Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

Sol, gerçek seçim çalışmalarından neden kaçıyor?
Erkin Özalp


İşten atılan işçilerin direnişlerini desteklemek reformist bir tutum mudur? Ücretlerinin artırılması ya da çalışma koşullarının iyileştirilmesi için grev yapan işçileri desteklemek reformist bir tutum mudur? Eğitimin (daha) paralı hale getirilmesine yönelik girişimlere karşı çıkmak reformist bir tutum mudur? Eşitsizlikleri artıran sağlık “reform”larına karşı çıkmak reformist bir tutum mudur? Ulaştırma zamlarına karşı çıkmak reformist bir tutum mudur?
 
Herhalde bu tür sorulara kestirmeden “evet” cevabını yapıştıran solcuların sayısı hayli düşük kalacaktır.
 
Peki, işçilerin ve emekçilerin yaşam koşullarını iyileştirmek ve onları örgütlü mücadeleye kazanmak için seçimlerden yararlanmaya çalışmak reformist bir tutum mudur? Muhtarlık, belediye meclisi üyeliği, belediye başkanlığı, il genel meclisi üyeliği ve milletvekilliği gibi yöneticilik görevlerine halkın çıkarlarını temsil edecek olan kişilerin seçilmesi için mücadele etmek reformist bir tutum mudur? Seçimlerde gerçekten de somut kazanımlar elde etmeyi hedeflemek, bunun için uzun soluklu çalışmalar yapmak, reformist bir tutum mudur?
 
Solcular, her şeyden önce dürüst olmalı. Dürüst olmalıyız.
 
Birinci paragrafta söylenenler ve benzerleri elden geldiğince yapılırken ikinci paragrafta söylenenlere “reformizm” damgasının yapıştırılabilmesinin tek bir açıklaması var: Kolaycılık.
 
Bir yandan soyut bir sosyalizm (ya da radikal, devrimci, gerçek demokrasi, halk demokrasisi vb.) propagandası yaparken diğer yandan güncel gelişmeler karşısında güncel tavırlar almak, şu ya da bu düzeyde özveri gerektirse bile, özünde kolaydır. Buna karşın, seçimlerde başarılı olmak için, inandırıcı olabilmek, halkı oy vermeye ikna edebilmek gerekir. Bunu başaramayanların seçimleri önemsiz, seçimlerde başarı isteyenleri sırf bunu istedikleri için reformist ilan etmeleri ise kolaycılıktan başka bir şey değildir.
 
Tek tek solcular ve sol örgütlerin kadroları açısından bakalım. Sosyalizm hakkında genel geçer sözler söylemek, sosyalizm propagandası içeren bildiriler dağıtmak ve yayınlar satmak, bir işçi direnişi patlak verdiğinde dayanışma ziyaretlerine katılmak, işçiler yürüdüğünde onlarla birlikte yürümek, eşit ve parasız eğitim talebiyle imza toplamak, bu talebi yükseltmek için düzenlenen gösterilere katılmak, ulaştırma zamlarını izleyen günlerde turnikelerden para ödemeden geçmek gibi eylemler, hem zaman ve emek ister, hem de insanın başına pek çok bela getirebilir elbette. Dahası, solcuların herhangi bir kişisel maddi çıkar gözetmeksizin mücadele etmesi, solcu olmayanlar tarafından farklı düzeylerde “takdir” edilir. Bunun da ötesinde, belirli taleplerin birileri tarafından ısrarla dile getirilmesi, toplumsal ölçekte bazı “ideolojik” kazanımlar sağlar.
 
Ama tüm bunlardan, tarihsel gelişmenin kritik dönemeç noktalarında gerçek bir iktidar alternatifinin yaratılmasını sağlayabilecek olan işçi sınıfı ve halk önderlerinin çıkması çok zordur.
 
İşçi sınıfı ve halk önderleri derken, kendinden menkul önderlik iddialarını dışarıda bırakıyorum tabii ki. Falanca sosyalist partinin filanca yüksek kurulunun önde gelen bir üyesi, kendisini gerçek bir öncü, hatta bir halk önderi sayıyor olabilir. Ama bu kişi ve partisi seçimlerde halktan oy almanın yollarını bile yaratamıyorsa, söz konusu “öncülük” iddiası, kendi kendine gelin güvey olmaktan çok fazlasını ifade etmiyor demektir.
 
Türkiye’de, bugüne kadar yaptıklarıyla halkın az çok güvenini kazanmış ve bir milletvekilliği ya da belediye başkanlığı seçiminde aday gösterilmeleri durumunda daha baştan belirli bir iddialılığa sahip olabilecek olan sosyalistler kimler? (Kuşkusuz, Kürt hareketi ya da CHP tarafından aday gösterilerek ya da desteklenerek alınabilecek olan oylardan söz etmiyorum.)
 
Herhalde, akla gelen isimlerin çoğu, sanatçı kimlikleri sayesinde belirli bir popülerliğe ulaşmış kişiler olacaktır. Onlara belki bazı yazarlar ve bazı akademisyenler eklenebilir. Son olarak, yine siyasetçi kimlikleriyle değil, meslek yaşamları sayesinde belirli bir saygınlığa ulaşan isimler bulunabilir.
 
Peki, aklınıza, siyasal mücadeleleri sayesinde halkın güvenini kazanan bir sosyalist geliyor mu?
 
1960’lı ve 1970’li yıllarda, çok farklı mücadele biçimlerine dayalı olarak, halkın da farklı ölçülerde güvenini kazanan liderler ortaya çıkabilmişti. Önce Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) parlamenter mücadeleyle öne çıkardığı bazı isimler, ardından silahlı mücadeleye yönelen gençlik örgütlerinin liderleri (ve ayrıca devrimci sendikaların liderleri), halk önderleri olarak anılmayı da hak etmişti. Buna karşın, 1980’lerin başından bu yana, sosyalistler, işçilerin gözünde de, daha genel olarak emekçilerin ve yoksulların gözünde de, siyasal açıdan etkisiz ve büyük ölçüde “bilinmez” kişiler olmanın ötesine geçemedi.
 
Günümüzde silahlı mücadele yürütmeye çalışan sol örgütler açısından bu durum anlaşılır ve kaçınılmaz kabul edilebilir. Ama bugünün koşullarında silahlı mücadele yürütmek gibi bir gündemleri bulunmayan sosyalist örgütlerin halk önderleri yaratmak konusundaki başarısızlıkları dikkat çekici değil mi?
 
Kimileri soruya soruyla cevap vermeyi tercih edebilir: İyi ama, olağan dönemlerin koşulları ile devrimci dönemlerin koşulları çok farklı değil mi? Olağan dönemlerde düzen partilerinin peşine takılan halk, devrimci dönemlerde sokağa çıkarak o partileri iktidardan düşürmüyor mu?
 
Düşürebiliyor elbette... Ama sonra ne oluyor? İktidar, otomatik olarak, o zamana kadar halktan en az oyu almış olan ve üyeleri neredeyse hiç tanınmayan partilere mi devrediliyor? Yoksa, düşürülen iktidara karşı mücadele ederken belirli bir toplumsal güce ulaşmış, somut mevziler elde etmiş, halkın az çok tanıdığı (ya da tanıdığını sandığı) birileri mi geliyor iktidara?
 
Aslına bakılırsa, Türkiye’deki sosyalist örgütler, iktidara ne şekilde gelmeyi umduklarını açıkça tartışmıyor. “İktidar perspektifi”nin çok önemli olduğunu vurgulayan sosyalistler bile, somut bir “iktidar stratejisi” tartışması yürütmekten kaçınıyor. Açıkçası, sosyalistlerin çoğunun bugünkü iktidar umudu, piyangodan büyük ikramiye çıkması umudundan farksız: Türkiye uzun ve yıpratıcı bir savaşa girse, işgal edilse ya da ülkeye açık faşizm gelse, mevcut iktidarın yanı sıra diğer düzen güçleri de tam bir meşruiyet yitimine uğrasa, halk ayaklansa, savaşa, işgale ya da açık faşizme karşı mücadelede öne çıkmayı başaran sosyalistler iktidara gelse!
 
Ne var ki, solun bugünkü etkisizliği nedeniyle, bu tür “katastrofik” gelişmeler yaşansa bile, bunların solu iktidara getirmesi olasılığı son derece düşük olacaktır.
 
Sosyalist örgütlerin adı koyulmamış “bekle ve umut et” stratejisi, eldeki kadroların sayısının belirli bir düzeyin ötesine geçmesine de izin vermiyor.
 
Başka her tür tartışma bir yana, Türkiye’deki sosyalist örgütlerin neredeyse tümünün bugünkü üye sayılarını kat kat aşan sayılarda “eski solcu” üretmiş olması, her bir örgütün kendisini sorgulamasını ve dürüstçe hesap vermesini gerektirmiyor mu? Sosyalist bir örgüte üye olmak, hiç de o kadar kolay bir tercih değil. Kişisel yaşamları açısından çok önemli bir karar alarak bu örgütlere üye olanların büyük çoğunluğunun görece kısa süreler içinde mücadelenin dışına düşmesini kişisel zaaflarla açıklamak, en hafif deyimle, büyük bir ayıp değil mi?
 
Sosyalist örgütlerin üyelerini kolayca kaybetmesinin temel nedeni, iktidar hedefiyle somut bağlantıları herkesçe görülebilecek olan gerçek ve gerçekçi hedefler doğrultusunda mücadele edilmemesi.
 
Seçimler söz konusu olduğunda, sosyalist örgütler, birkaç aylık seçim kampanyaları düzenlemenin ve bu kampanyalar sırasında genel geçer birtakım sözler söylemenin ötesine geçmiyor. Seçimlere birkaç ay kala çok sayıda başka parti ve örgüt gibi bildiri dağıtarak, afiş asarak, küçük ölçekli toplantılar düzenleyerek ve genel ülke sorunlarından söz ederek oy almak nasıl mümkün olabilir ki? Bunu yalnızca, kendi dışlarındaki güçlerin kararıyla milletvekili seçilebilenler başarabiliyor.
 
Sol, seçimler için elbette ittifaklar kurabilir ve kurmalıdır. Ama meclise girmelerini tümüyle başkalarına borçlu olan sosyalist milletvekillerinin varlığı, sosyalist örgütlerin toplumsal ölçekteki görevlerini yerine getirmiş oldukları anlamına gelmiyor. Diğer yandan, bugüne kadarki somut örneklerde, bu şekilde elde edilen milletvekillikleri, solun bağımsız bir siyasal özne olarak güç kazanmasına pek fazla hizmet edemedi.
 
Başta işçilerin ve emekçilerin yoğun olarak yaşadığı yerellikler olmak üzere seçilmiş seçim bölgelerinde uzun süreli çalışmalar yapmadan, bu bölgelerde yaşayan insanların somut sorunlarını çözmeye yönelik somut hedefler belirlemeden, bu hedefler doğrultusunda halkın harekete geçirilmesini de içeren mücadeleler yürütmeden, halkçı bir yöneticilik tarzının farklarını somut olarak göstermeden, tüm bunların yapılmasına rağmen seçimlerde yeterince başarılı olunamaması durumunda bunun nedenlerini dürüstçe sorgulamadan, bir sonraki seçimlerde başarılı olmak için halkın önüne somut ve inandırıcı hedefler koymadan “seçim başarısı” elde etme beklentisi de, piyangodan ikramiye çıkması beklentisinden farksızdır.
 
Kapitalist bir ülkede, örneğin tek bir belediyenin halk tarafından yönetilir duruma gelmesi, o belediyenin sınırları içinde bir devrim yapılması anlamına gelmez elbette. Ama insanların barınma, ulaşım, su ve hatta beslenme gibi bazı temel ihtiyaçlarını karşılamalarını kolaylaştıracak olan bir belediyenin yaratılması, sermaye iktidarının engelleme girişimlerine karşı hem belediye sınırları içinde hem de Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaşayanların harekete geçirilmesi, solun toplumsal gücünün artırılması açısından önemsiz sayılabilir mi?
 
Solun, “halkın çıkarları”nı her şeyin önüne koyduğunu kanıtlayacak olan bir mücadele tarzından söz ediyorum. Dolayısıyla, sosyal demokrat bir belediye başkanı halkçı uygulamalara yöneldiğinde, eksiklerini ve yanlışlarını eleştirme görevini bir yana bırakmadan, onu desteklemek gerekir. Yine bir sosyal demokrat belediye başkanı, Dikili örneğinde olduğu gibi, halkçı uygulamaları nedeniyle hapis cezasına çarptırılıp görevinden uzaklaştırıldığında, buna karşı ülke genelinde mücadele yükseltmek, solun görevidir. Çünkü bu mücadele verilmediğinde, daha ileri örneklerin yaratılması zorlaşacaktır. Ama Türkiye’deki sosyalist örgütler, ne yazık ki, Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven’i yalnız bıraktı.
 
Osman Özgüven’e kadar gitmeye de gerek yok. Belirli bir sosyalist örgüt belirli bir yerellikte az çok etkili ve sonuç alması olası bir çalışma yürüttüğünde, diğer örgütlerin herhangi bir pazarlık yapmadan bu çalışmayı desteklemelerinin kaç tane örneği var? Tam tersine, sosyalist örgütler, Türkiye genelindeki oy oranlarında yüzde 0,0001’lik bir azalma olmasın diye, hiç çalışma yürütmeyecek olsalar bile, başka bir sosyalist örgütün çalışma yürüttüğü yerelliklerde aday gösterebiliyor. “Ama onlar da bize şurada destek olmadı” türü açıklamalar, sosyalist örgütlerin üyeleri tarafından o an için yeterli bulunsa bile, aynı örgütlerin halkın gözündeki inandırıcılıklarını yitirmelerine engel olamıyor.
 
Kimilerinin aklına, haklı olarak, şöyle bir soru takılabilir: Halkın sorunlarına düzen içi çözümlerin aranması ve en azından kısmi çözümlerin bulunması, halkın düzene bağlılığını güçlendirmez mi?
 
Halkın tüm temel sorunlarına düzen içi çözümlerin bulunabileceğini düşünüyorsak, o zaman, bu mücadele yolu, gerçekten de yalnızca düzene hizmet edecektir. Ama böyle düşünüyorsak, düzen değişikliği için mücadeleye gerek yok demektir!
 
Emin olabileceğimiz tek bir şey var: Bu düzende, halkın tüm temel sorunlarının sırayla çözüme kavuşturulması olanaksız.
 
Ama somut hedefler doğrultusunda mücadele etmeyen, örgütlenmeyen, mevcut düzenin sınırlarını somut olarak zorlamayan bir halk, köklü bir çözümü destekleme noktasına da kolay kolay gelemez. Doğrusal bir gelişim çizgisinden söz etmiyorum. Bugünden bir halk iktidarına uzanacak olan süreç, sıçramalar barındıracaktır. Ama sıçramaların gerçekleşmesi ve asıl önemlisi bunların bir halk iktidarına yaklaştırması için, belirli bir birikime de ihtiyaç var.
 
Halkın somut sorunlarını halkla birlikte çözme mücadelesi yürüten halk önderlerinin ortaya çıkması, tam da böylesi birikimin oluşturulması açısından önem taşıyor.
 
Peki ama, enerjilerinin büyük bir bölümünü halkın gündelik sorunlarına ayıranların, bu sorunların içinde boğulması ve asıl hedefi gözden kaçırması tehlikesi yok mu?
 
Var elbette. Ama, enerjilerinin büyük bir bölümünü halkın gündelik sorunlarıyla pek fazla ilgisi bulunmayan sorunlara ayıranlar da, Türkiye solunun son 30 yıldaki deneyimlerinden bildiğimiz üzere, bu sorunların içinde boğulabiliyor ve asıl hedefi gözden kaçırabiliyor.
 
Diğer yandan, asıl hedefin gözden kaçmasını engelleyecek, bugün yürütülen mücadelelerin bu hedefle bağlarının kopmasına izin vermeyecek bir tarzın yaratılmasına ihtiyaç duyulduğu açık.
 
Bunun yolu da, başka şeylerin yanında, elde edilen yöneticilik görevlerinin, kişisel maddi çıkarlar elde etmek için kullanılmayacaklarının taahhüt edilmesinden ve kullanılmadıklarının somut olarak gösterilmesinden geçecektir.
 
Marx’ın Paris Komünü hakkında yazdıklarının çoğu sosyalist tarafından bilinmesine karşın, yöneticilerin gelirlerinin, işçi ücretlerinin ortalamasını aşmaması gerektiği nedense pek hatırlanmaz. Dahası, yeri geldiğinde milletvekili maaşlarının yüksekliğinden şikayet edenlerin, milletvekili olduklarında bu maaşları sessizce ceplerine indirmeleri de hiç tartışılmaz. Oysa Avusturya’nın Graz kentindeki komünistlerin somut olarak gösterdikleri üzere, “başka bir pratik” mümkün! Yöneticilik görevlerine gelenler, elde ettikleri gelirlerin işçi ücretleri ortalamasını aşan kısmını dayanışma fonlarına aktarabilir (kaynak). Ve bunu yapmaları, gerçekten de farklı bir yöneticilik tarzını temsil ettiklerini somut olarak gösterir.
 
Bunun ötesinde, günümüzde, her tür kurumun her tür gelir ve giderinin en ayrıntılı şekilde herkesin denetimine açılması mümkün. Yine her tür kurumun her tür karar alma sürecinin herkesçe izlenebilir ve denetlenebilir olmasını sağlamak da mümkün. Sosyalistlerin görevi, merkezi ve yerel tüm devlet kurumlarında tam bir açıklığın sağlanması için mücadele etmek ve bu kurumlarda yöneticilik görevlerine geldiklerinde bu açıklığı sağlamaktır. Dahası, bu konudaki ilkesel yaklaşım, sendikalarda, meslek örgütlerinde, halk yararına faaliyet yürütme iddiasında olan derneklerde ve tüm diğer benzer kurumlarda da hayata geçirilmeli. Örneğin, haksız çıkar sağlama niyeti yoksa, sendika yöneticilerinin ne kadar ücret, ne kadar harcırah aldıkları, maaşlı sendika görevlerine kimleri getirdikleri gibi konularda gizliliğe neden başvurulsun?
 
Halk yararına faaliyet yürütmesi gereken her tür kurumun işleyişinde tam bir açıklığın sağlanması, bu kurumların yalnızca denetlenmesini değil, daha etkili çalışmalar yürütmelerine yönelik katkıların alınmasını da kolaylaştırır. Açıklığın bulunmadığı yerde, halkın desteğini almak çok daha zor olur. Açıklığın bulunmadığı yerde, sosyalistlerin elindeki kurumların daha etkili olabilmesi için bireysel olarak katkıda bulunmak isteyecek insanların ortaya çıkması da zorlaşır.
 
Oysa halkçı bir yönetim tarzının sağlayacağı en önemli olanaklardan biri, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin güç kazanmasını isteyen herkesten katkı alınabilecek duruma gelinmesidir.
 
Örneğin, ülkemizin tarihinde, devrimci üniversite öğrencileri tarafından Zap Suyu’na köprü inşa edilmesi gibi deneyimler de bulunuyor (kaynak). Okumuş ve okumakta olan insanların emekçi halka karşı sorumluluklarını yerine getirebilmeleri için, bunun somut olanaklarının da yaratılması gerekmez mi?
 
Yine örneğin, sosyalistlerin elindeki belediyelerde gönüllü olarak çalışma, halkla bağ kurmanın bir başka yolu haline getirilebilir. Hem belediyelerin sınırları içinden hem de dışından olabildiğince çok gönüllünün katkısının alınması, geleceğin halk önderlerinin ortaya çıkarılmasını da kolaylaştırabilir.
 
Tüm bunlar, gerçek ve kalıcı çözümlere ancak bir düzen değişikliğiyle ulaşılabileceği propagandasının bir yana bırakılmasını gerektirmez. Tam tersine, halkçı mücadelenin karşısına çıkarılacak olan engeller, gerçek çözümler için mevcut düzenin aşılmasının zorunlu olduğunu halkın gözünde de açıklığa kavuşturacaktır. En az bunun kadar önemlisi, farklı bir yönetim tarzının mümkün olduğunun somut olarak gösterilebilmesi ölçüsünde, sosyalistlerin kritik tarihsel dönemeç noktalarında somut bir iktidar alternatifi yaratmaları olası hale gelecektir.
 
Sosyalistlerin elindeki yönetsel mevzilerin çok sınırlı olması nedeniyle daha çok yerel yönetimlerden örnek vermiş olmama karşın, burada tarif etmeye çalıştığım mücadele tarzı, ancak ülke ölçeğindeki mücadelelerin bir parçası haline getirilebilmesi durumunda, yeterince etkili ve sonuç alıcı olabilir. Halkçı belediyelerle ülke ölçeğinde dayanışmanın örgütlenmesi ve bu belediyelerin karşılaştığı baskılara karşı yine ülke ölçeğinde mücadele yürütülmesi, elde edilen somut kazanımların çok daha geniş kesimlere duyurulması ve benzer örneklerin yaratılması için girişimlerde bulunulabilmesi için de gerekli.
 
Ama ne yazık ki, sosyalist örgütler, kendi kazandıkları belediyelerde olup bitenleri duyurmak konusunda bile yeterli çabayı harcamayabiliyor. Bu belediyelerin somut olarak neler yapılarak, hangi çalışma tarzıyla kazanıldığı, yine bu belediyelerde somut olarak neler yapıldığı ve bu çalışmalara ne tür katkıların alınabileceği konusunda pek az tartışma yürütülüyor. Hele aynı deneyimlerden başka yerelliklerde işe yarayacak somut dersler çıkarmak konusunda neredeyse hiçbir çaba gözlenemiyor!
 
Oysa hem Türkiye’deki hem de dünyanın başka ülkelerindeki somut deneyimler, sosyalizm mücadelesinin evrensel birikiminin birer parçası. Bunlardan yararlanmadan, daha ileri örnekler yaratmanın yollarını aramadan, bu doğrultuda somut, gerçekçi ve ikna edici hedefler belirlemeden sosyalizm mücadelesi yürütmeye çalışmak, yapılan çözümlemeler ve söylenen sözler ne kadar iddialı görünürse görünsün, gerçek devrimci iddialardan yoksunluğun bir kanıtıdır.
 
Sorun şu ki, gerçek seçim çalışmalarının ve gerçek bir iktidar mücadelesinin yürütülebilmesi için, solda gerçek bir dönüşüme ihtiyaç var. Örneğin, solun iktidara nasıl gelebileceğini açıkça ve dürüstçe tartışmadan, sol kadroların ve halkın önüne anlamlı, ikna edici ve gerçekçi hedefler koymadan, halkçı yönetim tarzının somut örneklerini ortaya çıkarmak için mücadele etmeden sosyalist örgüt yöneticiliği yapılabilmesi durumuna son verilmesi gerekiyor.
 
Bunu başarmak, son 30 yılın somut deneyimlerinin gösterdiği üzere, hiç kolay değil... Ama en azından bazı şeyleri daha yüksek sesle ve açıkça tartışmanın zamanı çoktan gelmedi mi?

Alisan  |  Cvp:
Cevap: 1
04.04.2014- 11:04

Güzel bir değerlendirme ve tesbitler. Bu tip söylemleri geçmişte burada söyledik, ama bizler bunu söylerken sol katşıtlığıyla suçlandık.   Ama aynı tesbitleri kendilerine yakın biryazar yapınca asla sol karşıtı olmuyor.

Umarım herkes bu tip değerlendirmelere ve tesbitlere kulak verirde binde birlerde olan oylarıyla öncü partiyix, emekcilerin desteğini alıyoruz,..... safsatalarına son verirler ve gerçek bir parti olmanın gereğini yaparlar.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]