Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

04.06.2014- 10:44

Türkiye’nin faşizmleri: I/Korkut Boratav

Bugünkü ortam “faşizme gidiş” özellikleri taşıyor. Daha önce de iki kere benzer, karanlık dönemlerden geçtik: İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllar ve on yıl sonrasının Demokrat Parti (DP) iktidarı…

Bu dönemler, 12 Mart ve 12 Eylül darbe (isterseniz “askerî faşizm”) yıllarından farklıdır; bu yüzden bugünle benzerlikler taşımaktadır.

Geçmişe bakıp bugüne ışık tutmayı deneyelim. Önce 1945 sonrasına göz atalım.

* * *

İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarında Türkiye’de iktidar ve siyaset çevreleri iki karşıt akıma ayrışmıştır.

Birincisi Kemalizm’in yenilikçi, dönüştürücü kanadıdır. Öncellikle aydınlanmacıdır ve özellikle bu nedenle demokrattır. Bilimi “en hakiki mürşit” kabul eder; buradan hareketle Avrupa aydınlanmasının (o yıllarda “hümanizm” diye adlandırılan) bilim, düşünce ve sanat akımları ile bütünleşmeye çalışır. Nazi Almanyası’ndan kaçan bilim insanlarını on yıl önce Türkiye üniversitelerine bu beklentiyle davet etmiştir. Köy Enstitüleri, Tercüme Bürosu, 1946’da öğretim üyelerine akademik güvence, üniversitelere özerklik getiren Üniversiteler Kanunu, en azından ilk tasarımıyla toprak reformu bu akımın katkıları arasındadır. CHP’nin aydınlanmacı kadroları, basında, edebiyatta, eğitimde ve üniversitelerde ilerici insanlarla genellikle barışık kalır; onları gözetir.

İkincisi tutucu-milliyetçi akımdır. Buradaki tutuculuk, “Osmanlıcılık veya İslamcılık” değil; Kemalizm’in dönüştürücü atılımlarını frenlemeyi hedefleyen bir savunma refleksidir. Bu yüzden pozitif bir programdan yoksundur. “Tehditleri belirleme, gayrı milli ideolojilerle, öncelikle komünizmle mücadele” misyonları öncelik taşır. Sınıf kavgasını kışkırtabilecek tüm politikalara (örneğin Köy Enstitüleri’ne, toprak reformuna) ve toplumsal eleştiri ima ettiği düşünülen sanat, bilim ürünlerine karşı çıkar. İkinci Dünya Savaşı içinde Alman taraftarlığı, Türkçü-Turancı özlemlerle kaynaşır.

Milli Eğitim Bakanı Hasan Âlî Yücel hümanist, “Türkçü Başvekil” Şükrü Saraçoğlu ise tutucu akımları temsil eder.

İlerici kamuoyu, savaş koşullarında Sovyet sempatizanı, demokrat, solcu, bir bölümü sosyalist aydınlardan oluşur. Tan gazetesi ve Sertel’ler, Yurt ve Dünya, Adımlar dergileri, “solcu öğretim üyeleri” örneklerdir. Sabahattin Ali “İçimizdeki Şeytan” romanıyla, TKP’den Reşat Fuat (takma imza ile) “En Yakın Tehlike” başlıklı broşürüyle Türkiye’deki Türkçü-milliyetçi ve Nazi sempatizanı çevreleri eleştirdiler; etkili oldular. İleri Gençlik Birliği Süleymaniye minarelerine “Saraçoğlu faşisttir” pankartını asmaya kalkıştı.

* * *

1944’te hem sosyalist İleri Gençlik Birliği üyeleri; hem de İsmet Paşa’nın 19 Mayıs’taki nutkunda sert biçimde eleştirilen Türkçü-Turancı akımların önde gelenleri Sansaryan Hanı’nda komşu hücrelerde gözaltında kalmaktaydılar. Bu sembolik kader birliği, savaş sonunda Türkiye’nin izleyeceği güzergâhın belirsizliğini de gösteriyordu.

Düşün, sanat, bilim, hatta siyaset dünyalarında çok sesliliğe (dolayısıyla sola) açılmak mı? Siyasetin rotasını (bu kez ABD yörüngesine kayarak) anti-komünizm çizgisine oturtmak mı? Başlangıçta “Milli “Şef” kararsız görünüyordu. Ancak, toplumun güç odakları demokratikleşmeye karşı çıktı ve CHP içinde tutucu-milliyetçi kanat hızla ağır bastı.

1945 sonunda CHP’li Hüseyin Cahit Yalçın’ın kışkırtıcı bir çağrısını, CHP İstanbul örgütü benimser; kalabalık bir güruh, anti-komünist sloganlarla Sertel’leri hedef alır; Tan matbaasına saldırır; gazete kapanır. Benzer güruhlar, anti-komünizm kampanyalarının vurucu güçleri olarak sık sık sahneye çıkacaktır.

1946’da kurulan iki sosyalist parti ve sola dönük sendikalar aynı yıl içinde kapatılır; tutuklamalar başlar; hızlanır. Sol çevrelerle DP arasındaki dirsek teması, hükümetin ağır baskısı ile engellenir; DP liderleri anti-komünizm kervanına katılırlar. Seçim sonrasında Milli Eğitim Bakanlığı’na Yücel yerine faşist Reşat Şemsettin Sirer getirilir. 1947’de İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, köy enstitülerine ve üniversitelere sızmış komünistleri hedef gösterir. Bir yıl sonra Sabahattin Ali öldürülür. Yasal bir düzenleme ile solcu öğretim üyeleri görevlerinden uzaklaştırılır.

* * *

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen ilk beş yıl, böylece ilk “faşizme geçiş” deneyimi oldu. Çok partili rejime geçildi; ama, üstyapının tüm alanlarında gerçek anlamda çokseslilik engellenerek; özellikle de sol siyaset yasaklanarak…

Belki de en önemlisi, 1947’de CHP programı, savaş yıllarında palazlanan sermaye çevrelerinin özlemleri doğrultusunda değiştirildi; “liberal” DP’ye yaklaştırıldı. Egemen sınıflar iki büyük partiyi paylaştılar.

Faşizm tam yerleşmediği için üç yıl sonra iktidar seçim yoluyla DP’ye devredildi. Birkaç yıl içinde DP, “faşizme geçiş” doğrultusunda yeni, daha ileri adımlar atacaktı.

Türkiye faşizminin bu ikinci dalgasını ayrıca incelemek gerekir.

melnur  |  Cvp:
Cevap: 1
04.06.2014- 10:45

Türkiye’nin Faşizmleri III/Korkut Boratav

Türkiye bugünlerde faşizme sürüklenmektedir. Sürecin bugüne özgü olmadığını; ülkenin 1940’lı ve 1950’li yıllarda da benzer, karanlık dönemlerden geçtiğini geçen haftalarda bu köşede ileri sürdüm. Bu dönemler, darbe yıllarından farklıdır; bugüne benzemektedir.

Bugünkü tehlikeli gidişin bazı öğelerini, kısaca önceki dönemlere de değinerek vurgulayalım.

* * *

Türkiye sermayesinin 12 Mart-12 Eylül (“askeri faşizm”) rejimlerine davet çıkardığı belgelenmiştir. Benzeri bir katkı, 1946’yı izleyen yıllara baktığımızda da gözleniyor. Türkiye’nin güç odakları, Amerikan nüfuz alanına teslimiyeti ve anti-komünizmi yeğledi; savaş sonunda çoksesli, demokratik bir dönüşüm seçeneğini dışladı; CHP ve DP’yi aralarında paylaştı. On beş yıl boyunca ülkenin siyaset söylemine tutucu/savunmacı bir milliyetçilik (“millî değerlere dönük tehditlerle mücadele gündemi”) egemen oldu.

AKP ideolojisinin, siyasi Islam’ın Sünni (Müslüman Kardeşler ile akraba) bir koluna dayandığı ilgili çevrelerce 2002’de biliniyordu; bugün herkesçe malumdur. “Gerici” bir programı da vardır: Cumhuriyet’in, devlet kurumlarının ve toplumsal üst-yapının, “İslamcı” öncelikler doğrultusunda yeniden yapılandırılması… Bir demokratikleştirme perspektifini kesinlikle içermeyen bu gündem, güç odaklarının desteğini frenledi mi?

Tam aksine… Erdoğan, 2002 seçimlerinden bir ay sonra, başbakan olmadan Bush tarafından kabul edildi; açık ABD desteği ile döndü; Batı’cı çevrelerin güvenini erkenden kazandı. Yeni hükümet, IMF/Derviş programını olduğu gibi kabul etti; neo-liberal doğrultuda yeni öğelerle zenginleştirdi. İslamcı AKP bu sayede ekonomiye egemen olan sınıflarca adeta koşulsuz benimsendi. Sonraki yıllarda artan kayırılma/dışlanma vukuatı ise, “gülü seven, dikenine katlanır” bilgeliği ile sineye çekildi.

* * *

Tutucu, milliyetçi veya İslamcı bir siyasî kadronun iktidara gelmesi, karşıt akımlarla mücadele etmesi, olsa olsa faşizme geçişin ön-şartlarını oluşturur. Nihaî adım, temsilî (parlamenter) demokrasinin temel kural ve kurumlarının; özellikle hukuk devletine ait normların sistematik ihlâli, giderek tasfiyesi ile atılır.
Bu nedenle AKP’nin ilk beş yılını, “faşizme geçiş” dönemi olarak nitelendiremeyiz. Özellikle AB ile tam üyelik görüşmeleri (ve uzantıları), hareketin gerçek programını perdelemekte; liberallerin, kimi demokrat çevrelerin desteğini sağlamaktaydı.

Giderek bu “perdeleme” gereksiz görüldü. AKP uzlaşma çizgisini terk etti. Gerçek programının ilk aşaması olarak cumhurbaşkanlığını hedefledi. Bu adım, yüzbinlerce insanın aktif tepkilerine (Cumhuriyet mitinglerine) yol açtı. AKP programını engelleyen ilk ve âcil stratejik hedef böylece belirlendi: “Kemalist” direnme odakları…

Yaşar Büyükanıt’ın muhtırası (Nisan 2007) ile Anayasa Referandumu (Eylül 2010) arasında AKP etkili bir karşı saldırıya geçti. Birinci aşamada cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül’ün seçilmesi (Ağustos 2007) ile ilk başarı elde edildi.

“Ergenekon” yaftası ile 2008’de başlatılan düzmece davalar zinciri, saldırının ikinci aşamasını oluşturdu. Emniyette daha eski tarihlere giden; yüksek yargıda ise anayasa değişikliğinin mümkün kıldığı kadrolaşma, istenen sonuçları sağladı. AKP saldırısının bu aşaması, hukuk devletinin ana normlarını sistematik olarak çiğnediği için faşizme gidişi de başlatmış oldu.

Faşizm doğrultusundaki bir sonraki adım, Haziran 2013 kalkışmasına gösterilen tepkilerle gerçekleşti: Ne pahasına olursa olsun, meydanlar ve sokaklar ilericilere, demokratlara, solculara bırakılamazdı. Bu yüzden polis Başbakan’ın fiili milis gücüne dönüştürüldü. MİT dokunulmazlık kazandı. Başıbozuk militan güçlerin oluşturulması da hedeflendi. Hizbullah kalıntılarının, Suriye-dönüşlü mücahitlerin vurucu eylemlere katılmaları her an gündemdedir.

Kitle tabanı, belli boyutlarda seçmen desteği olmadan faşizme geçilemez. DP’nin faşizan yöntemlere yönelmesinin yüzde 57’lik bir seçim zaferini izlediği hatırlatılmalıdır. Hem Menderes, hem Erdoğan için “milli irade” (seçim zaferleri), iktidarlara sınırsız yetki devri anlamına gelir. Bu yetkinin kullanımına karşı muhalefet, gayri-meşrudur.

Faşizm, bir anlamda, bu önermenin hayata geçmesidir.

* * *

1950’de İnönü seçim yenilgisini sineye çekti; iktidarı devretti; faşizme geçiş yarım kaldı. 1960’da 27 Mayıs DP iktidarına son verdi; faşizme geçişi önledi.

Bugün ise patolojik bir durumla karşı karşıyayız: İktidar mafyalaştığı; Çankaya/Silivri ikilemini (“ya devlet başa; ya kuzgun leşe” açmazını) içerdiği için tehlikelidir. Çürümenin niteliği, boyutları ilerici, demokrat halk tepkilerini beslemektedir.

Türkiye’nin faşizme mahkûm olmasını kabullenemeyiz; bu nedenle durdurmak zorundayız. Nasıl?

Ülkenin aydınlık insanları bu soruyu tartışıyor. Dinleyelim; katılalım; yanıtları arayalım.

yorum2006  |  Cvp:
Cevap: 2
04.06.2014- 14:11

İkinci dünya savaşından sonra Türkiye'de faşizmin yükselişi (gerek tek parti döneminde, gerekse DP iktidarı döneminde) kesinlikle dış kaynaklıdır. İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonunda dünya yeniden paylaşılmıştır. Yalta konferansından sonra Türkiye ABD'nin nüfuz alanına bırakılmıştır. Avrupa'da bir yandan Kızıl Ordu'nun girdiği ülkelerde halk cumhuriyetleri şeklinde sosyalist devletler kurulurken, sosyalist blokun dışında kalan tüm ülkelerde Amerika'nın kontrolu sağlanmıştır. Bundan sonra da önce kesin bir kutuplaşma ve arkasından soğuk savaş dönemi başlamıştır. Bu ortamdan Türkiye de nasibini almıştır. Özellikle Sovyetler'e komşu bir ülke olarak Türkiye anti-sovyetizmin ve anti-komünizmin atlama taşı olarak görülmüştür. Bundan sonra zaten Amerika Türkiye'ye giderek artan ölçüde nüfuz etmiş, sonunda ülke Amerika'nın uydusu haline gelmiştir. Tek parti döneminde başlayan anti-komünizm, DP ile doruğa erişmiştir. DP aynı zamanda ülkeyi ABD'nin çöplüğüne çevirmiştir. 50'lerden sonra şiddetlenen soğuk savaşın ve bunun ürünü olan McCartyciliğin en yoğun yaşandığı ülkelerden birisi de Türkiye'dir. Tabii DP dönemi başlayınca, AKP dönemi ile kıyaslanabilir olmamakla birlikte restorasyon da başlamıştır. Yalnız faşizm değil, dinci gericilik dahil, tüm gerici akımlar güç kazanmıştır. AKP de ABD'nin Orta Doğu'yu yeniden şekillendirme projesi kapsamında başa gelmiştir. İdeolojik olarak emekçi halka, işçi sınıfına düşmandır. Buna ek olarak hem İslamci fanatizmi, hem de her türlü gericiliği içinde barındırmaktadır. Özünde İslami fanatizm, dincilik Türkiye gibi bir ülkede tek başına iktidara gelmek için yeterli değildir. Bu nedenle dinciler ile ülkedeki geleneksel gerici akımlar arasında bir koalisyon vardır. Maalesef Kürt milliyetçileri de, kısa vadeli çıkarlarına uygun gördüklerinden AKP'ye destek veriyor. Türkiye'nin faşizme mahkum olmaması için demokratik muhalefetin yükselmesi şarttır. Kürt demokratlarının da, Kürt milliyetçiliğinin kısa vadeli çıkarlarına göre değil, Kürt halkının uzun vadeli çıkarlarına göre hareket etmesi gereklidir.

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]