere gelince...
Ne var ki, Türkiye yeni bir altüst oluşla sarsılıyor. Kent varoşlarında yaşayan yoksul kesimler de olup bitene gözlerini açmaya başladı. Kendisine biat etmeyen herkesi ötekileştiren ötekiler gidicidir.

Sendikal örgütlenmeleri engellenerek her türlü hakları ve ücretleri kısıtlanan, taşeron firmalarda hiçbir iş güvenliği olmaksızın ezilen ve sömürülen işçilerin tepkileri büyümüyor mu?
İşsizler bu talan ekonomisi sürdükçe işsiz kalmaya mahkum olduğunu kavramaya başlamıyor mu?
Gençler ceplerinde üniversite diploması bile olsa geleceklerinin karanlık olduğunu görmüyor mu?
Kadınlarkuluçka makinesi yerine konmaya ve toplumda ikinci sınıfa itilmeye tepki gösterme başlamıyor mu?
Dinsel inançları, etnik kökenleri, cinsel eğilimleri olanlar ötekileştirilmeyi ve aşağılanmayı artık içine sindiremeyi reddetmeye başlamıyor mu?
Yaşam biçimine karışılmasına artık tahammül edemeyenlerin tepkisi giderek daha da büyümüyor mu?
Kimi inançlı müslümanlar bunca ahlâksızlığın din maskesi takarak yapılmasını taşıyamaz hale gelmiyor mu?
Köylüler tarlalarının, meralarının, hayvanlarının ellerinden alınmasını, içinde yaşadıkları doğanın yok edilmesini kabullenmeyi reddetmiyor mu?
Kır emekçilerinin bir yanda ithalatçılarla, öte yanda tekelleşen tarım alanlarıyla çalışma olanakları hepten yok edilmesine tepkisi büyümüyor mu?
Bilim insanları, tıb mensupları, mühendisler, mimarlar, hukukçular, her meslekten insanlar bilimin, ayaklar altına alınmasına karşı her geçen gün daha kararlı bir duruş sergilemiyor mu?
Sanatçılar, yazarlar özgür düşüncenin ve onunla birlikte özgürce yurutmu ortamının yok edilmesine karşı seslerini yükseltmiyor mu?
Yerli-yabancı tekellerin varlıklarını hızla yok etmesi karşısında gelecek kaygusuna düşen zenaatkârlar, küçük işletme ve serbest meslek sahipleri felâketlerinin asıl nedeninin bu düzen olduğunu fark etmiyor mu?
Ya bu lumpen takımının demokrasi safsatalarına kanmayan aklı başında solcular, sosyalistler, komünistler?
Dahası da vardır. (Saymadıklarım beni affetsin.)

Yüzde elliymiş! 30 Mart daha ilk raund. Bu saydıklarım ülke halkının yüzde kaçı eder? Hesap etmeyin. Onlar, kimisinin hesaplarındaki yüzde sayılarından ibaret değil. Giderek bilinçlenen ve bu düzene tepki duyan insanlar. Köle değil işçi ve emekçiler. Tebaa, tarikat mensubu değil, özgür bireyler! İster istemez gelecekler. Bilinçlendikçe gelecekler. Örgütlendikçe gelecekler. Her geçen gün çoğalarak gelecekler Ve eninde sonunda ötekileri götürecekler!

Yüce divan, Lahey İnsan Hakları Mahkemesi falan bir yana, bunları asıl yargılayacak olan halktır!

Sol

.  



umut  |  Cvp:
Cevap: 8
29.03.2014- 07:21

Seçim yazısı
Ahmet Say


Pazar günü yerel seçimler var. Bir yönlendirme yazısı yazmayı gereksiz görüyorum; çünkü “soL” okurları, oyunu hangi yönde kullanacağını, hangi partiye oy vereceğini bilir. Ayrıca okurlarımız, gerçek demokrasinin ülkemizdeki gibi, “sandık demokrasisi”yle sınırlı olmadığını da bilir. Çünkü yurttaşlarımız, yalnızca sandık başında oy verme işlemini yerine getirirken eşittir. Onun dışında, ezilen sömürülen kitleler, havasını alır, okurlarımız bunu da bilir.

Öyleyse ne işe yarıyor seçimler? Söyleyeyim: Varlıklıyla yoksulun, kadın ile erkeğin, işveren ile işçinin, sömürenle sömürülenin eşit olduğunu yutturmaya yarıyor. Tek başına “sandık demokrasisi”, böyle bir yutturmacadır: Kadının da bir oyu vardır, erkeğin de; patronun da bir oyu vardır, işçinin de; ağanın da bir oyu vardır, marabanın da… Gördünüz mü eşitliği?

Peki, her yurttaşın oy hakkı üstüne kurulu eşitlik neyi değiştiriyor? Toprak ağalarının hükmü kalmıyor da topraksız köylülerin, marabaların, azapların, ırgatların istekleri mi yerine getiriliyor? Fabrika patronu, işçinin hakkını veriyor da, işçilerimiz bunun için mi haksızlığa direniyor?

“Seçim” olgusuna bir de toplumsal planda bakalım: Seçimlerin sonucu, içinde yaşadığımız düzenin toplumsal, ekonomik ve kültürel yapısını olumlu yönde değiştiriyor, geliştiriyor mu? Yaklaşık yetmiş yıldan bu yana, çok partili seçim yöntemini uyguladığımız için, düzenin yapısı mı değişti?

Şu da var ki, seçimlerde yurttaşların birey olarak oy vermesi, tabii ki toplumsal bir kazanımdır. Ama yalnızca bununla gerçek demokrasiye geçilemez. Aydınlanmamış bir toplumda kırk kere seçim yapılsa, kırkını da gerici bir partinin kazanacağı açıktır. Bu gerçeği hep yaşamadık mı?

“Aydınlanma” sözcüğünü sıkça kullanırım. Seçim sonuçlarını bile değiştirebilecek bu sihirli sözcüğün özlü bir tanımını, yeri gelmişken aktarmak isterim. Alman Aydınlanması’nın önde gelen düşünürü Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir?” (1784) adlı eserinde şu tanımı getirir:

“Aydınlanma, insanın kendi eksikliği ile düşmüş olduğu bir ergin olmayış durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır.”

Hocamız Macit Gökberk ise “Felsefe Tarihi” kitabında şöyle tanımlamıştır Aydınlanma’yı:

“Aydınlanma, insanın düşünme ve değerlendirmede, dinsel dogmalara ve geleneklere bağlı kalmaktan kurtulup kendi aklı, kendi görgüleri ile yaşamını aydınlatmaya girişmesidir.”

Birbirine benzeyen bu iki tanıma göre, “seçim” olgusunu şöyle açıklayabiliriz:

Çoğunluğu dinsel dogmalara ve geleneklere bağlı kalmış bir toplumda, hangi parti(ler) dinsel dogma ve geleneklerden yana gözüküyorsa, o parti(ler) seçimlerde üstünlüğü ele geçirir.

Öyleyse seçimlerde “sol” bir partinin temel görevi nedir?

Seçim öncesi propaganda sürecinde “sol” partinin görevi, bu fırsatla kendi ilkelerini kitlelere anlatmak, yoksul ve sömürülenlerin partisi olduğunu açıklayarak onları kazanmaktır.

sol

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]