Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Türkiye Devrim Tarihi

Tarihi acıların istismarı ve Ermeni trajedisi
Şerafettin Halis


Erdoğan’ın tarihi gerçekliklere atıfta bulunması samimiyetten uzak. Kürt sorundaki yaklaşımı, Alevi ve Dersim politikası da bunun örneği.

Roboski’ye ve Gezi’de katledilen gençlere bakışı bilinen Erdoğan’ın Ermenilere duyarlı olacağını düşünmek safdilliktir.

AKP’nin destek ve teşvikiyle Suriye’de Aleviler katledilip Ermenilere saldırılırken, Erdoğan birdenbire 1915 yılında katledilen Ermenileri hatırladı. Daha önce 37/38 Dersim Katliamı’nı hatırlayıp “Literatürde böyle bir şey varsa özür de dilerim” demiş olan Erdoğan, Osmanlı ve Türk literatüründe olmasa da dünya literatüründe yeri ve örnekleri olmasına rağmen, özür dilememişti. Dersim’in acılarını siyasi istismar aracı yapmaktan da geri kalmamıştı.

Şimdi de Ermeni acıları üzerinde istismar yapmaya başladı. “Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan 24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin” diyerek, bu büyük insanlık trajedisini bir “mesele” boyutuna indirgedi. Çok da önemsenecek bir “mesele” olmayacak ki, “kırgınlıkları yeniden dostluklara dönüştürmemiz mümkün olacaksa...” gibi bir yaklaşımla “meseleyi” sadece “kırgınlık” yaratmış olabilecek kadar hafife aldı. “Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayri insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması…” diyerek de trajedinin öznesini gizleyip savaş koşullarında bir “tehcir” olarak niteledi.

Başbakan’a göre I. Dünya Savaşı koşullarında Türk, Kürt, Arap ve diğer milyonlarca Osmanlı vatandaşı gibi/kadar Ermeniler de acılar yaşamış. Acıları yaşatanlar kim? Belli değil. Özne ya da nesne olduğu bilinmeyen bir “tehcir” suçlanıyor. Suçlu gereğini yapıyor! “Tehcir”den sonra “Türk, Kürt, Arap, ve diğer milyonlarca Osmanlı vatandaşı” doğdukları topraklarda yaşarken, her ne hikmetse Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim halkı Ermeniler ortada yok. Dünyanın dört bir yanına savrulmuş gazel misali vatansızlığı yaşıyor.

Merkezi ordu, Kürt Aşiret alayları ve Müslüman çeteler tarafından en az bir milyon Ermeni’nin katledildiği, zorlu yol koşullarında can verdiği bu trajedinin, devlet politikası olduğuna dair en okunaklı sayfası dünya kamuoyunun önünde dururken, Türk siyasetinin bu sayfayı yok sayma/karartma/kapatma çabası hep sürmüştür. Kıyımın mimarlarından Talat Paşa’nın defterlerindeki veriler bile bu “trajedinin” bir devlet planlaması olduğunu göstermeye yeter aslında. Erdoğan’ın yaptığı, Ermeni Trajedisi’ni savaş koşullarının doğurduğu “acı” olarak gösterip, gerçeğin üzerini farklı bir yöntemle örtmektir.

Ermeni trajedisi savaş koşullarının bir ürünü olarak değerlendirilemez. Savaş koşullarının ürünü olarak görmek bu trajedinin öznesi olan devleti -Abdülhamit’i, İttihat Terakki’yi ve diğer Müslüman ortakları- aklamak, hatta masumlaştırmak olur. Abdülhamit’in toplumu Müslümanlaştırmaya yönelik 1890’larda başlattığı bu toplumsal kıyım, İttihat Terakki’nin 1915’te Türkleştirme amaçlı doruğa çıkardığı “etnik ve dinsel arındırmalı” bir devlet projesidir.

Tarihi haksızlıklar ve kanlı süreçler yaşamamış hiçbir egemen ulus düşünülemez. Kendi tarihini sadece şan, şöhret, kahramanlık ve merhamet üzerinden tanımlamak, şoven bir yaklaşım ve gerçeğin değil resmi tarihin dilidir. Bu algı ve yaklaşımdan arınılmadıkça demokrasi ve özgürlükler yaratılamaz. Dolayısıyla ulusal/toplumsal sorunlar çoğu kez büyük acılara yol açacak şekilde varlığını sürdürürler. Bugün kanlı sonuçlar doğurmuş olan Kürt sorunu bu algı ve yaklaşımın bir sonucudur.

Amerika-Kanada da Kızılderililerin, Almanya’da ve hüküm alanlarında Yahudilerin, Çingenelerin ve dünyanın daha birçok yerinde farklı halkların soykırıma uğradığı artık ders kitaplarında okutulmaktadır. Amerika ve Kanada’nın Kızılderililerden, Almanların Yahudilerden nasıl özür dileyip tarihlerini özgüven içinde sahiplendiklerine dünya tanık oldu. Dünyadaki bu gelişmelere rağmen, egemen Türk siyaseti ve devlet aklıyla düşünen aydınları hala resmi ideoloji savunuculuğuna devam etmektedir. Oysaki Erdoğan’ın “(…)farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması…” saptamasındaki “empati” gerçekten kurulursa, resmi ideolojiden kaynaklı inkarın da yıkılacağı ve dünden bu güne kalmış sorunların çözümünün kolaylaşacağı görülecektir.

Bir milyonu aşkın insanın 1915 yılında doğrudan katledilmesi ya da dolaylı olarak yaşamlarının son bulması sosyolojik açıdan “katliam/kıyım/kırım vb.” olarak ad bulsa da devlet projesi olması itibariyle hukuk açısından bir “Soykırım”dır. Onlarca ülkede ve Amerika’nın kırk sekiz eyaletinde soykırım olarak kabul edilmiş durumda. Türkiye’nin görevi tarihi gerçekliğin üzerini örtmek değil, özgüven içinde aydınlatmaktır. Bunun için geçmişle yüzleşmenin ilk adımı olarak trajedinin niteliğini ve öznesini belirterek özür dilemektir. Soykırım suçuna denk gelebilecek olası bir tazminat ve toprak talebi olanaklı olmasa bile, tarihi haksızlığı giderecek alternatifler yaratılabilir. “Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır” söyleminde samimiyet varsa, Ermenistan’a somut bir dostluk eli uzatılabilir. En azından dünyaya açılma sıkıntısı yaşayan Ermenistan’ın dışa açılmasının olanakları vb. kolaylıklar Türkiye üzerinden sağlanabilir. Bu ilişki için Karabağ sorununu engel olarak görmek, bir samimiyet testi olarak Erdoğan’ın önünde durmaktadır.

Erdoğan’dan duyarlılık beklemek safdillik olur

Ancak Türk siyaseti ve devlet aklı için durum olanaksız olmasa da çok kolay olamayacaktır. Beyinlerde mermerleşmiş şoven yargıların kırılması zaman alacaktır. Erdoğan’ın toplumsal dayatmalardan doğan sıkıntıların aşılması için günü kurtarma adına tarihi gerçekliklere atıfta bulunmasının samimiyetten uzak olduğu gözlenmiştir. Kürt sorununu çözmede sürece yayarak yol alma yöntemi, Alevi ve Dersim politikasındaki tutarsızlığı, demokrasi ve özgürlükler vb. konulardaki baskıcı ve tahammülsüz tavrından yola çıkılarak, Ermenileri hatırlamış olmasının bir samimiyet içermediği kolaylıkla söylenebilir.

Roboski’ye ve Gezi eylemlerinde katledilen gençlere bakışı bilinen Erdoğan’ın, 99 yıl önceki Ermenilere, 76 yıl önceki Dersim’e samimi bir duyarlılık göstereceğine inanmak en hafif deyimle safdillik olur. Erdoğan’ın fermanlı, fetvalı tarihsel kaynaklardan beslenen zihin ve zihniyet dünyası, kendisinden olmayana, “ötekine” duyarlılık göstermesine asla izin vermez.

Algı yönetimi oyunu
İçeride sıkışmış olan Erdoğan/AKP, dışarıda da yalnızlaşmış bir konumda. Hedeflenen “sıfır sorunlu dış politika” iflas ederek “tümden sorunlu dış politika” halini aldı. Trajedinin yüzüncü yıl anmalarına bir yıl kala dünyada “Ermeni Soykırım Tasarısı”nı parlamentolarına sunmaya çalışan ülke sayısı artarken, Türkiye uluslararası alanda zorlanıyor. Gelişmiş ülkeler başta olmak üzere, onlarca ülkenin ve kuruluşun önemle dikkate aldıkları 1915 Ermeni trajedisinin “soykırım” olarak tanımlanmasının karşısında açık inkârın inandırıcı olmadığı anlaşıldı ve Ermenilerin hatırlanması gerektiğine ihtiyaç duyuldu.

Bu “hatırlama” doğru analiz edilmezse, egemen Türk siyasetinde bir ezber bozma ve tarihle yüzleşme gibi algılanarak Erdoğan’ın liderlik hanesine bir artı olarak eklenebilir. Zira algı yaratma ve yönetmede usta olan Erdoğan, uluslararası kamuoyunda böylesi bir algı yaratmayı hedeflemiştir. Doksan dokuz yıl önce yaşanmış, bugüne kadar da unutturulmak istenen trajedinin aniden hatırlanarak dokuz dilde taziye yayınlanmasının başka bir amaç ve anlamı düşünülemez.
On iki yıldır iktidar olan Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadar nefret ve inkarla baktığı Ermeni gerçeğini aniden hatırlamasına, onu bilenler ve tanıyanlar şaşırmadı.

Algı yönetiminden başarı arayan Erdoğan, bu yeni algı yaratımıyla ne kadar inandırıcı olur? Ermeni bazı aydınlar acelece bu durumu alkışlasa da, bekleyip anlamaya gerek yok. Tıpkı Dersim acılarının istismar edilmesi gibi, Ermeni acılarının da siyasete istismar aracı yapıldığı açıktır. Ancak amaç her ne olursa olsun, “(…)20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin (…) torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz” “hatırlama”sı, devlet ricalinden tarihe düşen ilk not olup, itiraf ve ikrar olarak okunacaktır.

Sol

solcu  |  Cvp:
Cevap: 1
16.02.2015- 15:27

2015 neyin yüzüncü yılıydı?

Aydemir Güler




En az iki yüzüncü yıldönümündeyiz. Ermeni soykırımı veya tehciri veya büyük felaket, Medz Yeğern, biri.

Diğeri de Çanakkale savaşı...

Birkaç hafta önce sanki bunların değil de Türk milliyetçiliğinin yüzüncü yılındaymışız gibi tuhaf bir hava kapladı ortalığı!

Çanakkale ile Ermeni gündemini ortaya karışık getiren bizzat Erdoğan oldu. Anzakların Gelibolu yarımadasına çıkartma yapmaları ile Ermeniler hakkında İttihatçı operasyonunun başlangıcı arasında bir gün var. Erdoğan Anzak günü törenlerine Ermenistan devlet başkanını davet ederek cinliğini gösterdi. AKP iktidarı bu aralar fazla uluslararası şov yapma olanağına sahip görünmüyor. “Biz çağırdık, o gelmedi.” Bu mesajın nasıl bir propaganda değeri olduğunu bilemiyorum...

Cumhurbaşkanı “geçerken” Ermenilere gol attığını zannededursun, asıl ilginç olan resmi devlet kampanyasının flaş taşıyıcısı olarak Doğu Perinçek'in misyon üstlenmesiydi. Avrupa mahkemelerinde kavga verebilsin diye yurtdışına çıkış yasağının kaldırılmasının bu anlama geldiğini saptamak durumundayız. Hükümetin doğrudan devreye girdiğinde zerre inandırıcılığı olamayan bu konuda, Perinçek'in daha etkili olacağı nereden çıktı, onu da anlayamadık.

Bunlar havaya sıkılmış kurşunlardır ve artık Türk milliyetçiliğinin elinden daha fazlası gelmemektedir. Konu, doğası gereği Türkçü bir dille yanıtlanabilir bir içeriğe sahip. Bunu şeriatçı, ümmetçi ve zaten Batıda artık horlanan AKP yapamıyor ve ilginç bir yedek oyuncuyu sahaya sürmüş bulunuyor.

Çanakkale konusu sonraya kalsın; bu vesileyle Ermeni sorununa değinmek gerekli hale geliyor.

Önümüzde daha aylar var, her ikisinde değininin ötesine geçeriz...

Şimdilik birkaç not.

Birincisi, tekrar olsun, 2015 yılı Türk milliyetçiliğinin hamle yapacağı bir yüzüncü yıldönümü falan değildir. Çanakkale'de de kullanılan Trakya deyimiyle “apırsalar da köpürseler de” olmaz. Ne bu başlıkta ne de genel olarak milliyetçiliğin yılında değiliz. Perinçek boşuna yol yaptı. Geriye AKP'nin jesti kaldı...

İkinci olarak, Büyük Felaket'in yüzüncü yılında yıldızı parlaması beklenen şu veya bu milliyetçilikten ziyade liberalizmdir. Bir sorunun sınıfsal bağlamından kopartılıp dünya ölçeğinde burjuva ideolojisiyle iç içe geçirilmesi liberalizmin işidir. Bu işlem de çoğunlukla “kimlikler” üstünden yapılıyor.

Üç: Bu durumda liberalizmin panzehirine ihtiyacımız var. Ermenilerin uğradığı soykırım veya yaşanan büyük acı, simetrik bir diğer “kimliğin” eseri olarak görülemez. Ermenileri öldüren, süren Türkler... veya Kürtler. Bu tanımlama liberalizme aittir ve aslında liberalizmin baş düşman ilan ettiği milliyetçilikle ilginç evliliğini ele verir. Çünkü bu örnekte eldeki kimlikler basbayağı milletler!

Dört: Terminoloji başlı başına bir tartışma sahası haline gelmiş durumda. Soykırım mı? Tehcir mi? Soykırım sözcüğü olmadan hakikate doğru tek bir adım bile atılamayacağını düşünenler olduğu gibi, tersi durumun emperyalizme teslimiyet olduğuna inananlar da var. Tartışmanın bugüne kadarki durumu kuşkusuz veridir. Ama veri olması, kavram setinin olduğu gibi kabulü anlamına niye gelsin?

Örnek olsun veya beşinci olarak; soykırım belirli bir ulusal/etnik kimliğin yeterli katliam gerekçesi halinde yaşanması anlamına geliyorsa, kavram yerindedir, olan budur. Ama aynı kavram uluslararası ilişkiler ve hukuk çerçevesinde bir müktesebatı da beraberinde taşıyorsa, bu olacak iş değildir. El konan Ermeni varlıklarının nasıl saptanacağını ve bu konuda ne yapılacağını çözecek babayiğit var mı?

Altı: Zenginlik demişken... sınıfsallık girer devreye. Türkiye’de ilk sermaye birikimi Osmanlı'nın parçalanma süreciyle tıkandı ve o birikim de parçalandı. İkinci sermaye birikiminin kaynaklarından önemli bir tanesi Ermenilerde birikmiş servete el konmasıdır. Medz Yeğern açıkça sınıfsal bir saldırıdır.

Yedi: Aynı zamanda emperyalist bir saldırıdır da. Halkların birbirine düşmesi Doğu sorununa bulunan “çözüm”ün, yani Osmanlı'nın parçalanmasının temel stratejisiydi. Buraya emperyalist akıl damga vurmuştur.

Sekiz: Kavram karmaşasının temizlenmesine gerçekten ihtiyaç var. Tehcir veya deportasyonun nötr bir içerikle kullanılması, dönemin Osmanlı egemenlerini aklamaya yaraması saçma. Deportasyon soykırımdan daha hafif bir suç sayılabilir mi? Yol açtığı acıya daha kolay katlanılır mı sanılıyor?

Dokuz: Suça maruz kalan bütün Ermenilerdi. Bunda kuşku yok. Peki suçlu kim? Çukurova sermayesinin hangi ailelere geçtiği belliyken, Anadolu'nun parçalanmasından kimlerin yarar sağlamayı umduğu belliyken, suçlunun Türkler, Kürtler veya Anadolu müslümanları olarak tanımlanması tuhaf olmuyor mu? Yüzeysel okumalar çoğu zaman art niyetli tahrifattır.

On: Peki tarih geçmiş midir, yalnızca? Bugünü etkilemeyen bir tarih tezi yoktur. Daha doğrusu bugünü etkilemeyecek başlıklarda tez yazmaya gerek olmaz, yazılsa da kimse okumaz. Şimdi örneğin liberallerin analizi kabul edilse ve bütün Türkler kendilerini kimlik olarak soykırım suçunun mirasçısı olarak görseler... Buradan ne çıkar? Bunun altından sağlam çıkılır mı?

Almanya'nın böyle bir kabulün altından kalkmasını sağlayan Nazizmle yaşanan hesaplaşmaydı. Adlı adınca Demokratik Almanya'yla somutlanan hesaplaşma. Ne Türkiye tarihinde benzeri bir şey yaşandı, ne de 21. yüzyılın başında geleceği basbayağı belirsizleşmiş bir kimlik olarak Türk toplumu böyle travmalardan ayakları üstünde çıkabilir. Buradan gaspedilen tarihsel servet birikiminin Ermeni sahiplerine geri dönmesi türünden fanteziler beslenmeyeceğine göre, olsa olsa Türk toplumunun iflah olmaz bir çöküntüye uğramasına varırız. Emperyalizmin bölgeyi yeniden dizayn ederken hep böyle trajedilere yaslandığını hatırlamanın yeridir.

Bitirirken “kendi hakkımızı” da savunalım, oldu olacak.

Bu topraklarda kendisini ulusal/etnik kimliklere göre tasnif etmeyen, bunların önüne sınıfsallığı koyanlar da var. Ermenilerin acısını paylaşan yüce gönüllü Türkler, Kürtler olabilir. Saygı duyalım... Ama ben onlardan, ezilen kimlikle empati kurmaktan söz etmiyorum. “Büyüklük biz de kalsın” demiyorum yani.

Hakikaten, akan kanın arkasında, kapitalist gelişmeyi, sermaye birikimini, emperyalist planları, ulusal kimlik kurgularını sınıf çıkarlarına alet edenleri gören ve bunlara öfkelenenleri kast ediyorum. Biz buyuz işte. Bu topraklarda biz de varız. Ne Türk ne Ermeniyiz. Ve hem Türk hem Ermeniyiz! Bir yanımızı diğer yanımızla karşı karşıya getirmelerine nasıl izin veririz!

Ermeni sorunuyla yüzleşmek için işçi sınıfının penceresinden bakmamız ve marksizmin yöntemine sarılmamız gerekir desek, çok mu tuhaf bir tez olur?

Yüzüncü yılda yapılacak en iyi iş bu tezi güçlendirmektir.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]