Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

02.04.2014- 07:20

AKP döneminin sol suçları 1 (Can Ulusoy)


AKP’yi 2002 yılında büyük bir koalisyon iktidara getirdi. Bu koalisyonun içinde;
- Neredeyse bir bütün olarak burjuvazi vardır. Türkiye’nin büyük sermayesi ve Anadolu sermayesi AKP’ye destek çıkmıştır.
- Nakşibendî ve Nurcu kökenli tarikat ve cemaatlerin neredeyse bütünü
- BOP’u hayata geçirmeye karar veren ABD ve İsrail
- Kemal Derviş’in ekonomi modelini uygulatmak için istikrarlı bir hükümete ihtiyaç duyan uluslar arası büyük sermaye
- 2007 seçimleri ile birlikte Türkiye merkez sağının ezici bölümü (burjuvazinin AKP’ye olan desteği ile doğru orantılı olarak) bu koalisyonda yer almıştır.

AKP’ye oy vermiş kır ve kent yoksulları da seçimlerde önemli bir faktör olarak yer aldı, hala da öyle. Fakat koalisyonun bir parçası değildi, nitekim hiçbir karar alma mekanizmasında temsilcisi olmadığı gibi uygulanan tüm politikalar da aslında bu kesimlerin çıkarlarına karşıydı. Yoksul insanımız bu süreçte dilencileştirilerek büyük bir haysiyet kaybına da uğratılmıştır. Günümüzde ortaya yayılan bütün çürümüşlük ve yolsuzluklara rağmen AKP mitinglerini dolduran kalabalıkların hala bu kent ve kır yoksullarından oluşması sadece cehalet ile açıklanamaz…

AKP’yi iktidara getiren yukarıda da görüldüğü üzere; burjuvazisiyle, dincisiyle Türkiye ve dünya gericiliğinin büyük koalisyondur. Fakat bu koalisyonun ne yazık ki, ana gövdesinde yer almasa da sağ ve sol kanatları vardır. Bu kanatlar koalisyonun bizatihi içinde olmayabilir de. Fakat o gövdenin uçmasında kritik bir role sahiptirler ve ne yazık ki Türkiye’de kendisini sol addeden bazı unsurlar bu rolü büyük bir şevkle uygulamış, DSİP örneğinde olduğu gibi Tayyip Erdoğan’ın takdirlerine mazhar olma şerefine de nail olmuşlardır. Hatta gövdeye dâhil olmayan sağ kanadın çok daha kabul edilebilir bir durumu olduğu söylenebilir. Genellikle 28 Şubat sürecinin muhafazakârlara zulmettiğini düşünen ve güçlü bir AKP iktidarı ile muhafazakârların rahatlayacağına inanan mütedeyyin insanlardır. Bunların büyük kısmı Ertuğrul Günay’dan çok daha önce AKP ile hareket etmeyi içine sindiremeyerek istifa etmiştir.

Öncelikle AKP döneminde işlenen sol suçların mahallerini belirleyelim: Bunlardan birincisi Ergenekon davalarında, ikincisi 12 Eylül Anayasa Değişikliği Referandumunda, üçüncüsü darbecileri yargılıyoruz adlı tiyatroda mahkeme kapılarında bayrak sallayarak parodiye dâhil olmalarında, dördüncüsü Akil Adamlar girişiminde, beşincisi Haziran İsyanı’na dudak büküp “aman ulusalcılar var, eyvah barış süreci tehlikeye girer” aymazlıklarında kendisini gösterdi. Bunlar suçların işlendiği mahallerdir.

Bu suçların bedelini öncelikle halkımız ödemiştir. Yoksa Ufuk Uras gibi Roni Margulies gibi isimlerin itibarlarının yerle bir olmasından büyük üzüntü duyacak değiliz. İtibarlarının sıfırlanması nihayetinde kendi tercihleriydi. Fakat halkımıza ödettikleri fatura ağır olmuştur, çünkü cürümlerinden büyük yer yakmışlardır. Bu da onların kabiliyeti değil “sol”un toplum vicdanındaki değerinden kaynaklanmıştır. Bu yüzden sol ile uzaktan yakından alakaları kalmamalarına rağmen “sol” adına televizyon kanallarının stüdyolarında koşturulmuşlardır.

Bu suçlardan biraz bahsedelim:

1) Tamamen düzmece bir dava olduğu en başından tespit edilebilecek Ergenekon Davası’nda hükümete verdikleri destekle AKP faşizminin inşasında kritik bir rol oynamışlardır. AKP ve Cemaat, I. Cumhuriyet’in tam manasıyla tasfiyesi için ordu ve ulusalcı gruplara hazırladığı komplolar ile inşasına çalıştığı II. Cumhuriyet’ine meşruiyet kazandırma ihtiyacı da duymuştur. Bu ihtiyacı karşılayan da “darbeciler yargılansın” yaygarasıyla AKP’nin yardımına yetişen bu “sol” zevat olmuştur. “Sol” içinden olduğu bilinen kesimlerin bu davayı sahiplenmedeki canhıraşlıkları, demokrasi hassasiyetine sahip birçok kişinin olumsuz etkilenmesine neden olmuştur.

2) 12 Eylül Referandumu, AKP’nin faşizmi inşa süreci önündeki taşları temizleyen önemli bir araç olmuştur. Bu noktada da gerek “yetmez ama evet”, gerekse de “boykot” ediyoruz diyen “sol”cular yine AKP’nin faşizme giden sürecine “demokrasi” boyası atıp meşruiyet kazandırmaya çalışmışlar, e doğal olarak Recep Tayyip Erdoğan’dan da aferin almışlardır. 12 Eylül’ü yargılıyoruz parodilerinde de 12 Eylül’ün ürünü olan AKP’den hesap sormanın 12 Eylül ile hesaplaşmadaki en büyük görev olduğunu gözlerden kaçırıp, demokrasi düşmanlarına perde olmuşlardır.

3) Akil adamlar süreci ve Haziran İsyanı’ndaki görevleri de aynıdır. Akil adamlar sürecinde hükümetten rol alabilmek için büyük bir heves içinde olmuşlardır. Hatta Haziran’da meydanlar ateş içindeyken, gencecik çocuklar AKP’nin talimatları ile katledilirken Başbakan’ın sofrasında oturmaya devam etmişlerdir. Haziran İsyanında da tutumları zaten bellidir, onlara göre darbeciler, ulusalcılar sokaktadır, barış sürecini engellemek istemektedirler, bunu yaparken de “meşru” hükümeti devirmeye kalkmaktadırlar diyerek AKP’ye can simidi uzatmaya çalışmışlardır. Fakat gün geçtikçe pekişen faşizm ortamıyla doğru orantılı olarak itibarları da azaldığından ve toplum nezdinde teşhir olduklarından etkileri çok daha sınırlı kalmıştır.

Oysaki gericilik ile işbirliği yaparak kazanılmış tek bir demokratik hak var mıdır? Demokrasiye düşman faşist güçlerin, iktidarlarını konsolide etme yolunda önündeki engelleri temizlemek için giriştikleri harekata destek çıkmak, iyi ihtimalle budalalık, kötü ihtimalle ise dönekliktir. Fakat her şartta halka karşı suç işlenmiştir ve “Türkiye tarihi ile hesaplaşsın” sözüne pek bir bayılan bu zevat, AKP dönemindeki suçları ile ne zaman hesaplaşacaktır?

Günümüzde ise yeni “sol” suçlar ardı ardına sıralanmakta ve ne yazık ki CHP’liler başı çekmektedir. CHP içinden de bu suçları fark eden ve tepki gösterenler olmakla birlikte, Cemaat ile haşır neşir olmaktan pek bir mutluluk duyanlar, iktidara giden her yol mubahtır anlayışı ile Türkiye’de siyasal mücadele alanını yok etmektedirler. Anadolu’nun bağrından Unkapanı’na gelmiş ve çıkacak kaseti ile ünlü olma hayalleri kuran genç türkücü gibi, ne yazık ki bazı CHP’liler de kendilerini iktidara taşıyacak iktidara yönelik özel hayata dair kasetlerin ardı ardına yayınlanması için cemaate ellerini açmış dua etmektedirler. Cemaat kasetlerinden medet ummak;

1. Öncelikle siyasetsizliktir. Oysa Türkiye'de apaçık faşizm, yolsuzluklara batmış idari bir sistem, savaş suçları işlemiş bir dışişleri politikası, halkı dilenciliğe sürükleyen bir ekonomik model ve dini sömüren riyakarlık mevcuttur. Esas mücadele alanları bunlardır. AKP ile siyasal mücadeleyi geride tutacak kaset komploları AKP'ye zarar vermez, AKP ancak siyaset ile geriletilir

2. Kasetlerden medet ummak, Cemaat bir şey açıklasın da seçimden galip çıkalım anlayışı Haziran'a ihanettir. Milyonlar siyasal mücadele sahnesine dökülmüşken, Cemaatin eline bakmak düpedüz budalalıktır

3. Dün CHP'nin ve MHP'nin de kasetleri çıktı. Hele iş sekse dönerse burada sağcılık solculuk olmaz. İnsanlar kişisel muhabbetlerinde dedikodu da yapar, resmi olarak asla söylemeyeceği şeyleri de söyler. Kasetlerle siyaseti dizayn etmenin sonu yoktur. Kişisel hayata tecavüzü meşrulaştırır. Bu durumdan hiç kimse kurtulamaz.

Günümüzde işlenen bir başka “sol” suç ise, bu seçimlerde AKP’yi kesin devireceğine iman etmiş, sandık fetişizmi içindeki CHP’nin sosyal demokrat kesiminden gelmektedir. Ellerinde hiçbir mantıklı gerekçe olmadan, AKP’nin twitter yasağından sonra demokratik haklarını kullanıp tepki göstermek isteyenlere, sandığı bekleyin “provokatörlük” yapmayın şeklinde iğrenç bir saldırı gelmiştir. Oysaki CHP’liler az buçuk iktidar hayalleri kuruyorsa, 2012’den beri AKP faşizmine karşı her türlü bedel ödemeyi göze alan, barikatları yıka yıka gelen gençlik sayesindedir.

Bu söylemin bir diğer tehlikesi ise sanki gençliği düşünüyor gibi yapmasıdır. Oysaki gençliğe saldırıyı önleyecek en önemli şey, eylemlerin daha büyük kitlelerle düzenlenmesidir. Fakat eylemlere gitmeyin provokasyon vardır diye hiçbir dayanağı olmayan söylemlerde bulunmak AKP karşısındaki halk hareketini zayıflatacağı gibi, devrimci gençleri saldırıya açık hale getirir. 30 Mart'tan önce durum neyse 30 Mart'tan sonra da Türkiye’nin durumu aynı hatta çok daha zorlu olacaktır. Sonuçlar ne olursun olsun AKP saldırganlığı daha da şiddetlenecektir. Şimdi “evde oturun, provokasyon gelir” çığırtısı yapanlar, 30 Mart sonrasının çok daha sert koşullarında halkı ve mücadeleyi diktatörlüğe teslim etmiş olurlar…

AKP döneminin “sol” suçları 2 ile devam edeceğiz…

sol

şibusa  |  Cvp:
Cevap: 1
03.04.2014- 01:10

AKP döneminin sol suçları 2 (Can Ulusoy)


Türkiye Solunun AKP dönemindeki en büyük suçlarından biri Kürt meselesinde emperyalizmin konumunu görmezden gelerek, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” gibi bir amentü ile soruna yaklaşması olmuştur. Bu amentü ile yola çıkan Türkiye solunun bazı unsurları ne yazık ki önceki yazıda bahsedildiği üzere sadece AKP’nin faşizme giden yolunda taşları temizleyen ve AKP’ye meşruluk kazandıran bir fonksiyon yüklenmemişler, Kürt sorununun eşit yurttaşlık temelinde emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele temelinde yapılması noktasındaki devrimci çabayı da dinamitlemeye çalışmışlardır. Böylelikle Kürt sorunu üstünden emperyalist müdahale ve gericiliği de meşrulaştırmaya çalışmışlardır.

Solun son derece sekter ve sıkıntılı bu tutumunun birkaç sebebi var.

Bunlardan ilki tarih ve teori noktasındaki muazzam eksiklikleridir.

“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” sosyalizmin bir olmazsa olmazı değildir. Hatta sosyalizmin kişinin ve toplumun yeteneklerinin gelişimi önündeki engellerin kaldırılmasından başka hiçbir olmazsa olmazı yoktur. Devrimciliği ve dinamizmi buna bağlıdır, nitekim bu tek kaidesi de dinamik bir süreçtir, yani cenneti kurduk ve bitti diye bir şey olamaz, yaşam sürdükçe diyalektik işler ve insanın zincirlerinden kurtulması ile onlara bağlanması arasındaki gidip gelmeler sonlanmaz.

“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, ulusların hapishanesi olarak adlandırılan Çarlık Rusya’sının savaş politikalarına karşı geliştirilmiş bir taktikti. İmparatorluk içindeki ulusların emekçi halkları, Çarlık sarayının ve burjuvazinin çıkarları için savaşlara sürülmekte, sömürülmekte ve zulümlere maruz kalmaktaydı. Bu noktada “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ikili bir işleve sahip oluyordu. Birincisi, emperyalist tekellerin çıkarları için savaşa sürülmüş İmparatorluk halklarını, savaşa karşı mücadelenin içine sokarak Çarlığı zayıflatmak, ikincisi de İmparatorluk içinde Ruslara nazaran daha da fazla ezilen ulusların desteğini kazanmak. Yani “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, merkezine emperyalizm ve sınıf çelişkilerinin konulduğu bir siyaset içinde anlamlıdır. Bu çelişkileri merkezden kaldırıp, bizatihi ulusal sorunu çelişkinin merkezine yerleştirirseniz, yaptığınız anca milliyetçilik olur ama asla sosyalist bir bakış açısı ile ilişkilendirilemez.

Nitekim 1917 Sovyet Devrimi’nin hemen ardından, başta İngiliz emperyalizmi ve Çarlıktan geriye kalan unsurlar, “ulusların kendi kaderini tayin hakkını” gerici bir dil üzerinden kışkırttılar. Lenin’in, cevabı, “ulusların kendi kaderini tayin hakkını” savunmaktan vazgeçip, Sovyetlerin birliğini sağlamaya yönelik yeni bir taktik geliştirmek olmuştur. Çünkü ideolojinin dayandığı stratejinin merkezindeki çelişki “emperyalizm” iledir. Eğer ulusların bağımsızlığı emperyalist tahakküm zincirini gevşetecekse “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” savunulur, fakat tam tersine emperyalizmin planlarına yarıyor ve dünya emekçilerinin çıkarlarına aykırı ise “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” savunulmaz. Nitekim gerek Kafkas Seddi ülkeleri “Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan”ın dağıtılarak Sovyetlere dâhil edilmesinde, gerekse de Türkistan’ın kaderini biz belirleriz diyen Basmacı hareketin (ki Enver Paşa da bu sırada öldü) bastırılmasında Lenin’in tutumu çok nettir. Emperyalizmin hizmetine girdiği anda bu taktik terk edilmiştir. Fakat Türkiye solunun bazı unsurları, sosyalistlerin stratejilerinin merkezinde yer alması gereken emperyalizme ve sınıfsal sömürüye karşı mücadele yerine, taktiksel bir siyaset olan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı dillerinden düşürmezler. Birçoğunun da teori ve tarih bilgisi o kadar zayıftır ki insan dinledikçe hayretler içinde kalır.

Türkiye solunun bir kısmının bu konudaki tutumunun bir başka belirleyicisi ise Avrupa merkezleri ile kurdukları yakın ilişkilerdir. Dünyaya emperyalizm ile mücadele eden mazlum halkların yanından bakmazlar. İnsan hakları savunusu onlar için “Helsinki Yurttaşlar Cemiyeti” üyesi olmayı gerektirir, Soros paraları ile demokrasi ve barış savunulur, Avrupa vakıflarından proje karşılığı sağlam paralar alınır. Elbette bunlar sol içindeki işbirlikçi kesimlerdir. Her ne kadar şimdi sesleri çıkamasa da (çünkü AKP faşizmini meşrulaştırmada öyle görevler yüklendiler ki bırakın konuşmayı insanların yüzüne bakacak halleri kalmadı) zamanında Türkiye solu üstünde teorik bazda belirli bir tahakkümleri vardı.

Üçüncü ve çok daha dramatik olan ise Türkiye solunun bu kesimlerinin PKK’nin kuyrukçuluğundan kurtulamamasıdır. 1980’lerde ve 1990’ların başında ikliminde Kürt halkı Türkiye’deki muhalif gücün merkeziydi (Zonguldak’taki büyük işçi mücadelesini es geçtiğimiz sanılmasın). Ayrıca Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerinin hiçe sayıldığı bir gerçekti. Fakat günümüzde Türkiye solunun kucaklayacağı muhalif hareket Kürtlerle sınırlı değildir, tam aksine Haziran İsyanı’nda ortaya çıkan büyük emekçi kitleler esas dayanılacak kitleyi oluşturmaktadır. Fakat barış süreci zeval görmesin diye Doğu ve Güneydoğu’da Haziran’ı televizyondan izleyen BDP gibi onun kuyrukçuları da meydanı bir iki gün içinde terk etmişlerdir. İkinci önemli husus ise Kürt siyasetinin kendisini Türk emekçileri ile özgür bir ülkede, eşit yurttaşlık temelinde bir arada yaşama iradesi ve mücadelesinden koparak, emperyalist merkezler, Hakan Fidan üzerinden MİT, AKP ve Kürt egemenleri ile ittifak halinde bir gelecek çizmeye adapte etmesidir. Bu durumda “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” her şeyden önce gelir demek, sosyalist siyaset ile en ufak bir bağa sahip olamaz. Irak, ABD silahı ile parçalanmıştır ama direnmektedir, Suriye ABD’nin taşeronu AKP ve Körfez ülkelerinin silahı ile cehenneme dönmüştür ama Suriye devleti direnmiş ve zafere yaklaşmıştır, İran’ı bu konjonktür içinde parçalamaları mümkün olmadı. Türkiye ise ne yazık ki duygusal sınırları itibariyle parçalanmıştır. Amerikan silahı ile halklara özgürlük getirme düşüncesi, Arabın, Farisinin, Türkün, Kürdün ve diğer bölge halklarının kanını döker, ikinci bir İsrail olarak dizayn edilecek ve Fırattan Akdenize ulaşacak Kürt koridoru, bölgeye barış getirmez. Bu noktada, efendim ne olursa olsun karar “Kürt ulusal hareketinindir” demek bir siyasettir elbette fakat hiç kimse bu noktada Lenin’i ya da sosyalist teoriyi referans gösterme hakkına sahip değildir.

Bu kesimlerin üstelik Türkiye’de özgür ve eşit bir biçimde bir arada yaşamaya yönelik her söze ve PKK’ye karşı her itiraza karşı ortaya koydukları korkunç bir dil vardır. En ufak bir itiraz mı ettin hemen “faşist, ulusalcı, Kürt düşmanı” olursun. Hem de ömrün boyunca Kürtlerin eşit yurttaş olarak bu ülkenin asli unsuru olduğunu savunmuşsun, Kürtlerin hakları için bugün ABD-AB-AKP’ye yaslanıldığı değil, kellenin koltukta olduğu dönemlerde sesini yükseltmişsin, hiç sorun değil. Değil mi ki “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”na en ufak bir laf ettin, hemen bir koro halinde saldırılar dinlendirilmeye başlar.

Peki, Türkiye solunun yurtsever, antiemperyalist kesimleri bu dil karşısında ne yapacaktır? Tavsiyem umursamayın, bu dil sizi yıldırmasın. İşgalcinin topundan tüfeğinden, faşizmin cezaevlerin, dincinin gericiliğinden korkmayan bu namus birikimi, teori ve tarih bilgisinden yoksun, kör bir anlayışın ithamları karşısında, “aman şimdi böyle dersek hepsi birden bize şunları söyler” diye gerilememeli. Bu noktada tavrını netleştiremezse Türkiye solu bizatihi suçlu olmasa da suça boyun eğmiş olur…

AKP döneminin sol suçları 3 ile devam edeceğiz…


Sol

şibusa  |  Cvp:
Cevap: 2
04.04.2014- 04:41

AKP Döneminin Sol Suçları 3 (Can Ulusoy)


AKP döneminin sol suçları serisinin sonuna CHP’yi bıraktık. Bu sıralamada en az suçun CHP’de olmasından dolayı değil elbette, seçim öncesi soL’dan yapılan tüm uyarılara kulak tıkayıp, bizi hiç yanıltmayan bir sonuçla darmadağın olup, “ama bakın onlar hırsız oyumuzu çaldı” gibi işin bir başka yönüne değinen, fakat sandık sevdalılarının “işin esasını değiştirmeyecekti zaten” türü savunmalarla günü kurtarmaya çalıştıkları, “ee peki ne bekliyordunuz ki zaten” sorusu karşısında, bir yerlerden tanıdık gelen “çok safmışız” lafını etmemek için, “halkımız aptal” gibi mesnetsiz bir söyleme sarılıp, suçlarının daha da görünür hale gelmesini bekledik.

CHP’nin suçu aslında çok daha eskilere ve temele dayanır. Bu kendi devrimine ihanettir. Burjuvazinin hâkim olduğu bir parti 20. y.y. koşullarında zaten kendi devrimine ihanet edecekti, bu kaçınılmazdı. Fakat CHP, tamamen egemen emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenmiş olmasına rağmen, ülkedeki seçim barajından ve kutuplaşmadan yararlanarak her zaman özgün ve devrimci bir sol siyasetin gelişiminin önünü de tıkadı. Yani ne devrimcilik ile dirildi ne de siyaseten vefat etti. CHP’nin sınıf siyaseti ve sol içindeki varlık imkânlarını ayrı bir yazıda tartışmak üzere bu temel suçu vurgulayıp geçelim, şimdilik suçlarını AKP dönemi ile sınırlayalım.

CHP’ye 2002 seçimlerinde ağır bir mağlubiyet yaratan ilk büyük suçu Kemal Derviş’i ve DSP’yi bir Amerikan ve büyük sermaye operasyonu ile parçalayanları partiye kabul etmesiydi. 2001 yılında yaşanan büyük ekonomik kriz ve gelmekte olan Irak Savaşı, ya halka radikal bir sol proje ile apayrı bir kurtuluş imkânı gösterme, ya da halkı sistemin kendi çözümlerinden birine ikna etme ihtimallerini ortaya çıkardı. AKP bu yazı dizinin ilk bölümünde de vurgulandığı üzere dünyanın ve Türkiye’nin tüm gericilerinin koalisyonu ile iktidara hazırlanmaktaydı. Uygulayacağı ekonomi programı da IMF ve Dünya Bankası’nda yazılmış olan Derviş Programıydı. CHP’nin seçimdeki tek şansı bu koalisyona karşı büyük bir direniş sergilemek ve en azından emekçileri ve gençliği uzun erimli bir mücadeleye hazırlamaktı. CHP bunu yapmadı, sistemin çözümünün bir parçası olmayı kabul etti, Kemal Derviş’i milletvekili adayı gösterdi. Böylelikle sistem içi çözümlerden birini seçme ile karşı karşıya bırakılan halkımız, büyük koalisyonun medya desteği, yenilik masalları ve mağduriyet ile buluşmuş karizma tahayyülleri arasında AKP’ye yöneldi.

CHP kısa bir süre sonra Derviş ile yollarını ayırdı fakat Dervişlerin dünya görüşünü gün geçtikçe pekiştirdi. İnsanların hayatlarına maddi olarak müdahalede bulunacak ve umut yaratacak siyasetler geliştiremediği için her seçim AKP karşısında bozguna uğradı. Fakat çok daha ağırı solun bu ülke için hiçbir siyaset üretemezmiş gibi bir yanılsamayı yaygınlaştırması oldu. Sağcı aday transfer ederek oyların arttırılabileceği ümidi siyasetsizliğin kötü bir dışavurumuydu. AKP’nin de soldan devşirdiği adayları vardı, fakat oy almak için değil, vitrin için, böylelikle siyasetin hegemonik gücü olduğu yolunda bir gövde gösterisi yapıyordu.

Oysaki CHP tarihinde sağcılaşarak hiçbir seçim başarısı yakalayamadı. 1950 seçimlerine DP’leşerek girme stratejisi izledi ama aslı varken taklitlere yüz vermeyen halkımız tarafından çok ağır bir şekilde cezalandırıldı (DP: 52,68 – CHP: 39,45). Fakat bu durumdan ders çıkarmayan CHP, 1954 seçimlerine “demek az sağcılaşmışız, biraz daha sağcılaşalım” düsturu ile girdi, daha da büyük bir mağlubiyet aldı (DP: 57,61 – CHP: 35,36). Pragmatik bir siyasetçi olan İsmet İnönü iki seçim yenilgisinden ders almış olmalı ki, 1957’de biraz daha kendisi gibi olan CHP, ekonomik krizin de etkisi ile oylarını yükseltti (DP: 47,88 – CHP: 41,09). 1965 seçimlerine “ortanın solu” siyaseti ile giren CHP 1980 öncesinin en düşük oy oranına ulaştı, fakat İnönü bunu göze almıştı. Türkiye’nin gidişatını doğru okumuştu. Türkiye hızla sanayileşmekte, kentlileşmekte, işçi sınıfı gelişmekte ve eğitim seviyesi yükselmekteydi. Parti içinde Turan Feyzioğlu’nun başı çektiği sağ Kemalistlerin kopuşunu dahi göze aldı ve “ortanın solu” siyasetinin sözcüsü Ecevit’in arkasında durdu. CHP ısrarının meyvesini 1973 ve 1977 seçimlerinde topladı. Geçen süre zarfında Ecevit sol politikaları kent yoksullarına ve işçilere benimsetmeyi ve inandırmayı başarmıştı. 1977 yılında CHP % 41,39 oy oranı ile çok partili siyasal hayat içindeki en yüksek oy yüzdesini yakaladı. 1989 seçimlerine de sol söylemle giren CHP ( o zaman SHP’idi) sandıklardan birinci parti çıktığı gibi üç büyük şehrin belediyesini de kazandı. Fakat DYP-SHP koalisyonu zamanında neo-liberal politikalara teslim olan SHP işlediği bu büyük suçun faturasını ağır ödedi. Sistem dışı bir dil kullanan ve “adil düzen” söyleminin temeline ekonomiyi yerleştiren RP kent yoksullarının desteği ile 1994’te büyük bir zafer elde etti. CHP’nin egemen sistem ile arasına mesafe koyamadığı ve git gide sağa yaklaştığı 2000’li yıllardaki tüm seçimlerden de mağlubiyetle çıktığını görüyoruz. Nedeni basit, ülkede zaten sağı temsil eden güçler var, sağ için CHP’ye oy vermek çok saçma. Açık ve net bir gerçek var, o da CHP’nin sağcılaşarak girdiği tüm seçimleri kaybettiği, fakat sistemin dışında olmasa da merkezinden biraz daha sola kaydığı seçimlerden zaferle çıktığı.

CHP’nin AKP dönemindeki bir diğer büyük suçu halk hareketinin ivmesini yavaşlatmaya yönelik tutumudur. Zaten halk hareketine önderlik edecek örgütsel nitelik ve nicelikten yoksun olan CHP, halk hareketinin kendiliğinden zirve yaptığı zamanlarda dahi çok çekingen kalmıştır. Fakat en büyük suçu son yerel seçimlere giderken işlemiştir. Bunda CHP içinde nüvelenmiş sosyal demokratların, mücadele tarihi içindeki olağan rollerini oynamalarının büyük payı vardır. Sosyal demokrasi her zaman halk hareketinden ürker, çünkü sistem dışı bir çözümün buradan sivrilmesinden çekinir. AKP’nin tam da meşruiyetini kaybettiği ve halk hareketinin dinamizmi ile daha da zayıflayacağı bir aşamada, “sakın sokağa çıkamayın, provokatör müsünüz siz, bu işi sandıkta zaten bitireceğiz, sizin yüzünüzden seçim yapılamayacak” tarzı, ne siyasetten, ne de halkın vaziyetinden haberdar olmayan bir zevat, tam da Tayyip Erdoğan’ın belirlediği alanda savaşı göze almış ve mağlup olmuştur. Fakat şunu da belirtelim, AKP açısından bu taktik bir zaferdir, stratejik bir zafer değildir. Bizler için ise bu durum, devrimci olmayan her türlü anlayışla mücadelemizi yükseltmemiz için büyük bir imkân yaratmıştır. Devrimcileşmeyen ve insanların maddi yaşam koşullarına müdahale ederek, bunları dönüştüreceği yönünde bir inanç aşılamayan her siyaset Türkiye’de mağlup olur. Hesap basittir. Türkiye’de muhafazakârlık gibi takıntısı olmayan, fakat AKP’nin kurduğu dilenci ekonomisi çerçevesinde sağladığı sosyal aktarımlarla kabaca 750 tl civarında olan gelirine bir 500 tl daha katkı sağlayıp, geçimini sağlayan, yüzde 10 civarında bir kent yoksulu ve taşeron çalışan işçi mevcuttur. Bu kesim CHP’nin popülist politikaları ile kazanılamaz, zira AKP zaten hazırda o imkanları vermektedir. Üstelik dilenci ekonomisi içinde insanlar büyük bir ahlaki çöküntü de yaşamıştır. Çözüm kamu ekonomisinin tekrar inşası, üretim ekonomisi ve halkçı seçenek ile “işsizlik yasaklanacak” diyen, taşeron çalıştırmaya son veren bir sisteme insanların ikna edilmesidir. Bu yüzde 10’lu kesim ancak sol siyaset ile kazanılabilir ve işte o zaman AKP’nin çağıracağı bir sandık da kalmaz.

İçine girdiğimiz süreç, üç bölüm halinde yayımladığımız “AKP döneminin sol suçları” ile hesaplaşarak, aynı zamanda devrimcileşip, Sol Cephe’yi Türkiye’nin her yerinde bir an önce örgütleyip, CHP’yi de sol siyasete çekmek, eğer çekilmezse yeni bir sol seçenek yaratacak mıknatıs etkisini yaratmak olarak tarif edilebilecek büyük bir görevi önümüze koymuştur. Haziran ruhu dimdik ayakta, diktatörün yalanına hırsızlığına boyun eğmiyor. Sıcacık bir bahar kapımızda, yaza Cumhurbaşkanlığı seçimi var ve zafer emekçilerin olacak…



soL

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]