Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Marksist Çözümlemeler

TARİH, TEORİ, DEVRİM İLİŞKİSİ

Teorinin açıklama gücü, tarihsel koşulların kısa erimli dünyasından ne kadar bağımsız oluşturulduğu ile doğru orantılı olarak artar. Soyutluğunun temeli de bu nedene dayanır ve yine bu nedenle doğru orantılı olarak teori, ilerleyen tarihsel süreç karşısında yıpranmama, olayları kapsayarak açıklama gücüne sahiptir. Buna rağmen üretildiği koşullar ve tarihten tamamen bağımsız bir teori de düşünülemez. Teorinin aksine tezler ise, teorinin kurduğu çerçeve içinde geliştirilirler. Her tez arka planında duran teorinin kapsayıcılığı ve soyutlama gücü ölçüsünde, ilgili olduğu tarihsel sorunu açıklama ve çözme imkanına sahiptir. Aynı nedenle bir tez, ilgili olduğu konu, bu konunun yaşandığı tarihin koşullarıyla girdiği analiz ilişkisi ve bu ilişkiyi belirleyen teorinin olanakları ölçüsünde bir sınırlılığa; bu sınırla belirlenmiş bir geçerliliğe sahiptir.

Yukarıdaki açıklamalar, sınıflar teorisine uygulandığında, bu alanda bir çok yanlışın hüküm sürdüğü görülebilir. Marksizmin bir sınıf teorisi vardır ve bu teori, açıklama gücünü, aynı zamanda soyutlama yeteneği ve kapasitesinden alır. Bu kapasiteye dayanılarak oluşturulacak, sosyal-ekonomik yapı tahlilleri ve bu alana ilişkin tezler, her bir tarihsel dönemin aşılan sınırlılıkları ve gelişme dinamikleri ile birlikte değişmek zorundadır. Örneğin, 98 ve 2001 krizlerinden sonra, küçük burjuvazinin ve işsiz kitlenin, bu krizler öncesine göre yapısal olarak aynı kaldığını savunmak, ne kadar doğru olur? Böyle bir tez, en azından güçsüz ve dayanaksız duracaktır. Bir ampirik araştırmaya gerek duymadan, olguları gözleyerek bile bu tezi çürütmek mümkündür. İşsizliğin, tembellikten kaynaklandığı iddiasındaki burjuva safsata, krizler eğitimli ve kaliteli işgücünü tehdit etmeye ve işsizler kitlesine doğru fırlatıp atmaya başladığından bu yana, bu safsatanın en iyi alıcısı durumundakileri ve bu nedenle de bütün gücünü kaybetmiş oldu. Tez, değişen koşullar karşısında, işlevli olmaktan çıktı! Kuşkusuz, işsizliği başka türden ve daha rasyonel temellerde açıklayan burjuva iktisat tezleri bulunmaktadır. Ama bu tezler de alıcılarının alıklıkları dairesinde inceltilmiş rasyonellere sahip olmak dışında bilimle ilintilendirilme gereği duyulmayan türden tezlerdir. Kuşkusuz işsizlik örneğinde, işçi sınıfı açısından soruna yaklaşmak bilimle dolaysız ilişkilenen bir teorik çerçeve içinde üretilen tezler üzerinden gerçekleşecektir.

Bu açıdan tezlerin dinamik bir yapı üzerine kurulması; analizin dinamik bir çerçevede yapılmış olması gerekir. Dinamik analiz olanağı taşımayan teoriler, kapsayıcı olamayacağı gibi, ‘ideoloji’ ve giderek dogma olarak tanımlanacaktır. Bir diğer örnek açısından konumuza yaklaşırsak, Türkiye için sosyal-ekonomik yapı tahlillerinin büyük bölümünün, bu özellikten yoksun olarak savunulmakta olduğunu göreceğiz. Bu duruma tipik örnek olarak, otuz yıl öncesinin yapı tahlillerinin esas olarak geçerliliğini sürdürdüğünü savunanları ve onların tezlerini gösterebiliriz. Türkiye hala yarı-feodal yarı-kapitalist, Türk Devleti de patron-ağa devleti olarak tanımlanabilmektedir. Kurtuluş’un tezleri açısından tipik olan oligarşi kavramının içine toprak ağalarını gereğinden çok daha uzun bir süre dahil etmiş olmamız da konuya bizim kulvardan yapılan, bu türden katkılara örnek olarak gösterilebilir. Aslında son dönem bazı çalışmaları dışarıda bırakırsak, sosyal-ekonomik yapı tahlillerinin, bilimsel ölçütlerden hayli uzak bir çerçevede kotarıldığını söylemek gerekir.

Dinamik analiz için gerekli olan başka önemli bir nitelik de şudur. Teorinin tarihle ilişkisi kurulurken ya da diğer bir anlatımla teorinin yeniden üretimi gerçekleştirilirken, ilgili tarihin parametrelerinin ne yönde değiştiği mutlaka hesaplanmalıdır. Tarihsel parametreler, teorinin yerine geçirilmemeli, bu veriler değiştiği ölçüde, teorik yapının içine yerleştirilmelidir. Şöyle ki...

Sosyalist yazında Türkiye (ya da Kürdistan) için yapılan tahlillerin tümü, esasında bir nedenden ötürü gerçekleştirilmiştir. Bu neden ise, önümüzdeki devrimci adımın ne olduğu sorusunun yanıtını bulmak isteğidir. Türkiye devrimci hareketi açısından, devrimci adımın ne olduğunu bir açıdan savunmak söz konusu olduğunda ise, teoriyle kurulmuş olan ilişkinin niteliği ön plana çıkmaktadır. Bu nitelik, ne yazık ki sağlıklı sıfatını hak etmiş değildir. Teorinin tarihsel dönem için yeniden kurulması, yeniden üretilmesi, bütün parametrelerin teorik çerçeve içine yerleştirilmesi yoluyla değil, bunun tam tersinden gerçekleştirilmiştir. Özellikle devrimci adım saptamasında, leninist olmak kıstası, tersi durumda ise anti-leninist damgası yememek çabası, teorinin eğilip bükülmesine yol açmıştır. Lenin’in savunduğu gibi demokratik devrimi savunmak kaygısı, hemen hemen bütün devrimci hareketin kaygısı olup çıkmıştır. Özellikle 1980 öncesi yazında, Türkiye’nin sosyal-ekonomik yapısının göstergeleri açısından, Rusya’da yaşananlara ve Rusya’nın koşullarına benzetilebilecek parametreler, teorik çerçeveye yerleştirilirken pek de güçlük çekilmemiştir. Bu durumda Leninist demokratik devrimle ve bu devrimle amaçlananlar açısından oluşturulan tezatlarla ilgilenmek ve bu tezatların üstüne gitmek de mümkün olmamıştır. Türkiye solunun referans noktalarının kaydığı seksen sonrası ve özellikle doksanlı yılların başlarından bu yana ise, Sovyet devriminin sonuçları, sovyet eleştirisi şeklinde beliren (ve sonuç olarak) burjuva bir prizmadan geçirilerek değerlendirilmiştir.

Devrim tezlerinin, (devrim) teorisiyle kurduğu ilişki bu türden ters bir ilişkidir. Örneğin, komünistlerin genel oy mekanizmasına yaklaşımı ne olacaktır? Genel oy ilkesel midir? Yoksa konjonktürel midir? Komünistler iktidarı genel oy mekanizmasına göre mi ele geçirmeli ve bu ölçüte göre mi elde tutmalıdır? Ya da genel oy mekanizması komünistlerin hiç işlerinin olmayacağı bir burjuva aldatmaca mıdır? Bütün bu soruların, her bir ideolojik duruşa denk gelen farklı karşılıkları bulunmaktadır. Kuşkusuz, seçim mekanizmasının sosyalist sistemde de bir karşılığı olacaktır ve politikaların ne kadar karşılık bulduğunun, kitlelerin kendilerini doğrudan yönetmelerinin, sınıfsal ayrışma ve karşılıklarının ölçülmesi, genel oy mekanizması ile bir hayli kolaylaşacaktır. Ama iktidarı almaktan başlayan ve sosyalist inşaya kadar uzanan süreci, burjuva demokrasisinin araçlarını referans alarak tanımlamaya ve bunun üzerinden teoriyi yeniden oluşturmaya kalkmak, Türkiye solunun başına aldığı en büyük darbelerden birini oluşturmuştur.

Marx’ın Fransa’da İç Savaş incelemesindeki genel oy hakkı değerlendirmesi şöyledir.

“Eski hükümet iktidarının, salt bastırıcı organlarını kesip atmak önemli olduğu halde, yasal işlevleri topluma karşı bir üstünlük iddiasında bulunan bir otoriteden çekilip alınarak toplumun sorumlu hizmetkarlarına verilecekti. Genel oy hakkı, her üç ya da altı yılda bir halkı parlamentoda yönetici sınıfın hangi üyesinin temsil edeceği ve ayaklar altına alacağını kararlaştırmaya yarayacak, tıpkı kendi işi için işçi ve yönetim personeli arayan herhangi bir işverene hizmet eden bireysel seçim hakkı gibi, komünler biçiminde örgütlenen halkın kendi işletmeleri için işçiler, denetimciler ve muhasebeciler bulmasına yarayacaktı.”

Bizde tam tersi oldu. Marx başka bir şeyden kaygı duyuyor, Komünün yanlış anlaşıldığını, yanlış değerlendirildiğini söylüyordu.

“Toplumsal yaşamın daha eski ve hatta sönmüş biçimleriyle belli bir benzerlik gösteren yepyeni tarihsel oluşumların, haksız yere o biçimlerin bir yinelenmesi olarak görülmeleri genellikle bu yeni oluşumların kurtulamadıkları bir yazgıdır. Nitekim çağdaş devlet iktidarını paramparça eden bu yeni Komünde de ilkin bu devlet iktidarına öngelen ardından onun temelini oluşturan ortaçağ komünlerinin bir canlanması görülmek istendi.”

diye serzenişte bulunuyordu. Oysa bizim tam tersi yönde şikayet etmemiz zorunludur. Burjuva demokrasisinin kurumları ile sosyalist demokrasinin kurumlarının, benzerliğinin, ‘toplumsal yaşamın daha eski ve hatta sönmüş biçimleriyle belli bir benzerlik gösteren yepyeni tarihsel oluşumlar’ türünden değil, birinin içinden diğerinin çıktığı ve işlevleri açısından da aynı olduğu sonucu çıkarılmış bulunmaktadır. Genel olarak demokrasi başlığının altına, sosyalist ya da kapitalist demokrasi alt başlıkları yerleştirilebilmektedir.

Seksen darbesi ile başına aldığı yaralar içinde, reel sosyalizm eleştirisini iyice derinleştiren sosyalist yazın, hiç benzemezleri benzeştirebilmiş, bunun sonucunda, yaşanan sosyalizm değerlendirmelerinin tarihsel koşullarca belirlenmiş çerçevesi, teorinin üstüne giydirilmiş, bu deneyden çıkarılan mutlaklıklar, devrim ve sosyalizm teorisi düzeyine yükseltilmiştir. Bütün bu yapılanlar, dogmatizm eleştirisi ve bilimsellik kavramları oldukça fazla telaffuz edilerek yapılmıştır.

Böylece, sosyal-ekonomik yapı tahlili, ters kurulmuş bir ilişkinin gölgesinde kalmıştır. Bir çok konuda olduğu gibi, demokratik devrim tezi, leninist devrim teorisi yerine ikame edilmiş ve geriye, ilgili tarih için toplumsal verilerin, bu teze göre ayarlanması dışında bir şey kalmamıştır.

Bu genel değerlendirmeden sonra, Ekim Devriminin kavranışına ilişkin bir örnek vermek yerinde olacaktır.

Rus devriminin dakik eleştiri ve değerlendirmeleri de anlatılmaya çalışıldığı üzere, tarihsel parametreleri, teorik çerçeve içine yerleştirip, teorinin yeniden üretilmesi başarısını çoğu zaman gösterememiştir[1]. Bu açıdan her koşulda bir tezi savunmak zorunlu olmakta, bu tez savunuluyor gözükmekle birlikte, tezin içeriği günün politik ihtiyaçlarına göre giderek değiştirilmekte, böylece de savunulan şey sürekli değişmektedir.

Komintern’in bu konudaki tezleri de yeterince kavranmamıştır. Devrim tezleri ve farklı ülkeler için önerilen devrimci stratejiler yine farklı koşullarca belirlenen ülkeler göz önüne alınarak önerilmekteyken, bu hassasiyet daha sonraları terk edilmiştir. Kapitalist sistemin bir bütün olarak çelişkili yapısı, kendi içindeki işbölümü, eşitsiz ilişkiler ve sömürgeciliğin, dünya halkları ve işçi sınıfını nasıl şekillendirdiği gibi tarihsel parametrelerin belirleyiciliğinde geliştirilmesi gereken tezler, bu parametrelerden bağımsız olarak saptanmıştır. Üstelik tam tersi bir şekilde, varsayılan parametreler tezin içine yerleştirilmeye çalışılınca, kaçınılmaz olarak dogmaya ulaşılmıştır.

Rus devriminde Lenin’in savunduğu demokratik devrim tezi, ancak bir devrim teorisi içinde anlaşılabilir. Ki bu da işçi sınıfının iktidarını amaçlayan sosyalist devrimin koşullarına nasıl ulaşılacağı; bu iktidarın koşulları ve bu koşulları oluşturacak tarihsel parametrelerin o günden nasıl kurgulanıp hedefleneceği perspektifinde karşılığını bulur. Dünya kapitalizminin içinde bulunduğu koşullar ve bir dünya devriminin teorik ve pratik olarak imkanları (ki bu ikisi arasında mutlak bir eşitlik yoktur), bu imkanların bizzat Lenin tarafından yorumlanması, Rusya’da demokratik devrimin ve sosyalist devrimin kaderini önemli ölçüde belirlemiştir. Leninist demokratik devrim tezine göre, tarımda sermaye birikimi ve karşılığında proleterleşme, kırdaki sınıf mücadelesini keskinleştirecek, sınıfsal ayrışmayı hızlandıracak, -ki bunu tarımda kapitalizmi ve bir bütün olarak kapitalizmi geliştirerek yapacaktır- işçi sınıfını ve kırsal alandaki müttefiklerini güçlendirecektir; hem proleterleşme ve yarı-proleterleşme hem de yoksul köylülüğün ittifaka kazanılması yoluyla... Ama şu gerçek bir tarih notu olarak kaydedilmiş olmalıdır. Şubattan Ekime, işçi sınıfının ve köylülüğün niteliğinde, bunların da gerisinde bulunan bir sosyal-ekonomik düzen olarak Rusya’da kapitalizmde, ne derece nitelik değişiklikleri olmuştur ki? Nitelik değişimi, sadece siyasal düzeye ilişkin gerçekleşmiştir. Burjuvazi iktidarı almış ve bu ölçüde burjuva devrimi tamamlanmıştır. Çünkü, bilindiği gibi, bütün devrimlerin temel sorunu iktidar sorunudur. Burada siyasal düzey ile ekonomik düzey arasında birebir ve dakik bir ilişki kurulamayacağını bir kez daha tekrarlayabiliriz. Ama bu tekrar, diğer bir çok deneme gibi, leninist demokratik devrim tezinin amaçları ile, bu devrimin pratik gerçekleşmesi arasındaki açı farkını açıklayamaz. Bu açı farkına biz çelişki dersek, bu çelişkiyi şu sorularla tanımlamamız da mümkün olacaktır! Demokratik devrimle umulan gelişmeler, Rusya özelinde dokuz ayda gerçekleşmemişken nasıl olmuş da sosyalist devrime ilerlenmiş, bu ilerleyiş kesintisiz gerçekleşmeyince yeni bir devrimle (Ekim Devrimi) iktidar alınmıştır? Bu soruya bir yanıt vermemiz mümkün. Ama yanıtın kendisinin biraz açıklanması zorunluluğu var. İkisini birden yapmaya çalışalım:

bedrettin  |  Cvp:
Cevap: 1
21.03.2014- 00:00

Rusya’da işçi sınıfı konjonktür uygun olduğu ve gücü buna yettiği için, burjuvaziyi kısa süren iktidarından devirebilmiştir. Demokratik devrim, burjuva devrimin hedeflerini burjuvaziye teslim edemeyecek kadar önemseyenlerin ve bu açıdan kapitalizmi bütün çelişkileri ile birlikte geliştirmek isteyenlerin, dokuz ay sonra peşi sıra gelen sosyalist devrimleri ile değişilmiştir! Bu kararın alınması ve bu iradenin gösterilmesinde en önemli etmen (parametre), dünya devriminin beklenmesi olmuştur. Beklenen bu devrimci dalganın ilk belirtilerinin Rusya’da işçi sınıfını öne fırlattığı şeklindeki genel algı (tarihsel parametrelerin algılanışı), Bolşeviklerin, Ekim Devrimi’nin görevlerini saptamaları üzerinde doğrudan etkide bulunmuştur. Bolşevikler, o an, sosyalist devrime ilerlenmesi yönünde bir kararsızlık gösterilmesini, sadece kendilerinin değil, esas olarak Dünya Devrimi’nin büyük kararsızlığı şeklinde yorumlamışlar ve içinde bulundukları koşullarda, tarihin onlara yüklediği bu role uygun, yani kararlı bir tavır sergilemişlerdir.

Dünya Devrimi’nin bu tarihsel dalgası için ana sorunun, geriden gelmesi ve Bolşeviklerin önüne geçmesi gerekenlerin (özel olarak ideolojik alanda) Bolşevikler kadar hazır olmamaları ve böyle kesin bir irade ile davranamamaları olarak saptanması gerekmektedir.

Savunduğumuz bu değerlendirmenin, sınıflar teorisi açısından başka bir izaha muhtaç olduğunu söylemiştik. Çünkü, bir tarihsel parametreyi, dünya devrimi dalgasını ve ona ait siyasallıkları değerlendirirken, hangi nedenle olursa olsun ağırlıkları kaydırmıştır.[2] Demokratik devrim tezinin amaçladığı pratik sonuçlar alınmadan sosyalist devrime ilerlenmesi, sınıflar mevzilenmesinde başka türden sorunları yaratmıştır. Bu sorunlar, o dalga içinde Bolşeviklerin yüklendiği sorumluluğa fatura edilebilir. Ama sonuç değişmez. Bolşevikler içinde bulundukları tarihsel parametreleri teorilerine yerleştirmişler ve bir siyasal strateji geliştirmişlerdir. Bugün için de Bolşeviklerin yaptığından başka bir yol gözükmemektedir. Hangi siyasal hareket olursa olsun, içinde bulunulan tarihin ona yüklediği görevleri, bu tarihsel parametreleri değerlendirerek saptayacaktır.

Bu konuda ikinci örneğimize geçmeden önce, bir varsayım yapalım ve bu eksende akıl yürütelim. Rus devriminin yalnız kalmadığını ve başta Almanların ve giderek Avrupa’da belli başlı kapitalist ülkelerin devrimlerini yaptıklarını, sosyalizmin inşasına giriştiklerini düşünelim. Bir çok insanın kafasında, dünyanın sosyalist bir toplum olarak inşası, ister istemez, o güne kadar oluşmuş tarihsel ve sınıfsal eşitsizliklerin giderilmesi yönünde büyük bir plan ve kaynakların yeniden tahsisi olarak şekillenecektir. Ki bu, esas olarak bugünün dünya devrimi için de geçerlidir. Bu durumda Sovyet devriminin, daha çok kaynakların kendisine yöneltildiği ve eşitsizliklerden zararlı çıkan bir coğrafya olarak belireceğini söyleyebiliriz.

Tam bu noktada, ‘bir sistemin geliştirebileceği üretici güçleri sonuna kadar geliştirmeden tarih sahnesinden çekilmeyeceği’ saptamasını devreye sokalım. Bugünün kapitalist-emperyalist sisteminin ve üretici güçlerin gelişmişliği konumundan bakılınca, o günün dünyasında kapitalist sistemin gününün dolmadığı ve devrimlerin birer zorlama olarak, erken girişilmiş hareketler düzeyinde kavranmasına yol açtığı saptamasına varılabilir. Bu saptama, esas olarak, kapitalist sistemin üretici güçleri geliştirmesini mutlak olarak kabul etmektedir. Ve bu nedenle yanlıştır. Kapitalizmin üretici güçleri hızla geliştirdiği ve bu nedenle devrimci karakterinin ağır bastığı tarihsel dönemden farklı olarak, teknolojik gelişmelerin hızı ne kadar inanılmaz görülürse görülsün, bu hız, doğrudan tekellerin kar oranlarına ve hedeflerine bağlıdır. Üretici güçlerin yenilenmesi, herhangi bir tekel lehine kar oranlarını arttırmasına bağlıdır ve yenilikler ancak bu şartla üretime uygulanmaktadır. Buna rağmen, üretici güçlerdeki gelişme tek başına hiç bir şey ifade etmediği gibi, olumsuz eğilimleri daha da hızlandırabilmektedir. Başta insan olmak üzere, hemen bütün üretici güçler, gelişen yanları dışında esas olarak tahrip olmakta, çürümektedir. İnsanlığın yararına, üretimin yararına, toplumsal tüketimin yararına olabilecek hiç bir gelişmeye izin verilmemektedir.

1917 Ekim Devrimi ile birlikte kapitalizme yönelik olarak gelişen en büyük tehdit boşa çıkarıldıktan bu yana, sistem bütün büyük gelişmeleri, toplumsal altüst oluşlar ve insanlığın büyük bölümünün zararına geliştirmiştir. Ekim devrimi yıllarının dünyasından farklı olarak bugün gelişebilecek bir devrimin dünyası, bütün hücrelerine ve bütün coğrafyalarına kadar, kapitalist üretim ilişkilerinin şu ya da bu ölçüde geliştiği bir dünyadır. Ve bu nedenle, kaynak tahsisi ve dünya boyutunda bir planlama, yine dünyanın her hangi bir yerindeki feodalizmi kapitalizme evirmek gibi ya da bu evre yaşanmadan sosyalizmin inşasına eklenmek gibi bir gündeme sahip olmayacaktır. Bu tip sorunlar daha çok kültürel ve ideolojik planda yaşanabilecek sorunlar olarak görülmeli ve beklenmelidir.

Bu örnekte, ilgili parametrenin, teorinin kendisinin yerine geçirilmemesine rağmen, teorinin imkanlarını aşırı zorlamasının bir tarihsel deneyini bulmaktayız. Teori ile kurulan devrimci ilişkinin, ideolojinin kendisinin, nesnelliğe müdahale etme çabasının en soylu örneği olan Sovyet deneyi, dünya tarihi planında, nesnelliği değiştiremediği ölçüde, bu nesnellik tarafından kuşatılmış ve yok edilmiştir. Sosyal-ekonomik yapı tahlilinin sunduğu imkanlarla ilişkilendirilen Rusya’daki devrimci adım, büyük ölçüde, teori içinde bir üst başlık olarak yer alan ve her şeyin tabi kılınması gereken dünya devrimi tarafından belirlenmiştir. Bolşeviklerin kendilerini uydurdukları genel zorunluluk olarak dünya devriminin kısıtlılıkları ise Rusya’da sosyalizmin kuruluşunun engellerini aynı şekilde belirlemiştir.

Rusya için ileri ve uç olan bu tarihsel parametreler, aynı ile bugün kurulmaya kalkılırsa, sosyal-ekonomik yapı tahlilleri çarpıtılmaya ve buna dayandırılacak devrimci stratejiler geri kalmaya; Bolşeviklerin o tarihsel dönem için uç kaçan ideolojilerine göre, bugün onların yaptıklarını tekrarlamayı önerenlerin önerileri ve buna yönelik stratejileri gerici ve yavan kaçmaya mahkumdur.

Tam karşı cepheden bir örnek vermek gerekirse, kapitalist sistemin, kendisini karşıtına göre kurguladığı, kalkınmacı politikaları destekleyip, kendine bağımlı ekonomileri derece derece oluşturduğu bütün bir tarihsel kesiti göstermek gerekir. Sosyal devlet uygulamalarının desteklendiği bu tarihsel kesit, sosyalist sistemin sahneden çekilmesi ve beraberinde küreselleşme ideolojisi ile kapanmış oldu. 1944 Bretton Woods Konferansı’nda İngiltere’yi John Maynard Keynes, Amerika’yı ise Harry Dexter White temsil eder. Bretton Woods’ta ikisinin de savundukları, sermaye hareketlerinin serbest kalmasının zararlı etkilerinin olacağı ve bu nedenle denetlenmesi gerektiği yönündedir. Serbestleştirme, ülkeleri bağımsız ekonomik gelişme yeteneğinden alıkoyacaktır ve piyasaların görünmez elle falan düzeleceği yoktur; piyasalar esas olarak irrasyoneldir. Keynes Planı’nda, ‘hem iç hem dış sermaye hareketlerinin denetiminin savaş sonrası ekonomisinin daimi özelliği olması gerektiği yaygın bir kabul görür’. Sermaye hareketlerinin denetimi yönünde İMF Anlaşması’nın dördüncü maddesi kesin hüküm niteliğindedir ve bu anlaşma metni, bugünün yaygın uygulamaları ile devre dışı kalmıştır. İkinci Emperyalist Savaş’tan galip çıkanlar arasında Sovyetlerin bulunması, kapitalist sistemi daha dikkatli olmaya, kendi çelişkilerini dizginlemeye yöneltmiştir.

Kapitalist sistem, kendi ihtiyaçlarını tarihsel parametreler ekseninde tanımlarken, sosyalist sistemin başına açtığı beladan kurtulması için gerekli politikaları öngörmüştür. Başka türlüsü de mümkün değildir. İktisat alanı başta olmak üzere, kültürel, ideolojik vd alanlarda, kendi sermaye birikim koşullarının belirlediği, ama bu koşulların da sosyalizm tehlikesi tarafından kısıtlandığı bütün bir dönem sona erince, kapitalizm, bütün saldırganlığı ile ve en ufak bir hukuk kaygısı taşımadan savaş naraları atmaya başlamıştır. Kuşkusuz bu saldırganlığın, yaşadığı krizin derinliği ile ilişkisi önemlidir. Ama bugün sermaye hareketlerinin tam boy serbest ve yıkıcı boyutlarda olması, en ufak bir sınırlama getirilememesi, dünyanın finans baronlarının denetimine, denetimsiz yıkıcılığına tabi olması, sermaye fraksiyonları arasındaki rekabeti daha bir şiddetli kılmaktadır. Bugünün dünyasında, mamul madde ticaretinin dörtte üçü ulus-aşırı şirketler arasında yapılmaktadır. Bu hacmin üçte birinden fazlası, aynı şirketlerin bağlı şirketleri ya da iştirakleri arasında gerçeklemektedir. Bu tablo yine aynı şirketlerin büyük oranda katılımcısı oldukları spekülatif işlem hacminin bir kaç günlük tutarına eşdeğerdir. Mamul madde ticaretinin bu dikey yoğunlaşmasının bir yıllık tutarı, borsalardaki bir kaç günlük işlem hacmi ile karşılanabilmektedir. Tablo ortada iken, ikinci savaş sonrasının ihtiyaçları ekseninde yapılanan İMF sözleşmesinin dördüncü maddesinin bir hükmü de kalmamaktadır.

Burjuva ideolojisinin türevleri olan iktisat tezleri ve doktrinlerinin politik belirlenmişliğine, teori ile kurdukları ilişkiye verdiğimiz bu örnek dışında verilebilecek örnekler bir hayli fazladır. Sınıfsal çıkarları açısından burjuvazinin, komünistlerden daha başarılı olarak tarihsel parametreler, teori ve devrim ilişkisini kurup denetleyebildiğini ve bu nedenle sınıf savaşımında halen kazanan ve yönlendiren konumda bulunmasını, bu örnekler açıklar.

Paris Komünü’nden üstünden 133, Ekim Devrimi’nden bu yana ise 86 yıl geçti. İlki 72 gün, ikincisi ise 72 yıl yaşadı ve bu iki büyük devrimci dalga, dünya devriminin imkanlarını daha bir olgunlaştırarak, arkasındaki tarihsel derslerle birlikte, yine derinliklere bir yerlere çekildi. Geri gelmesi kaçınılmaz bir büyük devrimci dalganın bütün unsurları işçi sınıfının denizinde hazırlanıyor. Bunu en son hissedenler, sıradan insanlar ve şu an bu dalganın uzağında günlük dertleri ile uğraşan işçiler olabilir. Ama bir kez hareket ettiğinde yine bu dalganın en sert yerinde bu insanların yer alacağı ve şimdiden görünen ilk belirtilerin içinde işçi sınıfının yerini aldığı kuşkusuz. İşte sıradan insanların örgütlülüklerinin, sıradan olmayan bir şekilde ve tarih bilinci ile donanması, işçi sınıfının ideolojisini ve program derslerini, strateji ve taktiklerini geliştirmesi, bugün nispeten durgun gözüken şartlarda bu hazırlıkları gerçekleştirmesi gerekiyor. Bu açıdan tarihsel parametreleri iyi okumak kadar, tarih, teori ve devrim ilişkisini doğru kurabilmek ve bunun örgütsel ifadelerini geliştirebilmek zorunluluğumuz ve görevimiz bulunuyor.

Komünün ve Ekimin bütün adsız savaşçıları, komünistleri, bu toprakların komünistleri ve devrimcileri ile birlikte, şimdi ellerimizde bulunan tarih derslerini bize miras bırakmış bulunuyorlar. Yeni dalgaya hazırlanmak, bu dalgayı hazırlamak, ve bu dalganın içinde boğulmadan, ütopyanın kıyılarına çıkmak için, teorik ve ideolojik duruşumuzu sağlamlaştırmak, sınıfsal duruşumuzu netleştirmek, ve bunun üzerinden, doğru bir tarih okuması yapmak gerekiyor.

Bu nedenle, önce bizi silahsızlandıran bütün tarih ve teori okumalarının dogmatizmini, tarihsel sınırlılıkları ölçüsündeki güdüklükleri, ve her şeyden önemlisi, burjuva kırılmaları reddetmek birincil görev. Bu nedenle;

Program, her şeyden önce, dünya devrimi planında sınıflar mevzilenmesine ilişkin önermelere sahip olmalıdır. Emperyalist sistemin niteliği ve yönelimleri bu konu başlığına girer. Bu konudan hemen sonra, ülkenin sosyal-ekonomik yapısının tahlili gelir. İşçi sınıfının devrimi hangi toplumsal ve sınıfsal yapı üzerine yükselteceği, sosyalist inşa yönünde atacağı adımların ne olduğu ve bu adımları atarken, hangi sınıf ve kesimlerle ne türden ilişkiye gireceği, bütünüyle, sosyal-ekonomik yapı tahliline dayanmak, bu analizin üstüne yükselmek zorundadır.

Sosyal-ekonomik yapı tahlili, marksist ideolojinin kavramları ile ve bu kavramların ağırlıkları kaydırılmadan yapılmalıdır. Kavramların ağırlıkları kaydırıldığında ister istemez başka türden ve diğer sınıflara yönelen bir ideolojik şekillenmenin içine giriliyor demektir. Örneğin sınıfların ve esas olarak da işçi sınıfının tanımı yapılmadan gerçekleştirilen bir sosyal-ekonomik yapı analizi ile karşılaştığımızda, marksist ideolojik alanın dışından bir analizle karşı karşıya olduğumuz ilk aklımıza gelen fikir olmalıdır. Böyle yapılıyorsa teori, ideoloji, ve tarihsel parametreler birbirinin yerine ikame edilmiş demektir.

Bu ilişkiyi doğru kurmayan ve bu nedenle de marksist teorik donanıma dogma düzeyinde yaklaşan program çalışmaları ve örnekleri, aslında başka türden sınıfsal zeminlerde bulunmanın teorisine marksist kılıf geçirme denemesinden başka bir anlam taşıyamaz.



[1] Bu konuda dergimizde yapılan çalışmalar, anılan aksaklıkların dışında duran, dayandığı tarih anlayışı açısından farklı bir tarz ve değerlendirmeyi oluşturmaktadır

[2] Burada ağırlıkların yanlış yorumlanması saptaması, ikinci enternasyonal çizgisinin yerine çoktandır etkin kılınması gereken Üçüncü Enternasyonal’in, dünya devrimini yönetecek olan partinin yokluğu şeklinde belirtilmelidir. Özel olarak ideolojik alandaki bu eksiklik, sadece Bolşeviklerin özel çabaları ile doldurulamayacak kadar büyük kalmıştır.

K.Ali

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]