Menü Üye Giriş

Şifre Sıfırla · Kayıt Ol

 SOL PAYLAŞIM  »
 Siyasi ve ideolojik söyleşiler

Ercan Geçgin’le ‘AKP’nin şirket rejimi’ üzerine söyleşi: ‘Kazan-kazan’ politikası AKP’deki çatlakları şimdilik onarıyor

“AKP’nin Şirket Rejimi: Otoriteryen Muhafazakarlığın Gerilim Hatları: Kürtler, Cemaat, Aleviler” adlı çalışmasını iki hafta önce NotaBene yayınlarından çıkartan Ercan Geçgin‘le çalışması hakkında söyleştik…

Kitabınızda AKP’nin yönetim anlayışını ‘şirket rejimi’ olarak tanımlıyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Ercan Geçgin: 2003 yılındaki bütçe konuşmalarının birinde Başbakan Erdoğan artık ‘tüccar siyaseti’ yapacaklarını söylüyordu. O zaman bundan ne kastedildiğiyle ilgili yoğun bir tartışma yaşanmıştı. 12 yıllık AKP yönetimine baktığımızda ‘şirket rejimi’nin esasında ‘tüccar siyaseti’nin bir ürünü olduğunu görüyoruz. 12 yılda devlet bir şirket gibi yönetildi. Özelleştirmelere hız verildi, esnek istihdam ve güvencesiz çalışma şartları yaygınlaştırıldı. Sosyal devlet küçüldükçe şirket-devlet büyüdü. Sağlıktan eğitime, tarımdan sanayiye kadar pek çok alana tüccarlık zihniyetiyle müdahale edildi. Doğa bile tüccarlığın metası haline dönüştürüldü. Velhasıl emek tüccarlığının, gelecek tüccarlığının, özelleştirme tüccarlığının, neoliberalizm tüccarlığının, doğal kaynakları pazarlama tüccarlığının, doğayı metalaştırma tüccarlığının siyasal toplamıdır şirket rejimi. Vatandaşlığın müşterileşme sürecidir.

AKP’nin arka mekânında yürütülen paralel bir siyasettir tüccar siyaseti. Görünen değildir, görünenin arkasındaki gerçekliktir. Görünürdeki siyasetine paralel bir siyasettir. Dolayısıyla ‘şirket rejimi’ sadece bir metafor değil aynı zamanda gerçeklik düzleminde varoluşu olan bir olgudur. Bunu nereden anlıyoruz? AKP’nin inşa ettiği sermaye birikim rejiminin niteliğinden anlıyoruz.

Nasıl bir sermaye birikimi yarattı AKP?

AKP’nin yönettiği şirketin sermaye birikiminin nirengi noktasını inşaat sektörü oluşturuyor. Başka sektörler de var ama AKP’nin toplumsal ekonomisinde öne çıkan ve ilişkili olduğu onlarca sektörü besleyen alan inşaat sektörüdür. Kentsel dönüşüm ve TOKİ bunun önemli bir yüzüdür. Diğer yüzü mülkiyet ilişkileri bağlamında açığa çıkan toplumsal yöndür. Ki toplumsal yön AKP’nin popülist siyasetiyle bütünlük arz ediyor. Ekonominin makro boyutundaki iç ve dış konjonktürler çok işine yaradı AKP’nin. Ucuz döviz girdisi, sıcak para vs ülke içinde bankaların düşük faizli kredi vermesini, kolay kredi kartı kullandırmasını sağladı. Kentleşmenin tüccarlığını yapan AKP bu durumu avantaja çevirdi. Teknolojinin de ilerlemesiyle büyüyen tüketim toplumunun tüm maddi zeminlerini sağladı. Cari açığın büyümesi pahasına tüketim teşvik edecek şekilde ithalat arttırıldı. Kentlerdeki AVM’ler ticaret sermayesinin soluk alma alanları oldu. Anadolu kentlerinde forumlar şeklinde yaygınlaştırıldı. Düşük faizli konut kredileri ile de inşaat sektöründeki sermaye birikiminin önü açıldı. Bu aslında mücahitlikten müteahhitliğe geçiş evresiydi.

Geniş kitleler ilk defa ev sahibi olmaya başladılar TOKİ’lerle. Bu Türkiye’deki önemli mekânsal ve toplumsal dönüşümlerden biri oldu. Kentlerdeki toplumsal kümelenmeler TOKİ’ler sayesinde yeni bir siyasal rabıtaya kavuştu. Örneğin Keçiören’deki TOKİ’lere yerleşenler daha fazla AKP’li oldu. Diğer toplumsal kesimlerle etkileşim azaldı. Buna karşın Çankaya da daha fazla CHP’li oldu. Ankara’da verdiğimiz bunlara benzer nice örnekleri diğer kentlerde de görebiliyoruz. Misal, İstanbul’da Beşiktaş daha fazla CHP’li olurken Sultanbeyli daha fazla AKP’li oldu. Ancak nicelik her geçen gün AKP lehine artarken mekanın sosyal niteliğini de kendisi örgütleyebildi. İnşaat sektöründen filizlenen kent rantı popülist korucuyu politikalar sayesinde toplum nezdinde ikincilleştirildi. Sanayi alanındaki sermaye birikimi ile yaşam alanlarındaki sermaye birikimlerinin şartları dinsel ve siyasal korumacılığın hegemonyasıyla rıza gösterilebilir hale getirildi. Devlet olanaklarının seferber edildiği sermaye birikiminin ideolojik denetimi başta ‘havuz medyası’ olmak üzere çeşitli havuz sistemleri ile çözülmek istendi. Tabi bu süreçte siyasal aktörler ve onların çocukları da zenginleşti, hatta sermayenin dolaşımında yönlendirici ağlar oluşturdular. 17 Aralık ve 25 Aralık bunun gün yüzüne çıkan tarafları oldu.

Erdoğan’ın Merkez Bankası’nı kredi faizlerini düşürmeye zorlaması da inşaat sektörüne duyduğu ihtiyaçtan olsa gerek.

Evet, aynen öyle. İş sadece konut satışı ile sınırlı değil. Sırf inşaat sektörü en az diğer 10 sektörü doğrudan etkiliyor. Bu da tüketimi arttırıyor. Pazar günü katıldığı MÜSİAD’ın iftar yemeği sonrası konuşmasında da yine Merkez Bankası’na yüklendi Erdoğan. Hatta bunların tüketim düşmanı olduğunu, tüketim olmadan üretim olmayacağından bahsetti. İç piyasayı hareketli tutmaktan söz etti. Faiz indirimi yapmayanları yine ‘faiz lobisi’ torbasına koyup etiketledi. Erdoğan’ın oradaki konuşması anlatmak istediğimiz Şirket Rejimi’nin siyasal ve ekonomik sermaye birikim tarzının da kısa bir ifadesi olmuştur.

Bu durumda AKP’nin ‘otoriteryen muhafazakâr kimliği’ dediğiniz anlayışı nereye koymak gerekir?

Otoriteryenlik ve totaliteryenlik, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal alanında yeni bir nitelik değil ve AKP’ye de has değil aslında. Ancak AKP, gerek toplumun çoğunluğundaki otoriteye boyun eğen tarihsel eğiliminde gerekse muhafazakârlığın neoliberalizmle imtihanında devreye giren bir aktör olduğu için özgünlüğü ile öne çıkıyor. Türk sağının geçmişteki liderlerinden izler taşıyor ancak küreselleşmiş neoliberal dünya ekonomik düzeninin bölgesel hamilliğinde devreye giren özgün bir aktör de olmaya çalışıyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nin zamanında yürütülen eşbaşkanlığı bunun bir parçasıydı. Meşruluğu ve yayılımı için ‘Yeni Osmanlıcılık’ söylemiyle hareket ediliyordu. Bölgedeki ağabeylik yapma istencinin özü bölgesel kapitalizmin ağabeyliğini yapmaktı. Nitekim gayet mesafe de alınmıştı bu yolda. Ta ki Arap Baharı ve ardından Suriye’deki iç savaşa kadar. Hem bölgedeki karışıklık hem içeride giderek daha yoğun bir şekilde neoliberalizmin çarkına ve insafına bırakılan geniş kitlelerin çaresizliği bir kurtarıcı, bir kahraman veya bir koruyucu arayışını beraberinde getiriyordu ki bu isim Erdoğan olarak beliriyordu. Erdoğan’ın hem bu sürecin aktörlerinden biri olması hem de bu sürecin kaybedenlerine veya tutunamayanlarına umut olması çelişkili gelebilir ama anlaşılırdır ve anlamamız da gerekir.

Kentleşme, kapitalistleşme, proleterleşme sürecinde sosyal devleti yanında göremeyen insanların karşı karşıya kaldığı risk ve güvensizlik onları ya cemaatlere, tarikatlara ya da siyasal patronaj ilişkilerine doğru itti. Kopan toplumsal bağlar yerine yeni bir değer sistemi ortaya koyacak ulus-devletin seküler projesi çoktan rafa kalkmıştı. Yeni bir ideal değer sistemi de ufukta pek görünmüyordu. AKP’nin elinde İslam’a ve ümmet bilinciyle sağlanabilecek bir bağ vardı ve devreye bu sokuldu. İmam Hatip Liseleri’nin teşviki, dindar nesil yaratma fikri bunun uygulamadaki tipik örnekleri oldu.

İnsanlar hem kapitalizmin nimetlerinden faydalanmak istiyordu ama hem de toplumsal bağlar çözülmesin istiyordu. Ailenin önemi artarken ailede erkeğin reislik işlevi piyasa koşullarında azalıyordu. Piyasa toplumunun tüm acımasız özellikleri AKP iktidarı döneminde muhafazakârlık örtüsüyle yaşanır oldu. Ailedeki baba, işlevini yitiriyorken muhafazakâr kitleler kolektif baba figürünü Erdoğan’da buldular. Zaten ortada bir ‘devlet baba’ motifi vardı koruyucu olarak. Ama toplum devlet babadan hem korkuyordu hem de ona sığınıyordu. Daha fazla örselenmemek için devlet babaya karşı Tayyip Baba’yı destekledi toplumun büyük kesimi. Ona itaat eğilimi göstermesinin nedeni hep başka babalarla mücadeleci bir babalık kişiliğine haiz olduğuna inanmasıydı. Ulus-devletin otoriteryen modernizmine ve onun devlet babalığına karşı otoriteryen muhafazakârlığı tercih etti ona oy verenler. Tabi bu noktada AKP’nin algı mühendisliğini, halkla ilişkiler uzmanlığını ve ağını da dikkate almak gerekiyor.

Gelir adaletsizliği arttıkça ‘baba’ imgesine duyulan açlığın daha fazla ihtiyaç duyulur hale getirildiğini görüyoruz. Örneğin birkaç gün önce TÜSİAD’ın Sosyal Politikalar Komisyonu gelir eşitsizliği ile ilgili bir rapor yayınladı. Buna göre Türkiye OECD ülkeler içinde gelir eşitsizliği bakımından Şili ve Meksika’dan sonra üçüncü sırada yer alıyor. Peki bu eşitsizliğe ve adaletsizliğe rağmen bu eşitsizliğin mağduru olan kitlelerin çoğunluğu neden AKP’yi tercih ediyor hala? Bunu basit bir ideolojik manipülasyonla açıklayamayız. Çok farklı dinamikler, toplumsal anlamda bilişsel izlekler ve tarihsellikler var. İdeoloji bütün bunların üzerine biniyor. Türkiye’de hep ‘devlet baba’ figüründen bahsedilir ancak bunun ne sosyolojik ne de psikanalitik çözümlemesi derinlikli şekilde, adam akıllı felsefesiyle yapılmıyor ne yazık ki.

Erdoğan’ın sadece bir ‘baba’ değil aynı zamanda ‘Milli Patron’ olduğunu da ileri sürüyorsunuz.

Evet, aslında Erdoğan’ın birden fazla kimliği, hatta gömleği var. Milli Görüş gömleğini çıkarttı ama yeni yeni gömlekler edindi. Şirketin patronu o. Şirket artık büyüdü, holdingleşti. Bir yönetim kurulu olsa da esas belirleyici kişi patrondur. Bu patronluğu pek bırakma niyetinde de olmayacaktır. Kendi tabanı da onun bırakmasını istemiyor. Çünkü Erdoğan’da kendini buluyor. Kitap’ta ‘İdarettin’ olarak adlandırdığım bir toplumsal tipten söz ediyorum, işte o tip Erdoğan’ın siyaset etme biçiminde de kendini gösteriyor. Arada derede yaşayan, küçük üretimin zihniyet dünyasını taşıyan, idareli davranan bir tip bu. Köylü toplumu ile sanayi toplumu arasında sıkışıp kalmış ‘kasaba toplumu’nun insan tipidir. Kolay yoldan zengin olma umuduyla fırsatları kollayan, çok fazla derinlikli düşünmeyen, yüzeyde yaşayan, kırılganlıkları, kırmalıkları olan bir tip. Erdoğan bu tipin ruhunu çok iyi okuyor. Mesela bir taraftan Türk milliyetçiliğini idare etmeye çalışırken öteki taraftan milliyetçiliği ayaklar altına aldık diyebiliyor ya da Kürt sorununda çözüm sürecine girebiliyor. Ama bütün bunları bir yatırım alanı olarak, kasaba toplumunun tüccar zihniyetiyle yapıyor.

Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte AKP’de liderlik tartışması nasıl bir boyut kazanır? AKP içinde bir bölünmeye yol açabilir mi?


Geçenlerde AKP’li Mehmet Metiner, Erdoğan’ın Köşk’e çıksa da ‘lider’ olarak devam edeceğini, AKP’ye yeni bir liderin değil yöneticinin lazım geldiğini yazmıştı. Yani şirkete patron değil geçici yardımcılar aranıyor. Erdoğan, Cumhurbaşkanı olduğunda başkanlık veya yarı-başkanlık sistemini adım adım hayata geçireceğinin sinyallerini şimdiden alıyoruz. Son olarak Başbakanlığa bağlı 402 danışmanlık kadrosunun tahsis edilmesine ilişkin düzenleme bunun işaretlerinden biri sayılabilir. Ancak bu noktada Gül’ün tavrı ne olur, o merak konusu. Gül ile Arınç’ın AKP’de özgül ağırlıklarının varlığı inkar edilmiyor. Keza Gül’e yakın 4 bakandan da söz ediliyor. Bunlar mı yoksa Erdoğan’ın işaret edeceği bir isim mi başbakan olacak, onu parti içindeki güç çekişmeleri belirleyecek. Aslında AKP’deki kırılganlıkların çok fazla gündeme gelmemesinin en büyük nedenlerinden biri Cemaat ile girilen kavgadan dolayı Ergenekon, Balyoz gibi davalarda tutukluların serbest bırakılmasıyla birlikte CHP içindeki fay hatlarının tetiklenmiş olması. CHP’de Ekmeleddin İhsanoğlu’na sert tepki gösteren ulusalcı kanadın feryadı bir ölçüde AKP’deki gerilimi perdeliyor. Erdoğan’ın bu noktada kendisi açısından doğru bir hamle yaparak ulusalcılar üzerinden CHP’de çatlakları derinleştirdiğini görüyoruz. Muhalefetteki bu yarılma hem toplumun AKP’ye güvenini pekiştirecektir hem de AKP içindeki tartışmaları bir süreliğine erteleyecektir. Zira şirket kazanmaya devam ediyor. Ve ‘kazan-kazan’ politikası AKP’deki çatlakları şimdilik tedavi etmeye yetiyor. Tabi Gezi Direnişi gibi dirençler bir daha karşısına çıkmazsa.

Gülen Cemaati yenildi mi bu kavgada?

Kısa vadede öyleymiş gibi görünebilir ama uzun vadede kazanan Cemaat olur. Çünkü Cemaat’in AKP’ye nazaran gerek Türkiye gerçekliğini gerek dünya gerçekliğini daha iyi okuduğu kanaatindeyim. Taktiksel açıdan hatalar yapsa da AKP’ye göre daha stratejik davranıyor. Entelektüel sermayesi, kültürel sermayesi, ekonomik ve sosyal sermayesi AKP’den daha güçlü ve küresel ölçekte daha yaygın. Ancak Cemaat’in toplumsal yaygınlığı zayıftır. Kaldı ki zaten bir ‘altın nesil’ hareketi yaratma amacında olması nedeniyle bir kadro hareketidir. AKP ile girdiği kavgada yara alsa da motivasyonunu ve direncini kaybetmemiş bilakis AKP gibi daha da çelikleşmiş görünüyor.

AKP’nin şirket rejimi Gülen Cemaati’ni mühendis ortaklık olarak kullanıyordu. Mühendisler gidince yeni mühendisler aramaya başladı AKP. Şirketin rortaklığı bozuldu. Aslında şirketin aile evliliğiydi o koalisyon. Patron bağımsızlığını kazandı, şirketin çıraklığından ustalığına yükselmesi artık her şeyi ben yönetirimin ifadesi oldu. Şimdi Gülen Cemaati yerine diğer cemaatlere yöneldiği görülüyor. Menzilciler bunların başında geliyor. Esasında AKP-Cemaat kavgasını, bir anlamda Türkiye’de tarihsel açıdan yaşanmakta olan cemaatler savaşının yeni bir aşaması olarak görmek gerekir. AKP olmasa da bu kavga nesnel zeminden dolayı sürecektir.

Önemli bir nokta da Cemaat’in KOBİ’ler düzeyinde önemli bir örgütlü güce sahip olmasıdır. Herhangi bir KOBİ Afrika’ya, Türkî Cumhuriyetlere, Ortadoğu’ya ihracat yapmak istiyorsa en iyi sosyal sermaye ağının Cemaat’te olduğunu biliyor. Cemaat ise KOBİ’lerin, esnafın pirliğini yapıyor. Tıpkı Ömer Lütfü Barkan’ın Osmanlı’nın yayılışında etkin aktör gördüğü ‘kolonizatör Türk dervişleri’ gibi. AKP’nin kapitalistleşme sürecinde yarattığı şirket rejimi Cemaat için de geçerlidir. Bu hemen hemen tüm cemaatler için de geçerli olmaya başlayan bir durumdur. ‘Cemaat A.Ş.’ de Şirket Rejimi’nin negatif bir parçası sayılmalıdır.

Ancak AKP’nin algı yönetiminin toplum nezdinde daha başarılı olduğunu, Cemaat’i dış güçlerin piyonuymuş gibi göstermesinin toplum tarafından kabul görülür olduğunu söyleyebiliriz. Zira Cemaat artık yeni elit tabaka, hatta dokunulmaz tabaka olarak görülmeye başlanmıştı. AKP’ye oy verenlerin ulusalcısından masonuna, Cemaat’inden burjuvazisine kadar pek çok seçkinci kesimi aynı torbaya koyup dış güçlerle özdeş şekilde kodlama eğilimin AKP tarafından kolay yönetildiğini söyleyebiliriz.

Cemaat-AKP kavgasında hangi taraf kazanmış görnüyor?

AKP kamu gücünü kullandığı için ayakta. Bunu sürdürmenin ideolojik dayanaklarını devleti koruma refleksine büründürmeye çalıştı. Ancak kazananın aslında kendisi olmadığını, devlet olduğunu göremedi. Evet, kazanan devlet olmuştur. AKP’nin otoriteryen muhafazakârlığı, devletin otoriterliğini pekiştirmiştir sadece. Devletin otoriterliğine renk katmıştır. Sürekli dış güçlerden bahseden AKP’yi acaba başka derin güçler mi yönlendiriyor diye sormadan edemiyor insan. Çünkü devlet kurumları güçlenerek çıkmıştır bu süreçten. Belki toplumun güveni azalmıştır ama otoriterlik bakımından güçlenerek çıkılmıştır. Muhafazakârlık artıyor gibi görünse de iki Sünni sosyal güç çatışmış ve bu durumun çıkar çatışması olduğu algısı dindarlık adına hareket edenlere güvensizliği aşılamıştır. Buna bir de Ortadoğu’da İslam adına önüne geleni vahşice öldüren cihadist selefi örgütlerden IŞİD’i ekleyin. Ciddi bir güven sorunu ile karşı karşıyayız. AKP’nin dindar tabanı AKP’ye dindar olduğu için değil dini koruduğu için oy veriyor. Gündelik hayatta dindarlık artıyor gibi görünse de esasında artan şey otoriterlik ve totaliterliktir. Geleneksel devlet baba figürüdür. Yeni YÖK Kanunu bunun açık bir kanıtıdır. Dindar adına kamusal alanda yapılan müdahalelere verilen tazyikler de devlet otoriterliğine her kesimi rıza gösterecek bir çizgide buluşturmanın gayesi olarak okunabilir. Cemaat’in ise daha liberal davranmaya çalıştığını gözlemliyoruz. Ancak Batı’daki liberalizm anlamında düşünülmemeli bu. Sünni Bloktaki yarılmanın Ortadoğu’da Şii yayılımına zemin sunacağını biliyor Cemaat. Irak’ta yaşanan mezhep savaşı bunun tipik bir işareti. Suriye konusunda da aynı hataya düşüleceğini Cemaat uyarmıştı. Nitekim Ekmeleddin İhsanoğlu da Esad’lı bir geçişi savunduğu için AKP onunla ipleri koparmıştı. Şimdi Cemaat’in İhsanoğlu’nu desteklemesi hiç de tesadüf olmayacaktır.

Ancak AKP’nin de, Cemaat’in de ortak noktasının hegemonya tesisi kurmak olacağını söyleyebiliriz. Cemaat AKP ile koalisyon halindeyken bir alt-hegemonyaydı. Şimdi daha önce muhalif olduğu kesimlerle temasa geçtikçe özeleştiri sürecine girmiş bulunuyor. Ama bu alt-hegemonya işlevi devam edecektir. Çünkü ABD’nin de Ortadoğu’da İran’ın kontrolündeki Şiiliğe karşı dinsel bir tampon mekanizmaya ihtiyacı var. Üstelik hem dindar hem piyasacı. Cemaat’in son dönemde Alevilere açılım göstermesinin bir nedenini de burada aramak gerekir. Özellikle cami-cemevi-aşevi noktasında. Aşevinin yoksul Alevileri denetimine alacağı çok açık. Diğer boyut Kürtlerle ilgilidir. Kürtlerin mezhepsel dinamiği ile ilgilidir. Zira mezhepsel bağ, Ortadoğu’da diğer etnik bağlara göre daha güçlü bir edimdir.

Ancak AKP de Cemaat de bölgesel hegemonya kurma amacında ortaktırlar sadece yöntemleri farklıdır. Tıpkı ABD’de Cumhuriyetçiler ile Demokratlar’ın emperyalizm noktasında özde aynı, biçimde farklı davranmalarındaki gibi. Biri fetihçi diğeri piyasacı bir hegemonya peşinde. AKP de başta Suriye’de sonra Irak’ta devrimci bir kalkışmanın Esad’ı ve Maliki’yi devireceğini hesaplıyordu. Olmadığını gördük. Cemaat ise serbest piyasa ilişkileriyle, daha yumuşak bir hegemonyadan yana oldu. Bugün de aynı noktada. Ama bu hegemonyayı ‘Acem emperyalizmine’ karşı verdiğini dillendirirken Batı emperyalizmiyle ilişkisini sorgulamaması hala güvensiz bir limanda durduğunu işaret ediyor.

Cemaat’in Hakka Hizmet Partisi adıyla parti kurduğu söyleniyor. Cemaat böyle bir işe soyunabilir mi?

Siyasete aktif katılım Cemaat için büyük bir risktir. Cemaat’i ayakta tutan şeylerden biri siyaseti çok iyi kullanmasıdır. Sivil alanda da olsa yaptığı her hareket siyasaldır. Cemaat’e yakın isimler aktif siyasetçi olabilir, Cemaat bundan istifade eder, bürokraside örgütlenmesinin önünü açar, ama aleni şekilde siyasette var olması onu daraltır. AKP onu siyasal alana çekmeye çalıştıkça Cemaat AKP’yi dinsel alana, ahlak alanına doğru çekmeye çalışıyor. Hakka Hizmet Partisi ile Cemaat arasında organik bir ilişkinin olup olmadığını henüz bilmiyoruz ama olsa bile Cemaat bunu alenileştirmek istemeyecektir.

Kitabınızda AKP ve Cemaat’in dışında gerilim hatları olarak Aleviler ve Kürtler de yer alıyor. Bu gerilim hatlarının mantığı nedir? Kürtler ve Aleviler bu denklemin neresinde yer alıyor?

Türkiye’de kökleri derin etnik faylar bulunuyor. Ortadoğu’da da bu fayları etkileyen içeride artçı depremlere yol açan büyük depremler oluyor. Bölgedeki etnik gerilim hatları ise petrol-doğalgaz enerji hatlarına paralel bir seyir izliyor. IŞİD’in ele geçirdiği yerlerin petrol kaynaklarına yakın bölgeler olduğunu görüyoruz. Musul bu anlamda zaten kritik bir yer. Kürt-Arap, Sünni-Şii çatışması gibi farklı etnik kombinasyonlara göre kolay sürdürülebilir bir çatışma iklimi var bölgede. Bunun yansıması oluyor Türkiye’ye. Suriye’de bunu açıkça gördükçe Esad’ın Alevi kimliğine yapılan vurgu hem Esad’a karşı Sünni bir refleksi tetikledi hem de Alevilerde Esad’a sahip çıkma güdüsünü perçinlemişti. Lübnan Hizbullah’ının sahaya inişi de bu çerçevede yorumlanıp kodlandı. Mezhepsel çatışmanın özünde Erdoğan’a yaradığı çok açık. Popülist politikasına meze yaptığını ve Irak dolayısıyla da Köşk seçiminde bunu yeniden yapabileceğini öngörebilmek için kâhin olmaya gerek yok.

Mezhepçilik nasıl Ortadoğu’da Arapları bölüyorsa Türkiye’de de Kürtleri ve özel olarak da Kürt Siyasi Hareketi’ni bölebiliyor. Bir de buna cemaatler arası gerilimi koyun, alın size yerel düzeyde ‘böl-parçala-birbirine düşür’ yönetimi. Kürt Siyasi Hareketinde Alevi Kürt ve Sünni Kürt ayırımının tetiklenmesi ve yine Kürtler içinde Kürt Siyasi Hareketi ile Gülen Cemaati arasında bir gerilimin su yüzüne çıkarılması AKP’nin hegemonya oluşturması için müthiş bir fırsatlar sunuyor. Keza Kürt’ü Kürt’e kırdırmanın yeni bir versiyonu Rojava’da hayata geçirildi. Türkiye içinde barış süreci yaşanırken gerilim ithal edildi. Bunun karşılığında ise çatışma ihraç edildi. Rojava’da Kürtlerin savaştığı çetelerin pek çoğu yine Kürt İslamcılardı. 1990’larda Hizbullah neydiyse bölgede bugün başta IŞİD ve El Nusra olmak üzere pek çok örgüt odur. İşlevleri aynıdır. Kürt Sorunu bölgesel bir mücadele alanına dönüştükçe, Türkiye bölgeye ilgi gösterdikçe, geçmişte uygulanan yöntemler de bölgeselleşti. Kullanılan enstrümanlar aynıydı ama melodi farklı oldu sadece.

Geçtiğimiz günlerde IŞİD adını İslam Devleti olarak değiştirerek halifeliği ilan etti. IŞİD’in bölgedeki aktörlüğü Kürt Hareketi’ni ve Türkiye’nin Ortadoğu politikasını nasıl etkiliyor?

IŞİD, El Kaide’den kopan grupların başında yer alıyor. Şimdi bölgesel bir halifelik iddiası ile ortaya çıkıyor. Aslında sadece bu konuda değil ekonomiden siyasete kadar küresel düzlemde bir bölgeselleşme trendi içindeyiz. Sınıfsal kompozisyonlar da bölgesel bir hal alıyor. Mesela bugün Suriye’den gelen mülteciler önemli ucuz işgücü olarak kullanılıyor. Yarın bunlara Iraklıların katılmaması için hiçbir neden görünmüyor mevcut şartlarda. Anadolu burjuvazisinin ve AKP siyasetinin sermaye birikimi de kayıt dışılığı da bölgeselleşme niteliğinde. Keza Kürt Hareketi de bölgeselleşme sürecini yaşıyor. Ama aynı zamanda uluslaşma, toplumsal bütünleşme açısından da Rojava önderliğinde çok kritik bir aşamada bulunuyor. Irak Kürdistan’ında Barzani önderliğinde bir bütünleşmenin sağlandığı görülüyor. IŞİD’in hamlesinin oradaki Kürtlere yaradığını Barzani’ye yakın kaynaklar da dile getiriyor. Zira Maliki’nin yetersizliğinden kaynaklı bölgede peşmergelerin IŞİD’e karşı koruyucu işlevi ile ön plana çıkması önemli bir adımdır. İşin bir de uluslararası boyutu var. Örneğin İsrail olası bir Kürdistan’ı ilk tanıyacak ülke olacağını açıkladı. AKP’den Hüseyin Çelik’in “Kürdistan kardeşimizdir” açıklaması da önem arz ediyor. Geçen hafta Irak Kürdistan’ının ilk petrol ihracatını İsrail’e yapmış olması ve çeşitli Avrupa ülkelerine sevkiyatla bu ticaretin devam edeceği sinyalleri ortada bir enerji savaşı olduğunu bir kez daha teyit ediyor. Kaldı ki gerek Suriye’de gerekse Irak’taki savaşlar bir anlamda vekaleten yürütülen savaşlar. Enerji kaynaklarının merkezlerine ve Batıya yönelik enerji hatlarına yakından baktığımızda çatışmaların da bu merkezlerde yoğunlaştığını rahatlıkla görebiliriz. Emperyalizm artık doğrudan girmeyi değil taşeron savaş sistemiyle, vekâleten yürütülen savaşlarla bölgede hakimiyet yarışına giriyor. IŞİD’in Hilafet savaşı ile Şiilerin İmamiyet savaşı farklı emperyalist blokların üzerine bahis oynadığı bir arena kavgasına dönmüş durumda.

Dolayısıyla Kürt Siyasi Hareketi Rojava’daki başarısını Irak’ta da sınamak zorunda kalıyor. Türkiye, Suriye, İran, Irak ve Batılı diğer küresel güçlerle aynı anda satranç oynuyor Kürt siyasi hareketi. Şimdiden Ortadoğu’da sadece Rojava ile sınırlı kalmayan bir devrim gerçekleştirdi Kürt Hareketi. Bir Barzani’nin aşiretçi yapısını, bir cihadist-selefi grupları, bir de diğer mezhepçi yapılarla kıyaslandığında Kürt Siyasi Hareketi’nin özgünlüğü ve ilericiliği açıkça ortaya çıkıyor. Demokratik özerklik, eşbaşkanlık sistemleri, kadının özgürleşmesi ve eşitliği gibi ilk akla gelen nitel gelişmeler. CHP ile kıyaslandığında bile sırf kadının konumu ve işlevi dolayısıyla açık ara bir fark var. Sekülerizmi toplumsallaştırabilmiş bir hareket. Ama yine de önemli kırılganlıkları ve riskleri var.

Nedir bu kırılganlıkları?

Hareket kentleştikçe sınıfsal çelişkilerle yüzleşmeye başlıyor. Özerkliğin toplumsallaştırılması zaman alabilecek bir konu. Emek-sermaye çelişkisi, yoksullaşma, mülksüzleşmesi ve proleterleşme önemli meydan okumalar olarak görülebilir Kürt Siyasi Hareketi için. Paternalist ağların işlevi bu noktada devreye giriyor. Bölgede Cemaat’in veya Hizbullah’ın sivil toplumdaki yaygınlaşması Kürt Siyasi Hareketi ile mücadeleyi de gündeme getiriyor. Sivil toplum alanındaki örgütlenme rekabetinin yarattığı gerilim siyasal alana da yansıyor ve daha fazla yansıyacaktır bundan sonra da. Sadece Kürt bölgesinde değil Türkiye’nin batısında proleterleşmiş Kürtler ile zenginleşen Kürtlerin artan Türk milliyetçiliği karşısındaki durumları da dikkate değerdir. Özerklik gündeme geldikçe Türk milliyetçiliğinin yükselme potansiyeli olacaktır. Dolayısıyla etnik gerilim kılığına girmiş sınıfsal çatışmaları sıklıkla görebiliriz.

Selahattin Demirtaş Cumhurbaşkanlığa adaylığını açıkladı. Öte yandan CHP içerisinde ve özel olarak da Alevilerin Ekmeleddin İhsanoğlu’na tepkileri var. Köşk seçiminin Aleviler ve Kürtler için önemi nedir bu durumda? Aleviler Demirtaş’ı destekleyecekler mi?

Kitsel düzeyde olmasa bile özellikle Alevi-Kürtlerin ilk turda Demirtaş’a eğilim göstereceğini söyleyebiliriz. Aleviler, Erdoğan gerçekliği var iken kolay kolay CHP’den vazgeçmeyeceklerdir. İdeolojik ilkelerden ziyade mezhepsel bir gerilimin nesnesi ve öznesi olarak kendilerini hissettikleri için Erdoğan karşısında kim güçlüyse ona yönelmeleri muhtemeldir. Ancak Demirtaş’ın alacağı oyun hem Kürt Siyasi Hareketi’nin manevra yapabilme gücünde hem de solun önderliğini üstlenme noktasında kritik bir önemi bulunuyor. Demirtaş’ın %10’u geçmesi CHP’de taşları yerinden oynatacaktır. Aynı zamanda AKP ile yürütülen çözüm sürecinde Kürtlerin elindeki kozlar güçlenmiş olacaktır. AKP’nin son hamle olarak Çözüm Süreci için çıkarttığı Çerçeve Yasa’nın altının doldurulması Erdoğan ve Demirtaş’ın ilk turdaki oylarıyla şekillenecek gibi görünüyor. Irak ve Rojava’daki gelişmeler de bunu doğrudan etkileyecektir. Eğer Aleviler, İhsanoğlu’na ilk turda daha fazla eğilim gösterirlerse bu sefer Kürt Hareketi’nin Alevileri ikna etme girişimlerinde daha fazla mesai harcamaları gerekebilir. Sürecin çok kırılgan ve çok boyutlu, çok denklemli bir halinin olduğu ortada. Bu bir siyasal bir mücadele. Her an her şey değişebilir ve yeni denklemler gündeme gelebilir.

Kitapla ilgili linkler:

http://notabeneyayinlari.com/tur_detay.php?id=152

https://www.facebook.com/pages/AKPnin-%C5%9Eirket-Rejimi/1492617554303559?ref=hl

Tam Sürüme Geç »
 phpKF Mobil Android Uygulaması Kullanın [X]