Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

06.05.2014- 13:39

Devrimcilik
Metin Çulhaoğlu


Marksizm, sosyalizm-komünizm ve devrimcilik…

Bir ülkede bunların tarihsel sıralanışı, sonuçta ortaya çıkan bileşim ve bu bileşim içinde tekil öğelerin göreli ağırlıkları, ancak bir noktadan sonra öznel çabalarla ve müdahalelerle yeniden şekillenir.

Bu noktadan öncesi, ülkenin düşünsel birikimidir, kültürüdür, kapitalizmin gelişmişlik düzeyidir, geçmiş deneyimlerdir, vesaire…

Kısacası, tarihin devrettiği önsel bir şekillenmedir.

Özneler elbette bu şekillenmeyi hiç sorgulamadan kabullenmek, ne yapacaklarsa bu çerçevede kalarak yapmak durumunda değildir. Ama adım atarken verili gerçeklikten yola çıkmak, müdahalelerini bu gerçekliğin kimi özel noktalarına yöneltmek zorundadır.

Daha açık olsun: Avrupa’da Marksizm ancak 19. yüzyıl sonlarına doğru sınıf hareketinde ve genel olarak düzen karşıtı muhalefette başatlık kazanabilmiştir. Aynı yüzyılın daha geniş bir dilimine ise ütopyacısı ve anarşisti dâhil çeşitli sosyalizm-komünizm tasavvurları ve bunlarla eşleşmiş bir devrimcilik damgasını vurmuştu.

Rusya’ya gelince; burada da Marksizm’i önceleyen bir devrimcilik, kırsallığı esas alan bir “sosyalizm” tasavvuru söz konusuydu (Narodniçestvo-Halkçılık). Bunun üzerine Plehanov gelmiş, ancak asıl belirleyici damgayı 20. yüzyıl başlarında Lenin vurmuştur. Yani ülkenin geleneksel sosyalist-devrimci mirasına Marksizm’in ve işçi sınıfının omurgasını yerleştirmiştir.

***

Ulusal kurtuluşçuluk, anti-sömürgecilik, Asya, Afrika ve Latin Amerika…

19. yüzyıl sonlarından günümüze gelirsek, bu coğrafyaların hepsinde kalkış noktası ya da “taşıyıcı paradigma” ulusal kurtuluş özlemleri, eşitlikçilik arayışları ve bir kez daha ütopyacısı dâhil çeşitli sosyalizm tasavvurları olmuştur. Bunlara her durumda eşlik eden devrimci hareketlerle birlikte…

Bu oluşumlara özel olarak Marksizm’in ve sınıf merkezliliğin ne kadar nüfuz edip kendi “omurgasını çakabildiği” ise değişkenlik göstermektedir ve ayrı bir tartışma konusudur. Ama bir ortak nokta vardır: Örneklerin çoğunda Marksizm, ne önünde bulduğu “devrimciliklerin” peşinden sürüklenmiş ne de onları topyekûn reddedip kendi köşesinde durmuştur: Marksizm’e zaten içsel olan devrimciliği, o koşullarda verili “devrimciliklerle” rezonansa girerek kendi merkezinden yeniden üretmiştir…

***

Ya Türkiye?

“Üçüncü dünya” ülkelerinin büyük çoğunluğuna göre farklıdır.

Gerçi kurtuluşçuluk ve devrimcilik Türkiye’de de hem bir hedef olarak sosyalizmi hem de bir düşünce sistemi olarak Marksizm’i öncelemiştir. Böyledir, ancak, kurtuluşçuluğun (şimdi “özgürlükçülük” diyelim), sosyalizm anlayışlarının ve devrimciliğin kapladığı alana Marksizm’in, sınıf hareketinin ve Marksist çerçevede bir “sosyalist toplum” tasavvurunun “çakılması” açısından Türkiye’deki birikim önemlidir ve hiçbir şekilde küçümsenmemesi gerekir.

Evet, bugün bu ülkede emekten, halktan, bağımsızlıktan vb. yana pek çok insan, özellikle gençler, sorulduğunda kendilerini “Marksist”, hatta “sosyalist-komünist” gibi kimliklerden önce “devrimci” diye tanımlayacaktır. Ancak, böyledir diye bunu ortadan kaldırılması gereken bir musibet gibi görmek başkadır, “işte ne güzel, tam da bizim omurgamızı çakacağımız alan” demek başkadır.

***

Deniz Gezmiş, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya ve başkaları…

Bu insanlarımız artık Türkiye’de genişçe bir kesimin “idolü” durumundadır. Ama sorsanız bu isimlerin Marksist ya da sosyalist-komünist kimliklerinden önce devrimcilikleri akla gelecek, en başta böyle tanımlanacaklardır…

Türkiye’de Marksistler-komünistler, bu ülkede kendi dışlarında ama gerçekten devrimci ne varsa bunları hesaplaşılması gereken yabancılar olarak görmemeli, Marksizm’in ve komünizmin kendi devrimciliğinin yansıtılması, “bak, devrimciliğin bir de böylesi var” diye gösterilmesi gereken kesimler saymalıdırlar.

Hani Marx “insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” demiş ya…

Marksistler de çoluk çocuk işi olmayıp gerçekten devrimci ne varsa hiçbirini kendilerine “yabancı” saymamalıdırlar.

umut  |  Cvp:
Cevap: 1
08.05.2014- 09:12

Devrimcilik (devam)
Metin Çulhaoğlu


Başlıktaki “devam” eki, 6 Mayıs’taki soL portal yazısının aynı başlığı taşıması nedeniyledir.

Söz konusu yazı, Marksizm ve sosyalizm-komünizm gibi kategorilerin “devrimcilik” kategorisiyle ilişkilenmesi üzerinde duruyordu. Özü de şuydu: Bu ilk iki kategori, var olduğu topraklarda gerçekten devrimci ne varsa hepsiyle şöyle ya da böyle ilişkilenmeli, kendi özündeki devrimciliği bu geleneğe, bu birikime yansıtmalıdır…

Şimdi, “devrimcilik” kavramı üzerinde biraz daha duralım.

Ama bu kez işi tekil kişi düzlemine taşıyarak ve özellikle bu kavramın günümüzdeki kullanım alanlarına şöyle bir bakarak…

* * *

Belirli bir uğrakta iki “devrimci” tipoloji düşünelim.

Bunlardan birincisi, “devrimciliği” en başta makro düzeyde anlamaktadır. Demektedir ki, bu düzen değişsin; sınıfların, sömürünün olmadığı, eşitsizliklerin ise ilk aşamada asgariye indirildiği yeni bir topluma geçilsin; bu ülkü uğruna örgütlü siyasal mücadele verilsin…

“Devrimci” olduğu su götürmez.

İkincisinin “devrimciliği” ise makro ölçekten başlamaz. Ona göre devrimcilik en başta kişi-birey ölçeğinde şekillenir ve böyle “tezahür eder”. Birey, ailede, eğitimde, işte, gündelik yaşamda, çevreyle ilişkilerde vb. yerleşik kalıpların dışına çıkar, “sürüden ayrılır”, kendine yukarıdan dayatılanları reddeder, “özgürleşir”, başkaldırır…

O da “devrimci” midir?

“Hava olsun”, “farklı görüneyim” diye yapmıyorsa hiç kuşkusuz devrimcidir, ama…

Aması şu: Yola doğru yerden çıkmış olsa bile, hep bu düzlemde kaldığında, kendi başkaldırısını makro ölçeğe ve örgütlü-kolektif mücadeleye taşımadığında, devrimciliği birey ölçeğinde şekillenen bir “ruh haline”, bir “psikolojiye” indirgemiş olacaktır.

“Psikoloji” kendi başına sorun değildir de, makro ölçeğe, toplumsallık kertesine ve kolektif ortamlara taşınmadığında bu kez başka “psikolojilere” dönüşen bir döngü ortaya çıkacaktır.

Kısacası, “yazık olacaktır”.

Hemen burada söyleyelim: İki “tipolojiyi” birbirinin karşısına dikmek, birinin diğerini peşinen dışladığını söylemek kesinlikle doğru olmayacaktır. Birinci tipolojinin bulunduğu konumun ikinci tipolojiye içsel bir dinamizmden beslendiğini, ikinci tipolojinin ise birincisinin bulunduğu noktadan gelen etkilere, çağrılara en azından açık olduğunu kim inkâr edebilir?

İkinci tipoloji uğrağından hiç geçmeden hemen birinci tipoloji “oluveren” var mıdır?

Tarihin her döneminde, dünyanın her yerinde, bu ikisi hep etkileşim içinde olmuş, birbirini karşılıklı olarak beslemiştir. Günümüzde, “devrimcilik” başlığı açıldığında ikinci tipolojinin birincisine “rakip” ya da “alternatif” gibi görünmesi, aradaki bu “diyalektik bütünlüğü” unutturmamalıdır.

* * *

Bitti mi?

Henüz değil.

Bir alıntıyla devam edelim, belki daha iyi anlaşılır:

“Devrimci kelimesinin asıl anlamı elbette, insanın bütün bilinçli eylemlerini kapsayacak şekilde genişletilebilir, yani tabiat kuvvetlerinden yararlanmak veya teknik ve kültürel fayda sağlamak, hatta şimdi bilemediğimiz, hiç hayal bile edemediğimiz kâinatlara köprüler kurmak. Ama yoldaşlar, bizim böyle bir soyutlama yapmaya, ‘devrimci’ kavramını böyle ölçüsüzce genişletmeye hakkımız yok. Çünkü kendi asıl, tarihi somut devrim görevimizi daha asla tamamlamadık, sınıflı toplumu yıkamadık daha.” (L. Troçki, “Komünist Eğitimin Görevleri”, 18 Haziran 1923, Sosyalizmin Güncel Meseleleri içinde, çeviren Yılmaz Öner, Suda Yayınları 1976, s.127).

Bunlar 1923 yılında, sosyalist devrimden 6 yıl sonra söylenmektedir.

Bizim önümüzde ise daha alınacak yol var; o zaman reddetmeyelim, oradan beslenelim, ama “devrimcilik” kavramının “ölçüsüzce genişletilmesi” ve bu genişlemenin bir alternatif olarak süreklileştirilmesi karşısında edecek lafımız da olsun…

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]